Av. Faik Bucak 1919 yılında Siverek ilçesinde Bucak aşiretine mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir ve o günlerin olumsuz koşullarında okul okuyarak hukuk fakültesini bitirir. Sivas’ın Şarkışla ilçesi de dahil, Kürdistan’ın birçok il ve ilçelerinde hakimlik görevini sürdürür.

Kuzey Kürdistan’ın en önemli aşiretlerinden birinin mensubu olmasına rağmen yoksulların hak mücadelesinin yanında yer alır ve gittiği her yerde cesur girişim ve tavırları ile halkın gönlünü kazanır.

1950’li yıllarda özellikle İstanbul’da kümelenmiş Kürd aydınları ile sıcak diyaloglar kurar.

1958 yılında, Kürdistan’ın dört parçasını sevindiren, bununla beraber işgalci devletlerin uykusunu kaçıran yeni gelişmeler ortaya çıkar.

Irak’ta Abdülkerim Kasım isimli bir general Irak Kralı Faysal’ı askeri bir darbeyle tahttan indirerek ilk iş olarak Irak anayasasını değiştirerek Irak Devleti’nin iki asli unsurun Arap ve Kürd unsurunun Devleti olduğunu bütün dünyaya ilan eder.

Bunun üzerine Kürdistan Cumhuriyeti’nin Mahabad’da 1946’nın sonlarında yıkılmasından sonra, yaklaşık bir yıl kadar İran, Irak ve İngiliz güçleri ile savaştıktan sonra SSCB’ye gidip 500 arkadaşıyla iltica eden Mele Mustafa Barzani ülkesi Kürdistan’a dönmeye karar verir.

Bu yeni gelişmeler dört işgalci devleti de son derece tedirgin etmekle birlikte, özellikle Türk ve İran devletleri akıllara durgunluk verecek derecede refleksler içine girerler.1930’larda hayali Kürdistan Ağrı’da meftundur deyip, üzerine beton çektiklerini iddia edenlerin uykuları kaçmış, Kürdistan davası yeniden kapılarının önüne dayanmıştı. Akıllara durgunluk veren refleksler göstermeye başladılar.

Başkan Mesud Barzani’nin “Barzani ve Kürd Ulusal Özgürlük Hareketi” adlı kitabının ikinci cildini dikkatlice okuduğumuzda, Türk ve İran devletinin Irak’taki anayasal düzenin değişmesinden sonra Irak’a askeri müdahale amacıyla hududa asker kaydırdıklarını, Irak’taki yeni rejimin arkasında ki SSCB’nin de, bunların askeri hareketliliğine bir ültimatom la cevap vererek, Irak’a askeri müdahale yapmaları halinde Kızılordu’yu Türkiye ve İran’ın topraklarına kaydıracağını aleni bir dille ilan eder.

Türk devleti Kerkük te Türkmenler üzerinden birtakım oyunlar tezgahlamak ister ve oradaki bazı provokasyonlar neticesinde, Kürdler ile Türkmenler arasında bazı nahoş olaylar meydana gelir.

Bununla da yetinmeyip İsrail devleti ile acil koduyla diplomatik ilişkiler kurarak, İsrail’in önemli Devlet yöneticilerinden biri olan Golda Meyir’i İstanbul havaalanında arıza sinyali verdirerek iniş izni verirler ve havaalanında beklettikleri bir uçakla Ankara’ya getirip Barzani’yi desteklememeleri karşılığında kendileri ile her türlü ilişkileri geliştirecekleri sözünü verirler.

Bu refleksler dışa dönük reflekslerdir esas olarak reflekslerin en önemli si içe dönük gösterecekleri reflekslerdir. Dönemin cumhurbaşkanı Celal Bayar 2500-3000 kişinin derdest edilip sistematik bir şekilde bunların idam edilmesini talep eder.

Dönemin dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Celal Bayar’ın bu önerisine itiraz ederek şöyle der: “Biz Ermeni ve Rumlara karşı yapılan olaylardan dolayı yurtdışına zaten rahat çıkamıyoruz. Gittiğimiz her yerde bunlar karşımıza çıkıyor, şimdi ortada herhangi bir gerekçe yokken, kalkıp binlerle ifade edilen sayıda Kürdü idam edersek burası bize hapis olur ve bizde içinde mahkum oluruz.” O dönemde genç bir parlamenter olan merhum Abdül Melik Fırat’ın bu konuda önemli girişimleri olduğu bilinen bir gerçektir.

Celal Bayar’ın dediği gibi binlerle ifade edilen sayıda Kürd insanını almazlar ama 50 Kürd yurtseverini İstanbul’daki harbiye zindanlarına atarlar. Bunlardan biri zindanda hastalanarak vefat eder, geriye 49 kişi kaldıkları için tarihe 49’lar davası olarak isimlerini yazdırırlar. Bu tutuklulardan bana göre en önemlilerinden biri, ileride aktif olarak Kürdistan demokrat partisinin kuruluşunda yer alacak ve Parti’nin ilk kurucu başkanlığını yapacak olan Said Elçi’dir.

Türk devletinin ilk sırada askeri müdahale etmeye kalkışması, SSCB’nin ültimatomu ile boşa çıkar, Türkmenler üzerinden yaptıkları provakasyonlar da bir sonuç vermez. Çünkü onlarda askeri müdahalenin zeminini yaratmak içindi, SSCB’nin müdahalesi ile buda uygulanamadı. Celal Bayar’ın önerisi de dünyadan gelebilecek tepkilerden dolayı masadan kalktı.

Bütün bunların boşa çıkması ile Türk devleti eli kolu bağlı mı kalacaktı? Bana göre asla. Esas olarak en tehlikeli planları Kuzey Kürdistan’da, güneyde Barzani önderliğinde gelişmesi ve Kuzey Kürdistan’ı etkilemesi kaçınılmaz olan milli çizgi üzerinde uyguladılar.

1958’de Barzani’nin ülkesine geri dönmesi ile 1920’lerden itibaren Kürdistan üzerinde uyguladıkları konsepti tozlu raflardan indirerek yeniden güncellediler. Ama bu sefer temel bir fark vardı, o dönemde Azadi ve Xoybun gibi örgütler topun ağzında idi, bu sefer ise temel hedef Barzani önderliğinde gelişen katıksız, saf, Kürd, Kürdistan ve pêkvejîyan esasları üzerinde gelişen milli karakterli mücadele idi. Ne edip edip bu zihniyetin Kuzeye yansıması engellenmeli idi. Çünkü bu mücadele anlayışının en büyük toprak parçasına ve en büyük nüfus potansiyeline sahip Kuzeye yansıması demek, Lozan da çizilen tarihi ihanet anlaşmasını yırtıp atabilecek gelişmeleri beraberinde getirebilirdi.

Bana göre kendilerince bu büyük tehlikeyi görerek ellerindeki tarihsel imparatorluk tecrübelerini devreye koyup yeniden konuşlandılar. 1945’te Doğu Kürdistan’da PDK kurulmuştu, 1946’da Kürdistan’ın güneyinde PDK kurulmuştu. 1957’de Güney Batı Kürdistan’da da PDK kurulmuştu ama Kürdistan’ın kuzeyinde 1919’dan itibaren Kürdistan halkı üzerinde estirilen terör ve meşhur 1945’lerin jandarmasının Kürdler üzerindeki psikolojik etkisi halen varlığını sürdürüyordu.

Neticede 49’lar davasının cesur yüreği Said Elçi 11 Temmuz 1965 yılında cesur yürek dört arkadaşını da alarak TKDP ismiyle partiyi kuruyordu. Parti kurucularından edindiğimiz bilgilere göre, Şehid Şeyh Said’in kâtibi Fehmi Bilal Fırat, Parti’nin kurulması için Said Elçi üzerinde bayağı durmuştur. Diğer taraftan da Parti’nin 5 kurucu üyelerinden biri olan Derwêşê Sado da Dr. Nureddin Zaza tarafından bu konu için motive edilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki Parti’nin kurulması çalışmaları Kürdlerin bir üst aklı tarafından teşvik edilmiştir ve bu üst akılda Mele Mustafa Barzani’den habersiz değildir. Yani dört parçada PDK’lerin kurulması ortak bir Kürd aklı olduğu düşüncesindeyim.

Bunu biz biliyoruz da yüz yılların imparatorluk deneyimine sahip devletler bilmez mi?

İşte Devletin derin aklını burada okuduğumuzda ve bazı materyalleri yan yana getirdiğimiz de,1960’lardan itibaren Kuzey Kürdistan üzerinde oynanan sinsi ve sinsi olduğu kadar da gaddar ve kirli tezgahı belki de görebiliriz diye düşünüyorum.

1980 öncesinde Kuzey Kürdistan’da birçok kişinin elinde “Mahabad Kürd Cumhuriyeti” başlıklı bir kitabı hatırlıyorum ama ne yazık ki kitabın yazarının ismini hatırlamıyorum. O kitaptan bir bilgi o dönemden beri aklımın bir köşesinde takılıp kalmış, o dönem sosyalist bir yelpazede olmama rağmen dikkatimi çok çekmişti. Hepimiz biliyoruz ki İkinci Dünya Savaşı sırasında SSCB birlikleri Doğu Kürdistan’a kadar inmişti ve Doğu Kürdistan’daki Kürd aydınları ile diyalog içinde idiler.1945’te Doğu Kürdistan’daki aydınlar parti kurma çalışmalarını sürdürürken, SSCB yetkilileri ile de bu çalışmalarını paylaşmış, Sosyalist bir parti kurmak istediklerini dile getirirler. SSCB yetkilileri bunların bu isteklerine cevap olarak, Sosyalist bir parti Kürdistan halkının sosyolojisi ile tezat teşkil etmektedir diye cevap verince, Kürd aydınları sosyalist olduklarını ve o nedenle sosyalist bir parti kurmak istediklerinde ısrar edince, karşı taraftakilerin tavrı Sosyalist olmanıza bir itirazımız yok ama böyle bir parti ile siz halkınızı yanınıza çekmekte zorlanırsınız derler ve Kürdistan sosyolojisine uygun parti demokratik bir partidir diye tartışmayı noktalarlar ve PDK ismi bu şekilde ortaya çıkmış olur. Burada dikkat çekici olan durum, Dünya’da Sosyalist rejimi ilk kuranlar, Kürdistan sosyolojisini bana göre çok güzel okumuşlar. Çünkü bunlarda bir devlet aklı vardır.

Konu ile ilgili diğer bir materyal de 1971 ve 1974 yılları arasında 1. Ordu ve İstanbul sıkıyönetim komutanlığı yapan Orgeneral Faik Türün’ün, sıkıyönetim kalktıktan sonra kamuoyuna yaptığı önemli bir açıklamadır. Faik Türün’ün o dönemde yaptığı açıklama özetle şöyle idi: “Biz devrimcileri başarısızlığa uğratmak için, Mao Zedung’un bir sözünden esinlenerek onu tersine çevirdik ve o şekilde başarılı olduk. Mao’nun sözüne göre devrimciler balık, halkta su dur, balık nasıl susuz yaşamıyorsa, devrimcilerde halksız yaşayamaz. Madem öyledir bizde balığı avlamanın yolu olarak suyu bulandırdık ve balıkları o şekilde avladık.

Faik Türün ün o günkü açıklaması Devletin aklını ifade ediyor. Peki 1970’lerde Türk sol örgütlerini akamete uğratmak için bu kadar derin planlar uygulayan bir Devlet, 1958’de Barzani’nin SSCB’den Kürdistan’a gelmesiyle bu kadar reaksiyon gösteren Devletin aklı 1960’larda Kuzey Kürdleri üzerinde kim bilir neler uygulamıştır. Bu iki materyale Yalçın Küçük’ün yaptığı açıklamaları koyduğumuzda sanıyorum biraz daha hafızamız çalışmaya başlayacaktır. Yalçın Küçük’ün bir videosunda:” Biz 1960’lı yıllarda TİP’in içinde Kürd gençleri üzerinde çalışıyorduk, onları Şeyh’lere ağalara karşı motive ediyorduk, çağdaş demokratik cumhuriyetin uygar vatandaşları olmaları için.”

Bakın bugün geldiğimiz noktaya, Kuzey Kürdistan’ın hele hele bu son seçimde girdiği pozisyon ve ruh haleti ile ne kadar da uyumludur.

Bütün bunlardan hareketle diyorum ki: Türk devleti Güneydeki mücadelenin Kuzey parçasına yansımasının önünü almak için çok sinsi, planlı ve sistematik bir şekilde Türk eğitim sistemi içinde yetişen ve Türk kültürü ile iyice yoğrulan Kürd gençlerini, kendi üniversitelerinde Stalinizm, Kemalizm harmanı bir solculukla yoğurdu ve Kürd milliyetçiliğinin önüne Berlin duvarından daha etkili bir duvar ördü. 1970’leri yaşayanlar iyi bilir, İbrahim Küreken arkadaşımızın yazdığı bir kitapta, o dönemde Kürd milliyetçiliğini savunmak adeta şeytanı savunmakla eşdeğerdi.

Tabi ki devlet sadece bununla yetinmiyordu, bir taraftan ideolojik barikatlarla Kürd milliyetçiliğinin önünü kesmeye çalışırken, diğer taraftan da PDKT’nin liderlerini suikastlarla ortadan kaldırıyordu. Faik Bucak’ın liderliğine sadece 11 ay tahammül edebilmişti. Çünkü Faik Bucak ve Said Elçi gibi iki büyük önderin liderliğinde PDKT’nin kısa bir süre içinde ayaklarının yere basacağını ve kitleselleşebileceğini öngörüyorlardı.

1966’da 4 Temmuz günü Faik Bucak aşiret kavgasından kaynaklı bir silahlı saldırıya uğradı. Doktorların zamanında müdahale etmesiyle hayati hiçbir tehlike ortada kalmamışken,5 temmuz sabahı odasına giren bir sağlık ekibinin yaptığı bir enjeksiyondan yarım saat sonra Faik Bucak şehadete vararak hayata veda etti.

Faik Bucak’ın şehadetinden sonra Said Elçi Parti’nin çalışmasında bir aksaklık yaratmamak üzere işe sarıldı, ne var ki 1968’ın birinci ayında Said Elçi ve Parti’nin kurucuları bir operasyonla tutuklanarak Antalya cezaevine gönderildiler.

Ne acıdır ki Said Elçi’nin de yaşamı Faik Bucak’ınkinden çok daha trajedik ve grift bir suikastla 1 Haziran 1971 yılında ortadan kaldırıldı. Beş yıl içinde iki büyük önderin yaşamının suikastlarla ortadan kaldırılması Kürdistan tarihinde bir PDKT’ye, bir de PDK İ’ye aittir.

1970’li yıllar Kuzey Kürdistan’da sol sosyalist rüzgarın şaha kalktığı yıllardı ve bu iki liderin üzerinde oynanan grift ve derin suikastlar yeni nesil solcular üzerinde fazla bir önem arzetmiyordu, çünkü bunlar milliyetçi idi ve pek fazla önemleri yoktu. Ama diğer taraftan Said Elçi’nin ve iki arkadaşının katili oldukları net ortada olmasına rağmen, Dr. Said Kırmızıtoprak ve iki arkadaşının bu cürümden dolayı idam edilmeleri nedeniyle 1971’den 1991’e kadar Barzani’ye yaptıkları düşmanlık ve hakaretler bugün Apo ve şürekasının yaptıklarından hiç aşağı değildi. Bana göre 1971 hamlesi ile 1977’de PDKT üzerinde oynanan oyunlar 1960’ların başında yeniden güncellenen Devlet konseptinin farklı operasyonları idi.

PDKT, Xoybun örgütünden sonra Kuzey’de kurulmuş Kürdistan orijinli ilk Kürd örgütü idi. İki önemli liderinin suikastlarla şehit edilmesi buna paralel olarak Kürdistan sosyolojisi ile uyuşmayan sol sosyalist yapılanma Kuzey’deki hareketi ne yazık ki marjinalleştirdi ve bana göre kuzeyin bugünkü durumundan en az Apo ve örgütü kadar bu jenerasyonun da sorumluluğu vardır.

Şehid faik bucak’ı şehadetinin 57.yıl dönümünde saygı ve özlemle anıyorum.