1. Şeyh Abudarrahim, Xoybûn’un desteği ve onayıyla bir gurup arkadaşlarıyla birlikte Dersim’in feryadına gidiyor

Önceki bölümlerde de kısaca bahsettiğim gibi Xoybûn (Hoybun) Partisi, 5 Ekim 1927’de kurulmuştu ve Agirî Hareket’ini yöneten de bu partiydi. Ahmedî Abdurrahman Ağa’nın aktarımına göre, Kuruluştan 1932 yılına kadar partinin başkanlığını Celadet Bedirhan yürütmüş. Ondan sonra da Memduh Selim Bey partinin siyasi temsilciliğini üstlenmiştir. Şeyh Ali Rıza ve onunla beraber hareket eden Liceli Fehmi Bilal de örgütün kurucuları arasındaydı. Fakat Şeyh Ali Rıza bazı sorunlardan dolayı fiilen kuruluş kongresine katılamamıştır. 1929’da Diyarbekirli Cemil Paşa ailesinden Kadri ve Ekrem Beyler ile diğer bir kısım akrabaları Hat’tın öte tarafına geçtikten sonra, Xoybûn Partisine katıldılar ve aktif bir şekilde örgütte çalışmaya başladılar. 1934’ten itibaren 1939 yılına Kadri Cemil Paşa örgütün siyasi temsilciliğine getiriliyor ve ondan sonra da 1939’dan 1946 yılına kadar da Ekrem Cemil Paşa örgütün siyasi temsilciliğini yapıyor.[1]

Cumhuriyet döneminin arşiv ve istihbarat raporlarına bakıldığında, öyle anlaşılıyor ki görevli devlet memurları hassasiyetle Xoybûn Parisi’nin çalışmalarını izlemişler, yöneticileri ve kadroları hakkında yüzlerce rapor hazırlanmış. Şeyh Abdurrahim ve arkadaşlarının olayı gerçekleştiği zaman, Xoybûn’un teşkilatının siyasi lideri Kadri Cemil Paşa’dır. O günün gazetelerinde yazılana göre, “Bu hadiseyi hazırlayanlar, hudut dışında bulunan Cemil Paşa ailesinden Kadri ve Ekrem’dir.”[2] Şüphesiz Xoybûn Partisi, Dersim hareketini takip ediyordu ve bir şekilde Seyyid Rıza’ya ulaşmak, ilişki kurmak ve desteklemek istiyorlardı. Elazığ vilayetten verilen rapora göre, “Xoybûn bu amaçla ta 1934’te Mehmed ve Bogos isminde iki temsilci Dersim’e Seyyid Rıza’nın yanına göndermiş. Bu iki şahıs Dersime ulaşmış, Seyyid Rıza’yı ziyaret etmiş, ona bir mektup ve bir miktar da para teslim etmişler, bölgedeki aşiretler içerisinde dolaştıktan sonra Seyyid Rıza’dan bir mektup alıp geri dönmüşler.”[3]

Xoybûn diğer parçalardaki Kürd örgütleriyle ilişkide olmakla beraber, kuruluşundan beri çalışma alanı oalrak kuzey Kürdistan’ı seçmiştir. Tüzükte “maksat” başlığı altındaki bölümde örgütün amacı şöyle açıklanmış: “Cemiyetin maksadı, Türkiye boyunduruğu altında bulunan Kürdistan ve Kürdlerin tahlisi (kurtuluşu), hududu tabiiye ve milliyesi dahilinde bir bağımsız Kürdistan teşkilidir.”[4] Bu amaç doğrultusunda Agirî’de olduğu gibi, Dersim’de de Seyyîd Rıza’nın liderliğinde başlayan Kürd ulusal hareketini desteklemeyi temel bir sorumluluk ve görev olarak belirlemişti. Dersim Hareketi başlamadan önce, Şeyh Abdurrahim bir gurup arkadaşıyla beraber Hat’tın öte tarafına geçmişti. Burada Xoybûn yöneticileriyle yeniden buluşmuş, genel durum değerlendirmesi yapılmış ve yeniden yapılanma çalışmaları yörütülürken Dersim’de hareketin başlamasıyla bütün dikkatler oraya fokuslanmış. Dersim’de başlayan harekete destek verilmesi gerekliliği üzerinde hemfikr olunduğu için, yapılan birkaç toplantıyla bunun nasıl ve kimlerle olabileceği üzerinde tartışılmış. Sonuçta Şeyh Abdurrahim liderliğinde 34 ya da diğer bazı kaynaklara göre 36 kişlik bir gurubun Dersim’de başlayan Kürd ulusal hareketine destek vermek üzere hazırlık  yapmaları kararlaştırılır. Ancak bu gurupta yeralanların bir kısmı, gurupta yer alan bazı şahısların şüpheli olduğunu ve onlarla bereber hareket edilemeyeceğini ileri sürerek ayrılır ve 18 kişiden oluşan farklı bir gurup oluştururlar. Sonradan da doğrulanacağı gibi bu şüpheli sahıs kısaca “Ziya” adıyla tanınan Yüzbaşı Yıldırım Ziya idi. Şeyh Abdurrahim ise bütün iyi niyetiyle bu iddialara karşı çıkar, bölgeyi iyi tanıdığı için ondan yayrlanmayı düşünür ve geri kalan yaklaşık 14 arkadaşlarıyla beraber 8 Temmuz 1937’de Nusaybin bölgesinden sınıra giriş yaparlar. Beyrut Konsololuğu’nun 05/09/1037 tarihli ve 173 numaralı raporuna göre, Hoybun Dersime gitmek üzere ikinci bir gurup daha Türkiye’ye gündermiş.  30 Ağustos’ta Şeyh Said’in adamlarından Muhammed ve Mardinli Abdülkerim, Osman, Kerîm ve diğer bazı Kürdlerden oluşan toplam 18 kişilik bir gurup Şam’dan hareket ederek Halep’e gitmiş, oradan Azaz’a gidecekler ve oradan da Türkiye’ye geçecekler.”[5]

Bu dizi yazının asıl konusu birinci gurupta yer alan ve Nusaybin’de sınıra giriş yapan Şeyh Abdurrahim ve arkadaşlarının serüvenidir. O zaman Türkiye’de yayın yapan gazetelerden bir olan Son Posta gazetesi, bu gurubun sınırı geçmesinin amacını şöyle açıklanmıştır: “Bunların sınırı geçmesinin amacı Dersimli Seyyid Rızaya yardıma gitmek, aynı zamanda Piran ve Palo taraflarında teşkilat yapmaktır.”[6] Diğer bir gazetede de hadisenin gelişimine dair şöyle denilmektedir: “Bunlar sınırımızdan içeri girmeden önce, iki üç kez toplanmışlar. Bir seferinde Sısincar’da Mustafa’nın evinde ve ondan sonra da Şeyh Abdurrahim’in başkanlığında Helva’daki Şeyh İbrahim’in evinde toplantı yapmışlar. Alınan ortak kararla Himar köyünden sınıra giriş yapmışlar.”[7] Ve Şeyh Misbeh de Himar köyünde onlara katılmıştır.[8]

Bu gurupta yer alanların hepsi de Hat’tın öte tarafından geliyordular. Sınırın beri tarafına geçmeden önce, “Cemil Paşa oğullarından Kadri, Ekrem, Mehmet, Savurlu Hüseyin, Abdurrahim ve adamı, Sofu Sait, Muşlu Hilmi ve Hasan Ağa, evvelce Seyithan çetesinden kalıp kaçan Selahaddin, Abdülaziz ve Şeyh İbrahim’le bazı tevabii Şam’da bir toplantı yapmışlardır. Şeyh Abdurrahim Ziya’yı orada görmüştür.”[9] Şam toplantısından sonra Halep’e geçmişler ve oradan da Kamışlo’ya gelmişler. Tan gazetesinin yazdığına göre, “Yeni bir teşkilatlanmanın oluşturulması ve ülkemizin güney bölgesinin asayişini bozmak için, bir gurup insan kaçak yollardan Nusaybin’den topraklarımıza girmişler.”[10] Mevzubahis gurubun sınırı geçişine dair o zamanın gazeteleri şöyle yazmışlar: “8 Temmuz gecesi Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdurrahim, Şeyh Fahri’nin kardeşi Şeyh Misbah, Şeyh Said isyanının liderlerinden Cemil Seyda, Savurlu Hüseyin ve kaçak Ziya’yla birlikte sınırımız içerisine geçmişler.”[11]

Tarihte olayların çakışması veya üst üste gelmesi bir tesadüf müdür? Ayrıca düşünülmesi gerekir fakat Kürdler açısında iki çok önemli olayın aynı güne denk gelmesi çok dikkat çekicidir. Şeyh Abdurrahim ve arkadaşları sınırı geçip Dersim’in feryadına giderken, aynı gün yani 9 Temmuz 1937’de Ali Şêr Efendi, hain Rayber’in yönlendirmesiyle Top Zeynel tarafından şehit edilmiştir.

Burada önemli bir tarihsel notu daha hatırlatmak istiyorum, adı geçen gurup üyeleri sınırın geçiş noktasında buluştukları esnada teyit edilmesi gerekliliğiyle birlikte Tan gazetesinde ilginç bir haber daha yayımlanmış. Gazetenin yazdığına göre, “Gurup sınırın beri tarafına geçmeden önce, kendisi de bu gurup içerisinde yer alan Siverekli Hilmi, Şeyh Said aleyhinde yazdığı yazılar nedeniyle Cemil Seyda tarafından öldürülmüştür.”[12]

Şeyh Abdurrahim ve beraberindekiler sınırın beri tarafına geçtikleri 9 Temmuz gecesinden itibaren yaklaşık bir hafta boyunca sadece gece yürüyüşüyle dağlık bölgeden geçip Bismil ovasına yetişiyorlar. Bir günlük yolu daha alabilseydiler, Farqîn (Silvan) bölgesinden tekrar dağlık bölgeye ulaşacaklardı. 17 Temmuz gece saat 4-5 civarında Bismil’e bağlı ve eski tarihi bir yerleşim alanı olan Aşağı Salat köyüne ulaşıyorlar. Buraya ulaştıkları zaman artık hava aydınlanmış olduğundan dolayı gurubun yola devam etmesi durumunda, sıkı tedbirlerin alındığı, askerin yoğun olduğu bu bölgede görünebilir ve olası bir çatışmayla karşılaşabilirdiler. Bu vesileyle hem yorgunluklarını gidermek hem de karnını duyurmak için, köyün yakınında geçen nehrin önünde bulunan çalılık içerisinde gizlenerek gece karanlığını bekliyorlar. Yerel kaynaklara göre, onlar gece saat dört beş civarında köyün hemen yandaki yoldan geçerken, tarlaya gitmek üzere evden çıkan Aşağı Salat köy muhtarı Wusifê Rehîma tarafından farkediliyorlar. Geçenlerin hepsinin silahlı olduğunu gören Wusif, gizlice onları arkadan takip ederek Yukarı Salat köyüne yakın bir yerde nehrin çalılık bölgesine yerleştiklerin öğreniyor ve oradan direk Yukarı Salat köyüne giderek durumu Emerê Koperi’ye anlatıyor ve beraber Aşağı Salat’a dönüp birkaç kişiyi daha yanlarına alarak yakınlarında bulunan Karakola haber vermeyi kararlaştırıyorlar.

(Devam edecek.)

Dersim’in Feryadına Giden Şeyh Abdurrahim ve 1937 Bismil Olayı-6
  1. Şeyh Abdurrahim öldürüldü ve arkadaşları da hunharca buğday tarlasında yakıldı

Mîrqulya (Çeltikli) köyünden ve olayın tanığı olan Şeyh Salih’in anlatımına göre, Wusifê Rehîma ve Emerê Koperî aşağı Salat köyüne döndüklerinde, Şeyh Abdurrahim’in arkadaşlarından Yüzbaşı Ziya olarak bilinen şahsın üniformasıyla onlardan önce köye geldiği, kendisini Bismil jandarma komutanı olarak tanıttığı, askerlerinin de nehrin önünde konakladığını ve erzaklarının tükendiğini söyleyerek köylülerden yiyecek bir şeyler istediğini öğreniyorlar. Onlar da köylülerle beraber gelen adamın yanına gidiyorlar. Emerê Koperî devlete yakın bir adam idi ve sürekli ilçeye gidip geldiği için, Bismil jandarma komutanını da tanıyordu. Bu şahsın üzerinde yüzbaşı üniforması olduğu bir gerçek ancak Bismil jandarma yüzbaşısı olmadığını söylem ve davranışlarından farkediyor. Dönüp kendisine diyor ki; ben Bismil jandarma yüzbaşısını tanıyorum, sen o yüzbaşı değilsin deyip üstüne doğru yürüyor. Bunun üzerine Yüzbaşı Ziya, gerçek kimliğini açıklıyor ve hikâyeyi de orada kısaca onlara anlatıyor. Bu gurubun başında Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdurrahim’in olduğunu, diğerlerin de onun arkadaşları olup seçkin insanlardan oluştuğunu söyleyerek, hepsinin adlarını da açıklar. Devamında da diyor; ben de senin gibi zeki ve becerikli birini arıyorum ki en yakın jandarma karakoluna haber verebilsin. Böylece Ziya ile birlikte yakındaki jandarma karakoluna giderek durumu oradaki yetkili askere bildiriliyor, karakol komutanı da durumu önce Bismil’e ve ondan sonra da Diyarbakır merkeze bildiriyor.[13]

Şeyh Abdurrahim ve arkadaşlarının deşifre olması ve öldürülmesine dair yerel anlatımlar ve dönemin gazetelerinin yazdıkları birbirinden farklıdır. Gazetelerin yazdığın göre; Şeyh Abdurrahim ve arkadaşları ilk önce Nasuh adında bölgede ikamet eden bir Romanya göçmeni tarafından görülmüşler. Balıkkesirli Ziya, bu köylü vasıtasıyla elyazması bir pusula ile çetenin kimlerden oluştuğunu nahiye müdürü Hakkı Bey’e bildirmiş.[14]

Karlıovalı (Kanîreşê) dengbêj Sıdık hadiseye dair söylediği kılamda; Wusifê Rehîma, Emerê Koperî ve Silêmanê Evdilqadir’i onları ihbar eden şahıslar olarak belirtir. Burada adı geçen şahıslardan Wusifê Rehîma aşağı Salat köyünün muhtarıydı, Emerê Koperi de Yukarı Salat köyünden olup yörede devletin adamı olarak bilinir. Silêmanê Evdilqadir da Sinan köyünden olup devletle ilişkisi iyi olan biri olarak tanınır. Yusuf Bozarslan’ın anlatımına göre, Emerê Koperi, ta 1925 Kürd milli hareketinden beri devletle birlikte çalışıyormuş.[15]

Yukarda belirtiğimiz gibi, hadise Bismil ve Diyarbakır vilayet yetkililerine intikal ettikten sonra, merkezden bölgeye çok sayıda asker gönderilmiş ve aynı zamanda Mardin ve Batman jandarma birliklerden de takviye olarak asker istenmiş. Olay yerine intikal eden askerler, yakın köylerde bulunan milisleri de yanlarına alarak bölgeyi çevreliyorlar. Olay, Aşağı Salat köyüne yakın bir yerde ve Mirqulya köyünün Çolê Çetelê, Çemê Dırıkê û Kendalê Hesosıjo denilen mevkilerde sıcak çatışmaya dönüşür. Mîrqulya köyünün yakınlarında çatışma şiddetlenir ve bu şiddetli çatışma esnasında İlk olarak Şeyh Abdurrahim öldürülür.

Olaya o zamanlar taze bir genç olarak tanıklık etmiş olan Mîrqulya köyünden Şeyh Salih, çatışmanın başlaması ve Şeyh Abdurrahim’in öldürülmesini şöyle anlatıyor: “İlk çatışma Mîrqulya köyü arazisinde başladı ve orada ilk olarak Şeyh Abdurrahim şehit döştü ancak başta ne devlet ve ne de köylüler öldürülenin Şeyh Abdurrahim olduğunu bilinmiyordu. Onun düştüğü yerde arkadaşlarının açtığı ateş sonucu, Aşağı Salat köyü muhtarı Wusifê Rehîma da süvarisi olduğu atıyla birlikte öldürüldü. Şeyh Abdurrahim’in şehit olmasından sonra, arkadaşları mecburen onu orada bırakıp çatışma ortamını yararak çemberi aşıp yoluna devam etmek istiyordular. Yukarı doğru yaklaşık iki kilometre ilerledikten sonra pirinç sulamak üzere açılan su arığına yetişirler, orada Serreş[16] isimli arkadaşları guruptan ayrılır ve su yolunu izleyerek pirinç tarlasına ulaşıp orada saklanır. Ondan sonrası Serreş’in hikayesi başlıbaşına bir trajedi, onu ayrı bir yazıda anlatmaya çalışacağım. Gurubun geri kalan üyeleri sıcak çatışmadan kaçınarak yaklaşık iki kilometre daha ilerleyerek su göletine ulaşırlar.

Askerler her taraftan ağır silahlarla onlara ateş açtığı halde, onlar kendini koruma derecesinde karşılık veriyordu. Gelinen yerde Cemilê Seyda da ağır bir şekilde yaralanıyor ve dönüp arkadaşlarına diyor ki: Benim yaram çok ağır, beni bırakın, beklemeyin ve yolunuza devam edin. Diğerleri ilerlemeye devam ederken Cemil orada buğday tarlasında saklanır. Arkadaşları yaklaşık üç kilometre daha ilerleyerek Dırık (Dikenli) köyünün yakınlarına yetişiyorlar. Orada her taraftan bölgeye intikal eden askerler etraflarını sardığı için ilerleyemiyorlar ve yanıbaşlarında bulunan buğday tarlasına dalarak buğday içerisinde saklanmak ve korunmak istiyorlar. Alay komutanının emriyle kocaman buğday tarlası ateşe verildi. Ateş tutuştuğu andan itibaren, kuru buğday tarlası barut fıçısı gibi parlayarak çok kısa bir sürede her taraf ateş alevine dönüştü, bir tarafta tarlada saklanmış olanların elbiseleri tutuşurken diğer taraftan da askerler onları makinalı tüfeklerle tarıyordu. Olay yerinde ne kadar asker varsa silahını tarlaya çevirip onlara yağmur gibi kurşun yağdırıyordu. Orada 7-8 kişi tarla içerisinde yanarak öldürüldü. Guruptan kurtulan üç kişi Zengilo köyüne doğru ilerlerken, Elodîno ve Zengilo arasındaki tepede pusu kuran bir başçavuş ve askerleriyle karşılaşırlar, burada devam eden çatışmada Hürram adındaki başçavuş öldürüldü.”[17]

Yoğun çatışmaların yaşandığı birinci gün bu şekilde geçer. Kürd savaşçılarından Şeyh Misbah, Selahhaddin, Savurlu Ali Bey nehrin önündeki çalılıklar içeri sinde saklandıkları için çatışmada sağ kurtulmuştular. Sağ kalan üç arkadaş çatışma bölgesinden uzaklaşabilmek için, gece karanlık basınca Elodîno nehir yatağını izleyerek yukarı doğru hareket ederler ve Zengilo köyünün yakınlarına ulaşırlar. Orada dere yatağındaki çalılıklar içerisinde gizlenip dinlenerek gece karanlığının çökmesini bekliyorlar. Üç arkadaş bu hengâme içerisinde aynı zamanda ne yapabileceklerini de tartışıyorlar. “Şeyh Misbah arkadaşlarına diyor; buraları artık bizim mıntıkamıza giriyor, bizim köylerdir ve birçoğunu da tanıyorum, gidip onları göreyim ve bir yoluna bakalım belki buradan kurtulabiliriz. Şeyh Misbah bu amaçla yola çıkıyor ve gece karanlığında Heşter köyüne kadar gidiyor. Orada akrabası ve tanıdığı olan Abdulsamet isminde bir köylünün evine gidiyor, durumu olduğu gibi onlara da anlatıyor. Ev sahibi ona yemek verdikten sonra dönüp diyorlar, amca sen çok yorgunsun, dinlenmek için uyu, biz de yarın sabah işe gideceğiz ve kimse içeri girmesin diye kapıyı da üstüne kilitleyeceğiz, akşam döndüğümüzde ihtiyaçlarını temin ederiz ve sen de gece karanlık basınca istediğin yere gidersin.

Ev sahibi sabah evden çıktığı gibi direk Silvan jandarma karakoluna gider, Şeyh Misbah’ın hikayesini baştan sona kadar onlara anlatır. Jandarma komutanı yanına aldığı dört beş askerle doğrudan köye giderek evin etrafını sararlar. Ev sahibi Abdulsamet Şeyh Misbah’a seslenerek diyor: Misbah, sen kendi evini de bizim evimizi de yıktın, askerler çepeçevre köyün etrafını sarmış, eğer teslim olmazsan köyün tümünü yakacaklar. Misbah içerden seslenerek soruyor: Kaç asker vardır? Ev sahibi diyor: Toz toprak kadar çok miktarda asker vardır. Şeyh Misbah düşünüp taşınıyor ve kendi kendine karar veriyor diyor, köyü yakacaklarına beni yakalasınlar. Teslim olduktan sonra çevresine bakıyor ki bir başçavuş ve dört beş jandarma vardır. Dönüp ev sahibi Abdulsamet’e diyor: Ulan Abdulsamet!  Ben dört beş jandarmaya teslim edilecek adam mıyım ki sen böyle yaptın. Şeyh Misbah da böyle yakalanarak Ambar çayı yakınında bulunan karakola götürülürken yolda öldürülür ve kafası kesilir. Zaten o dönemde kimi öldürdülerse kafasını da kesiyordular, diyordular: Atatürk emir vermiş, demiş kimi öldürürseniz kafasını kesin getirin.”[18]

Şeyh Misbah’ın da öldürülmesinden sonra, mevzubahis guruptan hadisenin başından beri teslim olan ve arkadaşlarını ihbar eden Balıkkesirli Yüzbaşı Ziya (ki bu dizi yazının akışında onun gerçek kimliğinden bahsedeceğiz), Savurlu Ali Bey, Selahaddin, Cemil Seyda ve Serreş kalıyor. Sonradan yaralı olarak yakalanan Serreş’ten burada bahsetmeyeceğim, onun hikayesi ancak ayrı bir yazıyla anlatılabilir. Cemil Seyda’nın da yaralı olarak bırakıldığı yere tekrar döneceğim. Seyithan oğlu Selahaddin ve Savurlu Ali Bey’in hikayesi ise, bu olaylar zincirinin en hazin halkasıdır.

Yukarıda Şeyh Misbah’ın yakın köylerden yiyecek ve destek aramak üzere arkadaşları Selahaddin ve Ali Bey’den ayrıldığını söylemiştim. “O arkadaşlarından ayrıldıktan sonra, sözleştikleri gibi arkadaşları bir gün boyunca onu orada beklerler. Şeyh Misbah geri dönmeyince, Selahaddin ve Savurlu Ali Bey de tekrar hattın dibine geri dönme kararı alıyorlar. Gece karanlık olunca saklandıkları yerden çıkarak yola düşüyorlar ancak yol bilmedikleri için bir sağa bir sola sapıyorlar ve sabaha doğru güneş doğunca bir de bakıyorlar ki Diyarbakır’a yakın bir yere gelmişler.

Açlık ve yorgunluğun etkisiyle yakınlarında bulunan çobanın yanına gidiyorlar ve ondan yiyecek bir şeyler istiyorlar. Çoban onlara diyor, inanın ki bende yiyecek bir şey yoktur, nehrin hemen öte tarafında gördüğünüz köyün adı Qelecûk’dir, biriniz tüfekleri alsın ve diğerdi de gitsin köyden yiyecek bir şeyler getirsin. Bunun üzerine Selahaddin Savurlu Ali Bey’e diyor, sen tüfekleri al nehrin önündeki bu çalılıklarda bekle, ben de gideyim köyden yiyecek bir şeyler getireyim. Selahaddin köye girdiği gibi, ilk evin önüne yaklaşıyor ve bakıyor bir yaşlı adam evin duvarının gölgesinde oturmuş. Selam verdikten sonra yaşlı adama diyor: Amca bir arkadaşımla beraber yolcuyuz, yiyeceğimiz bitti, acıkmışız mümkünse biraz ekmek bize verin. Yaşlı amca aleykümselam deyip gözaltından Selahaddin’in üstü başına bakıyor, gömleğindeki tüfek kayışı ve fişeklik izi dikkatini çekiyor. Dönüp Selahaddin’e diyor; yolcu molculuktan bahsediyorsun fakat gömleğindeki fişeklik izi neyin nesidir, doğru söyle kimsin, necisin? Bu durumu hesaba katmayan Selahaddin zor durumda kalıyor, yaşlı amcaya hikâyeyi anlatıyor ve hattın öte tarafına geçebilmek için ondan yardım talebinde bulunuyor.

Selahaddin kapısına gittiği evin sahibinin adı Hüseyin idi, köyde ona Husênê Xelef diyordular. Husênê Xelef, Yukarı Salat köyünden Emerê Koperî’nin damadı idi ve tesadüfen o gün de Barava Tepa köyünün bekçisi de Qalecûk’a ziyarete gelmiş. Hüseyin gizlice bekçiye haber gönderiyor ve diyor aranan mahkûmlardan bir burada, gelip onu yakalayın. Bekçi gelip mavzeri Selahaddin’in karnına dayatıyor ve hep birlikte üstüne çullanarak onu yakalıyorlar. Daha öce Selahaddin’in arkadaşına dair verdiği bilgi üzerine, iki-üç kişiyi nehrin önünde beklemekte olan Savurlu Ali’nin yanına göndererek yalandan yemek hazırlandığını, yemekten sonra karanlık basınca onları istedikleri yere gönderileceklerini ve Selahaddin’in onu beklediğini söyleyerek Ali Bey’i de eve davet ediyorlar. Böylece Savurlu Ali’yi de eve getirip ikisini beraber yakalıyorlar, birbirine bağlayıp önce Barav’a ve oradan da Bismil’e doğru giderken yolda ikisini de öldürüp, başlarını keserek karakola götürüyorlar. Gelecek yazıda cemil Seyda’nın öldürülmesi ve şehit Şeyh Abdurrahim’in na’şının tespit edilmesi ve kaldırılmasından bahsedeceğim.

    (Devam edecek)

[1] Rohat Alakom, Xoybûn Örgütü ve Ağrı Ayaklanması, Avesta Yayınları, 1998, İstanbul, r. 36

[2] Tan, 18 Temmuz 1937, s. 11

[3] Tan, 18 Temmuz 1937, s. 11

[4] Rohat Alakom, Xoybûn Örgütü ve Ağrı Ayaklanması, Avesta Yayınları, 1998, İstanbul, r. 32

[5] BCA, T.C. Dahiliye Vekaleti Eminiyet İşleri Umum Müdürlüğü, 9/9/1937

“Başvekalet Yüksek Makamına

9/9/1937

1- Beyrut Konsolosluğundan alınan 5/9/937 günlü ve 173 sayılı yazıda: 30 Ağustos günü Mardinli Abdülkerim, Osman, Kerim, Şeyh Said’in akrabalarından Mehmed ve bazı diğer Kürtlerden mürekkep on sekiz kişilik yeni bir çetenin Hoybuncular tarafından Türkiye’ye gitmek üzere Şamdan Halep’e sevkedildiği ve 2 Eylülde Ermeni Misis’in sürdüğü otokarla Halep’ten Azaza gittikleri muhtelif menbalardan haber alındığı bildirilmiştir…”

[6] Son Posta, 18 Temmuz 1937, s. 3

[7] Son Telgraf, 18 Temmuz 1937, s. 1

[8] Tan, 18 Temmuz 1937, s. 11

[9] Tan, 18 Temmuz 1937, s. 11

[10] Son Posta, 18 Temmuz 1937, s. 3

[11] Son Telgraf, 18 Temmuz 1937, s. 1

[12] Tan, 18 Temmuz 1937, s. 11, Haber, 18 Temmuz 1937, s. 4

[13] Mîrqulya köyünden Şeyh Salih, Video Kayıt, 19.07.2000

[14] Son Posta, 18 Temmuz 1937, s. 3

[15] Amed Tîgrîs & Bakî Kaymak, Katibê Şêx Seîdî Fehmîyê Bîlal, Weşanxaneyê Apec-Tryck, İst. 2019, r. 96, 97

[16] Serreş, Mardinli olup meşhur Kürd gazetecisi Dawud Baqustanî’nin babasıdır.

[17] Mîrqulya köyünden Şeyh Salih, Video Kayıt, 19.07.2000

[18] Mîrqulya köyünden Şeyh Salih, Video Kayıt, 19.07.2000