Descartes “Bilim, doğru ve apaçık bilgidir-h episthmh  estin thn energeian, düşünüyorum o halde varım- cogito ergo sum”derken, düşünce ve varlığın birbirlerinden koparılamayacağını da çok kısa şekilde özetlemiş olur. Düşünmeyi ve düşünüleni dile getirmeyi suç kapsamına yerleştirmek diktatöryel-tiranik sistemlerin en sıradan uygulamalarından birisiydi, birisidir. Düşünceyi, düşünüleni dile getirmeyi yasaklayan hukukun mimarları her dönem de var oldular, olacaklardır da.

Yasak, her dönem de doğrudan doğruya düşünceyi ve düşüncenin sahibi olan bireyi birlikte ele alıp cezalandırdı, cezalandırıyor. Her ikisini birlikte ortadan kaldırmayı amaçladı, amaçlıyor. Hem düşünce, hem de düşüncelerin ürünleri olan bütün eserler suç kapsamına alındılar, alınıyorlar. Düşünürler kitaplarıyla birlikte yakıldılar, yakılıyorlar. Düşünenler, düşüncelerini dile getirenler işkence, hapis, yasaklamayla birlikte sürgünde yaşamaya da mahküm edildiler, ediliyorlar. Kitaplarıyla, müzik aletleriyle, inançlarını simgeleyen giysileriyle yakıldılar, yakılıyorlar.

Zerdüşt felsefesinin etkisinde olan ve “Güneş Poleponez’den daha büyük ateşten bir metaldir ve ay da yaşayanlar var.” dediği için Klazomenai-Symrna-bugünki İzmir-İ.Ö.500-428 doğumlu olan Helen Anaxagoras idama mahkum edilir. O idam kararına yönelik olarak; “Bana karşı verilen idam! Zaten doğa çoktan ölüm kararını vermişti.” der. Mezar taşına ise “Ousia-özvarlık”yazılır.

Filozof Sokrates de düşüncelerinden ötürü ölüme mahküm edildi. Ortaçağ da da kilise yöneticilerinin emirleriyle düşünen, düşüncelerini kamuoyuna açıklayan kişilerin öldürülmeleri eylemliligi devam ettirildi. Bir kaç örnek vermek gerekirse; tıp doktoru Michel Servet( Miguel Serveto Y Reves) 1509’da Villanueva-Aragon-İspanya’da doğdu. Calvin tarafından şikayet edildi. Bu şikayet üzerine yargılanıp 26 Ekim 1553’de idama mahkum edildi. 27 Ekim 1553’de, Cenevre’de, dili kesilerek, kitaplarıyla birlikte yakıldı. Kendisini farklı olan düşüncelerinden dolayı yargılayanlar, yakılmadan önce kendisine; “Sen, Michel Servet burada seni ölüme mahküm ediyoruz. Bu direge bağlı ve kitaplarınla birlikte yanacaksın. Bedenin kül olacak. Sen ve senin gibi düşünenlerin sonu böyle olacaktır.”derler.

Michel Servet’in doktirini şuydu; “ Kutsal üçlü teorisi yanlıştır. Tanrı, Tanrı’nın oğlu ve ruhu diye bir şey olamaz.” Yani Hz. İsa bir anne ve babanın çocuğudur. Babasız doğmuş olması mümkün degildir. Bu tespit Hristiyan doğmalarına aykırı bir düşünceydi. Sonuç; dilin kesilmesi, kitaplarla birlikte yakılma oldu.

Sekiz yıl hapis ve işkence cezasından sonra engizisyon önünde düşüncelerinden asla taviz vermeyen filozof Giordano Bruno dili kesilerek Roma’nın Çiçek meydanında (Campo Dei Fiori) 17 Şubat 1600’de yakılır. Taraftar bulmaması için kitapları da Vatikan meydanında ayrıca yakılmak suretiyle imha edilirler. Düşüncesi tümüyle ortadan kaldırılmak istenir.

1585’de Lecce’ye yakın Taurisano’da doğan Lucilio Vanini (Giulio Cesare Vanini) italyan filozofu ve doğa bilimcisidir. Kasım 1618’de Toulouse’da yakalanır. Engizisyon tarafından “Tanrı tanımazcılıkla” suçlanır. Ölüme mahkum edilir. Dili kesilerek, boğdurulduktan sonra 9 Şubat 1619’da kitaplarıyla birlikte yakılır. Suç;düşünmek ve düşünceleri kamuoyu önünde dile getirmektir. Düşünce, dille kitlelere ulaştırıldığı için önce dil kesilir, sonra düşünce sahibi ve kitapları yakılırlar.

Anayasal monarşinin mimarları olan Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin elemanları uygulamalarıyla yasakçı kültürü sürekli gündemde tutmayı bir meziyet olarak görürler.

Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin farklı olana, farklı olan düşünceye yaklaşımları biliniyor. Çarmıha gerilen Dede Sultan’ın binlerce taraftarı, Hallac-ı Mansur, Pir Sultan Abdal, Kadı  Bedrredin`lerin yaşamları sözel tarihle bugüne kadar ulaştırıldı.

Sadece 20.yy a değinecek olursak; İttihad-ı Terakki Cemiyeti-Partisi’ni oluşturanlar, Osmanlıyı yönetenler statükonun korunmasını hedeflerler. Dünyayı ve yaşamı bir takım mutlak ve değişmez doğruların yönlendirdiğini ileri sürerler. İnançlarına göre davranırlar. Onların, dünya, yaşam ve devletle ilgili görüşleri Nizam-ı Âlem anlayışından beslenir. Onlara göre dünyanın, “Tanrı” tarafından belirlenmiş bir düzeni vardır. Bu düzen, dünyayı Osmanoğullarının yönetmesini emretmektedir. Bu düzen Allah’ın emri olduğu için, değişmezdir ve mükemmeldir. Osmanlı İmparatorluğu’nda bu anlayışın temsilcileri askerlerdirler. Diğer bürokratlar, öğretim görevlileri, kadılar da bu yaklaşıma dahildirler.

Halkların istemleri, var olan gerçeklikler ve İttihad-ı Terakki’yi oluşturanların, yöneticilerin çıkarları zıt kutuplardadır. İmparatorluk denilen aygıtı ayakta tutanlar, itekleyenler, halka rağmen, halk adına, iktidarı korumak için eylemdedirler. Kendilerinin yönetme arzularından, iktidarı paylaşmama istemlerinden dolayı statükocudurlar. Osmanlı kadrolarıdırlar. Amaçları Osmanlıyı güçlendirmek, devam ettirmektir. Asker ve sivil bürokratlar Osmanlı okullarında, Osmanlının çıkarlarını koruma proğramına göre şekillendirilmişlerdir. Kalıplaşan kişilikler farklı ilişkileri kabullenemezler. Birinci özellikleri işgalci, eğemonyacı, despot, tiran, farklıyı kabul etmeme, yasam hakkı tanımama, yasakçı olmalarıdır.

İttihad-ı Terakki’yi oluşturanlar, batılı ülkelerde öğrenim görürlerken, görev yaparlarken, batılılarla yakınlaşırlar, onların düzenlerini, farklı sistemleri, ideolojileri tanırlar, değişik ilişkiler geliştirirler. Gelişmelerden etkilenirler. Deneyimleriyle birlikte Osmanlıyı kurtarma amacıyla hedefe kilitlenirler. Farklı zihniyetlere göre hareket edebilmeleri için osmanlı okullarında, görev alanlarında beyinlerine yerleşen tabulardan, sömürgeciliği, sömürge edinmeyi, hak olarak görme, farklı düşüneni susturma anlayışından kurtulmaları gerekir. Onlar, bu aşamaları yaşayamazlar. Bireyin iç tutsaklığından kurtulması, kendisini aşması hiç de kolay bir girişim değildir. Onlar, geçmişle kopuşu yaşamazlar. Aksine daha çok tutuculaşırlar, fanatikleşirler.

1908 askeri darbesiyle Osmanlı İmparatorluğu’nda yönetimi ele alan anayasal monarşinin mimarları olan Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin elemanları uygulamalarıyla yasakçı kültürü sürekli gündemde tutmayı bir meziyet olarak görmüş, bu görüşe göre değerlendirmelere gitmiş ve iktidarlarını devam ettirebilme anahtarı olarak ellerinden bırakmamışlardır. Bu anlayışı yaşam biçimine dönüştürmüşlerdir. Osmanlının devamı olarak sadece isim ve yönetici değiştiren, anlayışta hiçbir değişim, yenilik olmayan süreçlerde düşünce ve düşünceyi dile getirme tehlikeli olarak algılanır. Sansürler yeterli görülmez.

İttihad-ı Terakki Cemiyeti-Partisi yöneticileri tarafından organize edilen faili belli cinayetler, infazlar, kanlı saldırılar, sabotajlar birbirlerini izlerler. Muhalif basın hedefe konur. Muhalif gazetecilerden, yazarlardan sürülenler olduğu gibi öldürülenlerde olur. Şiddet iktidarı elde tutmak, kitleleri kontrol etmek, halklar adına karar verebilmek için geçerli, zorunlu araç olarak görüldüğünden fedailer-tetikçiler devreye sokulurlar. Göreve hazır bekletilirler. Onlar, özel görevli güçleri aracılığıyla gerçekleştirdikleri eylemleri muhaliflerin gerçekleştirdiğini iddia etmektende geri kalmazlar. Suçu işleyip, suçluyu başka adreste gösterme de yönetmenin özellikleri, kıstasları arasındadır.

Umur-ı Şarkıye, Teşkilat-ı Mahsusa silahşörlerinin, tetikçilerinin bağlı oldukları merkezlerin isimleri değişse de onlar, düşüneni, eleştireni, yazanı infaz etmek için görevlendirilen profesyonel kadrolardırlar. Düşünenler, eleştirenler, yazanlar faili bilinene havale edilirler.

Osmanlının devlet yönetme geleneğiyle, kültürüyle şekillenen osmanlı bürokratları sadece 1908-1918 sürecinde değil, 1919-23 ve sonrası süreçte de, Osmanlı-T.C.ni yönetenler olarak, pratik sonuçları tümüyle kendi siyasal sistemlerini, kendilerini koruyan yürütme, yasama, yargı organlarıyla, düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğünü ortadan kaldırmakla kalmamışlar, farklı olanları, farklı düşünceleri savunanları caydırıcı ilginç uygulamalara, tedbirlere baş vurmuşlardır. Örneğin M.Kemal’in hazırlattığı sansürlerin sınırları tepki toplar. Askeri, polisiye güçlerle insanlar sürekli olarak pasifize edilirler, susturulurlar.

T.C.de özgür insandan, düşünce, ifade özgürlüğünden söz edilir. “Özgür insanın” bakabileceği çerçevelerin şekli, genişliği rejim tarafından belirlenir. Yapılan çerçeve devletin gerçek özelliklerini görmeyi, düşünmeyi, konuşmayı engeller. Tapma kültürüyle birlikte sorgulamayan, itaat eden kişiliği oluşturur.

Özgür insan, özgürce düşünebilen, konuşabilen, yazabilen, kamuoyuna hitap edebilen insan olduğuna göre, özgürce düşünebilmeyi öğrenebilmesi, düşünmeye başlaması için de gerekli olan ortama, ilişkilere sahip olması gerekir. Bakmanın, görmenin, düşünmenin, konuşmanın yasak olduğu bir siyasal sistemde doğru, çarpıtılmamış bilgiye ulaşma imkanı olamaz, olmuyor.

Bilgi edinme özgürlügü olmayan, sansürlerle, olağanüstü hallerle, sıkıyönetimlerle bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk, yaşlılık evrelerini yaşayan kişilerin oluşturdukları toplumlarda düşünmeyi öğrenebilmiş olan insan sayısı çok azdır. Bu tür toplumlar aydın, entellektüel üretemezler, beslemeyezler, barındıramazlar, koruyamazlar.

Rejimin amacı da motorsuz bir toplum oluşturup, sorunsuz bir şekilde iktidarı devam ettirmektir. Sağlıklı bir kamuoyunun oluşması bilinçlice, özel proğramlarla engellenir. Tiranik rejimler her dönem için gerekli olan araçları temin ederek, kitle iletişim araçlarını kullanarak tapan kitleler oluştururlar. Tiranlar, düşünce özgürlüğünün oluşmasının temel şartı olan vatandaşların bilgiye ulaşmasını büyük bir beceriyle engellerler. Diktatoryal sistemlerde devletin kurumlarında, kuruluşlarda görevlendirilen kadrolarınca üretilen cümleler, rejimi temizleyici, kollayıcı, farklı düşüneni, konuşanı cezalandırıcı olduğu için kitleleri geliştirmez, körleştirir. Bu gün teknolojinin sunduğu olanaklarla T.C.de yazılı ve görsel medya bu amaçla çok iyi kullanılıyor.

İlerici sanat anlayışının savasçısı Brecht, çağımız gerçeğinin yansıtılabilinmesi için beş ana ilke ileri sürer. Bu beş ilkenin diyalektik birliği temeldir. Bunlardan birinin eksikligi bütünsellige engeldir. Ona göre sanatçı ya da yazar; “önce her yönden gelen baskılara boyun eğmeyerek hakikatı yazma yürekliligini gösterebilmelidir. El birligiyle gizlenilmesine çalışılan hakikatı ayırt edebilecek kadar akıllı olmalıdır.

Hakikatı silaha dönüştürebilmelidir. Onu bir silah olarak kullanabilme sanatını başarabilmelidir. Kötü durumları ,nedenleriyle ele almalıdır.

Önlenebilinir nedenler ortaya konduktan sonra, bu kötü durumlarla savaşılabilinir. Yazar da, bu savaşa katılmalıdır. Hakikatın kimlerin elinde etki kazana­bilecegine karar verebilmelidir.

Yazar; hakikatı yazmada diyalektik yöntemi ve düşünme biçimini iki başlı bir silah gibi kullanabilir. Yazar konuları bütün ayrıntılarıyla yazma yürekliligini göstermelidir. Bütün kötülüklerin, insanı insandan uzaklaştıran, halkları birbirine kırdırtan, halklar arasına kin ve düşmanlık sokan, savaş kışkırtıcılıgı yapan şeyin kapitalizm ve emperyalizmin doğasından ortaya çıktığını açık, açık yazmalıdır.

 [….]Hakikatı bilmek, kimlere yararsa, kimler yararlanabilirlerse, hakika­ten işte onlara ulaştırmanın yollarını aramalıdır. Hakikat, ulaştırdıgımız kişilerin elinde bir silaha dönüşebilmeli. Bunu sağlayabilmeliyiz.

[….]Hakikate ilişkin bilgilerin edinilmesi, yazarlar ve okurlar açısından ortak bir süreçte gerçekleşebilir.

 [….]Yazar; hangi hakikatın söylenmeye değer oldugunu bulup, ortaya çıkarmak zorundadır. Bu sanıldıgı kadar kolay degildir, güç bir iştir. Hakikat sonuçları dolayısıyla dile getirilmelidir. Çünkü hakikatten çıkarılacak sonuçlar, tutumları belirlerler.

Yazar hakikatı yazmak zorunda. Hakikatı ört-bas etmeye çalışmamalı, onu gizlememeli ve hakikate uymayan hiç bir şey yazmamalı.

[….]Hakikatı bulmak, daha yalın yöntemlerle olasıdır. Araştırmak isteyen kişinin bir yöntemi olmalı; ama yöntem olmadan da hakikat bulunabilir. Yalnızca basit sıradan olguları kaleme alanlar, dünyamızın sorunlarını kullanamazlar, onlardan yararlanamazlar. Oysa hakikatı yansıtmanın amacı salt budur.

Yazar; baskı, zulme, sömürüye karşı, ezilen yığınların yanında yer almak istiyorsa, hakikatı onlara ulaştırmadaki tüm zorluklara katlanmak zorundadır.

 [….]Hangi alanda olursa olsun, düşüncenin teşvik edilmesi, hep ezilenlerin yararınadır. Bu çok gereklidir. Çünkü sömürü düzenine hizmet eden yönetimler hep düşünmeyi aşağılar, horlar, yok sayar.

[….]Doğru düşünmeyi öğretebilmek, her şeyi ve her olayı geçici değişebilir yanıyla kurcalayan düşünme tarzının insanlara aşılanabilmesidir.

[…..]Geçici olanı araştıran bir düşünce tarzı ezilenleri yüreklendirmek için çok iyi bir araçtır. Her şeyin ve her durumun kendi iç çelişkisini içinde taşıdıgı ve çelişkinin giderek büyüdügü gerçekligi, güçlülere karşı bir koz olarak kullanılmalıdır.

[….]İzleyenler, izledik­leri için kötüdürler; onlar ise, iyi oldukları için izleniyorlardır. Ama bu iyilik ayaklar altına alınmıştır…İyilerin iyi oldukları için degil de, güçsüz oldukları için yenildiklerini söylemeye yürek ister.

 [….]Yazar; her alanda çalışanların, ezilenlerin hakkını savunmalı, bunu yüreklice yapmalıdır. Bazen, hakim sınıflar, kitleleri sömürmek için çeşitli manevralara başvurabilirler. Ezilenleri daha da ezer, sömürür, onları aç sefil, işsiz bırakır, haksız savaşların kurbanı yapabilirler. Ama yazar bütün bu haksızlıklara karşı çıkmalıdır. Yüreklilik göstermelidir.

Yazar; faşizmin açlık, sefalet, sömürü, zulüm düzeninin en büyük yıkım ve savaşların nedeni olduğunu dile getirebilme­lidir. Zira faşizm, kapitalizmin ulaştıgı bir aşamadır. Tekelci sermayenin diktatörlügü olarak faşizm, emperyalizm olgusundan bagımsız degildir.

 [….]Kapita­lizmin en saldırgan, en açık, en baskıcı, en yalancı, biçimi olan faşizme karşı mücadele vermek, ancak kapitalizmle mücadele etmekle gerçekleşir.” (Bertolt Brecht, Sosyalizm İçin Yazılar, Günebakan Yay. 1977, İst. s. 20l, 207, 208, 212, 222, 224, 225, 227)

Brecht’e göre; doğal yıkımlar insana yaraşır bir biçimde dile getirilebilinir. Bu tür yıkımları önlemek mümkündür. Ama faşizm, insanın dogasıyla açıklanabilecek dogal bir yıkım degildir. Faşizm olgusu emperyalizmden bagımsız değildir. Kapitalist ilişkilerin dogasına da sıkı sıkıya baglıdır. Kapitalizme karşı mücadele, aynı zamanda faşizme karşı da mücadelenin bir parçasıdır. Faşizmin getirdigi felaketlerle, dogal yıkımlar birbirlerine karıştırıl­mamalıdır.

Basın yayın araçları üzerindeki özel mülkiyet hakkı, üretilen düşüncenin kitlelere ulaşmasına, sınıfsal çıkarı geregi engeldir. Sınıflı toplumda yazar, nihayet bir düşün ve basın emekçisidir. Yazarın yazdıgının herkes tarafından okunması mümkün degildir. Hatta okunması gereken bir yapıtsa, herkesin bunu satın alabilme olanagı yoktur. Hakikati söylemenin eregi olmalıdır. Bu eregin ulaştıgı kitle degişim içindedir. Yazar, bu eregi kitleye ulaştırırken, duragan bir toplumsal yapıyı degil, mutlaka degişebilir bir yapıyı göz önünde bulundurmaya çalışmalıdır.

Sömürü ve baskı altındaki insanların öznel durumları onların hakikati algılamalarında degişik konumlar yaratabilir. Ama bu hakikatın verilişindeki kavgacılıgı ortadan kaldırmaz. Çünkü “ Hakikat, kavgacıdır, yalnız hakikat olmayanla degil, hakikat olmayanı  yayan, savunan kişilerle de savaşır.”  Hakikatın varlık koşulu, onun sınıfsal gerçekligi ve belirginligi, hedef ve erekleriyle birlikte ortaya konulmasındandır. Hakikatın veriliş tarzındaki herhangi bir saptırma, hakikat olmayanların çıkarına olur.  Hakikatı çok kişiye ulaştırabilme, yayabilme hünerdir. Somut koşullarda, hakikatı duyurmanın olanağı ortadan kalktıgı yerde, gerçegi yansıtmak, yazarın hünerine kalır. “Hakikati insanlara ulaştırabilmek, o insanlar arasında yayabilmek için belirli bir hüner” gereklidir.

Brecht’in vurguladıgı bir başka nokta; dil sorunu­dur. Dil hüner kadar gereklidir.Yazar, sözcüklerin seçişinde, yaratıcılık, beceriklilik sahibi oldugu sürece erecegine daha kolay ulaşır. Dili iyi bilme, onu en iyi biçimde kullanma da bir başka, önemli etkendir. Bütün bunlar hakikatı kitlelere ulaştırmak için gereklidirler. Kuşkusuz faşizmin tüm yasal olanakları ortadan kaldırdığı dönemlerde, hünerli yazım güncelleşir. Zorun, yasa dışı koşulların altında, mücadele vermenin ilk koşulu, yaratıcının kitlelere ulaştırmak istedigi mesajdaki hünerdir.Yazarın becerisidir. Buna ilişkin olarak Brecht  “ Bir ifadenin yüksek yazınsal düzeyi gerçekte yazar için güvence olabilir.”der. Ancak, “Anlatımların gelişi güzel degil, onların sanat degerini bilerek” aktarmada yarar vardır.

Ezilen yıgınların dikkatlerini onların kendi öz koşullarına çevirmek, onlarda mücadele bilinci geliştirmek, yazarın aktar­masının temel noktalarından biridir. Yazar, araştırmacı, basın emekçisi olarak bu ilkeleri yerine getirdigimizde hakikatı yazmadaki beş güçlügü yenmiş olacagız. Aristo “Bilim, iyi zamanlarda servet, kötü zamanlarda bir sığınak ve iyi bir yol göstericidir.”der.

Irki ve kültürel jenosidi bir dünya görüşü olarak benimseyen ve uygulayan İttihad-ı Terakki Partisi’nin kadroları Osmanlı İmparatorluğu`na son verip, T.C.ni şekillendirenler, yönetenler olarak askeri darbelerle faşizmi oturtmuşlardır. Onların eğittikleri, görevlendirdikleri devamları olan yönetici nesiller, komiteci ruhla yok etmeyi hayata geçirenlerin devamcıları olarak, geçmişte olduğu gibi bu gün de suç işlediklerini kabul etmiyorlar. Kendilerini meşru, yasal görüyorlar.

Türkiye Cumhuriyeti siyasal sisteminin oluşturduğu hukuki yapının güncele aykırılığı pratik uygulamalarla ortaya çıkıyor. Soykırım, yok etme, asimile etme, iz bırakmama anlayışıyla şekillenen kişilikler yasakçılığı, farklı olanı cezalandırmayı sıradan basit girişimler, yaptırımlar, doğal hak olarak ele alıyorlar.

Rejimin yasama, yargılama mekanizmalarını oluşturup, oluşturdukları kurumların yöneticileri olarak farklı olana tahammül kültüründen yoksun olarak yargılamaya, suçlu aramaya, bulmaya, ilan etmeye çalışıyorlar. Onlar, pan-türkçü, pan-Muhamedci/islamci, turancı anlayışın savunucuları olarak her dönemde de yeterli sayıda suçlu buluyorlar.

Türkiye’de siyasal sistemi, tiranları ayakta tutan araçlardan biri olan devlet medyası, toplumu bilgisizlendirme bombardımanlarına tabi tutuyor. T.C.de kamuoyu sorgulamayan, düşünemeyen, olaylar, gelişmeler arasında bağlantılar kuramayan, anlayamayan, değerlendiremeyen, sunulana inanan, bilgisizlendirmeyi fark edemeyen, şekilci, slogancı, sıradan, tek tip düşünen hale getirilmiş durumda.

Derin devlet kendisinin yönettiği, kendisine hizmet eden medya aracılığıyla kitleleri fanatikleştirerek, şartlandırarak sessiz kuzulara dönüştürmüştür. Sorgulamadan, sormadan, öğrenmeden, düşünmeden korkan vatandaşlar topluluğu farklı bir medya arzulayabilir mi? Hayır. Bundan dolayı 7250 kişiye bir kitap düşüyor. Bundan dolayı alternatif yazarlar gerekli olan okur kitlelerine kavuşamıyorlar, okunmuyorlar. Gerçekleri yazmalarına rağmen yeterince inandırıcı, etkili olamıyorlar.

Çünkü medya saygınlığı, güveni sarsmış durumda. Avrupa Birliği ülkeleri ile Türkiye’de “Halk memnuniyeti ve kurumlara güveni” konulu araştırma yapan uluslararası araştırma şirketi « The Gallup Organization Europe »a göre Türkiyeliler arasında kurumlara güven sıralamasında medya yüzde 25 ile son sırada.

İttihad-i Terakki cemiyeti-Partisi yöneticilerinin anayasal monarşi de ümmeti bir anahtar gibi kullanarak, ulusal kimlikleri yok etmek, asimile etmek hedefi, türk milliyetçiliğini öne çıkararak güçlendirme istemi Nizam-ı Alem ideolojisine hizmet sundu, sunuyor. İttihad-ı Terakki Partisi yöneticileri tarafından organize edilen faili meçhul cinayetler, sabotajlar, kanlı saldırılar, yargısız idamlar, infazlar muhaliflere mal edildiler. Bu gün de ediliyorlar. Suçluları başka adreslerde gösterme konusunda ki beceri aynen bu gün de torunlar tarafından korunuyor.

Şiddet, iktidarı elde tutmak, rejim karşıtı olanları, muhalifleri etkisizleştirmek, kitleleri kontrol etmek için geçerli bir araç olarak görüldügünden, sol maskeli olup, nazizmin, faşizmin, emperyal bolşevizmin karışımı olan kemalist ideolojiyi yaratan kadroların yayınlamaya başladıkları kemalist gazeteye saldırı, rejimi koruyan kurumlardan biri olan Danıştay’a saldırı, orijin olarak türk olmayan tetikçi kullanmak sıradan eylemlerdirler.

Bu saldırılar bu gün de geçmiş gelenegi, İttihad-ı Terakki Partisi’nin pratigini çağrıştırıyorlar. Yasakların çerçevesini genişletmek, düşünenleri sindirmek, teslim almak için İttihad-ı Terakki Partisi yöneticilerinin çalışma tarzı olan karışıklık, kaos, gösteri, infaz, sabotaj eylemleri bu gün de devam ettiriliyorlar. Suçlular da başka adreslerde gösteriliyorlar. Rejim tarafından kurulan, süreklileştirilen gazete binası bombalanıyor. Diğer yandan da Kürd gazeteciler enselerinden vurularak susturuluyorlar. Kendi gazetelerini bombalamaları kamuoyunu aldatma hedefli. Kürd gazeteciyi öldürme, muhalefeti susturma, yok etme hedefli. Vatan-millet adına cinayetler işleniyor.

Gilbert-Hanno Gornig ; « Düşünce özgürlügü içsel bir işlem, düşünceyi açıklama özgürlügü ise bu içsel işlemin dışa aktarılmasıdır. Düşünceyi açıklama özgürlügü dışsal dünya üzerinde bir etki doğururken, ya da doğurmayı amaçlarken, düşünce özgürlügü bir forum internum (içsel biçim) olarak kalır ve dışsal dünyada bir etki doğurmaz.» der.

Düşünce özgürlügü bir forum internum (içsel biçim) olarak kalsa da, dışsal dünyada bir etki doğurmasa da dünün Umur-ı Şarkıye, Teşkilat-ı Mahsusa silahşörlerinin, tetikçilerinin yerlerini alan Özel Harp Dairesi-Ergenkon’un silahşörleri, tetikçileri yok etme görevi için hazır bekletilmekteler.

Naziler, kitapları yakmaya başlarlar. Buna rağmen dünya da kitap yakılan ülkeler sıralamasında T.C. baştadır. Naziler, Yahudileri, Romanları yakma örneklerini bizzat Envercilerin-kemalistlerin pratik ve tecrübelerinden esinlenerek uygulamaya korlar. Bireyi sür, öldür, sustur, kaçırt, sürgünde yaşamaya mecbur kıl, mal varlığına da devlet adına el koy.

T.C.de yasaklanan yazarlar, yasaklanan kitaplar yakılmaya aday ulusal düşmanlar olarak görülmekteler. 1993 Temmuzu’nda Sivas merkez de insanlarımız geçmişin Teşkilat-ı Mahsusa`sı, bugünün ergenekonu-derin devleti ve bu devlet tarafından faşizanlaştırılan linç kitleleri tarafından farklıya yaşama, konuşma, ibadet etme, yazma, okuma hakkı tanımayan bir eylemle yakıldılar. Onlar, yakma eyleminin adayları olarak  da beklemedeler. Faşizanlaştırdıkları linç kitlelerine Sivas’ta “yakın” emrini verenler yeni emirler vermek için  uygun zamanı kollamaktalar.

Biz Kürt ulusunun aydınları, entellektüelleri için düşünce özgürlügünün anlamı, çerçevesi çok geniştir. Düşünme, düşünceyi açıklama, yayma, ilgili kişilere sunma, kamuoyunu bilgilendirme, bilinçlendirme, ulus olarak kendini her konuda ifade etme olarak algılanmalıdır. Yasaklanan Kürd yazar, yakılma ihtimalinin de uzak olmadığını bilmelidir.