1. Şeyh Abdurahim’in öldürüldüğü nasıl belli oldu?

Bir önceki yazıyı, Savurlu Ali Bey ve Seyithanoğlu Selahaddin’in hikayesiyle sonlandırmıştım. Cemil Seyda’nın da Mîrqulya köyünün yaklaşık 2-3 km yukarısında ağır olarak yaralandığı için arkadaşlarının onayıyla o mevkide guruptan ayrıldığını ve dere kenarında saklandığını söylemiştim. Cemil Seyda yaralı olarak Perîşan köyüne yakın bir yerde, su göletinin yanıbaşındaki yeşillikler ve çalılıklar arasında saklanmıştı.

Mîrqulya köyünden Şeyh Salih’in anlatımına göre; “Cemil Seyda, yaralı olarak o mevkide hayvanları otlatmaya gelen köy çobanıyla ilişki kurar, kendisine yardım etmesi için ikna eder, ondan yiyecek ve aynı zamanda yarasının iyileşmesine yarayacak bazı yerel ilaçlar getirmesini ister. Çoban da bunu kabul eder ve üç gün boyunca ona hem yiyecek hem de ilaç mahiyetinde istediği bir kısım maddeleri getirir. Üç gün sonra bazı köylüler bunun farkına varır ve gidip şikâyet ediyorlar; diyorlar ki çoban göle yakın bir yerdeki yaralı mahkûma yemek götürüyor. Bu şikâyet üzerine, üç gün sonra yine asker bölgeye operasyon için geldi. Cemil bulunduğu mevkide askerlerin geldiğini görünce, yaralı bir şekilde artık kafasında nasıl bir savunma şekli düşündüyse bulunduğu yerden çıkıp kuru buğday tarlası içerisine girerek çeperden yaklaşık eli metre içerde yere yatarak kendini korumak istiyordu. Bunu gören askeri komutan hiç tereddüt etmeden askerin buğday tarlasını ateşe vermesini emretti. Buğday tarlasını ateşe vermeye giden asker atından inip buğday tarlasını ateşe vereceği an, yaklaşık 50 metre ileride buğday içerisinde saklanmış olan Cemil ayağa kalkıp askeri bulunduğu noktada vurdu, hızlı bir şekilde koşarak silahı ile atını alıp çatışma ortamından uzaklaşmak için dörtnalla sürüp kuzeye doğru kaçtı. Etrafta mevzilenen askerler, sağdan soldan yağmur gibi kurşun yağdırmalarına rağmen yara almadan askerin mevzilendiği yerden çıkıp yukarı doğru uzaklaşıp gitti. Ancak 3-4 km ilerde yolun iki tarafındaki tepecikler üstünde iki makineli tüfekle mevzilenen diğer bir gurup askerden haberi yoktu. Cemil, pusu kuran makineli tüfeklerle donanmış askerlerin mevzisine girer girmez her iki taraftan da açılan ateş arasında kaldı ve o da orada öldürüldü. Oradan cenazesini Mîrqulya köyüne getirdiler ve onun da kafasını kesip alıp götürdüler.[1] Eskiden söylenegeldiği gibi, ağacın kurdu ağaçtan olmazsa ağaç çürümez. Özcesi o zamanki Cumhuriyet devletinin Kürd hareketine karşı izlediği yöntem; Kürdlerin içerisinde baş olabilecek her baş kesilmelidir şeklinde özetlenebilir.

Bu dizi yazının önceki bölümlerinde belirtiğim gibi, çatışmanın ilk gününde ve ilk anlarında Şeyh Abdurrahim öldürülmüştü ancak ne askeri ve sivil yetkililer ne de yöredeki köy halkı Şeyh Abdurrahim’in öldürüldüğünden haberi yoktu. Olay üzerinde yaklaşık bir hafta geçtikten sonra, köylüler Şeyh Abdurrahim’in cesediyle karşılaşıyorlar. Mîrqulya köyünden Şeyh Mehmedcan’ın oğlu Salih ki kendisi bizzat askerlerle beraber cesedin üzerine gitmiş, kimlik tespiti ve gerekli işlemler yapıldığı zaman, birkaç köylüyle birlikte o da olay yerinde hazır bulunmuş. Şeyh Salih’in anlatımına göre: “Şeyh Abdurrahim’in cenazesini ilk görenler, Mîrqulya köyünden Eloyê Xemê ve Silêmanê Cewerê’dir. Silêmanê Cewerê, Eloyê Xemê’nin rençberi idi. Hadisenin üzerinden yaklaşık bir hafta geçtikten sonra, bütün asker bölgeyi terk etmişti ve yöre köylüleri de ekin biçme ayı olması itibariyle artık kendi rutin işlerine dönmüştü. Eloyê Xemê de ekinlerini toplamak üzere tarlaya çalışmaya gitmiş, öğle vakti rençberi Sılêman ona yemek götürürken yoldan yaklaşık 250 metre uzakta yerde yatan bir insan cüssesi gözüne çarpar. O da gelip durumu ağasına anlatır ve ikisi birlikte gidip bakarlar ki evet tanımadıkları bir insan cesedi. Elo, zaman geçirmeden hızlı bir şekilde köyün ileri gelenlerinden olan Şeyh Mehmedcan’ın yanına gider ve durumu ona anlatır. Mehmedcan dönüp oğlu Salih’e diyor; beraber gidin karakola haber verin ki yarın bize bir bahane aramasınlar ve köyümüze de bir zarar gelmesin.

Bir gurup köylü birlikte Salat karakoluna durumu bildirmeye gidiyorlar, bunların içerisinde Türkçe bilen tek kişi Şeyh Mehmedcanîn oğlu Salih’tir. Salih köylülerle birlikte durumu karakola anlatır, onbaşı rütbesinde olan karakol komutanı da durumu telefonla Bismil ilçe karakoluna iletir. Bismil’deki askeri komutan onbaşıya diyor: Köylüleri de yanına al ve beraber gidin bakın, üzerinde ne varsa tespit edip yazın ve bize getirin. Salat karakolu onbaşısı yanına iki asker ve gelen köylüleri alarak beraber Mîrqulya köyüne ve oradan da cesedin bulunduğu yere gidiyorlar. Onlar yola çıkarken Şeyh Mehmedcan dönüp oğlu Salih’e diyor: Oğlum üstünde bir cüzdan falan çıkarsa dikkatlice bak, belki adını öğrenirsin.

Şeyh Salih’in anlatımında diyor: Askerlerle birlikte cesedin bulunduğu yere gittik, dikkatlice bakıyordum; sakalı yaklaşık iki parmak uzamış bir erkek cesedi, üzerinde ağır gabardin kumaştan bir şalvar, ayağında sarı bir potin ayakkabı, yanı başında içinde birkaç lokma ekmeğin olduğu bir çanta vardı, vücutta yalnızca elinde ve birde boynunun ön tarafından girip ensesinde çıkan bir kurşun yarası vardı. Temmuz ayı sıcaklığı nedeniyle yaraları biraz kurtlanmıştı. Askerler üzerindeki elbiseleri birer birer çıkartarak kayda geçiriyordu; üstündeki gömleği çıkarttığında altta bir yelek vardı ve yelek Erzurum işlemesine benziyordu, kırk döğmesi vardı ve üstünde de işlenmiş sarı çizgiler vardı. Parmağında ise altından kıymetli bir yüzük vardı, jandarma epeyce uğraşmasına rağmen bir türlü çıkaramadı ve sonra parmağını kesmek isterken yüzük kendiliğinden çıktı. Üstünde herhangi bir cüzdan çıkmadı fakat gümüşten yapılmış döner üç yüzeyli bir mühür çıktı ve mührün üzerinde “Palewî Şeyh Abdurrahim” yazısı vardı. Üstünde çıkan bütün eşyalar bir torbaya kondu ve alıp askerle beraber geri döndük. Babama dedim; üstünde herhangi bir nüfus cüzdanı çıkmadı fakat bir mühür çıktı ve üzerinde “Palewî Şeyh Abdurrahim” yazıyordu. Bunu söylediğimde babam birden ağlamaya başladı, onunla birlikte oturan cemaat üyeleri de üzüldü ve hayretteler içinde babama bakıyordular. Babam içlenip biraz rahat nefes aldıktan sonra, cemaatte oturanlar merakla dönüp ona sordular: Şeyhim hayrola, o adam kimdir, onu tanıyor musun? Babam cevaben dönüp o an cemaatte bulunanlara dedi: Siz onun kim olduğunu biliyor musunuz, O, Şeyh Said Efendi’nin kardeşi Şeyh Abdurrahim’dir. Şeyh Abdurrahim’in kimliği tespit olduktan sonra, askerler tekrar geri gelip kafasını kestiler ve bir torbaya koyup götürdüler.[2] Uğur Mumcu’nun yazdığına göre, “Şeyh Abdurrahim’in üzerinde Dersim’le ilgili belgeler de bulunmuştur.”[3] Askerler köyü terk etikten sonra, Şeyh Mehmedcan köylüleri toplayıp cesedin bulunduğu yere gidiyorlar ve dini vecibelere uygu bir cenaze töreni yaparak onu bugünkü Bismil-Batman yoluna yakın bir yerde mezara gömüyorlar.

(Devam edecek.)

– 8 –

  1. Dersim’e giden gurupta kimler vardı ve Yüzbaşı Ziya kim idi?

Bu hadiseyle ilgili en çok tartışılan ve merak edilen bazı sorular ise; mevzubahis gurubun esasen kaç kişiden oluştuğu, bunların açık kimlikleri ya da mahlas adlarının ne olduğu, kimlerin öldürüldüğü ve kimlerin sağ kurtulabildiğine dairdir. Gerek dönemin yazılı basınında ve gerekse de yerel kaynaklarda bu tür sorulara verilen cevaplar farklılık arzetmektedir. Türk basınında yayımlanan haberlere göre, gurup içerisinde en fazla tanınan şahsiyetler Şeyh Said’in kardeşi Abdurrahim, Şeyh Fahri’nin kardeşi Şeyh Misbah, Cemil Seyda, Savurlu Hüseyin, Balıkkesirli Ziya ve diğer arkadaşları varmış…[4] Gazetelerin yazdığına göre; şiddetli bir çatışmadan sonra Abdurrahim, Misbah, Savurlu Hüseyin ve Cemil Seyda öldürülmüş, Ziya teslim olmuş ve diğer üç kişi de kaçmış. Öldürülenlerin üzerinde silahla birlikte nüfuz cüzdanları, yolculuk vesikaları ve bazı beyannameler bulunmuştur.[5]

Mîrqulya köyünden Şeyh Salih

Yerel tanıklardan Mîrqulya köyünden Şeyh Salih’in anlatımına göre gurup, Şeyh Abdurrahim ve on iki arkadaşından ibaretti. Devamında da Yüzbaşı Ziya’nın söylediklerine dayandırarak gurupta yer alan bazı şahısların isimlerini şöyle sıralıyor: “Şeyh Abdurrahim Efendi, Bukarki şeylerinden Cemil Seyda, Seyithan’ın oğlu Selahaddin, Mardin Savur’dan Ali Bey, Şeyh Misbah ve Serreş.”[6] Kürd kültüründe birçok olayda görüldüğü gibi, bu olayı da kılam şeklinde dile getirip kayda geçiren dengbêj Kanireşli (Karlıovalı) Sıdık’ın aktarımına göre, gurup toplam olarak on üç (13) kişiden ibaretmiş. Feyzi Bilgin’in aktarımına göre gurupta; Şeyh Abdurrahim, Silvanlı Şeyh Misbah, Liceli Cemil Seyda, Liceli Halid Şerif, Lice Têleti köyünden A. Samed, yine Lice’den Mehmedê Xeto, Muş’lu Seyidhanoğlu Selahaddin ve Hilmi Bey, Savurlu yüzbaşı Hüseyin, Mardinli Yüzbaşı Ali Bey ve Yüzbaşı Mustafa, Mardin Bağustan köyünden Serreş, Palulu Hasan Ağa, Yüzbaşı Ziya, Hacı Tayip, Silêmanê Selîkê Barî ve adı tespit edilemeyen diğer bir kişi olmak üzere toplam 18 kişi varmış.[7] Mahmud Yeşil de, Feyzi Bilgin’in verdiği isim listesine pek yakın bir liste sunarak Şeyh Abdurrahim de dahil gurupta toplan 17 kişinin olduğunu yazar.[8] Bamıtnê Köyünden Mele Yusuf’un Ankara Elmadağı’nda dostlar cemaatinde tanıdığı ve o dönem olay nedeniyle görev almış ve daha sonra takavut olmuş bir yüzbaşının söylediklerinden hareketle, gurubun toplam on dört (14) kişiden oluştuğu, resmi söylemde “14’ler hadisesi” olarak adlandırıldığını aktarır. Yukarıda aktarılan bilgileri ve yerelde edindiğim diğer bilgileri de göz önünde bulundurarak naçizane düşünceme göre de gurupta toplam 13-14 kişi vardı.

O zamanın gazetelerinden birinin aktardığına göre; bunlardan dört kişi öldürülmüş ve üç kişi kaçmış. Aşağı Salat köyü bölgesindeki çatışmada Faruk isimli çavuş yaralanmış ve Zülküf isimli bir jandarma da öldürülmüş. Bu operasyonda görevlendirilmiş idari ve askeri personel ise; Diyarbakır Vali vekili Kazım Demirer, müfreze komutanı Binbaşı Hamdi, Merkez bölük komutanı Yüzbaşı Hulusi, Bismil Jandarma komutanı Yüzbaşı Salih, Sinan nahiye müdürü Hakkı Bey, Diyarbakır Merkez Karakol komutanı Faruk, Göçmen Nasuh, jandarma ve köy milisleri yer almıştır.[9]

Bu guruptan sağ kurtulanlar; mahlas ismi Serreş olan Mardin Bağustan köyünden Mehmed Ali ve gazetelerde ismi Balıkkesirli kaçak Ziya olarak geçen Yüzbaşı Ziya’dır. Serreş, Güney Kürdistan’da gazeteci olan Davut Baxistanî’nin babasıdır. Yaralı yakalanan Serreş, Diyarbakır İçkale’deki hapishanede tutukluyken 1948’de bir yolunu bulup kaçtı ve Hat’tın öte tarafına geçti. Arkadaşlarını ihbar eden Yüzbaşı Ziya ise, gerçek adı Yıldırım Ziya Belnetepe olup devletin görevli ajanı olarak gurubun içerisinde yer almış.

Olayla ilgilenen Kürdlerin büyük çoğunluğu tarafından söylenene göre Yüzbaşı Ziya; kimilerine göre Dersimli, kimilerine göre Bitlisli ve kimilerine göre de Malatyalı bir Kürd olup komutanı olduğu karakolun on jandarmasını öldürmüş ve kaçıp Hat’ın öte tarafına geçerek orada Kürd siyasi kadrolarıyla tanışıp harekete katılmış. Son Posta gazetesinin yazdığına göre ise, Ziya aslen Balıkkesirli’dir.[10] Mevzubahis gurubun teşkilatlanması için ilk toplantı Şam’da olmuş. “Şam’da yapılan bu toplantıya katılanlardan biri de Ziya’dır ve Şeyh Abdurrahim Ziya’yı bu toplantıda tanımış. Ziya’yı Şam’dan Bahikê’ye gönderiyorlar ve orada bir müddet Mehmed Cemil Paşa’nın evinde kalıyor.”[11] Daha orada iken bazı Kürd kadroları Ziya’nın pek tanınmadığını, şüpheli biri olduğunu söylemelerine rağmen, bu iddia üzerinde yeterince durulmaz, konuya dair ortak bir karar da alınmaz ve sonunda Ziya’da guruba dahil edilir. Söylendiğine göre yaklaşık otuz küsür kişiden oluşan gurup henüz Halep’te iken, Yüzbaşı Ziya’dan kaynaklı tartışmalar nedeniyle yarıdan fazlası ana guruptan ayrılıp başka bir istikamet izlerler. Gurubun lideri konumundaki Şeyh Abdurrahim, arkadaşlarının ikazını ve itirazını gereğince dikkate almadığı için, 17 Temmuz 1937’de Bismil Salat köyü civarlarında  canlarıyla büyük bir bedel ödediler.

son posta_1937_temmuz_18_ (1)-3, s. 3

Dönemin siyasi iktidarının tek tip gazetelerinde yazılana göre; Yüzbaşı Ziya, aslen Balıkkesirlidir. Mahkemesi nedeniyle amirleri onu trenle Diyarbakır’a doğru göndermişler ancak o Müslimi’ye istasyonunda inerek Hat’ın öte tarafına (Suriye’ye) kaçmış.[12] Dolayısıyla resmi söylem ve basında o “kaçak Ziya” olarak adlandırılır. Gerçek “ismi Yıldırım Ziya Belnetepe’dir, 1319 (1903) yılında İzmit’te doğmuş ve babası Mehmet Tenziloğlu’dur.”[13] Deşifre olup kimliğinin açığa çıkmaması amacıyla, olay nedeniyle kendisine bir buçuk yıllık ceza verilmiş ancak çıkartılan hususi bir kanunla cezası TBMM tarafından affedilmiş. Adliye Encümeni mazbatasında Yüzbaşı Yıldırım Ziya’nın cezasının affedilmesinin dair “Yüksek Reisliğe” gönd erilen teklifte:

“Yüzbaşı Yıldırım Ziya Belentepe tarafından takdim olunup Arzuhal encümenine havale edilen dilekçede yaptığı hizmetlere mukabil mahkûm bulunduğu ceza ile maznun (sanık) bulunduğu suçlarının affı istirham olunmuş ve Millî Müdafaa vekâletinden Arzuhal encümenine gönderilen iki kıta tezkerede ise mumaileyhin (adı geçenin) vatanî hizmetleri zikredilmiştir.

Arzuhal encümeni Millî Müdafaa vekâletinin cevabî tezkerelerine ve merbutatına (ekli ve bağlı şeyler) nazaran mumaileyhi Yüksek Meclisin affına mazhar olmağa lâyık görerek dahilî nizamnamenin 54ncü maddesi mucibince keyfiyeti bir mazbata ile Encümenimize inha etmiştir.

Adliye ve Millî Müdafaa vekillerinin huzurlarile yapılan tedkikat neticesinde Yıldırım Ziya Belentepe’nin Yedinci kolordu askerî mahkemesinin 130 esas ve 230 karar sayılı ve 20 ikinci kânun 1937 günlü karar ile bir sene altı ay ve 20 gün hapsine ve ordudan ihraç cezalarına mahkûm bulunduğu ve bu kararın katiyet kesbettiği (kazandığı) ve ölüme sebebiyet vermek ve yabancı memlekete kaçmak ve usulsüz şikâyette bulunmak suçlarından dolayı da hakkında takibat yapılmakta olduğu anlaşılmıştır.

Keyfiyet müzakere edilerek Millî Müdafaa vekâletinin tezkerelerindeki mucib sebeplere ve Millî Müdafaa vekilinin şifahî izahatına binaen Arzuhal encümeninin mumaileyhin affa lâyik olduğu yolundaki kanaatine Encümence de iştirak edilmiş ve bu babda bir kanun lâyihası tanzim olunmuştur.

Tanzim kılınan kanun lâyihası müstaceliyet teklif ile Umumî Heyetin tasvibine arzolunmak üzere Yüksek Reisliğe sunulur.”[14]

Affı tasvip edilen Yüzbaşı Yıldırım Ziya Belentepe’nin affına dair çıkartılan hususi kanunda şöyle yazar:

Yüzbaşı Yıldırım Ziya Belentepe’nin mahkûm olduğu cezanın affı hakkında kanun lâyihası

Madde 1- İzmitli 319 doğumlu Mehmed Tenziloğlu Yüzbaşı Yıldırım Ziya Belentepe’nin mahkûm bulunduğu bir sene altı ay ve yirmi gün hapis ve ordudan ihraç cezası hukukî neticelere de şamil olmak üzere affedilmiştir.”[15]

Affedilmesine dair kanunun çıkartılmasıyla birlikte görevine iade edilmiş ve yaklaşık iki yıl daha çalıştıktan sonra, 9 Aralık 1940’ta takavut edilmiştir.

Sonuç olarak, dönemin Milli Savunma Bakanlığı’nın böyle bir şahsın affının gerekliliğine dair tezkeresi ve bizatihi bakanın kendisinin mevzubahis şahısla ilgili şifahi izahatı, ne derece önemli ve özel bir görev başardığının kanıtıdır. Buda bize şunu gösteriyor ki Yıldırım Ziya, baştan beri özel olarak görevlendirilip Suriye’ye yani Hat’ın öte tarafına geçmiş.  Yeni başlayan Dersim Kürd ulusal hareketine dair Xoybûn partisinin tutumunu ve girişimlerini izlemek üzere Kürd milliyetçi kadrolarıyla ilişki kurmuş. Bir kısm Kürd kadrolarının itirazına rağmen, kurguladığı hikayeyle diğer bir kısmını kendine inandırarak içlerinde yer edinmiş ve sonuçta önemli bir gurup lider kadronun öldürülmesini sağlamıştır. Bu olay tarihimizde yaşanan trajik olaylar zincirine yeni bir halka olarak eklenmiştir.

Benzer durumların tekerrür etmemesi için, yakın tarihimizde yaşanmış bu ve benzeri olayların aydınlatılması oldukça önemlidir. Şüphesiz okumuş olduğunuz bu yazı olayla ilgili ilk ve tek yazı değildir, bu konuda yazılmış bazı şeyler vardır ama birçok yanlış ve boşluk içermektedir. Bu olayla ilgili dizi yazımın son ve sekizinci halkası olan bu makaleyle, yerel ve yazılı kaynaklara dayanarak bu katliamı biraz daha aydınlatmaya çalıştım.

Kaynak: https://www.rudaw.net/turkish/opinion/15102023

[1] Şêx Salihê Mîrqulîya (1922-2006), qeydê videoyî, 19.07.2000

[2] Şêx Salihê Mîrqulîya (1922-2006), qeydê videoyî, 19.07.2000

[3] Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925, Tekin Yayınevi, 1991, Ankara, r. 203. (Diyarbakır Valisi Cihat Ökmen’in Avni Doğana yazdığı 25 Ekim 1943 gün ve 1197 sayılı yazı).

[4] Son Posta, 18 Temmuz 1937, s. 3

[5] Haber, 18 Temmuz 1937, s. 4

[6] Şêx Salihê Mîrqulyan (1922-2006), qeydê videoyî, 19.07.2000

[7] Feyzi Bilgin (Abdurrahimoğlu), Yakılan Şeyh, Ekovizyon Yayıncılık, 2006, r. 264-265

[8] Mehmûd Yeşîl, Desteyek ji Çîroka Jiyan Min, Doz Yayınları, İstanbul, 2009, r. 56

[9] Tan, 18 Temmuz 1937, s. 11

[10] Son Posta, 18 Temmuz 1937, s. 3

[11] Tan, 18 Temmuz 1937, s. 11

[12] Son Telgraf, 18 Temmuz 1937, s. 2

[13] T. C. Resmî Gazete, Yüzbaşı Yıldırım Ziya Belentepe’nin mahkûm olduğu cezanın affı hakkında kanun, Kanun no: 3532 Kabul tarihi: 29/6/1938, s.10303

[14] T. B. M. M. Adliye Encümeni, Esas No. 5/69, Karar No. 67, 28-VI- 1938

[15] T. B. M. M. Zabıt Ceridesi, Cild 26, s. 189