Giriş

18. Yüzyıldan günümüze kadar gelen süreçte, modern çağın toplumsal-siyasal mücadelelerinin başat sorunları şu şekilde özetlenebilir. 18. yüzyılda, burjuva sınıfının öncülüğünde mutlak monarşiye karşı liberal demokrasi için yürütülen mücadeleler sayesinde bazı demokratik haklar ve özgürlükler ele geçirilmiş ve burjuva sınıfı devlet iktidarına ortak olmuştur. 19. yüzyılda işçi sınıfı ile emekçi kesimlerin burjuva sınıfına ve devlette karşı yürüttükleri sınıfsal mücadeleleri sayesinde sosyo-ekonomik ve demokratik alanda küçümsenmeyecek düzeyde haklar elde edilmiştir. 20. yüzyılda küresel güçler arasında iki paylaşım savaşı, Sovyet Devrimi ve Varşova Paktı ile NATO arasında Soğuk Savaş yaşanmış, ancak 20. yüzyılın sonlarına doğru SSCB, Varşova Paktı yıkılmış ve böylece piyasa kapitalizmi ve devlet kapitalizmi olarak kapitalizm, dünyanın üretim biçimine dönüşmüştür. Yine 20. yüzyılın ikinci yarısından bugüne doğru anti-sömürgeci kurtuluş mücadeleleri, Batı dünyasında sosyal devlet, ardından neoliberal politikaların egemen olduğu bir süreç yaşanmıştır. Yaşanan anti-sömürgeci mücadelelerle, sömürgeci devletlerle sınırdaş olmayan sömürgeler bağımsız devlete dönüşmekle birlikte, sınırdaş olan sömürgelerin sömürge statüsü devam etmektedir. Günümüzde ise, neoliberalizmin neomerkantilizme doğru evrilmesiyle küresel güçler arasında hegemonya mücadelesi ve sömürge ülkelerin ya da ezilen-ulusların kurtuluş mücadeleleri yaşanmaktadır.

Bu metin, iki konuyu analiz etme gayretindedir. Birincisi günümüzde anti sömürgeci (ezilen-ulusun) kurtuluş mücadelesini örgütleyecek ve yönlendirecek öğretisi olarak ulusal-demokratik programı, aşağıda açıklanacağı üzere devletin öğeleri çerçevesinde analiz etmektir. Ulusal-demokratik programın muhatabı ezilen-ulusların bağımsızlık mücadelesi olup, şöyle tanımlanabilir: siyasal hedefi, ulusun egemenlik yetkisini ele geçirmesini,  demokratik hedefi ise ulusun egemen olduğu coğrafyasında demokratik haklar, özgürlükler ve geniş anlamıyla insan haklarını yaşama geçirmesidir. İkincisi, ulusal-demokratik programın çerçevesi dâhilinde Konsensüs demokrasisi ve özellikle Bosna-Hersek Federal Konsensüs Demokrasi modelini analiz etmektir.  Bu metin, analizini, dört bölüm halinde yapacaktır.  Bu bölümler; 1) ulus-devlet kavramının tanımı, 2) içinden geçtiğimiz süreçte dünyanın yaşadığı krizleri, 3) ulusal-demokratik programın teorik-pratik faaliyeti pozitivist siyaset üzerinde değil, amaçlı siyaset üzerinde yükselmelidir 4) Konsensüs Demokrasisi ve Bosna -Hersek Federal Konsensüs Demokrasi modelidir.

  O zaman ulus-devlet kavramına bakalım.

Birinci Bölüm

Ulus-Devlet Kavramının tanımı

Ulus-devlet konusunda birçok tanım yapılmıştır ve yapılmaya da devam edilmektedir. Bu metin, ulus-devleti sabit, değişmez, olmazsa olmaz öğelerin ve değişebilen özelliklerin bütünselliğinin oluşturduğu bir siyasi örgütlenme sistemi olarak analiz edecektir.  Böylece devlet öğelerinin oluşturduğu örgütlenmeye ulus örgütlenme ya da ulusal toplum örgütlenme, devlet özelliklerinin oluşturduğu örgütlenmeyi de idari örgütlenme olarak tanımlayıp ve bir bütünsellik halinde olan bu iki örgütlenmenin arasında ayrım çizgilerini çekerek analiz edeceğiz. Burada siyasi yapı, aygıt vb. bir kavramı değil de siyasi örgütlenme kavramını tercih etmemizin nedeni şudur: İnsanın siyasal-toplumsal faaliyeti bakımından örgütlenme kavramı; bir sistemi oluşturmak, değiştirmek, geliştirmek ya da yıkmak üzere teori-pratik faaliyetlerin bütünselliğini içeren bir kolektivitedir, bir ortaklaşmadır. Bu özelliklerinden ötürü, siyasal-toplumsal örgütlenme diğer kolektivite türlerinden farklıdır.  İşte ulus-devlet örgütlenmesi birçok örgütlenmeleri kapsayan en üstün iktidar örgütlenmesidir. Elbette ulus-devlet modern çağın bir siyasal örgütlenmesi olarak modern devlettir. Ayrıca ulus-devlet ikilemini bir birliktelik olarak değil, bir bütünsellik kavramından hareket ederek analiz edeceğiz. Bütünsellik,  birliktelik halinin eksiksiz tamamlanmış durumudur.  Bu nedenle ulus-devlet ikilemi yerine ulus-devlet özdeşliği kavramı kullanılabilir. O zaman ulus-devlet kavramına daha yakından bakalım.

Devletin Üç Ögesi

Devlet tanımlarının içinde en çok benimseneni Georg Jellinek’in “üç unsur teorisi”dir. Jellinek’in ilk baskısı 1900 yılında yayınlanan Allgemeine Staatslehre adlı eserinde devleti, “egemenlik gücüyle aslen donatılmış, belirli bir toprak parçası üzerinde yerleşik bir millet birliği”[1] olarak tanımlamıştır.  Demek ki, “üç unsur teori”sine göre, devlet; belirli bir insan topluluğu, belirli bir coğrafya ve egemenlik unsurların bir araya gelmesiyle oluşmuş bir siyasal örgütlenmedir. Tarihi süreç içinde ve yaygın görüşe göre, üç devlet tipi ortaya çıkmıştır. Bunlar; kent-devlet,  feodal-devlet ve ulus-devlet tipleridir.  Bunlara Asyatik toplumlardaki despotik devlet tipini de ekleyebiliriz.  Her devlet tipinin gücü, öncelikleri, görevleri farklıdır. Ancak ulus-devleti diğer devlet tiplerinden ayıran temel nitelik, iktidarı egemenlik kavramıyla tanımlamasıdır. Burada biz sadece ulus-devleti analiz edeceğiz.  O zaman ulus-devletin ulus, ülke ve egemenlik ögelerine bakalım. (1) Ulus, sınırları kesin olarak belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde egemen olarak yaşayan, ortak dile ya da dillere, tarihe, gelecekte birlikte yaşama iradesine ve aidiyet duygusuna sahip olan bir insan toplumudur. (2) Ülke, ulusun devamlı olarak üzerinde yaşayabileceği ve egemenlik kurabileceği, belirli sınırları olan bir coğrafyadır. (3)  Egemenlik, yasa yapma/uygulama gücü olarak en üstün iktidar demektir. Bir devletin varlığından bahsedebilmek için, bir ulusun bir ülke üzerinde en üstün iktidara yani egemenliğe sahip olması gerekir. Demek ki, ulus- devlet, ulus, ülke ve egemenlik ögelerinin bütünselliğinden oluşmuş bir ulus örgütlüğüne sahiptir.

Bir devletin kurulabilmesi için bu üç öğenin bir araya getirilmesi ve bütünselliğinin sağlanması gerekir. Devleti oluşturan bu üç öğe aynı derecede önemlidir. Bu üç öğeden biri asıl, diğerleri tali veya önemsiz değildir. İlk bakışta devletin tanımında toplum öğesinin daha önemli olduğu düşüncesi oluşabilir. Böyle bir düşünce doğru değildir. Şu nedenle ülke öğesi olmaksızın toplum tek başına devlet oluşturamaz. Keza belirli bir toplum ve belirli bir coğrafya öğeleri olsa bile, söz konusu toplum, söz konusu coğrafya üzerinde egemenlik gücüne sahip değilse yine bir devlet teşkil etmez. Devlet kendini oluşturan öğelerden birine indirgenemeyeceğine ve ayrıca bu üç öğeden her biri aynı önemde olduğuna göre, devlet tanımında, bu öğelerden birine öncelik veren tanımlar doğru değildir. Örneğin devlet, “belirli bir coğrafya üzerinde egemen olmuş belirli bir insan toplumu” olarak tanımlamak doğru değildir. Çünkü böyle bir tanım devleti, aslında bir öğesine  (insan toplumuna) indirgemektedir.  Onun için devletin bu üç öğenin dışında ayrı bir siyasal örgütlenme olduğu ifade edilmelidir. O zaman öğeleri bakımından şöyle tanımlayabiliriz. Devlet, sınırları kesin bir şekilde belirlenmiş bir ülke üzerinde egemen olan ulusun oluşturduğu bir siyasal örgütlenmedir.

Devletin Özellikleri

Devleti oluşturan üç öğenin yanı sıra bir de devleti oluşturan özellikler vardır. Bu özelliklerin sayısı yazara göre değişebilir.  Örneğin, “devlet, belirli bir insan topluluğunun, belirli bir toprak parçası üzerinde egemen olmasıyla oluşan, hukuki kişiliğe sahip devamlı bir teşkilattır.”[2] Bu tanımlamada devletin üç öğesinin yanı sıra hukuki kişilik, devamlılık ve teşkilat olmak üzere devletin üç özelliği de belirtilmiştir. Bu metine göre ise, egemenlik öğesinin bir niteliği de devamlılık olduğundan ötürü, devamlılığı bir özelik olarak belirtmeye gerek yoktur.    Bu metine göre de, devletin üç temel özelliği vardır. Bunlar; devletin örgütlenme biçiminin özelliği, hukuksal özelliği (yasal-ussal meşruiyet ve yurttaş), ve meşru şiddet tekelidir.

Devletin birinci özelliği bir örgütlenme biçimine sahip olmasıdır. Egemen bir varlık olarak her devlet, kendi örgüt biçimini, kendisi tarafından oluşturulan anayasa denen bir belgeyle ortaya koyar. Genellikle devlet örgütlenme biçimi; yasama, yürütme ve yargı organlarından oluşur. Bu organların birbirleriyle olan ilişki ve işlevleri de ilgili ülkenin anayasasında belirtilir.

Devletin ikinci özelliği bir pozitif hukuka sahip olmasıdır.  Hukukun kaynağı ulus iradesine yani ulusun egemenlik öğesine dayandırılmıştır. Hukuk, ulus iradesinin (ulusun seçtikleri) temsilcileri tarafından yapılan ve gerektiğinde ortadan kaldırılan bir devlet faaliyetidir. Artık hukukun kaynağı tanrısal irade değil, rasyonel davranan bireyler ya da ulustur. Yani hukukun kaynağı akla (ussa) dayalıdır.  Onun için siyasal ilişkilerde kişiler birbirlerine değil, “yalnızca yasaya başeğmektedir.”[3] Başka bir deyişle yalnızca ulusun egemenlik gücüne başeğmektedir. Meşruiyetin Tanrısal iradeden ve dinsel egemenlikten kopmasıyla birlikte hukuk da tabii ya da doğal hukuktan kopmuş ve pozitif hukuk haline gelmiştir. Pozitif hukuk, açık, öngörülebilir, istenmiş, sınırları belli, yazılı ve devletin kendi koyduğu yasalar bütünüdür.[4] Pozitif hukukun öngörülebilir özelliğinden ötürü, insanlar kendini güvende hissedebilmektedir. Pozitif hukuk kuralları kolayca değişebildiğinden dolayı yeni gelişmelere de kolayca uyum sağlamaktadır. Ancak yeni yasaların kazanılmış hakları ortadan kaldırma ya da bu haklarını kullanmada zorluklarla karşı karşıya kalma durumları olabilir. Bu tehlikelere karşı koruyucu bir tedbir olarak bazı temel hukuksal ilkeler düzenlenmiştir. Bu ilkelere aykırı olan yasalar ve bu yasaların uygulamaları da hükümsüz kılınmıştır. Bununla birlikte ulus-devlet, yasa yapma ve uygulama yetkisini kendinde toplamış ve tek merkezlidir. Bu nedenle devlet, hukuk düzenine göre bir tüzel kişidir. Devlet yalnızca kamu hukuku açısından tüzel kişi değil, aynı zamanda özel hukuk açısından da tüzel kişi olarak kabul edilir. Devlet, gerçek kişi gibi alacak ve borç sahibi olabilir. Devlet ihtiyaç duyduğunda hem uluslararası hukuk hem de ülke hukuku bakımından hukuki işlemler yapabilir.  Hukuksal özelliğinin gereği olarak modern öncesinde eşitsizliğin vazgeçilmez bir esas olduğu geleneksel toplumlarda tebaa olarak yaşayan insan, modern devlette hukuk nezdinde eşit haklara sahip, merkezi konumda olan vatandaş kimliğine sahip bir insana dönüşecektir.

Üçüncüsü ise, meşru şiddet tekelidir. Meşru şiddet tekelinin araçları ise sınırlar içinde polis, sınırlarda ise askeri güçtür. Şiddet araçlarının tekeli, devletin temel özelliklerinden biridir. Bu da devletin egemenlik iddiasını ortaya koyduğu ülke sınırları içinde yaşamını sürdürenlerin, devletten başka bir gücün şiddetine maruz kalmayacağına dair garantisi olarak değerlendirilebilir.

Bu durumda ulus-devletin hem öğeleri hem de temel özelliklerini içeren daha geniş bir tanım yapılabilir. Ulus-devlet, sınırları kesin bir şekilde belirlenmiş bir ülke üzerinde bir ulusun egemen olmasıyla oluşan, rasyonel örgüte, pozitif hukuka, meşru şiddet tekeline sahip bir siyasal örgütlenmedir.  Burada önemle belirtilmesi gereken şudur; devletin öğelerinin ve özelliklerinin yani ulusal toplum örgütlenmesi ile idari örgütlenmenin bütünselliğini sağlayan egemenlik öğesidir. Başka bir deyişle, egemenlik öğesi;  modern devletin hem ilk olarak ortaya çıktığı mutlak monarşinin hem de gelişmiş hali olan ulus-devletin kurucu öğesidir. Ancak egemenlik öğesi, mutlakiyetçi monarşide devlet alanına, ulus-devlette ise ulus alanına aittir. Zaten ulus-devlet ikileminde devlet ile ulusun öğeleri ortaktır. Şöyle ki; toplum, ülke ve egemenlik hem devletin hem de ulusun öğeleridir. Hem ulusun hem de devletin ortak öğesi olan egemenlik, modern-devletin tüm siyasi ve hukuki yetkilerinin kaynağıdır. Egemenlik,  ulusun iradesi olduğu kabulünden hareketle ulusal-egemenlik olarak ortaya çıkmıştır.  Ulusal- egemenlikte, egemenliğin kaynağı ulus alanına ait olmakla birlikte, kullanma yetkisi de ulus adına devlette aittir. Siyasi literatürde bazen ulus-devlet kavramı yerine modern devlet ya da modern toplum kavramları kullanılmaktadır. Zaten, modern toplum, modern devlet ve ulus-devlet kavramları özdeş kavramlardır. “Modern toplumlar, bir ulus-devlet sistemi içerisinde var olan ulus-devletlerdir.”[5] Yine bu nedenledir ki, bazen ulus-devlet yerine ulus ya da millet kavramı kullanılır. Örneğin “Birleşmiş Milletler” kavramı kullanılmaktadır. Bundan başka devletlerarasındaki ilişkileri düzenleyen hukukta da “milletlerarası hukuk” ya da “uluslararası hukuk” kavramı kullanılmaktadır.

Yukarıda da açıklandığı gibi ulus-devlet, ulus (insan), ülke (sınırlar) ve egemenlik (en üstün iktidar) öğelerinin bütünselliği olarak ortaya çıkmıştır. Bu üç öge, tüm ulus-devletlerin ortak yanıdır.  Devletin özellikleri ise, egemenliği yani yasa yapma ve uygulama biçimini ifade eder. Onun içindir ki, devletin özellikleri, devletten devlete değişik olabilir. Devletin siyasal eğilimi; ulus, ülke bütünlüğünün korunması ve kamuoyu güvenliği gerekçesiyle devlet özelliklerini, hak ve özgürlükleri kısıtlama doğrultusunda oluşturmak ya da değiştirmektir. Toplumun ya da vatandaşların siyasal eğilimi ise devletin özelliklerini hak ve özgürlükleri genişletme doğrultusunda oluşturmak ya da değiştirmektir.  İşte devlet egemenlik öğesinin işlevi, niteliği ve meşruiyeti bu iki eğilimin gücüne ve mücadelesine göre biçimlenir ve belirlenir.

Değerlendirme

Modern Çağ’ın siyasal örgütlenme biçimi olan ulus-devlet sistemi ve bu sistemin en iyi yönetim biçimi kabul edilen liberal demokrasi, ezilen-ulusların egemenlik hakkından kaynaklanan sorununu çözememiştir. Söz konusu sorunun çözülemeyişinin önemli bir nedeni, devleti, devlet özelliklerinin oluşturduğu idari örgütlenme olarak idrak etmesidir. Oysa ezilen-ulusların sorununun çözümü; idari örgütlenmede değil, ulus örgütlenmenin yani devlet öğelerinin parçalanmasında ve yok edilmesinde aranmalıdır.  Bu çözümün yolu da, tüm farklı kültürel kimlikleri eşit ve eşdeğer saygı esasında kabul etmek ve mücadelesini vermekten geçer. Ezilen-ulusların bağımsızlık sorununun çözümüne odaklanmayan politik mücadelelerin, yani İşçi sınıfının, kadınların ve her çeşit demokratik hak ve özgürlüklere yönelik mücadelelerin,  sahici başarılı olma şansı yoktur.  Çünkü bu tür politik mücadeleler, yalnızca devlet özelliklerinin değiştirilmesine yöneliktir.

Ayrıca 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, ezen-ulus devletler ile ezilen-uluslar arasındaki sömürü ve baskı ilişkilerinin derecesi; sınıflar arası ve cinsiyetler arası sömürü ve baskı derecesinden çok daha fazladır. Çünkü ezilen uluslar ve etnik gruplar hem kültürel açıdan hem de fiziksel açıdan yok edilme yani soykırım riskiyle karşı karşıya kalmıştır ve kalmaktadır. Buna karşılık işçi sınıfı ve kadınlar için böyle bir tehdit söz konusu değildir. “Kadınlar, farklı cinsiyete sahip olmaktan ötürü yok edilme riskiyle karşı karşıya değillerdir”[6]İşçi sınıfının mücadelesinin hedefi; ekonomik-demokratik hak ve özgürlüklere ve sosyalizme yönelik mücadeleleri içerir. Kadınların mücadelesinin hedefi; temelde cinsiyet ayrımcılığına karşı tavır alan  ve kadının siyasal, toplumsal haklar bakımından erkekle eşit olmasını savunan ve bunu gerçekleştirmeye yönelik mücadeleleri içerir. İşçi sınıfının ve kadınların mücadeleleri, devletin öğelerini değil, özelliklerini değiştirmeyi ya da yok etmeyi hedefleyen mücadelelerdir. Rejimler değişebilir, ancak devletin öğeleri yerinde durur. Örneğin Sovyet Devrimi (1917) ile Rus Çarlığı ve kapitalist üretim tarzı yıkılmış yerine Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti egemenliğinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve devlet sosyalizmi kurulmuştur.  Bilahare SSCB yıkılınca,  Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ve devlet sosyalizmi yerine Rusya Federasyonu ve devlet kapitalizmi kurulmuştur. Her iki gelişmede de değişen ve yok olan devletin ögeleri değil, devletin özellikleridir.

Fakat ezilen ulusların ulusal-demokratik mücadelesinin siyasal hedefi,  devlet öğelerinin parçalaması ve yok edilmesidir. Üstelik günümüzdeki ulusal kurtuluş mücadeleleri geçmişe göre çok daha çetin ve karmaşık koşullara sahiptir.  Şöyle ki,  İkinci Dünya Savaşı’nın ardından sınırdaş olmayan sömürge-sömürgecilik ilişkisinde, anti sömürgeci mücadeleler yani sömürge ülkenin bağımsızlık hareketi, sömürgeci devletin öğelerinin parçalanmasına yönelik değildi. Sadece ülkesi ve toplumu üzerinde sömürgeci devletin egemenlik yetkisini yok etmeye yönelikti. Çünkü sömürgeci devlet, sömürgesi olan ülkeyi ayrı bir ülke olarak görüyordu. Zaten sömürgeler birer sömürge-devlet statüsündeydi.  Bu nedenle anti- sömürgeci mücadeleler, bazı istisnalar dışında daha kolayca hedeflerine ulaştılar. Günümüzde ise, büyük bir çoğunlukla ezilen uluslar ile ezen ulus-devletler sınırdaştır. Ezen ulus-devletler, kendine komşu olan ülkeyi ya da ülkeleri işgal ve ilhak etmişlerdir. Sonradan ilhak ettiği ülkeyi kendi ülkesinin bir parçası olarak kabul etmiş ve Birleşmiş Milletler ’de onaylamıştır. Günümüzde ezilen –ulusun ulusal-demokratik programının siyasal hedefi, aynı zamanda ezen ulus-devletin ögelerinin parçalanmasının ve yok edilmesinin de mücadelesidir. Çünkü bu mücadele, ezen-ulus devletinin,  ezilen- ulus ülkesinin ve toplumunun üzerindeki egemenlik yetkisinin yok edilmesini hedeflemektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, günümüzde küresel dünyanın gerek fiziki şiddet gerekse sömürü bakımından en büyük sorunu, başta ezilen-uluslar olmak üzere etnik kimliklerin, farklı inanç gruplarının sorunudur. Söz konusu olan sorun, aynı zamanda dünyada ve Avrupa’da yaşanan göçmen sorunun da kaynağıdır. Onun içindir ki, ezen ulusun toplumsal sınıflarının, zümrelerinin ve siyasi akımlarının çok büyük çoğunluğunun, ezilen ulusun kurtuluş mücadelesine karşı tutumu, genel olarak ırkçılıktır. Çünkü bu kesimler, devletin bazı özelliklerinin değişmesini hatta yok olmasını kabullenebilirler fakat devletin öğelerinin parçalanması söz konusu olunca çok büyük reaksiyon gösterirler.

Bu ırkçılığın ve reaksiyonun önemli bir nedeni, devletin, devlet özelliklerinin oluşturduğu idari örgütlenmeden ibaret olarak idrak edilmesidir.  Bu idrakin yaygın bir anlayış haline gelmesine en büyük katkı yapan liberalizm ve Marksizm ideolojileridir. Liberalizm, devleti güvenliği ve adaleti sağlayan bir araç olarak tanımlar. Marksizm ise, devleti burjuva sınıfının ortak işlerini yöneten bir baskı aracı olarak tanımlar. Her iki ideoloji de devleti,  ekonominin bir uzantısı, bir yansıması konumuna indirgemiştir. Böylece devletin, devlet özelliklerinin oluşturduğu idari örgütten ibaret olan bir araç olarak tanınmasını, neredeyse bir ortak kabule dönüştürmüştür. Oysa geniş anlamda insan hakları ve özellikle baskı altındaki ulusların yani ezilen-ulusların sorunun çözümü yalnızca idari örgütlenmenin değil, idari örgütlenme ile devlet öğelerinin oluşturduğu ulusal toplum örgütlenmenin bütünselliğinin değişiminde, parçalanmasında aranmalıdır. Çünkü 19. yüzyıldan itibaren ulusal toplumlarda oluşan egemen anlayış şudur: Bir ulus, ancak devlet statüsüne sahip olduğu zaman ulusal bilincine, duygusuna, özgürlüğüne, kaderine ve kimliğine sahip olabilir. “Milli-devlet, en temel felsefi alt yapısını 19. yüzyılda Hegel sayesinde kazanmıştır. Bir milletin duygu ve bilincinin ancak ‘devlet şuurunda’ birleşmesiyle bir anlam kazanacağını ve sadece devletle oluşabileceğini ifade eden Hegel, aksi bir durumda millet unsurunun bir mana içermeyeceğini belirterek, devlet merkezi bir millet söylemini geliştirmiştir.”[7]  Günümüzde kendini millet ya da ulus olarak tanımlayan toplumların devletleşme talebi ve bu hedefe yönelik mücadelesi, geçmişe göre çok daha kararlı ve boyutlanmış durumdadır. Bu mücadele meşrudur ve desteklenmesi gerekir. Üstelik günümüzde ulusların kendi kaderini tayin hakkı, artık insan haklarından biri olarak kabul edilmiştir. Onun içindir ki, devleti, ezilen-ulusun egemenlik yetkisine sahip olma hakkına ve geniş anlamda insan haklarının tanınmasına ve uygulanmasına engel olamayacak bir örgütlenme biçimine dönüştürmek gerekir. Bu konuda siyasi çözümler üretmek gerekir. Farklı etnik ve ulusların kimliklerinin eşitlik esasında tanımasını bir ilke olarak kabul eden federal konsensüs demokrasisi bu dönüşümün, çözümün bir adımı olabilir. Bu konu 4. bölümde açıklanacaktır.

Oysa günümüzde dünya, iç içe geçmiş birçok krizi birlikte yaşamaktadır. Onun için dünya toplumları ezilen-ulusların egemenlik hakkı, insan hakları, barış, demokrasi vb. konular hakkında politikalar geliştirmekten ziyade, çalkantılı, kaotik ve çatışmalı bir sürecin içinde yaşamakta ve bu yaşananları daha da derinleştiren, ağırlaştıran politikalar geliştirilmekte ve uygulamaya geçirilmektedir. Böyle çatışmalı, kaotik ve geçici dönemlerde, baskı altında olan uluslar, etnik gruplar tam bir imha ve soykırım tehlikesiyle de karşı karşıya kalırlar. O zaman günümüzdeki dünyanın yaşadığı krizlere bakalım.

Bi minasebeta salvegera roja jinên cîhanê, roja jinên Kurdistanê û hemû jinên cîhanê pîroz be!

19.02.2024

[1] Aktaran, Kemal Gözler, Devletin Genel Teorisi, Ekin Y. Bursa, 2014, s. 4

[2] Gözler,  age, s, 6

[3] Weber, Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı, Çev. Özer Ozankaya, Cem Y. İstanbul,  2014 s. 329.

[4] Pogi, Modern Devletin Gelişimi,  Çev.: Şüle Kut-Binnaz Toprak,  İstanbul Bilgi Üniversitesi Y. 2009, s. 123.

[5] Giddens, Anthony, Ulus Devlet ve Şiddet,  çeviren: Cumhur Atay, Kalkedon Y. 2008, s.8.

[6] Susan Wolf, Yorum, Çev. Rita Uygun. S. 95, çokkültürcülük tanınma politikası, YKY, İstanbul, 2018

[7] Jürgen Habermas, Küreselleşme ve Milli Devletlerin Geleceği, Çeviren: Medeni Beyaztaş, Varın İstanbul, 2018, Sunuş, Ali Özcan, s. 9