(Kurdistan, No: 2, 9 Kanûna Sanî 1335 (9 Şubat 1919)

(Bebek ağlamazsa nasıl süt içebilir?

Toprak ağlamazsa nasıl güler çimen?)

Ben bir gördüm; bu kapsayıcı cihan savaşında milletimin yarını, vaziyetini düşünce bakışınıza hür bir fikirle arz ediyorum. Düşüncem salim (sağlam) veya hatalı olsa bile benimdir. Fikrim bir karşılık bulmazsa da Kürdlüğüme karşı borçlu bulunduğum fikri vazifem ifa edilmiş (yerine getirilmiş) olacaktır.

Evet; milletlerin mukadderatını tayin edecek anlar gelip çatmıştır. Onların saadet ve sefaletinin sınırlarını çizecek meclisler yıldırım süratiyle çalışıyorlar. Dünyanın susamış bulunduğu barış gününün durumu, en büyük düşüncesidir.

Bizim gibi mahkûm milletlerin savunucuları Avrupa’yı doldurmuşlardır. Lazım olan bilcümle siyasi, tarihi, istatiki silahlarla mücehhez (donatılmış) bulunurlar. Ve yine o milletlerin bulundukları muhitte Avrupa Barış Konferansı düşündürecek vaziyeti çoktan edinmişlerdir. İşte Araplar, Ermeniler…

Avrupa; karşısında millet istiyor. Bir milli kitle, medeni cesaretle hakkını istediği zaman siyaset ibresi karşısında titremeye, gösterdiği istikameti değiştirmeye mahkumdur. Kürdistan uyuyor. Uykusu derindedir. Uyandığımız zaman başımızın ucunda başka bir bayrak göreceğiz. O vakit yapacağımız her bir hareket mezbuhane (çırpınış) bir feryattan başka bir şey değildir. Bugüne kadar siyaset mehtabı ziyasının (ay ışığı) menfaaten alıyordu. Lakin bugün zahiri olan bile Cemiyet-i Akvam (Birleşmiş Milletler) adalet düsturu (kuralı) fikirleri, insanlığın damarlarında akmaya başlamıştır.

Bilhassa Amerika, İngiltere -asırlardan beri beşeriyet şerefini muhafazayı müdafaa eden- Fransa gibi devletlerin hareket meşalesi bu fikirdir.

Kürdler de tarihi bir ırka, bir vatana, bir tarihe sahiptir. Sürekli milli hürriyete susamış bir kavimdir. Devlet-i Âlîye ve İran tarihlerini okuyalım. Hiçbir zaman cebren boyunduruk altına girmemişler ancak kendi kendilerine merbûtiyeti (bağlılık, uymayı) ifa etmişlerdir. Daima ayrı ayrı beylerle zamanımıza kadar gerçek istiklallerini muhafaza etiler. Her kabilenin bir reisi, bir müftüsü, birçok divan erkanı bulunur. Şahsi işleri, haklarını, hatta cinayet davaları dahi adilane bir şekilde bu divanlarda halledip çözerler. Hiçbir zaman kendi kanun-i millileri haricinde -başka unsurlarla olan davalar müstesnadır- hükümet kapısına müracaat etmemişler. Bu kadar hürriyete hasret, bu kadar nezih sade bir hayata alışkın kavmimizi Avrupa’ya tanıtmak lazımdır. Şimdiye kadar başkaları tarafından ecnebi basınında, efkarında pek fena gösterilmişiz. Masum alnımız birçok lekeler, başkalarının irtikap ettikleri (yaptıkları) kanlar sürülmüştür. Hayır! Kürd bunlardan paktır, nezihtir. Kendisini müdafaa etmelidir.

Emin olalım ki kendimizi müdafaa edersek; Kürdistan’ı bu pak ve tertemiz içindeki gölgeli muhiti görmüş birçok İngiliz, Fransız insaf erbabı ve vicdanının himayesine mazhar olacağız. Avrupa hiçbir zaman hukukunu tanıyan ve istemeyi bilen bir milleti mâhkum etmez. Çünkü bu mâhkumiyet Avrupa’nın dayandığı kanunlara aykırıdır. Bunu kabul etmek, merkezi Asya’yı kan içinde bırakmak demektir. Bir küçük topluluğun istiklal hayatı kabul edilirse, yedi milyonluk bir milletin mukadderatı (kaderi, yazgısı) unutulamaz. Elverir ki bağıralım bu korkunç savaşta Ermeniler tarafından 400.000 nüfusumuzun katliam edildiğini ve yine o kadar nüfusumuzun göç etme belasına uğradıklarını ve Türklerin arasına iltica ederken Türkleştirmek sevdasıyla öteye beriye gönderilerek açlıktan öldüklerini bu küçük, zavallı milletlerin müdafilerine anlatmalıyız. Bir milyona yakın ölülerimizin şehitliği ucunda hürriyetimizi istediğimiz zaman, bizi başkalarına mâhkum etmezler. İşte bu vazife Kürd büyüklerine, kalem erbabına, bilhassa muhterem Kürdistan Cemiyeti’ne terettüp eder (düşer).