İkinci Bölüm

İçinden Geçtiğimiz Süreçte Dünyanın Yaşadığı Krizler

İçinden geçtiğimiz süreçte dünya dört farklı krizi birlikte yaşamaktadır.  Bunlar; 1-Ekonomik ve siyasi kriz, 2- Siyasi ve ekonomik işleyişin neoliberalizmden neomerkantilizme doğru evrilmesi, 3- Dünyanın başını ABD ve Çin’in çektiği iki kutuplu dünyaya dönüşme evresine girmesi ve bu kutupların dünyayı yeniden paylaşma mücadelesine girmeleri, 4. ise pozitivist siyasal gelişme paradigmasının iflasıdır. İlk üç madde geçmiş dönemlerde yaşanmış olgular olup, dördüncü olguysa ilk olarak yaşanmaktadır. Bu belirtilen tüm konular iç içe geçmiştir ve her biri diğerlerinin sonucunu etkileme potansiyeline sahiptir. Ekonomik ve siyasi kriz ile neoliberalizmden neomerkantilizme doğru evrilmeyi, siyasi ve ekonomik işleyiş bakımından neoliberalizmden neomerkantilizme doğru evirilme başlığı altında kısaca açıklayacağız.

1-Siyasi ve ekonomik işleyiş bakımından neoliberalizmden neomerkantilizme doğru evirilme

 Batı dünyası, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal devlet modeli uygulamıştır. Fakat ilerleyen zaman içinde bazı sorunlardan dolayı sosyal devlet modelini tasfiye etme arayışına giriştiler. Çünkü sosyal devlet politikaları, sermayenin kâr oranlarını düşürmüştü.[1] Diğer sorun ise, Bretton Woods Sistemi’n 1971 yılında çökmesinin yarattığı belirsizlikler ve artan sosyal harcamalarından kaynaklanan bütçe açıklarıdır. Birinci Petrol Şoku (1973-75) ve İkinci Petrol Şoku (1979-80) var olan bunalımı daha da derinleştirmiştir. İki petrol şoku, petrol ithal eden ülkelerde doğrudan, diğer ülkelerde dolaylı olarak stagflasyon [durgunluk içinde enflasyon] etkileri ortaya koymuştur. Bu ülkelerde büyüme performansı düşerken enflasyon ve işsizlik yükselmiştir. Söz konusu etkenlerin tetiklediği sermaye birikim bunalımı, sosyal devleti hem kuramsal olarak hem de uygulamaları bakımından yıpratarak yeni bir dönemi başlatmıştır. Egemen güçler, yaşanmakta olan bunalımın nedeninin sosyal devlet modeli olduğu görüşünü yaygınlaştırmışlardır. Bu görüşten hareketle, sosyal harcamalarda kesintilere gidilmiştir.  Böylece sosyal devlet modeli itibarsızlaştırılarak, liberal / bireyci içerikli neoliberal yeni bir söylemin öne çıkmasına yol açılmıştır. Bu söylem; çalışkan ve yetenekli insanların gelirlerinden alınan vergilerin işe yaramaz ve tembel insanlara aktarılmasının doğru ve dürüst olmadığı görüşünü öne sürmüştür. Bu görüş, bir müddet sonra, İngiltere’de Margaret Thatcher (1979) ve ABD’de Ronald Reagan (1981) tarafından hükümet politikası hâline dönüştürülecektir. Böylece 1980’den sonra kapitalist dünyanın siyasi ve ekonomik işleyişini belirleyen neoliberalizm politikaları olmuştur. Neoliberalizmin ekonomi hedefleri şöyle özetlenebilir; en düşük vergi oranı, en ucuz işgücü ve en az sosyal harcamalar. Yani devlet ve  kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ve devletin ekonomideki düzenlemelerine son verilmesi; sübvansiyonların sınırlandırılması ve sosyal harcamaların, yatırımların azaltılması yoluyla kamu harcamalarının azaltılması;  devletin hem faaliyet alanı hem de personel olarak küçülmesi; sabit döviz kurunun ortadan kaldırılması ve dalgalı kur sistemine geçilmesi; uluslararası piyasaların gelişebilmesi için küresel sermaye hareketlerinin dünya düzeyinde serbest bırakılması ve vergi oranlarında indirim yapılmasıdır.  Ticaretin, sanayinin ve ithalatın serbestleştirilmesi, çevre koruma standartlarının yumuşatılması ve esnek iş gücü piyasası gibi politikaları içerir.

2008 küresel finans krizi başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin ekonomilerini küçültmüştü. Bu yüzden siyasi ve ekonomik elitler, neomerkantilizmi gündemlerine almışlardır. Çünkü 2008 küresel finans krizi, uluslararası ticaretin, üretimin ve istihdamın azalmasına neden olmuştur.  Bu gelişmelerden ötürü, birçok ülke çıkarlarını korumak için, dış ticaret politikasında GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması 1948-1995) ve devamı olan WTO (Dünya Ticaret Örgütü) gibi devletlerin taraf olduğu liberal anlaşmalardan dolayı korumacılık politikaları değil, ama yeni korumacılık ya da tarife dışı engeller politikaları uygulamaya başlamışlardır. Böylece siyasi ve ekonomik işleyiş bakımından neoliberalizmden neomerkantilizme doğru evirilme sürecine girildi. Neomerkantilist politikaların gereği olarak, başta ABD olmak üzere birçok gelişmiş ülke yurt dışında bulunan sanayi kuruluşlarını yeniden kendi ülkelerine çekmek için birtakım politika, teşvik ve sübvansiyonlar uygulamaktadırlar. Küresel finans krizinin ardından yurt dışına çıkan sanayi kuruluşlarını tekrar kendi ülkelerine getirmek için önlemler almaya başlamışlardır. İmalat, malzeme makineleri, iletişim, bilişim, yazılım gibi yüksek katma değeri yaratan işlere gerekli destek verilmektedir. Bu destek tarife dışı engelleri ve ülkelerin döviz kuru rezervlerini kendi çıkarları doğrultusunda devalüe etmeleri politikalarıyla verilmiştir. Bu politikaların hedefi ihracatı artırmak ve ithalatı azaltmak olup, bu da ticaret savaşlarından başka bir şey değildir. Sonuç olarak, neomerkantilizmin özelliklerini şöyle özetleyebiliriz: ekonomik siyaseti; korumacı, dış siyaseti; yayılmacı, iç siyaseti de güçlü bir merkezi ve ulusal devleti oluşturmadır.

  1. ABD ve Çin Arasında Dünyanın Hegemon Gücü Olma Mücadelesi, Dünyayı İki Kutuplu Bir Dünyaya doğru Eviriyor.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra SSCB’nin uluslararası siyasi sahnede rakip bir güç konumuna gelmesi ile bu durum “Doğu-Batı kutuplaşması” olarak belirdi. Bu rakip güçlerin başını çeken ABD ile SSCB askeri alanda üstünlük sağlamak amacıyla yarış halindeydiler. Savaş sonrasında ABD’nin hedeflediği dünya düzenlenmesi, SSCB ile uzlaşma mecburiyetinden dolayı sınırlı kaldı. Bununla birlikte kapitalist dünya, ABD liderliğinde tek kutupluydu. Bu dönemde, dünya kapsamında kapitalist ekonomik düzenin sağlanmasında kurum ve kuralları ABD şekillendiriyordu. ABD, SSCB’nin çöküşü ile askeri üstünlüğü ele geçirmişti. Ancak SSCB’nin çöküşünden sonra kısa bir zaman içinde Çin büyük gelişmeler göstererek, dünyanın ikinci büyük ekonomik güç düzeyine yükselmiştir. Tek partili sisteme dayalı Çin devlet-kapitalizmi, Çin Komünist Partisi bürokrasisi tarafından ve merkantilist sistemle yönetilmektedir. Günümüzde başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist devletlerin merkantilizme yönelmelerinin nedeni ekonomik ve siyasi krizlerini aşmak ve Çin ile olan hegemonya mücadelesidir. Bu mücadele aslında ABD ile Çin arasındaki kapitalist dünyanın hegemonu olma yarışıdır.  ABD ile Çin arasındaki mücadele, geçmişteki ABD ile SSCB arasındaki mücadeleden çok daha zorlu ve çetin olacaktır. Çünkü ABD ile SSCB arasındaki mücadele askeri üstünlüğü ele geçirme yarışı iken, ABD ile Çin arasındaki mücadele ekonomik üstünlüğü ele geçirme yarışıdır. Yani kapitalist ekonomik düzenin kurum ve kurallarını belirleme gücünü ele geçirme yarışıdır. Başka deyişle kapitalist dünyanın hegemon gücü olma mücadelesidir. Bu nedenle içinden geçtiğimiz süreçte, ABD, Çin’i hegemonya yarışında geriletmek ve belirli düzeyde tutmak için, ekonomik, siyasi, diplomasi ve askeri bakımından Çin’i kuşatmaya yönelik hummalı bir hareket içindedir.

Bu gelişmelerden ötürü, hali hazırda dünya düzeyinde siyasi, ekonomik, askeri ve sosyal alanda istikrarsız bir durum ve kriz yaşanmaktadır.  Bu küresel krizlerin bir nedeni de, neoliberalizm sisteminin bir bütün olarak itibarının, meşruiyetinin aşınmasıdır. Açıkçası neoliberal siyaset, neoliberal ekonomi ve neoliberal devlet uygulamaları meşruiyetini yitirme sürecine girmiş ve bu nedenle liberal demokrasi de aksamaya başlamıştır. Onun içindir ki, Atlantik’in her iki yakasında da popülizm ya da otoriter, faşizm akımları, liberal demokrasileri tehdit edecek kadar boyutlanmaktadır. Liberal demokrasileri asıl tehdit eden, Batılı küresel güçlerin siyasal, ekonomik ve askeri elitlerinin bu hegemonya mücadelesinde üstünlüğü ele geçirebilmek için merkantilist politika ve ekonomiyi hayata geçirmeye yönelmeleridir.

Bazı yazarlar, dünyanın bu kaotik durumunun süreç içinde çok kutuplu bir dünyaya yol açacağını ileri sürmektedir. Bu metin, 21. yüzyılın bir yandan ABD ve müttefiklerinin ve diğer yandan Çin ve müttefiklerinin etkin olduğu iki kutuplu bir dünyaya doğru evrildiğini ileri sürmektedir. Evet, hem Rusya hem de AB (özellikle Fransa ve Almanya), iki kutuplu bir dünyada çıkarlarını algılamıyor ve bunu engellemeye çalışıyorlar. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana ilk kez, Avrupa, Rusya’nın Ukrayna’yı işgale kalkışmasıyla Avrupa’daki toprak sınırlarını değiştirmeyi amaçlayan bir askeri savaş yaşıyor. Bu savaş, kaçınılmaz olarak Avrupa Birliği’ne üye olan ülkeleri, güvenlik politikalarını yeniden değerlendirmeye yöneltti. Bu da yeni güvenlik politikaları ihtiyacından dolayı, askeri alanlara periyodik olarak daha büyük bütçeler ayırmanın nedeni olmuştur. Bu gelişmeler, iki kutuplu bir dünyaya doğru evirilmeyi tetikleyen önemli etkenlerden biridir. Ayrıca, siyasi ve ekonomik verilerin ibresi, çok kutuplu dünyaya değil, iki kutuplu dünyaya yöneliktir. Çünkü ABD ve Çin’in GSH, kendilerini izleyen ülkeleri fersah fersah aşıyor. Onun için Çin’de ABD gibi çıkarı gereği iki kutuplu dünyadan yanadır. Yalnızca Çin’in, askeri altyapısını ve küresel ekonomik ağını daha da geliştirmeye ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç ABD ve müttefiklerinden ziyade, kendi müttefiklerinin üzerinde hegemonyasını kurmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. Bu koşulları oluşturmayana kadar ABD hegemonyasına meydan okumayacaktır. Ancak öyle ya da böyle 21. yüzyılın siyasi, ekonomik ve askeri meseleleri yavaş yavaş iki kutuplu bir dünyaya doğru evriliyor.

3- Batı Dünyasının Pozitivist Siyaset Teorisinin Gelişim Paradigmasının (Az gelişmiş ve Gelişmekte Olan Devletlerin Siyasi İstikrarın Öncelliği Görüşünün) Çöküşü

Dünyanın bu kaotik durumu, özellikle Rusya’nın Ukrayna’yı işgale kalkışması, İsrail-Filistin Savaşı ile birlikte çok daha şiddetli bir hale gelmiştir. Küresel siyasi ve ekonomik meseleler daha fazla çatışma ve bölünmeye doğru ilerliyor. ABD ile Çin arasında küresel hegemonik mücadeleler ve bundan kaynaklanan gerilim her geçen gün keskinleşiyor. Küresel hegemonik rekabet, bir süredir neoliberalizme bir tepki olarak dünya çapında gelişen popülizmin yükselişiyle birlikte dünyanın siyasi, ekonomik ve toplumsal sorunları daha çetrefilli bir hale gelmiştir. Günümüzde küresel güçler de dâhil olmak üzere devletlerin siyasi ve ekonomik uygulamaları, neo-merkantilizme doğru kaymaktadır. Ticaret savaşları, bölgeselleşme ve popülizm, Covid-19 salgınının ortaya çıkması, Rusya-Ukrayna ve İsrail-Filistin savaşlarıyla daha da yoğunlaştı ve çeşitlendi. Bununla birlikte günümüzde ulusal ve uluslararası çatışmaların çoğu ulusal ve etnik sorunlardan kaynaklanmakta ve küresel güçler de bu sorunları kendi hegemonik çıkarları açısından yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Yaşanan Rusya-Ukrayna, İsrail-Filistin savaşları bunun örnekleridir. Yukarıda bahsi geçen küresel krizler ve hegemonik mücadeleler, Ortadoğu ve dolayısıyla Kürd, Filistin, Beluç, Azeri gibi baskı altında olan ulusların ve etnik kimliklerin geleceği üzerinde kaçınılmaz olarak ciddi etkilere yol açacaktır. Mevcut küresel siyasi gelişmeleri ve bu gelişmelerin ulusal ve etnik sorunlar ile dinamik ilişkilerini anlamak için, 20’inci yüzyılda Batı siyasi düşüncesinde etkin olan siyasi gelişme paradigmasının değişen anlamlarını ve BM resmî belgelerinde kendi kaderini tayin hakkı konularını kısaca değerlendirmek gerekir. Örneğin: ABD ile NATO’nun siyasal yönelimlerini, Afganistan’dan çekilişi gibi durumları açıklayabilme açısından Batı dünyasına egemen olan siyasal gelişme paradigmasının çöküşünü gözden geçirmek gerekir.

19. yüzyıldan bu yana, çoğunlukla pozitivizm ve pozitivist siyasetin egemen olduğu Batı siyasi düşüncesi, İkinci Dünya Savaşı’na kadar, anayasa hukuku paralelinde bir “devlet bilimi” araştırma ve analizleriyle ilgilidir. Bu araştırma ve analizler de sadece Batılı toplumlarıyla ilgiliydi. “Hür Dünya” olarak tanımlanan Batı toplumlarının egemen siyasal rejimi liberal-demokrasidir. Liberal demokrasiyi; egemenliğin kaynağını ulusa indirgemiş, sanayileşme ve adil gelir dağılımını sağlamış, eğitim ve sağlık durumunu iyileştirmiş, şehirleşmişlik ve diğer toplumsal-kültürel gelişmelerle uyumluluğunu ve bütünselliğini sağlamış bir modern toplum biçimi olarak tanımladılar. Ancak 20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, siyaset bilimi, özellikle Asya, Latin Amerika ve Afrika kıtasındaki sömürge ülkelerin kurtuluşuyla dikkatini yavaş yavaş Batı dışı dünyaya kaydırdı. Dönemin başat siyasi düşüncesi, az gelişmiş ve gelişmekte olan dünyanın geri kalanının modernleşme ve yavaş yavaş liberal demokrasiler kurma yolunda Batı siyasi sisteminin ayak izlerini takip edeceği yönündeydi. Ancak Batı dünyasının toplumsal-siyasal örgütlenme biçimini idealleştirmesi, değer yargısıyla donanmış bir siyasal gelişme kavramıdır. Bu nedenle Batı dünyasının dışında kalan ülkelerdeki değişim süreçlerini incelerken başvurulan siyasal gelişme paradigması, zaman içinde değişmiştir.

1965’ten itibaren Samuel P. Huntington, Jorge İ. Dominguez gibi yazarlar, siyasal gelişme paradigmasının ya da kavramının, Batı dünyasının değerleriyle yüklü olduğunu, bu nedenle de “etnosantrik” bir nitelik taşıdığını, oysa bilimsel incelemelerde olması gerekenin (değerleri) değil, olanı (olguyu) açıklamak olduğuna yönelik eleştirilerin sonucunda değişime uğramıştır. Huntington’un, “Siyasal Gelişme ve Siyasal Bozulma[2] adlı yazısından sonra, Batı dünyasının dışında kalan toplumlardaki değişimin, önceden belirlenmiş bir liberal- demokrasi idealine doğru dönüşeceği biçiminde değil de her toplumun kendi özgül toplumsal ve tarihsel ortamı içinde açıklanması gerektiği üzerinde durulmuştur.  Başlangıçta, sömürge devletlerin, bağımlı devletlerin ulus- devletler olarak ortaya çıkması ve bu ulus-devletlerin nasıl liberal-demokratik sisteme evirilebilecekleri fikrinin yönlendirdiği incelemelerdir. Bu incelemeler, 1960’ların sonlarına doğru, bilim adamlarının kendi değer yargılarını sosyal bilim araştırmalarına yansıttıkları eleştirisine uğramış ve bunun yapılmaması gerektiği, çünkü amacın olguyu (olanı) açıklamak olduğu söylenmiştir. 1950’lerin sonlarında Lipset’in tanınmış yapıtı Siyasal İnsan’ da[3]  demokratik düzenin koşullarını araştırması; 1960’ların ortalarında Apter’in yapıtında[4] azgelişmiş ülkeleri, sonunda liberal-demokrasiye geçecek ülkeler olarak nitelendirmesi, Batı dünyasının dışında kalan toplumları açıklayabilmekten uzak girişimler olarak kabul edilmiştir.  Bu eleştiri süreci, Huntington’un belirttiği çerçevede yürütülmesiyle sonuçlanmış gibi görünmektedir. Huntington’a göre, azgelişmiş ve gelişmekte olan devletlerdeki kurumsallaşma düzeyi siyasal katılımı karşılamakta yetersiz kaldığından ötürü, siyasal düzenin yıkılışını hazırladığı ve bu süreç içinde söz konusu ülkelerde “practorian” yani askeri ve/veya tek-parti diktatörlüğü biçiminde görülen demokratik olmayan siyasal yapılar ortaya çıktığı biçiminde özetlenebilir.[5]

Burada tespit edilen önemli özellik, liberal-demokrasiyi idealleştiren önceki teorik teşebbüslerin değer yüklü olduklarından ötürü açıklayıcılıktan uzak olmalarına karşılık, Huntington’un kavramlaştırmasının ise açıklayıcı olduğu düşüncesidir. Huntington’un teorisinden sonra, Batı dünyasının liberal demokratik rejiminin temel değer ve kurumlarını, bu değer ve kurumların oluşmasını sağlayan geleneklere sahip olmayan toplumlara empoze etmenin gerçekçi olmayan, değer yüklü bir yaklaşım olduğu kabul edildi.  Siyaset biliminin temel amacı, Batı dışı dünyadaki siyasi gelişmeyi anlamak için bu toplumların ampirik gerçeklerini ampirik veriler ve gözlemlerle açıklamaktır. Böylece bu bakış açısı modernleşme ve batı dünyasıyla bütünleşmeye yönelik ‘istikrar’ kavramını giderek önceliklendirmiştir. Bu nedenle Batılı siyasi zihniyet, askeri ya da tek parti yönetimini yani otoriter rejimlerini, Batı dışı dünyanın modernleşmesi için gerekli veya kaçınılmaz bir süreç olarak değerlendirmeye başlamıştır. Günümüze kadar Batılı siyasi güçler, diğer bölgelerle ilişkileri açısından “istikrar” politikasını izlediler.  Batılı siyasi güçler; dünya ekonomik/siyasi düzenini tehdit etmediği sürece, BM ile ilgili sözleşmelerin, tüzüklerin korunması ve garanti altına alınması yoluyla demokratik olmayan devletlerin baskıcı politikalarını, insan haklarını kötüye kullanmalarını, etnik temizliklerini -BM tarafından tanınan siyasi sınırları içinde sürdürmeleri şartıyla- sessiz kalmıştır. Demokratik olmayan devletlerin bu politikaları, kendi siyasi bölgelerinde göreceli istikrarı korumayı başardıkları sürece tolere edildi. Bu metnin ana tezlerinden biri, istikrar kavramının artık batılı güçlerin diğer bölgelerle ilişkilerinde ana politikası olmayacağıdır. Günümüzün büyüyen küresel hegemonik mücadeleleri, istikrar siyasetinin Batılı küresel güçler ile diğer bölgeler arasındaki ilişkileri belirleme ya da tanımlama etkisini giderek zayıflatacaktır. Hem Afganistan hem de Irak’taki tecrübe, sadece demokrasinin değil, istikrarın bile mümkün olmadığını açıkça göstermiştir. Mevcut devlet sınırlarının “kutsallığı” artık mutlak olmayacak ve küresel siyasi hegemonik mücadelelere bağlı olarak içinden geçtiğimiz süreçte devletlerin sınırlarının parçalanması mümkün olacaktır. Örneğin: Rusya, Ukrayna’nın doğusunda 2014’teki şiddetli çatışmaların ardından kurulan Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını 21 Şubat 2022 de tanımıştı. 30. 09. 2022 tarihinde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Rus ordusunun Ukrayna’da işgal ettiği Herson ve Zaporijya bölgelerinin bağımsızlığını tanıyan kararnameleri imzaladı. Ardından da Kırım “bağımsız halk cumhuriyeti” Rusya tarafından ilhak edildi. Böylece BM’nin “ülkenin bütünlüğü ilkesi”, BM’nin kurucularından ve veto hakkına sahip üyesi olan Rusya tarafından ortadan kaldırmıştır. Sonuç olarak, Batı dünyasının “İstikrar siyaseti” ve BM’nin ”ülkenin bütünlüğü ilkesi” ile ilgili gelişmeleri, ezilen-ulusların, ulusal-demokratik programı üzerinde yükselen siyasi öznelerin ve aktörlerin ulusal politikalarını geliştirirken üzerinde dikkatle düşünmeleri gereken bir konudur.

2- Birleşmiş Milletler Belgelerinde Kendi Kaderini Tayin Hakkı

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı; her ulusun egemen olması yani yasa yapma, bozma ve uygulama yetkisine sahip olmasıdır. Ancak egemen olan bir ulus; kendi siyasal statüsünü serbestçe belirleyebilir, ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmesini özgürce sürdürebilir. Bu hakkın gerçekleşebilmesi için, sömürgeci ya da ezen ulus-devletinin negatif bir tutum göstermesi, müdahaleden vazgeçmesi gerekir. Bu hakkın modern uluslararası hukukta düzenlenmesi de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürge halkların sömürgeci devletlere karşı sürdürülen anti-sömürgeci mücadeleleri sayesinde olmuştur.

10 Aralık 1948’de kabul edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirisi’nde kendi kaderini tayin hakkında bir hüküm yoktur. Birleşmiş Milletler kendi kaderini tayin hakkını, ayrı sözleşme, bildiri ve kararlarla düzenlemiştir. 16 Aralık 1966 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (ESKHS) ile Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin (MSHS) – her iki sözleşmeyi birden kaynak olarak göstermeye “İkiz Sözleşmeler” denilmektedir Her iki sözleşmenin birinci maddeside halkların kendi kaderini tayin hakkını açık biçimde düzenlemiş ve güvence altına almıştır. Söz konusu iki sözleşmenin birinci maddesi şöyledir:

“1. Bütün halklar kendi kaderini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir, ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.

2. Bütün halklar, kendi amaçları doğrultusunda, karşılıklı yarar ilkesine dayanan uluslararası ekonomik iş birliğinden ve uluslararası hukuktan doğan herhangi bir yükümlülüğe halel gelmeksizin, kendi doğal zenginlik ve kaynaklarından özgürce yararlanabilirler. Bir halk hiçbir durumda kendi varlığını sürdürmesi için gerekli kaynaklardan yoksun bırakılamaz.

3. Kendi Kendini Yönetemeyen ve Vesayet Altında bulunan ülkeleri yönetmek sorumluluğunu taşıyan Devletler dâhil olmak üzere, bu Sözleşmeye Taraf Devletler, Birleşmiş Milletler Şartı’nın hükümlerine uygun olarak kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesini kolaylaştıracaklar ve bu hakka saygı göstereceklerdir.”[6]

Bu maddede hakkın öznesini “tüm halklar” olarak belirtmekle birlikte, bu halkların kimler olduğunu açıklamamaktadır. Maddede geçen tüm halklar sözü sadece daha dar anlamlı “sömürge halklar” kavramını mı ya da daha geniş anlamlı bir kavramı mı ifade etmektedir? Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin Hazırlık Çalışmaları’na bakıldığında, maddede yer alan “tüm halklar” teriminin bilinçli bir tercihin ürünü olduğu görülmektedir. Hazırlık Çalışmaları’nda açıkça belirtildiği gibi, “tüm halklar” terimi yalnızca, Birleşmiş Milletler belgelerinde açıkça kullanılan sömürgeleri ve yabancı işgalindeki ya da egemenliği altındaki halkları değil, bağımsız devletlerdeki ırkçı rejime maruz kalan halkları da kapsamaktadır. Böylece, dünyadaki belirli devletler, halklar veya bir bölge ile sınırlı olmayan evrensel bir hak olarak ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte Birleşmiş Milletler belgelerinde deniz aşırı olmayan sınırdaş olan sömürgelere başka deyişle sınırdaş olan ezilen uluslara, “ülkenin bütünlüğü ilkesi” gereği olarak kendi kaderini tayin hakkını tanımamış ve bu ezilen ulusları ilgili devletin bir azınlık grubu saymıştır. Örneğin: 2003’te ABD ile Irak arasında çıkan savaşın sonucunda, Irak devleti yenilmiş ve devlet olmanın tüm özelliklerini yitirmişti ve Kürdistan’ın güney parçası üzerindeki işgali tamamen ortadan kalkmıştı. Buna karşın Kürdistan ulusal güçleri, kendi coğrafyası üzerinde bir ulus-devlet oluşturma imkânını sağlayabilen bir federe devlet örgütüne ve gücüne sahipti. Artık ismi olan, cismi olmayan Irak devletinin, Kürd ulusunun devletleşmesine engel olacak bir kudreti yoktu ve halen de yoktur. Kürd ulusunun devletleşmesine “ülkenin bütünlüğü ilkesi” gerekçesiyle ısrarlı bir şekilde karşı çıkan ve “federal ilkeler” çerçevesinde yeniden kurulacak Irak devleti içinde kalmasına mecbur eden güç, başta ABD olmak üzere dünyanın küresel güçleridir. Demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları zihniyetinden yoksun olan Irak Arap toplumunu temsil eden Irak federal yönetiminin daimi Şii iktidarı, o günden bugüne sürekli olarak siyasi istikrarsızlık, yoksulluk, yolsuzluk politikaları üretmekte ve Kürdistan Bölgesel Hükümetinin, etnik grupların anayasal haklarını periyodik olarak ortadan kaldırmaktadır. Böylece Irak genelinde çatışmalar ve çatlamalar daha da derinleşmektedir. Bu örneğe benzer birçok farklı örnekler vardır.

Hazırlık Çalışmaları döneminde “halk” kavramının, değişik etnik, dilsel, dinsel ve benzeri grupları içine alacak şekilde genişletilmesine yönelik öneri, azınlıkların da kaderini tayin hakkının sahibi (öznesi) olmasını sağlayacağından ötürü reddedilmiştir. Herhangi bir karışıklığa yol vermemek için, maddede geçen “halklar” kavramının azınlıkları kapsamadığı ayrıca düzenlenmiştir. Sovyetler Birliği’nin İnsan Hakları Komisyonuna verdiği, azınlıkların da kendi kaderini tayin hakkı olması gerektiğine dair önerisi kabul görmemiştir. Netice olarak, azınlık hakları Medeni ve Sosyal Haklar Sözleşmesi’nin 27. maddesinde ifade edilmiştir. Şöyle ki: “Etnik, dinsel ya da dilsel azınlıkların bulunduğu devletlerde bu azınlıklara mensup kişilerin, kendi gruplarının diğer üyeleri ile birlikte kendi kültürlerini yaşama, kendi dinlerini açıklama ve uygulama ya da kendi dillerini kullanma hakları engellenemez.”[7]Aslında egemen durumunda olan uluslar da etnik ya da azınlıklar olarak tanımlanan gruplar kadar etniktirler. Ancak devlet aygıtına sahip olduklarından kendilerini ulus olarak tanımlarlar.[8] Smith’e göre, etnik kimlik insanın doğuştan edindiği bir nitelik değil, tarihi ve sembolik-kültürel olarak edindiği bir niteliktir. “Anadolu’daki Türkler 1900’den önce ayrı -yani hâkim Osmanlı veya kuşatıcı İslamcı kimliklerden ayrı- bir “Türk” kimliğinin pek ayırdında olmadıkları gibi, köy ya da bölge olarak yerel hısımlık kimlikler çoğu zaman daha büyük önem taşımaktaydı.”[9] Yani 1900’e kadar Türkler, ulusal kimliğinin farkında değildi. Bu metine göre de etnik kimlik, bir tarihsel- toplumsal inşadır. Yine bu metine göre, ulus toplumları etnik toplumlardan ayıran egemenlik yetkisidir. Egemenlik yetkisine yani yasa yapma/bozma ve uygulama yetkisine, başka bir deyişle devlet aygıtına sahip olan etnik toplumlar, kendilerini ulus olarak tanımlarlar. Egemenlik yetkisine sahip olmayan toplumları da etnik ya da azınlık toplumlar olarak tanımlarlar. Örneğin, “Çekoslovakya’nın nüfusunun üçte birini oluşturan Slovaklar aslında “halk” veya “ulus” olarak nitelenebilecekken, ancak azınlık olarak görülebilmişlerdi. Öyle ki, bugün Slovaklar bağımsız Slovakya sınırları içinde yaşamaktadırlar.”[10] Onun için günümüzde ulus denilince hemen ulus-devlet anımsanır. Çünkü egemenlik yetkisini kullanabilmek, bağımsız bir devlet aygıtı gerektirir. Egemenlik yetkisine sahip olmayan etnik grupların birçoğu, aslında baskı altında olan uluslardır. Başka bir deyimle kendi kaderini tayin edemeyen başka ulus-devlet tarafından işgal ve ilhak edilen ezilen-uluslardır.

Değerlendirme

Yukarıda belirtildiği gibi günümüzde dünya aynı anda dört krizi birlikte yaşamaktadır. Dünya ilk üç krizi daha önce 19. ve 20. yüzyıllar boyunca yaşamıştı. Ancak pozitivist siyasal gelişme paradigmasının iflası, yani az gelişmiş ve gelişmekte olan devletlerin siyasi istikrarın öncelliği görüşünün çöküşü, merkez-çevre ilişkileri, küresel hegemonik, bölgesel ve yerel güçler ile devlet dışı siyasi özneler arasındaki ilişkiler üzerindeki etkisi açısından çok önemli olan yeni bir olgudur. Önümüzdeki iki kutuplu dünyaya geçiş sürecinde bölgesel ve yerel güçler ulusal çıkarlarına göre bu kutuplaşmada yer alacaklar ve kendilerini yeni fırsatlara ve zorluklara karşı hazırlayacaklardır. İşte böyle geçiş dönemlerde Kürtler, Beluçlar gibi ezilen uluslar, etnik topluluklar da kendilerini özgürleştirme ve egemenlik haklarını ele geçirme fırsatlarına sahip olacaklardır. Aynı zamanda böyle kaotik ve geçici dönemlerde, ezilen uluslar ve etnik topluluklar tam bir imha ve soykırım tehlikesiyle de da karşı karşıyadır. Ermeni soykırımı, Osmanlı yönetiminin en azından 19. yüzyıldan beri Ermeni toplumunun üzerinde yaptıkları baskı ve zulümlere rağmen, ancak 1. Dünya Savaşı sürecinde gerçekleşti. Naziler İkinci Dünya Savaşı sürecinde Yahudi soykırımı yaptılar. Güney Kürdistan Enfal (Halepçe ve başka yerlerde) soykırımı, Irak’ın 1970’lerden beri Kürd ulusu üzerinde yaptıkları zulüm ve katliamlara rağmen, ancak İran-Irak Savaşı sürecinde (1980-1988) gerçekleşti.

BM, AB, G7 ve onun varyasyonları gibi çokuluslu kurumlar kaçınılmaz olarak bu yeni dönemin şartlarına göre ya evrilecekler ya da uyum sağlayamadıkları durumda etkinliklerini kaybederek dağılacaklardır. Yaklaşan bu yeni kaotik dönemde çokuluslu yönetim organı olarak BM’in potansiyel değişikliklerinden biri, BM’in mevcut devlet üyelerinin “ülkenin bütünlüğü ilkesi” yani toprak bütünlüğüne yaptığı vurgunun etkisini yitirme durumudur. Bu nedenle, baskı altında olan farklı kültürel kimliklerin ve ulusların özgürlük ve egemenlik perspektifinden, BM’nin farklı kültürel kimlikleri ve ezilen-ulusları baskıcı rejimlerin sıkı kontrolü altında tutmadaki rolüne odaklanmak çok önemlidir.

Newroza we pîroz be!

                                                                                             Diyarbekir/19.02.2024

 

[1] ABD’de 1961-65 döneminde yüzde 14,1 seviyesinde olan vergi öncesi kâr oranı, 1966-70 döneminde yüzde 12,9 ve 1970 yılında yüzde 9,1 seviyesine gerilemiştir. Benzer bir durum İngiltere’de yaşanmıştır. Bu ülkenin vergi öncesi kâr oranı, 1960-64 döneminde yüzde 13,0 seviyesinde iken 1965-69 döneminde yüzde 11,7 ve 1970 yılında yüzde 9,7 seviyesine düşmüştür (Kara, Uğur, Sosyal Devletin Yükselişi ve Düşüşü, Adana: Karahan Kitabevi. 2015: 99-100).

[2]Samuel P. Huntington, “Siyasal Gelişme ve Siyasal Bozulma”, çev. E. Özbudun, AÜHFD, Cilt 22-23, Sayı 1-4  (Ankara 1965-66)

[3]Seymour Martin Lipset, Siyasal İnsan, çev. Mete Tuncay (Ankara: Teori 1985)

[4]David E. Apter, The Politices of Modernization (Chicago: U. Of Chicago 1969), aktaran, Köker, İki Farklı Siyaset, s.51

[5]Köker, levent, İki Farklı Siyaset, Dipnot Y. 2008, Ankara, s. 48-52

[6] Akbulut, Olgun, Barış İçinde Birlikte yaşamanın Hukuk Zemini, XII Levha Y. 2008, İstanbul s. 262-263

[7]İnanç, Zeri, Uluslararası Belgelerde Azınlık Hakları, Ütopya Y. 2004, Ankara

[8]Kalaycı, Hüseyin, Ulus-Devletlerin Başağrısı Ayrılıkçılık, Liberte Y. 2010, Ankara, s.127-128, Smith, Anthony, Ulusların Etnik Kökeni, çevirenler, Sonay Bayramoğlu, Hülya Kendir, Dost Y. 2002, İstanbul, s. 45

[9]Smith, Anthony, Milli Kimlik, çeviren, Bahadır Sina Şener, İletişim Y. 2009, İstanbul s. 41-42

[10]Akbulut, age, s. 288