Entifadh K. Qanbar (İntifaz Kanber)

İngilizler tarafından 1921’de kurulan Irak tarih kitaplarında bahsedilen eski Irak’tan oldukça farklıdır. İngiliz sömürgecileri, modern Irak’ı yaratmak için çeşitli bölgeleri, tarihsel olarak eski Irak’ın parçası olmayan, farklı halkların bölgelerini ilhak etti.

İngiliz sömürgesi, zayıf Osmanlı yönetimi altında geri kalmış bir Irak’ı alıp hükümranlık için üç ana unsur olan ordu, polise ve yarı demokratik kurumlara sahip modern bir devlete dönüştürdüler. Parlamento ve Hicazlı Kral I. Faysal’ın yanı sıra hükümet içerisinde bir bürokrasi sistemi kurdular.

Irak’ın siyasi sistemi iki ana bileşen olan Kürtler ve Sünni Arapların ittifakına dayanıyordu. Siyasetçilerin büyük çoğunluğu ve yeni atanmış ordu subayları Osmanlı ordusundan ayrılmış Sünnilerden ve Kürtlerden oluşuyordu. Irak ordusunun ilk taburu Osmanlı Kürtlerinden Cafer Askeri komutasındaki Musa Kazım taburuydu. Diğer önemli siyasetçiler de Osmanlı ordusunda Sünni subay olan Nuri Said gibi kişilerdi.

Irak’taki Şiiler ise ülkedeki siyasi ve askeri alanlarda kendilerine yer bulamıyordu. Bu uygulamalar Osmanlı imparatorluğu tarafından yüzlerce yıl uygulanan bir politikanın devamıydı. Şiilerin siyasi ve askeri alanlarda tecrübe sahibi değillerdi. Bu nedenle pratik bir çözüm olarak İngilizler istikrarlı bir Irak’ın kurulması için Kürt ile Sünni ittifakının yeterli olabileceğini düşünmüştü. Böylelikle bu anlayış Irak’ın siyasi sisteminin temellerini oluşturdu. Kürt-Sünni ittifakı ilk başlarda iyi çalıştığı gibi görülse de, Kral Faysal Şiileri de kendi cenahına çekmeye çalıştı. Böylelikle yeni kurulan devlet içinde kendine tam desteği sağlamış olacaktı. Yahudi ve Hristiyanlar ise Irak’ta yaşayan diğer bileşenler gibi yeni kurulan Irak’ta bürokrat olarak görev yapmaya başladılar.

Ancak siyasi sistem, bazıları Irak’ın oluşumunun yapısal eksiklikleriyle, bazıları ise Ortadoğu’da meydana gelen dinamik değişimlerle ilgili birçok sorunla karşı karşıya kaldı. Daha önce de ifade ettiğim gibi, Musul ve Basra’nın da aralarında bulunduğu, ancak özellikle Kürdistan’ın da dahil olduğu yeni bölgenin eski Irak’a ilhak edilmesi, hızla farklı siyasi çekişmelerin ve özlemlerin oluşmasına yol açtı ve bu da Irak’ın hassas dengelerinin bozulmasının başlangıcı oldu.

Şiilerin siyasi emelleri henüz anlamlı bir iktidar rekabetine dönüşmeden Sünniler ve Kürtler arasındaki ortaklık Irak’ı bir arada tutmaya yetmişti. Bir diğer temel sorun da İngilizlerin Irak ordusunu Irak devletine paralel olarak yaratmasıydı. Irak tarafından oluşturulan ve Irak devletinin kontrolü altında olan bir ordu değildi. Bu da, yakın zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu’na sadık olan Iraklı subayların, Irak devletine itaat etmek zorunda olmadıkları anlamına geliyordu. Irak askeri kurumları içerisinde ordunun itaatkâr değil, Irak devletinin adamı olduğu yönünde ortak bir düşünce vardı. Sorunun bir diğer kısmı da kralın Iraklı olmaması ve birden bire Hicaz’dan çıkıp gelmiş bir kral olmasıydı.

1930’larda milliyetçi düşünce Avrupa’da hızla yayılmaya ve gelişmeye başladı. Bu düşünce, birçok şövenist ve Nazi güç ve hareketin ortaya çıkmasına, Avrupa toplumunun kitlesel militarizasyonuna, azınlık topluluklarının hedef alınmasına ve Yahudilere karşı bir anti-Semitizm dalgasına yol açtı. Buna benzer ideolojiler Orta Doğuda siyasetin içine kadar sirayet ederek Arap şövenistlerin Irak toplumu içerisinde baş göstermesine neden oldu. Ancak en tehlikesi de bu düşünce yapısının Irak ordusu ve özellikle de özellikle de Irak devletine bağlılıkları her zaman sorgulanan bazı subaylar arasında da görülmesiydi.

Irak ordusu içerisindeki milliyetçi Arap subaylar silahlarının namlusunu Kürtlere doğrulttu. Bu da Irak’ın temellerini oluşturan ve İngilizlerin Kürtler ile Sünniler arasında oluşturduğu ittifaka büyük darbe vurdu. Ordu içerisindeki şövenist Araplar Kürtleri Irak’ın temel unsurları olarak görmek yerine Irak’ta boyunduruk altına alınmış esir olarak görmeye başladı. Böylelikle Kürtlerin varlığını ve kimliğini yok etmeye odaklanan bir girişim başlamış oldu.

Sünni-Kürt ittifakının bu sarsılması, Irak devletinin meşruiyetinin zedelenmesinin ve ardından birliğinin yıkılmasının başlangıcı olmuştu.

Arap şövenistlerinin de pekiştirdiği Irak ordusunun Irak devletine sadakat eksikliği, Iraklı subayların bir dizi darbeyle siyasi sistemi yıkmaya çalışmasının kapısını aralamış oldu; Her şey 1935’te Bekir Sadiqi’nin başarısız darbe girişimiyle başlamış oldu.

Bir tepki olarak, 1930’ların sonlarında Kürtler kendilerini sürekli dışlanmış ve hedef alınmış hissetmelerinden dolayı kendilerini örgütlemeye başladılar. O tarihten sonra (Irak’ta) Kürt siyasi hareketleri ortaya çıkmaya başladı. Bu durum Irak ordusu ile Kürt halkı arasındaki çatışmayı yoğunlaştırdı ve Kürtlere yönelik baskı ve cinayetlerin artmasına neden oldu. Arap milliyetçiliğinin güçlenmesi ve Irak monarşisinin ordunun şövenist isteklerine boyun eğmesiyle birlikte, Bağdat’taki merkezi hükümet liderliğindeki Irak ordusunun elbirliği ile Kürtlere karşı bir iç savaş başladı.

1940’lı yıllarda Kürtlerin Irak devletinin kurumlarından dışlanması kurumsallaşmaya başladı. 1941 yılında Irak ordusunun Nazilerin desteklediği İngiliz karşıtı bir darbesi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Britanya’nın monarşiyi yeniden kurması ve darbeyi yöneten dört subayın idam edilmesi, Irak ordusunu monarşiyi yok etme arzusunu güçlendirmeye teşvik etti.

Aynı zamanda 1948’de İsrail’in kurulması Hür Subaylar Hareketi’ni daha da teşvik etmeye başladı. Diğer yandan Filistin meselesi şövenist hareketlerin bir araya getirmek için önemli bir gündem maddesi haline geldi.  Bölgede monarşinin yıkılması ve askeri bir rejim kurulması ihtiyacı düşüncesini arttırmıştı.

Hür Subaylar Hareketi’nin ilk zaferi 1953’te Mısır’da Cumhuriyeti’nin kurulması ve karizmatik bir etnik lider olan Cemal Abdülnasır’ın ortaya çıkmasıyla elde edilmiş oldu.

Abdülnasır’ın yönetimi ele alması Irak ordusunu monarşiye karşı aktif bir şekilde mücadele etme cesareti verdi, böylelikle 1958’deki kanlı darbe gerçekleşmiş oldu.

Aralarında Abdülkerim Kasım ve Abdulselam Arif’inde bulunduğu, kendilerine “Hür Subaylar Hareketi” adını veren bir grup askeri yetkili kanlı bir darbeyle monarşinin devrilmesi öncülük etti. Subaylar Irak’ta İngiliz sömürgeciliğini sona erdirildiğinin meşalesini yakarak ve Irak halkına gelişme, eşitlik ve adalet sözünü verdi. Irak hükümetinin Kürtlere karşı savaşı sona erdirme vaadi de kısa sürede geçerliliğini yitirdi.

Bağdat, Kürdistan dağlarına yönelik ağır taarruzunu bu sefer Napalm bombaları gibi korkunç silahlarla, rastgele Kürt köylerini hedef alarak, masum Kürtleri öldürerek ve çevrelerini yok ederek yeniden başlattı.

1921 ile 2003 yılları arasında Iraklı subaylar 10 kez darbe girişiminde bulundu. Hepsi kanlı darbelerdi. Bazı darbeler başarılı olurken diğerleri de başarısız oldu. En belirgin darbe ise Baas Partisi tarafından gerçekleştirilen 1968 darbesi olmuştu. Sosyalist, milliyetçi şövenist bir Arap partisi sistematik bir şekilde Irak’ı askeri tekelinden totaliter bir Arap devletine dönüştürdü. Baas rejimi muhaliflerini hedef almaya başladı. Çoğu muhalif hareket ve partinin üssü olan Kürdistan Bölgesi, Bağdat rejiminin ana hedefi haline gelmişti.

Ardından Baas Partisi içerisindeki bir hesaplaşmayla 1979 yılında Saddam Hüseyin tarafından gerçekleştirilen bir darbeyle yönetim bir kez daha el değiştirdi, tıpkı Nazilerin “Uzun Bıçaklar Gecesi”ndeki darbede yaşandığı gibi parti içindeki muhalifleri yok etmek için Irak gün geçtikçe cehenneme dönüştü. Irak ile İran arasında savaşın başlamasıyla birlikte Kürdistan dağlarına yönelik hava saldırıları da arttı.

Kürtlere karşı zulüm 1988’de bir yıl içinde yaklaşık 180 bin Kürt’ün katledildiği ve 6 bin köyün yerle bir edildiği Enfal Operasyonu ile zirveye ulaştı. Sonrasında Saddam Hüseyin’in büyük hatası gerçekleşti; Kuveyt’in işgali ve kargaşa. 1991 ayaklanmasından sonra milyonlarca Kürt’ün yürüyüşünün fotoğrafları tüm dünyaya yayıldı ve Birleşmiş Milletler‘ in uçuşa yasak bölge ilan etmesine neden oldu. Bu durum yarı bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına yol açtı, süreç 2003’e kadar devam etti.

1990’da Kuveyt’in işgali ve BM’nin 2003’e kadar Irak’a uyguladığı ambargonun ardından ABD ve dünya ülkeleri, Irak’ın başarısız bir devlet olduğunu anladı. Aslında ifade ettiğim gibi Irak tarihine kronolojik perspektiften tarafsız bir şekilde bakıldığında Irak’ın Kürt-Sünni ittifakı temelinde inşa edildiğini göreceksiniz ancak bu ittifakın, 1921 yılında devletin kurulmasından kısa bir süre sonra sona erdiğine de şahit olacaksınız. Ülkede yaşanmış 10 kanlı askeri darbe, biri sekiz yıl süren dört dış savaş, Kürdistan Bölgesi’ne karşı birçok savaş ve Enfal Operasyonu, ardından Bağdat’ta art arda gelen rejimlerin uygulamaları nedeniyle milyonlarca insanın öldürülmesi ve yerinden edilmesi gibi pek çok olay. Irak başından beri hiçbir zaman başarılı bir devlet olmadı. Bu bakımdan Irak’ı 2003’ten önce istikrarlı bir devlet olarak tanımlamak bir efsaneden ibarettir.

Irak’taki krizleri çözmeye yönelik yeni fikirler için zemin vardı. Washington’da ise Irak’ın artık eskisi gibi kalmayacağı konusunda ortak bir anlayış vardı. Yeni bir Irak doğal haliyle demokratik olmalıydı ve çoğunluk tarafından yönetilen bir anlayışta olmalıydı. Ülkede Iraklı Şiiler çoğunluktaydı, bu nedenle ABD ve batılı ülkeler 1979’daki İran Şii devriminden dolayı Iraklı Şiilere ihtiyatlı yaklaşıyordu.

Ahmet Çelebi’nin zekice adımları ve Washington’daki güçlü bağları sayesinde Irak’ı ve bölgeyi demokratikleştirmek isteyenleri, Iraklı Şiilerin ABD için yeni ve pratik bir müttefik olacağına, Irak’taki Şii merciinin dünyada Amerika ve Batının desteğini yitirmiş İran’daki Şii merciinin bir alternatifi olacağına ikna etmeyi başardı.

Ahmed Çelebi’nin zekiliği ve Washington’daki güçlü bağları, Irak’ı ve bölgeyi demokrasiye dönüştürmek isteyenleri, Iraklı Şiilerin ABD ve Batının kaybettiği İran Şiiliğinin alternatifi, yeni ve pratik bir müttefik olacağına ikna etti.

11 Eylül saldırılarının ardından ABD alternatif olarak İslam’ın daha hoşgörülü bir biçimini arıyordu. Çelebi, Şiileri ılımlı bir alternatif olarak göstermeyi başardı ve Irak’taki Şiilerin çoğunluğunun tarihsel olarak Körfez ülkeleri ve özellikle Suudi Arabistan gibi bölgedeki aşırı Sünni devletlerin yardımıyla Sünni rejimler tarafından baskı altına alındığı argümanını ön plana çıkarmayı başardı.

Başka bir deyişle Çelebi, Irak’ı demokratikleştirmek için yeni bir anlayış, yeni bir yol haritası sunabildi ve odak noktasını İran rejimini devirmekten Saddam rejimini devirmeye kaydırabildi. Bu yaklaşıma göre, ikinci büyük Şii devleti olan Irak’ta yeni bir ABD müttefiki yaratılacaktı. Fikir ilginçti ama iki önemli hususu da göz ardı etmişlerdi.

Birincisi; Çelebi onlarca yıldır yurt dışında yaşıyordu. Irak’ta yaygın destek konusunda ona güvenilmesi zordu. Bu nedenle ABD’nin bu fikri desteklemek ve ilerletmek için gerçek bir Iraklının önemli bir katkısına ihtiyacı vardı. Bunun Saddam rejiminin totaliter kontrolü altında olması pek mümkün değildi.

İkincisi: ABD, Iraklı Şiilere güvenmiyordu. Özellikle Washington istihbarat teşkilatları arasındaki ortak bir anlayış hâkimdi, o da şu; Saddam düşer düşmez Irak’taki Şiiler İran’ın politikasını takip edecekleriydi. Bu nedenle ABD’nin Irak’ta kökleri olan bir Irak garantörüne ihtiyacı vardı. Kim garantör olabilir ve Irak’ta önemli bir desteğe sahip olabilir? Irak’ta Kürtler dışında hiç kimse bu iki şartı yerine getiremezdi. Iraklı Şiilerin aksine Kürtlerin oybirliğiyle, kapsamlı bir onayı vardı. Ayrıca Kürtlerin kendi bölgeleri ve milyonlarca nüfusu olan fiili bağımsız bir devletleri vardı.

Bu nedenle Kürtler ABD ve Batı için en iyi garantördü. Washington, Irak’ta rejim değişikliği riskini giderek daha fazla göze almaya istekliydi ve 1921’deki Kürt-Sünni ittifakı üzerine inşa edilen başarısız Irak’ı, demokratik temellerde 2003’te Şii-Kürt koalisyonuna dayalı bir Irak’a dönüştürüleceğine güçlü bir şekilde inanıyordu. Bu fikir Washington’daki karar mercileri için giderek daha kabul edilebilir hale geliyordu.

Irak’taki yenilginin kökenine baktığımızda, ana nedeninin merkeziyetçilik olduğunu rahatça görebiliriz. Çünkü Bağdat’ta ardı ardına gelen diktatörlerin uyguladığı en ölümcül baskı silahı tam da budur.

Irak’ın büyük ölçüde petrol gelirlerine bel bağlaması piyasa ekonomisinin çökmesine sebep olmuştu. Bağdat hükümetleri ülkenin tüm zenginliğini ve gelirlerini kontrol ediyor, ordu, polis ve güvenlik güçleri kontrolü altındaydı, bunun karşısında ise halkın hiçbir şeyi yoktu ve hiçbir şeyin kontrol onların elinde değildi.

Bu sınırsız gücün Bağdat’ta tek bir yerde yoğunlaşması nedeniyle Bağdat’ta tüm ülkeyi ezebilecek sınırsız güce sahip acımasız bir diktatörlüğün ortaya çıkması kaçınılmazdı. Kürtleri öldürmek ve onlara zulmetmek böyle bir diktatör için gücünü göstermenin en iyi yoluydu. Dolayısıyla Bağdat’ta yeni bir diktatörün ortaya çıkmasını önlemek için Bağdat’ta yönetimin bölünmesi ve petrol gelirlerinin Bağdat’tan uzak bölgelere dağıtılması ve Irak’ın diğer bölgelerine dağıtılması gerekiyordu. Nihayetinde ABD ve Irak muhalefeti, federalizmin Bağdat’ın şovenizm sendromuna karşı tek çözüm olduğu ve istikrarlı bir gelecek vaat eden bir Irak yaratmanın tek çözümü olduğu anlayışını konusunda mutabıktı.

Saddam’ı iktidardan uzaklaştırma fikri bu ilkelere dayanıyordu ve daha sonra bunu çok net bir şekilde gördük. Kürtler olmasaydı Irak’ta rejim değişikliği yaşanmazdı ve federalizm, bölgelerin güçlendirilmesi, petrol gelirlerinin Bağdat’ın kontrolünden çıkarıp bölgelere devredilmesi Irak’ın bu yeni politikasının temelini oluşturuyordu.

1998’de Başkan Clinton’ın “İran-Irak ikili sınırı” olarak bilinen politikası, Saddam rejimiyle çatışmayı sona erdirmeyi ön gören bir politikanın uygulanması amaçlanıyordu. Bu politika Irak muhalefetinin yüzüne kapıyı kapatmak anlamına geliyordu. Daha sonra BM Genel Sekreteri Kofi Annan aracılığıyla Saddam’la ilişkilerin yeniden inşasına yönelik adımlar atıldı.

Annan, Clinton’un isteği üzerine Bağdat’ı ziyaret etti. Irak muhalefetinin yaşadığı bu aksiliklere rağmen, Irak Ulusal Kongresi’nin “Irak’ın özgürlüğü” projesini hayata geçirmeyi başardığı 1998 yılında Irak muhalefeti için bir zafer elde edildi.

Tarihte ilk kez bir rejime karşı muhalefet, Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesi ve Irak’taki muhalifleri destekleyerek demokrasinin kurulmasını öngören bir yasa tasarısını geçirmeyi başardı. Bu başarı yeni koalisyon için büyük bir tarihi sınavdı ve Kürtler olmadan başarıya ulaşamazdı.

2003’te Irak’ın özgürleştirilmesinden sonra Bağdat’a çalışmak için gelen birçok orta ve alt düzey ABD’li politikacı, yeni siyasi durumun derinliğini ya anlamadı ya da çok az bilgiye sahipti. ABD’nin Mart 2003’te Irak’ı işgal edeceği yönünde ilan ettiği kararı Irak için siyasi bir felaketti, ancak bu karar Baasçılar ve Iraklı teröristler için bir zafer niteliğindeydi. Bu durum Amerikalılara saldırmanın ve Kürdistan dışında ülke genelinde geniş çaplı bir terör savaşı yürütmeleri için kendilerine meşru bir zemin oluşturdu.

Kürdistan’da barış vardı, huzurluydu ve Kürdistan’ı Irak’tan ayıran şeyin sadece sınır olmadığı aynı zamanda kültür ve çevre etkenlerinin de olduğu ortadaydı. Terör saldırılarındaki hızlı artış, ABD’nin odağını Irak’ı yeniden inşa etmekten kendi güçlerini korumaya ve terörle mücadeleye kaydırmasına neden oldu.

Bir diğer büyük sınav da Irak ve Şii-Kürt koalisyonu için stratejik bir temel taşı olan anayasanın yeniden yazılmasıydı; bu koalisyon, teröre ve ülkenin birçok yerindeki kargaşaya rağmen hâlâ iyi işliyordu. Anayasa taslağı, Başkan Mesud Barzani’nin Bağdat’taki konutunda hazırlandı. Benim için eşsiz bir deneyimdi. Çok zorlu bir süreçti, bazen çok ciddi engellerle karşılaştık ama sonuç itibariyle anayasayı hazırlamayı başardık.

Anayasa, Irak’ta federalizmi onaylayan ve fiili Kürdistan Bölgesi’ni koruyan yeni Irak anlaşması rolünü görüyordu. Aslında Kürdistan Bölgesi, bir örnekti anayasayı yazanlar Irak genelinde bunu kopyalamak istiyorlardı.

Anayasa, her vilayetin federal bölgeye dönüşmesini kolaylaştırdı ve bölgelere, Kürdistan Bölgesi’nde “mevcut” petrol sahalarının yanı sıra daha önce olan diğer bölgelerdeki petrol kuyularına da sahip olma hakkı tanımıştı. Petrol ve bölgelere (örneğin Kürdistan) ilişkin tartışmalar yoğunlaşmıştı. Bu, güçlü merkeziyetçiliği destekleyenler (zaten başarısız olan bir fikir) ile Irak’tan geriye kalanları korumaya yönelik yeni federalizm fikrine sahip olanlar arasında bir tartışmaydı.

Anayasa eşi görülmemiş bir meşruiyet kazandı:

  1. Geniş bir Iraklı grubunu temsil eden kişiler tarafından (Şiiler, Sünniler, Kürtler, Hıristiyanlar, Baasçılar, İslamcılar ve diğer gruplar) yeniden yazılmıştı.
  2. Necef Mercii tarafından onaylanmıştı.
  3. En önemlisi, doğrudan halk oylamasıyla Irak halkı tarafından onaylanmıştı.

Bu anayasa Irak’ın yeni sözleşmesiydi ama anayasa tek başına uygulanamıyor, siyasi ve halk iradesine ihtiyaç duyuyor. Ancak bu anayasa başından itibaren hemen iç ve dış düşman edinmeye başladı. Hem Baasçılar hem de teröristler en başından itibaren bu anayasayı kendi varlıklarına karşı bir tehdit olarak gördüler. İran da bunu demokrasi ve federalizm fikrinin yayılmasına yönelik bir tehdit olarak gördü.

İran rejimi derhal anayasayı zayıflatmaya başladı. Federalizm, petrol zenginliğinin dağıtımı gibi fikirler İran rejimi için büyük bir tehdit oluşturuyordu ve İran’a yayılarak Tahran’ın İran halkı üzerindeki demir gücünü zayıflatma ihtimalini barındırıyordu.

Şiiler, Kürtler ve ABD’nin stratejik üçlü ittifak politikası çökmeye başladı. Bunun nedeni de bir kısmı İran’ın teşviklerinden diğer kısmı da Bağdat ve Washington’daki ABD bürokratlarının anlayış eksikliğinden kaynaklanıyordu. İran’ın teşvikiyle Şiiler, kendilerini iktidara getiren Amerikalılara saldırmaya başladı. Bir sonraki adım Şiiler ve Kürtler arasında bölünme yaratmaktı.

Üzerinde yeni sistemin inşa edildiği siyasi süreç tamamen çöktü. Anayasa çerçevesindeki güç ve sorumluluk dengesi, İran ve yancıları tarafından giderek ekarte edildi. Dolayısıyla siyasal sistem her geçen gün biraz daha dağılmaya başladı. Hiç bir şey çalışmıyor. Demokrasi, hiçbir hesap verebilirliğin ve hukukun üstünlüğünün olmadığı, anlamsız seçimlere ve oy sayımına indirgendi. İçinde ne sorumluluk ne de hukukun üstünlüğünü taşıyor.

Irak’ın tamamı yolsuzluk, terör ve siyasi kaosa boğulmuşken, Kürdistan büyümek ve gelişmek için istikrarından yararlandı. Ancak Kürdistan geliştikçe İranlı yetkililerin hedefi haline gelmeye başladı. Şiiler Kürt müttefikliğinden hızla Kürt muhalifine dönüştü.

Baas rejiminden miras kalan şövenist kültür ve Bağdat’ta onlarca yıldır süren merkezi yönetim anlayışı nedeniyle Şii siyasi otoritesi Kürdistan’ı haklarından mahrum etmek için çalışmaya başladı. Bölgenin iç işlerine müdahale ederek federalizmi uygulanamaz bir karar haline getirdiler. Irak’ın anayasası İran için yalnızca ülkede federalizmi ve demokrasiyi yayacak bir tehditten ibaret değil, aynı zamanda güçlerin ayrıştığı ve Irak’ın kontrolünü sağlamakta zorlanacağı karmaşık bir devlet sistemi olmasından da ibaret.

Bağdat ne kadar otoriterleşir, Irak ne kadar merkeziyetçi olursa İran için Irak’ı kontrol etmek ve yönetmek daha kolay olur. Aynı zamanda insanların özgür olduğu, Amerikalıların ve Batılıların hoş karşılandığı gelişmiş bir Kürdistan’ın varlığı İran için başka bir tehdidi oluşturuyor. Bir diğer tehdit ise sadece birkaç kilometre ötedeki İranlı Kürtlerin bu değerleri alıp İran’a aktarabilmeleridir.

İran Irak’ı ne kadar çok kontrol ederse giderek daha fazla göz dikecektir. Başkan Mesud Barzani’nin İran’la ve onlarca yıldır İran’da yaşayan birçok Kürt liderle olan tarihi bağları, İran’ın Irak’ı tam olarak kontrol etmesine engel teşkil ediyor. İşte tam da bu yüzden hedef haline geliyor. İran karşıtı olduğu için değil, İran’dan bağımsız halkının yanında olduğu için.

Bu, Irak’ın neden parçalandığının, federalizm olmadan ve Kürtler olmadan Irak’ın artık var olamayacağının gerçek hikayesidir.

NOT: Bu makale Fransa Irak Araştırma Merkezi için yazılmıştır

Kaynak: https://www.rudaw.net/turkish/opinion/07102023