Bu konunun tufanla alakası olduğundan bir tufandan bahsetmek icabeder. Tufanın oluşumunu bazı kimseler inkar ederler. Tarihten önceki zamana ait olan tufan için en doğru haberci Kur’an-ı azimû’ş- şandır. Tufanın etrafında deveran eden ahdi kadim [eski ahit] hikayeleri, tahrif edilmiş eserlerden olmakla beraber mademki tufan bizatihi Kur’an-ı Kerimin haber verdiklerindendir, sıhhatına iman etmek aynı farz ve farzı ayandır. Çünkü Kur’an baştan sona kadar hakikattir. Bunu diyanet sahipleri tasdik ederler. İnkar edenler diyanet yabancılarıdır. Bu çeşit kimseler eğer semavi olmayan fakat bundan bin üç yüz küsur sene önce yazılıp tahrif edilmeden zamanımız kadar gelmiş olan her hangi bir kitap elde edip de tufanın meydana gelmesini onda görmüş ve öğrenmiş olsaydılar, takdirle sıhhatını tasdik etmezler miydi?

Bunlar tufanın ilme uygun olmadığını ileri sürerek itirazda bulunurlar. Halbuki karanın deniz ve denizin kara haline dönüştüğü pek çok vakadandır. Hülasa yeryüzünün önemli bir kısmı eski zamanda çökmüş ve yerine okyanuslar oluşmuştur. Bazı yüksek dağlar başında görünen deniz hayvanlarının enkazına nazaran o dağların yerleri vaktiyle deniz olduğuna hükmolunur. Donmuş [buzul] dönem diye tabir olunan bir zamanda, dağlara bin metre yüksekliğinde kar yağmış. İddia olunan bu değişimin tümü ilme uygun görülerek kabul ve tasdik olunuyor. Şimdi olağanüstü hadiselerden olduğu semavi cisimlerden bir veya bir kaçının konum icabı güneş veya ayla cezbetmeye iştirak ederek ondan büyük bir med ve cezir oluşum imkanını nazarı dikkate almalı. O halde deniz suları bir taraftan fazlasıyla düşerken diğer taraftan da o nispette yükselerek mücavir [komşu] kıtaları basması ve buna bol yağmur sularının refakat ederek yağması, neden ilme mugayir [aykırı], niçin ihtimalden uzak görülsün.

Amerika’da bulunan “Mişigan” Darûlfûnunu öğretim görevlilerinden astronomi bilgini Abuyorta adlı zat, yaptığı hesaplar neticesinde 17 Kanuni Evvel 1335 tarihinde gezegenlerin hareketlerindeki konum ve o konum dolaysıyla güneş üzerinde hasıl olan cazibe neticesinde, “yerküremizde” müthiş fırtınalar, şimşekler, tufana sebep olacak yağmurlar ve depremlerle ortaya çıkacak volkanlar meydana geleceğini iddiada bulunmuş ve gazetelerle neşir ve ilanda bulundu. Söylendiği zamanda o hadiseler zuhur etmedi. Fakat o zatın o iddiada bulunması bu gibi hadiselerin meydana gelme ihtimalini hükmen hiçbir vakit nazarı dikkatten uzak tutmadıklarına delildir.

Yeryüzünün tümü, ilkin deniz halinde olup karadan asla eser bulunmadığına dair olan tabii tarihin olaylarına da mı yalan diyecekler?

Bununla birlikte bir zaman tufan demek, öyle bütün yeryüzünün bir anda su ile dolması demek değildir. Tufanın doğru anlamı bilindikten sonra dağların tabakalarındaki oluşumlar ve sair yeryüzündeki değişiklikler nazarı dikkate alınırsa alemimizde bir değil birçok muhtelif tufanların gerçekleştiğine kanaat hasıl olur. Hal böyle olunca Hazreti Nuh’un zamanındaki tufanı, sadece semavi kitaplar tarafından ihbar olunduğu cihetle inkar etmek reva mıdır?

İnsan neslinin tayini meselesinde ehemmiyeti malum olan Nuh Tufanı, sûkun ile geçiştirmek ve o meseleyi hep bir inkar dimağıyla muhakeme etmek bir Müslümana yakışır mı? Bilginlerin bütün ilmi araştırmalarına neticesiz ve bütünüyle faydasız denemez. Fakat Adem’in yaratılışından beri ortaya çıkan istila, göç gibi değişimler, umumun hallerine dair olanlar, matematik kuralları kuvvetinde doğru ihtimaller üretmiş olduklarına da ihtimal hükmü verilemez.

Bugün bile meydana gelen bir hadise, yarın başka bir şekilde rivayet sayfasına geçiyor. Bir yerde muhakkak olan bir mesele diğer bir yerde şüpheli veya meçhul bulunur. Hak ile batıl münakaşalar sebebiyle yekdiğerinin yerini kolaylıkla gaspettikleri az vakalardan mıdır? Buna binaen beş-altı bin senelik cahiliye dönemlerinin bütün haberlerini topraklar altında çıkarılan taş ve tuğla kırıntılarının dilinden işitmekle, tümünü itiraz kabul etmez bir hakikat gibi kabul etmekte mana yoktur.

Kendi yaptıklarına tapınacak derecede şuursuz olan eski milletlerin, çoğunlukla otoriter olan bir hükümdarın fikirlerinin tercümanı olup her türlü akli muhakemelerden uzak olarak yazılarını apaçık ayetlere tercih etmek, sağlam dimağların işi değildir. Çünkü fikirli kimseler ise, varsın ne derlerse desinler biz dine iman edenler olarak tufana iman edenlerle beraberiz.

Şimdi tufanın genellik ve hukukilik meselesi kaldı. Bahis ve nazara [bakışa] şayan yalnız burasıdır.

Bir kavmin günahıyla alemde mevcut bütün kavimleri hayvanlarla beraber helak ve yoketmek, mutlak hükmün ilahlık adetlerine aykırı olduğu ve cezalandırmanın yalnız günahkar kavme hasrettiği Kur’an’ı Kerim’de yazılı olan ad, Lût, Firavun kavimlerinin vakalarıyla sabittir. Buna binaen tufan dahi yalnız Nuh kavmi hakkında ve bir hususi mıntıkada vaki olduğuna şüphe edilmemektedir.

Tufanın hususiliği böylece malum olduktan sonra, diyeceğiz ki insanlığın ilk beşiği neresi olursa olsun Nuh’un gemisi Cudi dağı üzerine konup Kürdistan’da olmuş olduğundan Hz. Nuh’un evladı Kürdistan’da yerleşerek ve orada çoğalıp yayılmışlardır.

Bu takdirce İranilik, Turanilik mevzui bahs [sözkonusu] edilmeksizin Cenabı Nuh’un en yakın evladı Kürdler olduğu kabul ve tasdik etmek tabii gerekliklerdendir.

(Kurdistan, no: 19, İkinci Sene, Pazarertesi 29 Mart 1336-R (29 Mart 1920), İstanbul)