60’lı yılların öğrenci liderlerinden Ahmet Kardam’ın, dedesi Emir Bedirhan’ın direniş yıllarına ilişkin incelemesiyle üzerinde birçok spekülasyonun dolaştığı dönemin üzerindeki sis perdesinin geniş arşiv belgelerine de dayanarak açılmasına ve aydınlatılmasına önayak olarak, Emir Bedirhan Olayını gerçek ve hak ettiği yere oturtmak istediğini söyleyebiliriz[1].

Kardam, Bedirhan direnişi hakkındaki önkabullerden uzak,  öncelikle dönemin ayrıntılı bir tarihsel portresini çizerek Bedirhan’ın direnişini bu perspektif altında inceler. 19. yüzyıl Osmanlı İmpara­torluğunun arka fonu üzerine yerleştirerek aktarmaya çalıştım. Bunu yaparken, Bedirhan Bey’in Kürt tarihindeki yerini, direniş ve isyanının hedefini aydınlatmaya çalıştım. Bu konuda iki zıt görüş vardı. Birincisi, Bedirhan Bey’in “bağımsız bir Kürdistan” hedefiy­le hareket ettiğini; ikincisi ise, böyle bir hedefinin olmadığını, dire­niş ve isyanının “feodal bir Kürt beyinin Tanzimat’a karşı başkal­dırısı” olduğunu iddia ediyordu.

Çalışmaya başlarken, bu iki görüşten hangisinin doğru olduğu konusunda herhangi bir önyargım yoktu. Diyerek önkabullerden uzak incelemesini sürdürdüğünü ifade eder.

Bizde bu yazıda Bedirhani Hareketini incelerken tarihsel arka planı ile birlikte bir başka Kürt hareketi Şeyh Ubeydullah Hareketi ile birlikte ele almanın daha açıklayıcı olduğunu düşünüyoruz.  Burada bir başka önemli konuya da peşinen işaret etmemiz gerekir ki. Gerek bu dönem içinde ve öncesinde Kürtlerde farklılık düşüncesini geliştirmeye çabalayanlar (bunlardan öne çıkanları Bidlis Emiri Şeref Han ve tasavvur şairi Ahmed-i Hani’yi sayabiliriz) olmakla birlikte ulusal bilicin var olduğunu söylemek zorlamadır ve yanıltıcıdır.

Bedirhan Hareketine Kürtlerin hassasiyeti fazladır. Bu Bedirhan Bey’in İsyanı ile birlikte olduğu kadar bu ailenin sürgünü ve aile bireylerinin hayat hikayesi de Kürtlerin hafızalarında oldukça önemli bir yer işgal eder. Bunda oğul Bedirhanilerin 1877’de ikinci isyan teşebbüsleri “1877 Rus-Osmanlı savaşı sonrasında amcalarım Osman Paşa ve Hüseyin Paşa Botan’a geçerek ayaklanma başlattılar. Ancak Sultan Abdülhamid bu başkaldırıyı bastırdı.”[2] Torun Abdurrezzak Bedirhan’ın 1. Savaş sırasında Batı Ermenistan ve Kürdistan’daki faaliyetleri ile aile bireylerinin kültürel faaliyetlerinden en önemlisi Emir Bedirhan’ın oğlu “Mikdat Midhat Bedirhan’ın çıkardığı Kürdistan gazetesinin, Kürt eşrafı tarafından okunduğu ve kültürel milliyetçiliğin doğuşunda önemli rol oynadığı”[3] inkar edilemez. Ancak bu Kürt milliyetçiliği genel olarak Osmanlıcı olmayı sürdürür. Kürdistani düşüncenin gelişimi ve bu düşünceyi ifade eden Kürt aydınları, Kürt egemenleri, Osmanlıcı ve devletçi çevreden dışlandıkları gibi Mevlanzade Rıfat’ta olduğu gibi bu çevrelerle birlikte 1920’de Kürdistan’ı parçalayıcı güçler tarafından da tehlikeli görülmektedirler.

Bu konuda bir başka önemli nokta da, ailenin bu isyan mirasını benimseyip ve sahip çıkmasıdır. Torun Abdurrezzak’ın Kürt beylerine yazdığı mektuptaki sözleri ilginçtir: “Dedem nasıl sizin gerçek komutanınız idiyse, bende aynı esaslarla sizi Osmanlı egemenliği ve esaretinden kurtarmak istiyorum. Çünkü onların komutanlığı haklılığa karşıdır.”[4] Sözleriyle mirası devraldığını ifade ettiğini söylemek yanlış olmaz.

Duyarlılığın bir başka veçhesi ise, Bedirhan Bey’in tutuklanarak sürgüne gönderilmesi, Kürdistan’ın ikinci kez fethine denk düşer.

Tarihsel olarak Kürt meselesinin kökenleri Osmanlı İmparatorluğunun dağılma dönemine kadar uzatılır ancak bizce sorunun temeli 1514 tarihli Osmanlı-Kürt ittifakının temelinde yatmaktadır.  Kürt sorununu Osmanlının dağılma döneminde dillendirildiği ve Kürtlerin imparatorluk boyunca belirli derece bir farklılık bilinci geliştirdikleri doğru olmakla birlikte, bir başka önemli nokta bütünlük içinde yer alırken devletin gücünü yanlarında taşımak istemeleri ittifakı/ilişkinin önemli özelliklerindendir.

Kürt-Osmanlı İttifakının başlangıcı sayılan ve Kürtlerin statüsünün belirlendiği Amasya Antlaşması’nın gerekçesi olarak kısaca ve özlü olarak söylenen “Şii yanlısı ayaklanmaların Osmanlılar kadar tehdit altında bıraktığı on altı [Bazılarına göre 23, bazılarına göre 25] Kürt emirliğinden meydana gelen koalisyon, 1514’te Osmanlı idaresiyle ittifak müzakerelerinde bulunup bir anlaşma yaparak özerkliklerini korudular. Bazıları resmen tanınan, bazıları da fiilen özerk olan Kürt yapılanmaları Osmanlı hükümranlığında 19. yüzyıl ortalarına kadar varlıklarını korumayı sürdürdüler.”[5] Sözlerindeki özet yargısının açılması ve açıklanması sorunun anlaşılmasında hayati önem taşımaktadır.

Osmanlının Kürt aşiretlerine bakışını süreç içinde incelediğimizde, devletin uzun bir ta­rihsel süreç içinde özellikle Kürt aşiretlere ilişkin tek bir politikasının oldu­ğunu düşünmek yanıltıcıdır. Bazı bölgelerde devletin tam bir hâkimiyetinin bulunduğu da iddia edilemez. Genel olarak Osmanlı devletinin aşiretlerle pragmatik bir ilişki kurduğu ve değişen siyasal koşullarda bu ilişkinin yeni­den gözden geçirildiği söylenebilir. Öte yandan aşiretleri, devlet karşısında müzakere gücü ya da becerisi olmayan ve sadece silahlı gücüyle kendi yaşam alanını kuran yapılar olarak görmek de doğru değildir. Osmanlı devleti kuru­luşunu izleyen dönemde hâkimiyetini hızla yaygınlaştırabilmek için göçebe aşiretlerin yüksek hareket kabiliyetlerinden ustaca yararlanmış ve toplumsal örgütlenmesini göçebe aşiretlerin sorunlarını çözebilecek biçimde esnetmiştir: Osmanlı devleti, tarihinin erken dönemlerinde bütün göçebeleri yerle­şik köylüler haline getirmeye hiç yeltenmemişti; tersine, hayvancılıkla uğra­şan göçebeleri korumak, göç yollarını düzenlemek, can ve mal güvenliklerini garantiye almak üzere özel kanunlar ve düzenlemeler çıkarılmıştı. Bazı du­rumlarda merkezi hükümet aşiretlerin sorunlarını çözmek üzere gezici bir kadı bile atayabiliyordu.[6]

Kürt aşiretlerinin durumu ise son derece özgündür ve devletin onlara yaklaşımı ayrıntılı olarak ele alınmalıdır:

Osmanlı-Kürt ilişkileri başından beri sorunludur. Bu sorunu Celadet Ali Bedirhan Mustafa Kemal’e mektubunda şu sözlerle ifade edilmektedir: “Evet, Kürdistan Meselesi, ne zamanımızda ve ne de selefleriniz zamanında başlamış değildir. Türkiye’de Kürdistan Meselesi, Kürd ümerasının, ilk Osmanlı tarihi ‘Heşt Beheşt’ müellifi İdris-i Bidlisi vasıtasıyla Yavuz Sultan Selim’e Sünni bir hükümdara biat ettikleri günden beri mevcuttur.”[7] Sorunun kaynağındaki hem biat ilişkisi işaret etmektedir. Bizce de biat ilişkisi sorunun kaynaklarından olmakla birlikte, asıl sorun ittifakın temelinin  pragmatik bir ilişkide yeşermesinden kaynaklanmaktadır.

Bu bakımdan bu ilişkinin/ittifakın kurulmasına bakılmasında fayda vardır. İttifak/ilişki Şerefname’de Osmanlı-Kürt ittifakı şöyle nakledilir:

“Emir Şeref öyle birkaç günde Bitlis beyliğine sahip olamaya­cağını ve Kızılbaş milletini oradan çıkartamayacağını anlayınca başka çare düşündü. Bu arada kâinatı fethetmeyi hedefleyen Sul­tan Selim Han, İran’a boyun eğdirmeye karar vermişti. Emir Şe­ref bunu öğrenince, Bitlis medresesinin arifi, müderris Hakîm İdris’e akıl danıştı. Bu şahıs, Hakikat yolunun şampiyonu, fani talihliler safının ilahi lütuf yolunu izleyen ön­deri, dinin temellerinin ve pratik sonuçlarının inşa edildiği ka­nunların müellifi, akli ve nakli ilimleri işleyen Eserlerin (Nüsha­lar) derleyicisi idi. Emir Şeref onun öğüdüne uyarak Osmanlı Kapısının mutlu eşiğine samimi bağlılığının ve sadakatinin gü­vencesini sunmaya karar verdi. Böylece, şerefli Ziyaüddin aile­sinin sadık taraftarlarının en iyisi ve bu yiğit haneye gönülden bağlı hizmetkârların en övülmeye değeri olan Gülhuki’li Muhammed Ağanın açtığı yolu izlemiş oluyordu. Bu projeye yirmi kadar Kürdistan emir ve beyini de dâhil etti ve bağlılık akdini Molla Hâkim İdris ve Muhammed Ağa aracılığıyla Sultan’ın Mutluluk Kapısına sundu. Dostlarının üstüne titreyen ve düş­manlarını yerle bir eden bu hükümdar, Kürdistan emirlerinin ta­lebine uygun olarak, Acemistan (İran) topraklarına egemen ol­mak amacıyla Ermenistan ve Azerbaycan üzerine yürüyüşe geç­ti. [Ermenistan’a yürüme sözüne okuyucunun dikkatini çekmek isterim-SÇ] Çaldıran‘da yapılan savaşta Şah İsmail’i yendi. Bu savaşta Emir Şeref, Kürdistan beylerinin bir bölümüyle birlikte galip sultanın muzaffer üzengisine bağlıydı. Diyarbekir valisi Han Muhammed (Ustaclu) bu savaşta ecel şerbetini için­ce, bu vilayetin yönetimi (iyâleti) Şah’ın divanınca kar­deşi Karahan’a tevcih edilmiş, Bitlis beyliği kardeşi İvaz Bey’e, Cezire beyliği de kardeşi Ulaş Bey’e verilmişti. Sultan Selim’in sancağının muhafız alayı Tebriz’den Rum ülkesine (Küçük As­ya) hareket ettiği zaman, Hakîm İdris bu şerefli hükümdara şöy­le bir arzuhal sunmak onurunu kazandı:

Kürdistan emirleri, babadan kalma topraklarının kendileri­ne lütfedilmesini ve aralarından birinin Beylerbeyi olarak tayin edilmesini rica etmek suretiyle dünya hâkiminden ihsan ve iyilik dilenmeye cüret etmektedirler; bu rica kabul edildiği takdirde emirlerin hepsi tam bir ittifakla Karahan üzerine yürü­yüp onu Diyarbekir’den kovabilirler.”

Cihan fatihi ona şu yanı­tı gönderdi:

“Kürdistan emir ve beyleri aralarından kimi başko­mutan olmaya layık bulurlarsa iktidar ona verilecektir, böylece hepsinin gönüllü olarak boyun eğip emirlerine itaat etmeleri ve Kızılbaşları kovmak ve yok etmek için ellerinden geleni yapma­ları sağlanacaktır”. Hakîm İdris’in yanıtı şu oldu: “Aralarında benzer koşullarda doğal bir dayanışma mevcuttur ve on­ların hiçbiri diğerlerinin önünde baş öpmez. Bununla birlikte amaçlanan şey Kızılbaş ulusunun birliğini dağılmaya zorlamak ve yığınını parçalamak ise bu planın uygulanmasını, tüm dünya­nın sığınağı olan maiyeti şahanenin hizmetkârlarından birine tevdi etmek gerekecektir; tâ ki Kürt emirleri ona boyun eğsinler ve bu iş çarçabuk başarılsın.

Bıyıklı Çavuş namıyla maruf Çavuşbaşı (1168) Muhammed Ağa, Diyarbekir’e Mir-îi Miran (genel vali) ve Kürdistan ordusu­na serdar (başkomutan) tayin edildi ve o da bu bölgeye egemen olmak için yola çıktı.”[8]

Bedirhan Beyin torunu Abdurrezzak Bedirhan da ilişkiyi kısa ama aşağı yukarı aynı kelimelerle açıklarken tarihsel süreç içinde bu ittifakın sıkıntılarını da vurgularken:

“Sultan Selim, Şah İsmail’e karşı savaşa giriştiğinde Şii Kürtler Şah İsmail’i destekledi, Sünni Kürtler ise Sultan Selim’in saflarına destek verdi. Botan mirleri de Sünni oldukla­rından dolayı Sultan Selim’in halifeliğini kendilerine bir mer­ci olarak algılayıp mahiyetlerine girmeyi kabul ettiler. Böyle­ce Sultan da onların egemenliğini kabul etmiş olsun. Bu durum Sultan Abdül Mecîd tahta çıkana kadar devam etti. Botan’ın mirleri benim dedem olan Bedirhaniler idi. Botan miri olan dedem Bedirhan bey idi. Kendi dönemin­de hemen hemen Kürdistan’in büyük kesimi onun denetimin­de idi. Salmaş, Urmiye Kürtleri bile onun yönetimi altında idi. Onun ünlenmesi ve nüfusunun genişlemesi ile kazandığı prestij Sultan Abdul Mecîd’i rahatsız etti. 1850 yılında Anatolya’daki askeri güçlerini Vezir Osman Paşa komutanlığında Mir Bedirhan’ın üzerine gönderdi. 15 bin redif (düzenli-resmi) askeri güçle katıldıkları bu savaşa İstanbul’dan gelenler ise Ömer Paşa komutanlığında iştirak oldular. Büyük katliamın yaşandığı bu savaş sonrasın­da başarılı olan bu zat (Ömer Paşa) -Osmanlı askerlerinin ko­mutanlığına gelmiş oldu. Bu savaştan bir yıl sonra Botan’ın Mirini tutuklayıp İstan­bul’a götürdüler. Sonradan da oradan alıp Krete [Girit] adasına gön­derdiler.”[9]

Sureya Bedirhan da bu ilişkiyi daha da ayrıntılandırır:

1514’te kudretli Sultan Selim ordusuyla Şii İran’ı hâkimiyeti altına almaya ve Şah İsmail’i kontrol etmeye yönelik bir sefere çıktı. İran’a giden yan yolda ise bağımsız güçlü Kürt aşiretleri bulunuyordu. Kürtler bu dini ikilem karşısında zorlukla tarafsız kaldılar. Çünkü ya kendileriyle aynı mezhebe sahip Sünni Türkler ya da Şii İranlılar arasında seçim yapmalıydılar. Kaderlerini ortak mezhebe sahip Türklerin ellerine bıraktılar. Muzaffer Türk sultanı İran seferinden dönüş yolunda Kürt aşiret reisleri tarafından cömertçe ağırlandı. Bir yandan da endişelerine ve bağımsızlıklarına dair sözler verdi. Selim’in yiğitliğinden ve ali­cenaplığından oldukça etkilenen Kürtler politik ve askeri bağlılıklarını bildirdiler. Böylece 1514’te Türkiye ve 23 Kürt devleti arasında bir dostluk ve bağlılık antlaşması yapılması kararlaştırıldı. Bir Kürt olan İdris’in kaleme aldığı antlaşmayı Selim de onayladı ve imzaladı.

Andlaşmanın maddeleri şunlardır:

1 – Andlaşmayı imzalayan tüm Kürt devletleri tam bağımsız ola­caklardır.

2- İster babadan oğula ister devlet kanunlarıyla geçmiş olup imparatorluk fermanıyla yasallaşsın andlaşma sonradan gelen sul­tan tarafından tanınacaktır.

3- Kürtler, Türklerin tüm savaşlarına katılacaklardır.

4-  Türkler, Kürt devletlerine yabancı saldırılara karşı yardım edecektir.

5-   Kürtler, Halife’nin hazinesine yapılan geleneksel dini hediyelere yardım edeceklerdir.[10]

Kardam da,  Kürt-Osmanlı ilişkilerinin temelindeki pragmatizme işaret eder: “Osmanlının, Safevîlerin Anadolu içlerine doğru yayılmasını durduracak bir tampona ihtiyacı vardı. Bu tampon ancak Kürtler olabilirdi. Kürt beyleriyle ittifak kurulabilirse, onlar İran karşısında sağlam bir set oluşturup Anadolu’daki Türkmen beylerinin Safevîlerle olan bağlarını kopartabilirlerdi. Safevîler Anadolu’da nasıl Türkmen boylarına dayanıyorlarsa, Osmanlı da, Safevîleri Osmanlı sınırından Zagros dağlarının doğusuna sürebilmek için Kürt beylerine dayanabilirdi. Osmanlıyla yapılacak böyle bir ittifak Kürt beylerinin de işine geliyordu. Birbirleriyle rekabetleri yüzünden parça bölük ve sa­vunmasız olan aşiretler ve beyler, Safevîlerin baskıları karşısında kendilerini savunacak bir güce ihtiyaç duyuyorlardı, zira Safevîler de, tıpkı Akkoyunlular gibi, Kürt beyliklerini doğrudan kendi atadıkları şefler aracılığıyla yönetmeyi tercih ediyorlardı. Örneğin, Safevî devleti kurulduktan hemen sonra bağlılıklarını sunmak üzere Hoy kentinde bulunan Şah İsmail’in yanına giden 11 kadar Kürt beyinden çoğu hapsedilmiş ve bu beylerin yerine Safevîler kendi yöneticilerini atamışlardı. Oysa Sultan Selim Kürt beylerine bir tür özerklik vaat ediyordu. Hiç de önemsiz olmayan bir diğer nokta, mezhep faktörüydü. Safevîler Sünni olan Kürtlere zorla Şii­liği dayatıyordu; oysa Kürtler ile Osmanlı arasında böyle bir mez­hep çatışması söz konusu değildi. Sultan Selim ile Kürt beyleri arasındaki ittifakın koşulları 1514 tarihli Amasya Anlaşmasıyla belirlendi. Bu anlaşmanın Çaldıran Savaşından önce mi yoksa sonra mı yapıldığı belli değildir. Fakat savaş sonrasında yapılmış olsa bile, savaşa 16 Kürt beyi neredeyse Sultan Selim’in kendi askeri gücüne yakın bir güçle katılmış ol­duklarına göre, en azından ittifakın temel ilkeleri konusunda bir ön mutabakatın sağlanmış olması gerekir.

İlk etapta 25 kadar Kürt beyi ile Sultan Selim arasında yapılan Amasya Anlaşmasının (1514) mimarı İdris-î Bitlisi’dir.7 Bu anlaş­manın hükümleri şöyleydi:

  • Osmanlı Kürt beylerinin özerkliğini koruyacak; yönetim ve­raset yoluyla el değiştirecek ve padişah fermanıyla kesinleşecekti.
  • Kürtler bütün savaşlarda Osmanlı yanında yer alacaklar ve Osmanlı da Kürtleri dış saldırılara karşı koruyacaktı.
  • Kürt beyleri Osmanlının belirlediği vergileri ödemekle yü­kümlü olacaklardı.

Çaldıran Savaşının ardından, anlaşmanın mimarı Idris-i Bitlisi Kürt beyliklerini ayrı ayrı ziyaret ederek Amasya Anlaşması’na ka­tilimi artırdığı gibi, onlardan topraklarındaki bütün Safevî kalıntı­larını temizlemelerini de istedi. Böylece anlaşmanın tabanı geniş­lerken Safevîlerin yerinden ettiği Kürt beyleri de geleneksel hâkimiyet bölgelerine tekrar kavuştular. Osmanlı-Iran sınırını kesinleştiren 1639 tarihli Kasr-ı Şirin anlaşmasına kadar, Kürtler Amas­ya Anlaşmasının kendilerine biçtiği tamponluk işlevini yerine ge­tirdiler, kısa aralıklarla sürüp giden Osmanlı-Iran savaşlarmda Maku’dan Musul ve Bağdat’a kadar aşılması imkânsız bir “kaleler zinciri” oluşturup Osmanlı ordusuyla birlikte savaştılar.”[11]

Yine kardam’ın söylediği gibi Amasya anlaşmasının ürünü olan bu idari düzenleme, tam ve kısmen özerk olan Kürt beylikleri konusunda Osmanlıya iki im­kân sunuyordu. “Bunlardan birincisi, Kürdistan’ı geleneksel yöne­tici aileleri güçlendirerek kontrol etme imkânıydı. İkincisi ise, Kürdistan’ın yönetici ailelerini böylece kendisine bağımlı hale geti­rip, onlar eliyle tanımış olduğu özerkliği her fırsatta alabildiğine tırpanlayabilme imkânıydı.” (s 56)

Bu Atlaşmanın Kürtler bakımından önemi eski aristokrasiyi güçlendirdiği gibi bir bağımlılık ilişkisi yaratmasıdır: “Amasya anlaşmasına, tam ya da kısmen özerk beyliklerde, yöneticinin (beyin) soylu aile fertleri arasından seçilmesi koşulunun konmuş olması bu politika­nın en somut ifadelerinden biriydi. Osmanlı, bunun dışmda, ge­rekli gördüğü durumlarda bazı beyleri, onlara paşalık unvanı ve­rerek de güçlendiriyordu. Böylece, Osmanlı Kürdistan’a, Kürt soy­lularını (aristokrasisini) destekleyip güçlendirerek egemen olmaya çalışıyordu. Ama beyler (mirler) bu politika sayesinde bir yandan otoritelerini artinrken, öte yandan da iktidarlarını koruyabilmek için Osmanlıya aşın bağımlı hale geliyorlar, böylece Osmanlı, aşi­retlerin ve beyliklerin iç işlerine müdahale imkânlarını alabildiğine genişletiyordu. (s 57)

Martin van Bruinessen de bu pragmatik düşünceye ve bağımlılık ilişkisine vurgu yapar: “Kürdistan’ın en önemli ailelerinin tarihine yer veren Şerefe name’den, Idris tarafından atanan tüm mirlerin, yüzyıllar bo­yunca, kesintilerle bile olsa krallığa yaklaşan bir tarzda iktidar sahibi olmuş eski ailelerden gelme kişiler olduğu anlaşılmak­tadır. Oysa Akkoyunlu ve Safeviler, bu ailelerin gücünü kırma­ya yönelik bir politika sürdürmüştü. Ellerinden geldiğince bunların yerine kendi Türk valilerini geçirmişler, bu mümkün olmadığında daha düşük statüden Kürtleri atamışlardı. Ama Osmanlı fetihleri, eski aristokrasinin durumunu sağlamlaştır­dı. Sonradan görmeler, Osmanlı devletinden kaynaklanan ikti­darda pay sahibi olamıyordu.”[12]

Devletle Kürt aşiretlerin ilişkisi, en azından başlangıçta, bahsedilen pragmatik ilişkinin tipik bir örneğidir ve karşılıklı bir yararlanma politikası izlenmektedir: Osmanlı devleti Kürt­leri İran’a karşı bir tampon güç olarak kullanmakta ve Kızılbaş cemaatler­le mücadelesinde ve Ermenistan’ın fethinde  müttefik olarak görmektedir. Bu yüzden yalnızca askeri ve politik çıkarlara değil, dinsel bir ortaklığa da hitap etmeye elverişli bir söylem geliştirilmiştir. “En büyük ve en tehlikeli grup olarak görülen Kürtlerin statüsü da­ima duyarlı bir konuydu. Osmanlılar istimalet, yani gönül alma politikası uyguluyor[du]”[13]

Kürt aşiretleri İran’ın Osmanlı devletine saldırısının önünde demirden bir kale gibi durdukları sürece bu bölgede geniş bir hare­ket serbestisi ve muazzam bir servet de edinmişlerdir, imparatorluğun en büyük rakiplerinden biri olan İran’a karşı oynadıkları rol o kadar önemli­dir ki, IV. Murad bu yüzden aşiret sistemini meşrulaştıran fermanlar bile yayınlamıştır: “En büyük ve en tehlikeli grup olarak görülen Kürtlerin statü­sü daima duyarlı bir konuydu. Osmanlılar istimalet, yani gönül alma politi­kası uyguluyor, Sünni Kürtleri İran’a karşı tampon ve Kızılbaş cemaatleriyle yaptıkları uzun savaşlarda müttefik olarak kullanıyorlardı. Kürt reislerden bazıları doğu Anadolu’da büyük servetler ve muazzam güç elde etmek için Osmanlı devletiyle olan bağlarını kullanıyorlardı. Bu sayede, bölgedeki Os­manlı politikasını ve askeri harekâtı etkileyebiliyorlardı. 1632 ve 1633 yılla­rında Sultan IV. Murad Kürt aşiret reisliğinin babadan oğla geçişini pekiş­tiren bir dizi ferman yayınlayarak yerel askeri komutanlar ile idarecilerin Kürt aşiretlerini taciz ve suiistimal etmelerini yasakladı. Bunlardan birinde, Allah nasıl Zülkarneyn’e Yecüc Mecüclere karşı duvar inşa etmeyi ihsan eylediyse, aynı şekilde Kürdistan’a, imparatorluğun koruması altında, İran’ın iblis Yecüc’ünün fesatlıklarına karşı güçlü bir engel ve demirden bir kale gibi hareket etmeyi nasip ettiği belirtiliyordu. Başka bir fermanda, Kürt komu­tanların Osmanlı devletinin sadık ve vefalı duacıları olduğu, padişahın yüce atalarının soylu zamanlarından bu zamana taht adına takdire şayan çeşitli hizmetler verdikleri ve sayısız takdire şayan çaba gösterdikleri, dolayısıyla imparatorluğun onlara saygı ve itinayla davranılmasını sağlamaya mecbur olduğu yazılıydı.”[14]

16.yüzyılın başlarında Anadolu’daki nüfusun % 27’sinin tam veya yarı-göçebe olduğu ve bazı taşra kentlerinde bu oranın nüfusun yarısını oluş­turduğu düşünülecek olursa, Osmanlı devletinin ilk dönemlerinde aşiretleri kendi toplumsal örgütlenmesine dahil etmenin özgün bir yolunu bulmak zorunda olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Sultan IV. Murad’ın fermanları ve aşiretlere tanınan imtiyazlar ile geniş hareket serbestisi böyle bir tarihsel ve sosyal zeminde anlaşılabilir. Ancak 17. yüzyılın sonlarında daha belirli ve kesin toplumsal örgütlenme biçimleri yerleşmiş ve esnek sınırlarla belirsiz kimlikler devlet için sorun yaratmaya başlamıştır. 18. yüzyılın başlarından itibaren göçebe aşiretlerin göç yollarının sınırlanması ve belli ölçülerde de­netlenmesi, kırsal alanda köylülerin ve mallarının korunmaya çalışılması bir zorunluluk haline gelmeye başlamıştır.

Osmanlı devletinin göçebe ve yarı-göçebe aşiretlerle kurduğu pragmatik ilişki değişen biçimler almakla birlikte, daha yerleşik ve kayıtlı bir toplum­sal örgütlenme biçimi hâkim olduğu ölçüde aşiretlerin hareket alanı giderek daralmaktadır. 18. yüzyıl ise bazı bakımlardan bu eğilimin tersine çevrildi­ği, merkezin güç yitirip ayanın taşraya hâkim olduğu ve göçebe aşiretlerin de bu güç dengesinden azami biçimde yararlandığı bir dönem olmuştur. Bu durumda devlet aşiretlere parasal destek ve kendilerine gösterilen yerlerde kalmaları karşılığında genellikle daha verimli topraklar ve bürokrasinin üst kademelerine yükselme imtiyazı vaat etmektedir.

Ancak 19. yüzyılın başın­dan itibaren merkezi devlet, kendi gücünü sınırlayan engelleri ortadan kal­dırmak için son derece kararlı davranmaya başlamıştır. Devletin aşiretlere ve kabilelere daha dolaysız yöntemlerle müdahale ettiği bu dönemde, belirli aşiretlerin devletin karar verdiği yerlere zorla yerleştirildiği, aşiret ve kabile­lerin bölündüğü, göç yollarının ve hareket serbestilerinin sınırlandığı görül­mektedir.[15] 19. yüzyılın ikinci yarısında aşiretlerin çok sıkı bir şekilde denetim altına alındıkları ve bu denetimi aşındırma çabalarının sık sık askeri güçle cezalandırıldığı anlaşılmaktadır: “1514’te Osmanlı ve Kürt devletleri arasında yapılan antlaşmadan sonra, 150 yılı aşkın bir süre Kürtler, inançla Türkiye’ye karşı sorumluluklarını yerine getirdiler. Türkiye’nin saldırı ve savunma amaçlı tüm savaşlarında yer aldılar ve onbinlerce hayatı kurban ettiler. Fakat Türkler, her zamanki gibi sözlerine sadık kalmadılar. Yağma ve köleleştirme daima hareketlerinin asıl amacını oluşturdu. Hile ve kılıç, kurdukları hakimiyetin araçlarıydı. Sultan Süleyman, 1683’te Viyana kapılarından döner dönmez Kürt devletleri arasında ihanet ve entrika kampanyası başlattı. Aralarını nifak ve düşmanlıkla bozdu. Üstelik bağımsızlıklarına açıkça müdahale etmeden, Süleyman keyfi olarak merkez karargâhı Diyarbakır’da bulunan, Kürt devletleri ve İstanbul arasında aracı olacak bir genel vali atadı. Böylece böl ve yönet taktiği olağan şekilde devam etti. Türk istilacılar aşama aşama; ama emin bir şekilde Kürt devletlerinin elinde bulunanları bahanelerine bitmez desteklerle hazırladılar ve oraları eyalet haline getirdiler.

19.yüzyıl ortalarıyla beraber Abdülmecit’in hükümdarlığı sırasında neredeyse tüm Kürt toprak­ları aşiret reislerinin teslim olmalarıyla, Türkler tarafından ilhak edildi ve aşiret reislerine küçük, sözde yönetimler kaldı. Kürt devletleri içinde en güçlüsü Cizre’nin yöneticisi Prens Bedirhan l847’de Türk sultanına bir bağımsızlık teşebbüsü olarak meydan okudu. 100 bin kişiden fazla Türk orduları, Bedirhan’ın elleriyle feci yenilgiler yaşadılar. Fakat kendi kuzeni(Yezdanşêr)nin ihanetiyle öldü. Sonuçta Kürt bağımsızlığının son kalan yeri de Türklere teslim oldu. O zamandan beri Kürt halkı çobansız, birçok parçaya ve uzlaşmaz gruplara bölünmüş bir halde zulme uğruyor, eziliyor ve Türklerin ellerinde yanlışlıklara hizmet ediyor.”[16] Bu sözler bir anlamda Kürtlerin statüsünün inişli ve çıkışlılığını ve anlaşmaya rağmen belirsizliğine işaret eder. Burada okuyucuya Mirasçı Prens’in çoban nitelemesine dikkat çekmek isterim.

Osmanlı-Kürt ittifakını başlangıcına bu kadar uzun ve önemli bir yer vermemizi okuyucu yadırgayabilir ancak sonraki tüm ilişkiler gerek Osmanlı ile gerekse Kürtlerin birbirleriyle arasındaki ilişkiler bu antlaşmanın ruhunu taşıyacak ve her zaman ve her dönem devletin gücünü yakından talep edecek, yapılan yardımlar ve hizmetler sıralanacaktır. İlginçtir ki yıllar sonra Bedirhani ailesinden Emir Celadet Bedirhan Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta “İzmir kaldırımlarında şakırdayan ilk demirler Kürd süvarilerin nalları idi”[17] Aynı anlayışın günümüzde de sürdüğünü görmek mümkün Özgür Politika gazetesinde yayınlanan “Kürtlerle İttifak Kazandırır”[18] adlı makale bu zihniyetin günümüze uzanan tipik örneği olarak okunmalıdır. Bu bakımdan BDP yönetiminin 19 Mayıs 2011 tarihli açıklaması da ilginçtir.

Bir diğer Bedirhani Fizan’daki sürgünden 1908’de dönüşü ile ilgili, yorumu gerektirmeyen sözleri ile bölümü bitiriyoruz:

“Jön-Türklerin eliyle Tiripol ve Fezzan Bulgar ve Erme­ni halkı rahat bir şekilde çıkıp bizim önümüze geçtiler… Evet. Bu tarihi anımız nedeniyle, biz ne kadar Osmanlı devletine eyvallah ettiysek de bize karşı şüphe ile yaklaştılar. Biz hiç bir zaman korkusuz yaşama şansına kavuşamadık. Sü­rekli haksızlık gördük ve insafsız baskılara maruz kaldık. Ölüm tehlikesini hep yanıbaşımızda hissederek yaşadık. On­lar bizi hep yabancı olarak saydılar, özellikle beni… İnancıma göre, bizim için Kürt Mirleri ve çocuklarına Türkiye gerçek vatan olamaz. Bizi öldürmek için içerde tu­tuklu tutulmamız için ya da mal-mülkümüzü talan etmek üze­re özel görevliler görevlendirildi… Biz ne kadar işimizi başarılı bir şekilde yapıp devletin çe­şitli kademelerinde yararlı işleri yaptıysak da, devlet bize gü­vensizliğini her adımda gösterdi.”[19]

2

Bu yazı dizimizde Kürtlerin siyasi oluşumuna dikkat çekmek istediğimizden Bu sorunlu ilişki sürecine biraz daha odaklanmamız gerekir.

Amasya antlaşması sonrası sürece bakarsak doğası gereği süreç Kürtlerin aleyhine gelişir. Amasya antlaşması dolayısıyla Osmanlı-Kürt ilişkinin pragmatik ve Kürtler açısından sorunlu olduğuna Kardam da katılmakta antlaşma sonucunu şu sözlerle yorumlamaktadır: “Amasya anlaşmasının ürünü olan bu idari düzenleme, tam ve kısmen özerk olan Kürt beylikleri konusunda Osmanlıya iki im­kân sunuyordu. Bunlardan birincisi, Kürdistan’ı geleneksel yöne­tici aileleri güçlendirerek kontrol etme imkânıydı, ikincisi ise, Kürdistan’ın yönetici ailelerini böylece kendisine bağımlı hale geti­rip, onlar eliyle tanımış olduğu özerkliği her fırsatta alabildiğine tırpanlayabilme imkânıydı.”[20]

Ayrıca bu antlaşma Kürtler arasında yıllara sari ve günümüze kadar gelen bir bağımlılık ilişkisi yaratmış ve bağımsız bir iradenin gelişmesini önlemiştir:  “Kürt mirleri Yavuz ve Kanuni döneminde yapılan antlaşmalar gereği pek çok sorunu kendi aralarında çözebilecek iken dahili husumetlerin çözümünü dahi Dersaadet’e taşımışlardır”[21]

Ehmedé Xani’nin Mem û Zin deki feryadı boşuna değildir:

“Ez mame di hikmeta Xwedê da

Kurmanc di dewleta dinê da

Aya bi çi wechê mane mehrum

Bilcimle ji bo çi mane mehkum”

 

Ben Allah’ın hikmetine şaşakaldım

Kürtler dünya devletinden

Acep ne sebeple kalmışlar mahrum

Hepsi birden niçin olmuş mahkûm”

Ayrıca şu da unutulmamalıdır ki bu antlaşmayı zorlayan Osmanlıdır ve egemen kendine uygun koşulları oluşturmanın peşindedir. Koşulları üstün güçler dikte ettirmiştir. Karşılıklı iki eşit tarafın eşit iradesinden doğan bir antlaşma değildir. Hatta antlaşma bile sayılmamak gerekir. Üstün güç sorumlulukları belirlemiştir. Bu bakımdan bu özerkliği abartmamak ve yüceltmemek gerekir. Aslında gerçekte olanın Kürdistan’ın birinci fethi gerçekleştiği anlaşılmalıdır: “Zaman zaman, Osmanlının Kürt beyliklerine tanıdığı özerkli­ğin 19. yüzyıla kadar pürüzsüz işleyen bir devr-i saadet dönemi gibi sunulduğu oluyor ki, olgular bu yargıyı tekzip etmektedir. Özerklikleri bazen bağımsızlık sınırına varan büyük ve güçlü Kürt beyliklerinin varlığı Osmanlının arzulayabileceği bir durum ola­mazdı. Ama buna başlıca iki nedenle katlanmak zorundaydı. Bu nedenlerden birincisi, bölgenin İran’la sınırdaş olmasıydı. Kendile­rini güvende hissetmeyen Kürt beyleri her zaman aşiretleriyle bir­likte İran’a geçebilirler, hatta Osmanlıya baş kaldırarak yörelerinin İran toprağı olduğunu ilan edebilirlerdi. İkinci nedene ise, bölge­nin o günkü teknolojiyle doğrudan yönetilmeye imkân vermeye­cek kadar sarp dağlarla kaplı olmasıydı.”[22]

Bu özerklik özellikle 1834-1847 arası yoğun direniş ve savaş dönemi ve Osmanlı Devletinin Tanzi­mat’ın ilanıyla yürürlüğe koyduğu yeni politikalar neti­cesinde tamamen ortadan kalkmış, etkileri ise 1847’de bastırılan direniş sonrasında “Kürdistan’ın yeniden fet­hi” anısına ku­rulan Kürdistan Eyaletinin 1867’de Diyarbekir Eyaletine çevrilmesi ile bu dönem resmen son bulacaktır.

Bu bağımlı ilişki ve sürecin,  Kürtlerin siyasi yaşamının olgunlaşmasını engellediğini rahatlıkla söylemek mümkündür.

Siyasi birliğin ve olgunluğun olamayışı kolay yutulmasına ve istenildiğişekilde yoğrulmasına sebep olmuştur. Hagop Şahbazyan bu olguyu şu kelimelerle ifade eder: “Osmanlı İmparatorluğu fetihlerine adım adım başladı. İlk önce Erzurum’a, oradan da diğer bölgelere, kaleleri ve Ala-atin’in evini de yıkarak Kürt prensliklerine son verdi. Onlar artık soylarını suikast ve gizlilik içinde devam ettirdiler. Or­tam müsait olduğu zaman ortaya çıktılar. Yani Kürtler, hü­kümranlıkları bir yerde silinse dahi, bir başka yerde ufak ufak, birbirinden ayrı, olarak ortaya çıkıyorlardı.”[23]  Ve Hagopyan ekler: Sayısız akıncı beyleri Kürt soyları içinde türer. Birbirlerinin işini baltalamak işini ve çalışan halkın elinden kazancını almak için varlar.”[24] Osmanlı idaresinde Kürtlere tetikçilik görevi düşmüştür. Bu Hamidi dönemde Hamidiye alaylarıyla daha belirgin bir hal alacak, İT döneminde aşiret alaylarına, kimi yerde el-hamsin milis alaylarına dönüşerek Ermeni soykırımının tetikçiliğine yerine getireceklerdir.

Osmanlı-Kürt antlaşmasının sonuçları bölgenin otokton hakları için ölümcüldür: “Kürtler Anadolu yüksek platosu ile Toroslar’ın güneydeki etekleri arasındaki uzun kuzey-güney göçlerini yeniden başlatmışlar ve nihayetinde Ermenileri bu bölgelerden çıkartmakta anahtar rol oynamışlardı[r].”[25]

 Ayrıca bu olgunun uluslararası arenadaki siyasi sonucu da Kürtlerin tecridi ve parçalanmasıdır. Müslüman Kürtlerin Ezidilere, Nasturilere[26] ve Ermenilere karşı savaşları bu süreç boyunca Kürtlerin uluslararası destekten yoksun kalmalarına neden olduğu gibi Bedirhan Bey’in Nasturi soykırımı, 1920’lerde yeni dünya düzeni kurulurken, Kürtlerin dikkate alınmayarak Kürdistan’ın parçalanmasıyla sonuçlanmasına neden olacaktır.

Burada bir parantez açarak Bedirhan Bey’in Nasturi Soykırımına değinelim;Kürtlerin ve Kürdistan’ın kaderinde etkili nedenlerinden bir olan bu katliam biraz daha açılmasında yarar vardır. Katliam Süryani kaynaklarında şu satırlarla özetlenir[27]:

Özellikle 19. yüzyılda orta ve kuzey Mezopotamya’nın büyük bir bölümünde, mirlikler yönetimi geliştirildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun vali ve askeri komutanlarına bağlı Kürt ve Süryani nüfusunu yöneten bu mirler, devlet için vergi ve asker toplamakla görevliydiler. Çünkü imparatorluğun memurları kırsal alanlara dağılmış aşiretlerden direkt vergi toplayamıyor, vergiler mir ve aşiret reisleri tarafından toplanıp devlete aktarılıyordu. 1820’lerde mir yönetim biçimi giderek kurumlaştı ve belli bir yerel-iktidar niteliğini kazandı. Değişik aşiret reisleri arasında ittifaklar kuruldu. Diyarbakır vilayetinde Cizre sancak beyi Bedirhan Bey önderliğinde Kürt aşiretlerinden bir yönetim gelişirken, Hakkari dağlarında Mar Şemun önderliğinde Süryani aşiretlerinin de otoritesi ve gücü gelişti. Bedirhan Bey’in ailesinin Osmanlı sultanlarıyla ilişkileri geçmişten beri çok iyiydi. Partik Mar Şemun ise son dönemlerde cizye vermemekle, sultanlara karşı itaatsizlikle itham ediliyordu.

1840 yılına kadar Hakkari ve etrafında yaşayan Doğu Süryaniler ile Kürt aşiretleri arasındaki ilişkiler iyiydi. 1842 yazında Amerikalı misyoner Dr. Grant, Doğu Süryanilerin Tiyari bölgesinde yer alan Aşita’da büyük bir misyoner merkezinin yapımına girişince, bölgedeki Kürt ağaları bu gelişmelerden rahatsız oldular. Bu yüzden Doğu Süryani aşireti Tiyari ile Hakkari Kürt Beyi Nurullah Bey arasındaki ilişkiler bozuldu. Tiyari aşireti Nurullah Bey’e itaat etmeyi reddederek, bir Kürt köyüne saldırdı ve onlarca insanını öldürdü. Bunun üzerine Nurullah Bey, Cizre beyi Bedirhan Bey’den yardım istedi. Bedirhan Bey durumu padişaha bildirdikten sonra denetimindeki Han Mahmud, Artuşi kabilesi, İsmail Paşa, Tatar Ağa ve Hakkari emirinin desteklerini alarak, onbin kişilik bir güçle Doğu Süryanilere yöneldi.

1843 baharında Bedirhan Bey’in güçleri ilk başta Diz bölgesini ele geçirdiler. Burada Patrik Mar Şemun’un kız kardeşini kaçırarak annesini öldürdüler. Mar Şemun’da Musul’a kaçarak İngiliz konsolosluğuna sığındı. İki buçuk gün süren bir çatışma sonucunda, Bedirhan Bey Doğu Süryanilerin gücünü dağıtarak, birçoğunu öldürdükten sonra, bölgedeki denetimi eline geçirdi. Doğu Süryanilerin bazıları Musul’a kaçarken geriye kalanları da Bedirhan Bey’e cizye ödemeyi ve itaat etmeyi kabul ettiler. Cizre’ye dönen Bedirhan Bey beraberinde birçok esir ve ganimet götürdü. Bedirhan Bey’in bu harekatı karşısında İngiltere ve Fransa elçi ve konsolosları aracılığıyla Osmanlı hükümetine memnuniyetsizliklerini bildirerek, özellikle esir alma olayını ayıpladılar ve Doğu Süryanilerin korunması konusunda baskı yaptılar. Osmanlı ise Bedirhan Bey’in devlete yaptığı hizmetlerinden dolayı Diyarbakır, Erzurum, Şam ve Musul valilerine emirler göndererek, Bedirhan Bey’e güvenlik desteği verilmesini istedi. Osmanlı yönetiminin aldığı esirleri geri vermesini istemesi üzerine Bedirhan Bey, Eylül 1843’te hemen hemen bütün esirleri serbest bıraktı. 19 Eylül 1846 tarihinde Bedirhan Bey tekrar etrafında topladığı birçok Kürt beyiyle ittifak yaparak. Doğu Süryanilerin Thuma ve Tiyari bölgelerine karşı saldırıya geçti. Osmanlılar Bedirhan Bey’in bu saldırısına da göz yumdular. Çal, Sinyancı ve Çobi kazaları savaş meydanına dönüştü. 1843 yılınkinden çok daha şiddetli olan bu saldırıda yaklaşık 20.000 Süryani öldürüldü. Patrik Mar Şemun Urmiye’ye kaçmak zorunda kaldı. Amerika, İngiltere ve Fransa bu katliamı protesto ederek, Osmanlılardan Bedirhan Bey’in cezalandırılmasını istediler. Bunun üzerine Osmanlı güçleri Bedirhan Bey’in üzerine giderek, onu esir aldılar ve Girit adasına sürgün ettiler. Bedirhan Bey’den sonra Hakkari bölgesinin yönetimi izzettin Şer’e verildi. Osmanlı yönetimi duyduğu güvensizlikten dolayı, beylikten aldığı İzzettin Şer, Kırım Savaşı esnasında Rusların tarafını tuttu. Kırımda Türk-Rus savaşı başlayınca İzzettin Şer 1854 yılında ayaklandı. Bu ayaklanmada Doğu Süryanilerle işbirliği sağlayan İzzettin Şer, Musul ve Bitlis’i ele geçirdi. İzzettin Şer ile birlikte hareket eden Doğu Süryaniler, 1877 yılına kadar önemli bir olayla karşılaşmadılar. Ayaklanmayı bastıran Osmanlı yetkilileri, Doğu Süryaniler ile ilişkilerini düzeltmek için yoğun olarak yaşadıkları bölgede bir kaza merkezini oluşturarak, kaymakamlık görevine de Patrik Mar Şemun’un yeğeni Davut’u getirdiler. Bu durum Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla değişti.

Nasturi Soykırımı Batı güçlerinin bölgedeki temsilcilerinin gözleri önünde cereyan etmiştir. Olayları günü gününe rapor ederler. Bu raporları yazanlardan bölgede kazılar yapan daha sonra elçi olarak gönderilen arkeolog Layard Katliamı “Aşita’nın üzerine ansızın çö­ken baskınla gelmişti ölüm. Orada yaşayanların büyük bir bölü­mü, köyün en küçük izini bile silmeyi kafasına koyan Kürt öfke­sinin kurbanı olmuştu”[28] sözleriyle özetler. Layard’ın raporları da değerli ve ünlüdür: “Burada, Bedirhan’ın 1843 yılında Tiyari bölgesine baskın ya­parak, soğukkanlılıkla bölge sakinlerinden 10.000 kişiyi aşiretine öldürttüğünü ve çok sayıda kadın ve çocuğu köle olarak satılmak üzere götürdüğünü, eklemem gerekiyor. Ama belki bu esirlerin büyük bir kısmının Sir Stratford Canning’in insan dostu olması ve soyluluğu sayesinde kurtulduğu herkes tarafından bilinmiyor. Can-ning Babiâli’ye başvurarak, hükümetin Kürdistan’a bir müfettiş göndermesini sağladı. Müfettiş, Bedirhan’ın ve diğer Kürt aşiret re­islerinin alıp götürdükleri esirlerin serbest bırakılmasını sağlamak için onlarla görüştü. Ayrıca Canning de bu Kürt beylerine önemli miktarda para verdi. (….) Bu köydeki perişanlığı ve ıssızlığı, hiçbir yeşertisi olmayan bir çöle benzediğini anlatarak okuyucuyu yormak istemiyorum. Köyde yeniden yapılan ilk bina olan ve enkazların arasından yavaş yavaş yükselen damsız bir kilisenin avlusundan atlarımızla geçtik (1846). Mezarların arasında halılarımızı yaydık. Malik ve diğer katliamdan kurtulanlar gündüzleri ağaçların altında otu­ruyorlar, geceleri ise Zab’ın kıyısında ağaçtan yaptıkları, içi kurumuş ot ve samanla döşenmiş yataklarında geçiriyorlardı.”[29]

Katiama tanık olanİngiliz misyoneri G.P. Badger de raporlarında Bedirhan Bey’in sebep olduğu yıkımı nakleder: “Patrik’in ikinci bir saldırıdan korkması doğruydu ve bu saldırı çok geçmeden gerçekleşti. Müttefik Kürt aşiretleri Tiyari’nin Diz yöresini bastılar. Zab suyunu geçerlerken kuvvetli bir savunmayla karşılaştılar, ama sayıları Kürtlerden az olan Nasturiler çok geç­meden geri çekildiler ve vahşi saldırganlar köyleri yaktılar, köy sakinlerini öldürdüler ve her tarafı yakıp yıktılar. Kürtlerin ne kadar barbar olduğunu aşağıda verdiğim gaddarlık örneği gös­termektedir: Mar Şamun’un yatalak annesi Diz’de esir edildi. En ağır işkencelerden geçirildikten sonra, gövdesi iki parçaya ay­rılarak Zab suyuna atıldı ve Kürtler “Oğluna onu nasıl bir kaderin beklediğini söyle” diye bağırıp, çığlıklar atıyorlardı.Bu ikinci saldırıda çok sayıda kadın ve çocuk esir alındı ve Ce­zire bin Ömer’de satılmak üzere gönderildi. Yollanan kadınların ve çocukların bir kısmı esir pazarında satıldı, bir kısmı da hatırı sa­yılır Müslümanlara armağan edildi. Erkeklere hiç acınmadı, ba­zıları kaçarak hayatlarını kurtarabildiler. Çoğu, geçit vermez dağ­lara kaçtılar, diğerleri Aşağı Pervari’ye kaçtı, ama onları kaçtıkları yerlerde de aynı akıbet bekliyordu.”[30]

Kardam da soykırım olduğundan kuşku duymadığı Katliamlara dikkat çeker, özellikle ikinci katliamı Sonun Başlangıcı başlığı altında inceler. İkinci Katliam her ne kadar Bedirhan Bey’in, Osmanlıya gözdağı vermek istemesinde kabak Asuri/Nasturi’lerin başına patladıysa da Osmanlı’nın Bedirhan üzerindeki hareketini hızlandır bu bakımdan ikinci katliam Bedirhan Bey’in sonunun başlangıcıdır. “Bedirhan Bey 1843 haziranının sonunda, kendi ifadesiyle, 9 bin kadar Kürt askeriyle Nasturilere karşı bir katliam düzenler. Bugü­nün kıstaslarıyla eksiksiz bir soykırım olan bu saldırıda, İngiliz kaynaklarına göre, yaklaşık 10 bin Nasturi katledilir, sağ kalanlar arasından esirler alınır. Binlerce Nasturi canlarını kurtarmak için yığınlar halinde Musul’a sığınır. O tarihte, 1839’daki Nizip savaşında uğradığı bozgunun yara­larını henüz saramamış olduğundan, Osmanlının bu katliamı ön­leyebilecek gücü yoktu.  O koşullarda, kontrol edemediği iki gücün-Kürtler ile Nasturilerin-birbirlerini kırmaları işine bile geliyordu…Nasturi katliamı kısa erimde, Bedirhan Bey’e Osmanlı karşı­sında önemli bir avantaj sağlar. Bu saldırıyla elde ettiği “başarı” ona Kürdistan’da, belki kendisinin bile beklemediği kadar büyük bir prestij kazandırır; diğer Kürt beyleri ve ulema üzerindeki otori­tesini pekiştirip perçinler. Ünü Osmanlı sınırlarının ötesine taşar. Osmanlının yüzyıllardır egemenliği altına alamadığı ve bulundu­ğu bölgede önemli bir güç odağı olan Nasturileri ezip itaat ettir­mesi, Erzurum valisi Halil Kâmili Paşa’nın işaret ettiği gibi, özel­likle İran nezdindeki ağırlığını artırır. Ama bunlar kalıcı, yürüte geldiği mücadeleyi başarıya ulaştırıcı kazanımlar değildir. Tersine, önce 1843’teki bu birinci katliam, ardından 1846 sonbaharında dü­zenlediği ikinci katliam 1847 yılındaki yenilgisinin belirleyici vesi­lesi olur. Hem birinci ve hem de ikinci katliamın ardından İngiltere ile Fransa’nın Bedirhan Bey’in derhal tasfiye edilmesi konusunda Osmanlı üzerindeki ağır baskıları Bâb-ı Âli’yi tersi durumda belki de çok daha uzun bir süre göze alamayacağı bir askeri operasyona girişmek zorunda bırakır. Nasturi katliamlarının sonucunda, Bedirhan Bey’in liderliğinde yürüyen Kürt direnişi bütün Hıristi­yan dünyasının hedef tahtası haline gelir. Bu durum, Lazarev’in deyimiyle, Kürt hareketinin zayıflatılması açısından, Bâb-ı Âli’nin eline arayıp da bulamadığı fırsatı verir.”[31]

Layard’ın ikinci Katliam ile ilgili satırları şöyledir. “Ben Musul’a döndükten birkaç gün sonra, Tayyar Paşa’nın felaketi önleme girişimlerine karşın, Bedirhan Bey Tiyari dağlarından geçe­rek yaptığı seferde, önüne gelen aşireti haraca bağlayarak, talan ede­rek Thuma’ya girdi. Meliklerin öncülüğünde savaşan Thuma bir süre direniş gösterdi ama sayıca üstünlük karşısında sonunda düştü. Kimse ayırt edilmeksizin yeni bir katliam daha yapıldı. Kadmlar şe­fin önüne getirildi ve büyük bir soğukkanlılıkla öldürüldüler. Kaç­maya çalışanların kafaları uçuruldu. Sayıları üç yüzü bulan kadın ve çocuklar, Baz’a kaçmaya çalışırken acımaksızın kılıçtan geçirildiler. En güzel köyler, bahçeleri ile birlikte yakılıp yıkıldı, kiliseler yerle bir edildi. Hemen hemen nüfusun yarısı bu çılgın Kürt beyinin Öfkesinin kurbanı oldu. Bunların arasında meliklerden birisi ve Kaşa Bodaka da vardı. Bu iyi yürekli papazla birlikte Nasturi ruhban sınıfının en bilgili adamı Kaşa Oraha ve bir zamanlar Keldani Papazlığı içinde hep varolan coşku ve ilimden pay almış son kişi olan Kaşa Kana da öldürülenler arasındaydı. (…) Bedirhan Bey Thuma’dan çekildikten sora, nasılsa sağ kalmış olan birkaç köylü harap olmuş köylerine döndüler ama bu sefer de onların seferden önce gizlenmiş para ve al­tınların yerini bildiklerini düşünen Nurullah Bey çöktü üzerlerine. Birçoğu uygulanan işkenceler altında can verdi”[32]

“Musul valisi Tayyar Paşa’nın bildirdiğine göre, Bedirhan Bey’in askerlerinin sayısı, 1843 katliamındaki kadar, yani 10.000 civarın­dadır. Fransa’nın Musul konsolosluğunun Dersaadet’e ulaşan bir yazısına göre, “Bedirhan Bey erkek, kadın ve çocuk 20.000’den faz­la insan katletmiştir.”17 Bu rakam üç yıl önceki katliamda öldürü­lenlerin iki katıdır.Katliamın hemen ilk günlerinde, 29 Eylül 1846 günü, Mar Şamun valiliğe haber vermeden Musul’dan kaçar ve iki hafta ka­dar sonra, “Amediye kazası dağlarında bulunan Bervvari aşireti ta­rafına firar ederken orada bulunan zaptiye askeri tarafından görü­lüp yakalanarak” Musul’a getirilir.[33]

Kürdistan bu trajediyi yaşarken diğer mir aileleri gibi Bedirhan Bey ailesi de bundan nasibini alacaktır[34]. Ancak Osmanlı’nın Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa ile Nizip’te tutuştuğu savaşın sonunda aldığı yenilgiyle Kürdistan’ın Fethi kesintiye uğrar. Osmanlı Kendini topladığında kaldığı yerden başlayacak, Kürdistan’da mir ailelerinin tamamını tepeleyip her şeylerine el konarak sürgüne gönderecektir. Mir aileleri için artık Kürdistan’a dönmek hayaldir. Bir kısmı rütbe alarak Osmanlıya hizmet ederler. Bu durumu Bedirhan Bey’in torunu nakleder: “Kürdistan’a dönmenin tüm imkanları, Bedirhan aile fert­lerinin elinden alınmış, tüm yollar kesilmiş, başlarına gelen­lerden sonra sürgün oldukları İstanbul’da eğitimlerini tamam­layıp Osmanlının devlet işlerinde memur ya da çeşitli kade­melerde yönetici olarak çalışmak durumunda kaldılar.”[35]

Burada şunu unutmamak gerekir ki bu fetih sürecinin en sadık yardımcıları Kürt mirlerinin bizzat kendileridir. Bedirhan Bey de bunlardan biridir. Osmanlı askeri danışmanı Moltke mektuplarında bunları ayrıntılı olarak anlatmaktadır. Said Bey Kalesinin kuşatmasında Bedirhan Bey De yer almaktadır: “Yanıma Kürt kılavuzlar alarak bu tepeye tırmandım. Ancak akşam geç ve son derece yorgun bir durumda Bedirhan Bey’in yanma döndüm. Bu beyin karakeçi kılından çadırı, köpürerek akan bir dağ deresinin kıyısına kurulmuştu. Büyük bir ateşte, küçük küçük doğranmış koyun eti parçaları kebap yapıldı. Karşımızda 40-50 kadar Kürt, uzun tüfekleri, kamaları, ta­bancaları ve bıçaklarıyla, üstlerinde kendilerine özgü ve çok ya­kışan ulusal giysileriyle ayakta duruyorlardı. İleri gelenleri yer­de bağdaş kurmuş oturuyordu. Çevremizde nöbet ateşleri alev alev yanıyordu.”[36]

Kürtlerin bu fetihe yardımcı olmaları kendilerine bir şey kazandırmamaktadır. Moltke bu aşağılamayı şu kelimelerle resmeder: “Kale kapısının altında yaralı kardeşini taşıyan bir Kürde rastladık. Zavallı bacağından vurulmuştu. Onu taşı­yan kardeşi gözleri dolu dolu olarak, kardeşinin yedi gündür bu acıyı çektiğini anlattı. Cerrahı çağırttım. Anlamsız bir şey istedi­ğini anlamıyor musun der gibi, her gelişinde sesini daha da yük­selterek Evet ama Kürt bu! dedi durdu.”[37]

Osmanlı Güçlü mirleri yanlarına alarak diğerlerini tepelemektedir.  Bunu yaparken yanındaki mirin birsonraki merhalede sıranın kendisine gelip gelmediğini düşündüğünü bilmiyoruz: “En önemli beyler, Reşit Paşa’nın yenilgiye uğrattığı Ravenduz Bey. Şimdi bizim yanımızda çarpışan Bedirhan Bey. Az ön­ce kalesi alev alev yanan Sait Bey. Babıâli’nin paşalığa yükseltti­ği, fakat bağlılığı kuşkulu olan Akkâlı İsmail Bey.”[38]

Kürt güçleriyle Kürtler tepelenmektedir ve Kürtlerin kıymeti harbiyesi yoktur. Sait Bey tepelendikten sonra Moltke sayım yapar: “Yaralı pek azdı, bunların büyük bir bölümü de Kürtlerdendi, bunlar da kayıptan sayılmıyordu. Şimdi bir yıkıntı yığınından başka yanı kalmayan küçük bir dağ hisarının ele geçirilmesi, padişah için önem verilecek bir şey değildir. Ama burası Babıâli’ye karşı direnme eyleminin merkez noktalarından biriydi. Sait Bey’in yola getirilmesinin bu bakımdan ne kadar önemli olduğu, şimdi hiç zaman geçirme­den, iki tam Redif taburu oluşturmak için asker toplamaya giri­lişi göstermektedir.[39]

Moltke, Garzan Harekatını da ayrıntılı anlatır. Osmanlı’nın önderliğinde Kürtler Ezidilerin üzerine köyleri yaka yaka “Allah, Allah” sesleriyle saldırmaktadırlar: “Köy hemen tutuşturuldu… Yürüyüşte birkaç köy daha tutuşturuldu… askerler oradan ganimetlerle döndüler… Kürtlerin sessiz acısı, kadınların umutsuz çığlıkları yürekleri parçalıyordu… inanılmayacak kadar tutak alındı… ganimet hırsları onların cesaretlerini kamçılayan büyük bir etken olmuştu. Çünkü düşmanları yezidiler yani şeytana tapanlardı.”[40]

Dış talan olanakları kalmayan Osmanlının iç fethi olarak anlaşılması gerekli bu merkeziyet adı altında Kürdistan’ın fethi ile Kürdistan’a istenilen koşullar oluşturulmuştur. “Bu koşullar altında ikmal tamamen Kürdistan’a yüklendi­ği için asker toplama, devlet güçleri tarafından köylere baskın yapmak biçiminde olmaktadır. Öyle köyler vardır ki, içinde genç ve çalışabilir insan kalmamıştır. İnsan bu adam avcılığını görme­li, bu elleri bağlı ve öfke dolu…  [B]u halkın ruhunda nasıl kendine karşı tam bir nefret uyan­dırdığını anlayabilsin. Günümüzdeki bu dertlere, gelecekte, ger­çekte çok olmayan Müslüman nüfusunun azalması, ulusal ser­vetin tükenmesi ve onların geldiği kaynakların tamamen kuru­ması da katılacaktır.”[41]

Kürdistan herhangi bir batı sömürgesinden farksızdır. Moltke durumu ayrıntılı bir şekilde resmeder. Kürdistan’da av vaktidir: “Nizamiye askerlerinin yarısını da yeni askerler oluşturuyordu. Ölüm oranı o kadar yüksekti ki, burada bulunduğumuz süre içinde piyadenin yarısını toprağa gömmüştük: Bütün bunların yerini doldurma işi şimdi Kürdistan’a yükleniyordu. Köylerde halk dağlara kaçıyordu. Yakala­nanlar, çoğu zaman çocuklar ve sakatlardı. Bunlar da elleri bağ­lı olarak getiriliyorlardı. Subayların dillerini bilmeyen bu Kürt askerler, tutsak işlemi görüyorlardı.”[42]

Bu bölüm sonunda rahatlıkla kısaca Tarihi Ermenistan veya bugünkü  Kürdistan Kürtlerin eliyle fethedilmiştir diyebiliriz. Ancak bu fetih de yıllara sari olacak Kemalist rejime uzanacaktır Hans-Lukas Kieser,  sürecin acılı kanlı yanına vurgu yaparak günümüze uzatır: “İslahat, yeniden düzenleme ve reformlar, 1830lu yıllar­dan beri Osmanlı İmparatorluğu’nun Kürt ve Ermeni bölgelerinde yaşadığı sorunlarla ilgili olarak hem Osmanlı Devleti, hem de Avrupa devletler topluluğu tarafından dile getirilen temel kavramlardı. Ancak barış gerçekleşmekten çok uzak­tı: Savaşlar, pogromlar, kültürel yıkım ve soykırım, bu bölge­ye uzun vadeli olarak damgasını vurmuştu. Barışı inşa etme İnşatları birkaç kez elden kaçırılmıştı. Katılımcı bir düzeni sağlamak için yapılan kaynaştırıcı girişimler, merkezî devlet İle yerel söz sahiplerinin iktidar paylaşımına gösterdikleri di­renişten, bölgedeki dinî ve ulusal toplulukların yüksek beklentilerinden ve genel emperyalist havadan ötürü başarısızlığa uğradı. Barışı sağlama ve uygarlaştırma adı altında Dersim bölgesindeki son Kürt-Alevi özerkliğinin kanlı bir şekilde or­tadan kaldırılması, Ermenistan’ın ve Kürdistan’ın yüz yıl önce başlatılan iç fethine 1938’de konulan son nokta oldu. Bu ta­rihten sonra Türkiye’nin başkenti doğrudan bu bölgeler üze­rinde hüküm sürmeye ve her türden etnik-kültürel çoğulcu­luğu baskı altında tutmaya başladı. Eski Yugoslavya için 2000 yılında harcanan uluslararası barış çabalarında geçerli olan et­nik birlikte yaşam kriterlerine göre, söz konusu iç fetih yüzyılı çok fazla kurban alan ve hiçbir şekilde refah getirmeyen bir başarısızlık tarihidir. Savaşlar arası dönemin otoriter dev­let, önderlik ve ulusal homojenlik gibi fikirlerini yansıtan ve bugüne kadar Türk tarihinin tablosuna damgasını vuran kri­terlere göre, 1938 yılında Kürdistan’ın askerî ve idari olarak tüm bölgeyi kapsayacak şekilde boyunduruk altına alınması uzun süreli, ama başarıyla sonuçlandırılmış devlet girişimi görünümü sunmaktadır.”[43]

Newroz, 29 Eylül-Ekim 2011, sayı: 188, 189

[1] Ahmet Kardam, Cizre-Bothan Beyi Bedirhan Direniş ve İsyan Yılları, Dipnot, 2011

[2] Abdurrezzak Bedirhan, Otobiyografya, Peri Y. 2000,s 24

[3] Mahmut Bozarslan, Kürtler ve Türk Devleti, Türkiye Tarihi (1839-2010) Ed. Reşat Kasaba, Kitap Y. 2011, s 356

[4] Abdurrezzak Bedirhan, Otobiyografya, Peri Y. 2000, s 68.

[5] Mahmut Bozarslan, Kürtler ve Türk Devleti, Türkiye Tarihi (1839-2010) Ed. Reşat Kasaba, Kitap Y. 2011, s 355-6

[6] Arsen Yarman, Palu-Harput !878, 1. Cilt Adalet Arayışı, Derlem Y. 2010, s 117 Reşat Kasaba 158

[7] Emir Celadet Ali Bedirxan, Bir Kürt aydınından Mustafa Kemal’e Mektub, Doz Y.2010, s 40.

[8] Şerafeddin Han, Şerefname, kürt Ulusunun Tarihi  II/I{4}, Çev. Rıza Katı, Yaba Yayınları,2010, s 276-277

[9] Abdurrezzak Bedirhan, Otobiyografya, Peri Y. 2000, s 21

[10] Prens Sureyya Bedirhan, Kürt Davası ve Hoybun, çev Dilara Zirek,  Med Y. 1994, s 32-33

[11] Ahmet Kardam, Cizre-Bothan Beyi Bedirhan, direniş ve isyan yılları. S 55-56

[12] Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet, çev. Banu Yalkut, İletişim Y. 2006, s 218

[13] Reşat Kasaba, Dünya İmparatorluk ve Toplum, Kitap Yayınevi, 2005, s159.

[14] Arsen Yarman, Palu-Harput 1878, 1. Cilt Adalet Arayışı, Derlem Y. 2010, s 117-118

[15] Arsen Yarman, Palu-Harput 1878, 1. Cilt Adalet Arayışı, Derlem Y. 2010, s 118-119

[16] Prens Sureyya Bedirhan, Kürt Davası ve Hoybun, çev Dilara Zirek,  Med Y. 1994, s 32-33

[17] Emir Celadet Ali Bedirxan, Bir Kürt aydınından Mustafa Kemal’e Mektub, Doz Y.2010, s 49

[18] Mehmet Nuri Tiryaki, Kürtlerle ittifak kazandırır http://www.yeniozgurpolitika.com/index.php?rupel=nuce&id=1579

[19] Abdurrezzak Bedirhan, Otobiyografya, s 18

[20] Ahmet kardam,Cizre Botan Beyi Bedirhan, 56

[21] Sinan Hakan, Osmanlı Arşiv Belgelerinde Kürtler ve Kürt Direnişleri, Doz Y. 2007, s 20

[22] Ahmet Kardam 57

[23] Hagop Şahbazyan, Kürt-Ermeni Tarihi, çev. Ferit M. Yüksel,  Kalan Y. 2002, s 65

[24] Hagop Şahbazyan, Kürt-Ermeni Tarihi, s 66

[25] Reşat Kasaba, dünya, İmparatorluk ve Toplum, çev. Banu büyükal, kitap y. 2005,s 171

[26] [B]u dağlar 1843’te, Bedir Han Bey’in yaptığı eziyetler sıra­sında, onların çocuklarının kanlarıyla boyandı… Yaşamda kalabilen az sayıda Nasturi, dünyaya misyoner­ler göndererek etkinliklerini sürdürdüler. 1490’da, Patrik Şamun, Çin’e bir metropolit gönderdi. Patrik Eliya, 1502’de, Turna, Yab-Alaha, Denha ve Yakub adlı dört piskoposu Hindistan ve Çin’e gönderdi ve yine bu dö­nemde bunlar tek bir metropolitlik altında birleştiler.1842 ve 1843 yıllarında, Hakkari Emiri olan Bedir Han Bey,  Kürt güçleriyle birlikte, Timurlenk tarafından Kürdistan dağlarına sürülen Nasturiler’in torunlarına sal­dırdılar. Niyetleri yakıp yıkmak ve öldürmek ve hatta ola­naklı ise Hıristiyan halkı dağlardan kazımaktı. Vahşi istila­cılar, ulaşabildikleri her yeri yakıp yıktılar. Rastgele zu­lümler yapıldı. Kadınlar Emir’in önüne çıkarıldılar ve so­ğukkanlılıkla öldürüldüler. Kaçmaya çalışan 300 kadın ve çocuk yakalanıp öldürüldü. Şu olay, iğrenç barbarlığı göz önüne sermeye yetiyor. Patrik Mar Şamun’un yaşlı annesi onlar tarafından yakalandı. Üzerinde en iğrenç vahşeti uyguladıktan sonra vücudunu ikiye ayırıp Zab nehrine attılar, bir yandan bağırıyorlardı; “Git o uğursuz oğluna söyle, aynı yazgı onu da bekliyor. Yaklaşık 10 bin kişi katledildi. Çok sayıda kadın ve çocuk esir alındı ve bunların çoğu köle olarak satılmak ya da nüfuzlu Müslü­manlara armağan edilmek üzere Cizre’ye gönderildi. (Abraham Yohannan, Mezopotamyanın Kayıp Halkı Nasturiler, çev Meltem Deniz Beybun y. 2006, s 74-75)

[27] Mezopotamya Uygarlığında Süryani Halkı,Bethilbokörlag, Södertalje-Sweden 2008, s

[28] Austin Henry Layard, Ninova ve Kalıntıları, çev. Zafer Avşar, Avesta Y. 2000,s 135

[29] Gabrielle Yonan Asur Soykırımı, Unutulan Soykırım, Çev Erol Sever, Pencere Y. 1999, s 47-48

[30] Gabrielle Yonan Asur Soykırımı, Unutulan Soykırım, s44-45

[31] Ahmet Kardam  s 170-180

[32] Austin Henry Layard, Ninova ve Kalıntıları, çev. Zafer Avşar, Avesta Y. 2000,s 170-171

[33] Ahmet Kardam s 291

[34] 1838-1847 dönemine damgasını vu­ran Kürt Miri Han Mahmud 1866 yılında . Hakkârili Nurullah Bey ise 1861’de vefat etmiştir. Bedirhan Bey 1857’de affedilip Paşalık unvanı alımış, Cizreli Ezdin Şer Bey ise 1865’te affedilmiş, daha sonra o da Pa­şalık unvanı almıştır. Bu şekilde Han Mahmud gibi Kürt Mirlerinin ve­fatı ve diğerlerinin ise affedilip Osmanlı Ordusunun resmi yetkilileri haline gelmeleri ve bunun yanında 1847 direnişinin sonucu olarak ku­rulan Kürdistan Eyaletinin 1867’de Divarbekir Eyaletine çevrilmesi ile bu dönem resmen son bulmuştur.

[35] Abdurrezzak Bedirhan, Otobiyografya, s 22

[36] Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından, 342

[37] Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından, 342

[38] Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından,356

[39] Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından,356-357

[40] Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından,361-364

[41] Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından, ed. Ö.Andaç Uğurlu, çev E. Karahan-N. Uğurlu, Örgün Y.2010, s 451-452

[42] Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından,s 488

[43] Hans-Lukas Kiesr, Iskalanmış Barış, çev. Atilla Dirim, İletişim Y.2005, s 21-22