İran’da 1979 yılında Şah’ın yıkılması bir devrim olarak nitelendirildi. O tarihlerde “devrim” kavramı olumluluk olarak algılanıyordu. Bu nedenle, dünyadaki çoğu sol ve liberal ideolojik gruplar:  İran’da diktatörlüğün son bulacağını ve demokrasinin inşa edileceğini, halkın yönetimde söz sahibi olacağı, İran’daki milletlerin (Kürtlerin, Azerilerin, Belucilerin, Arapların) otonom ve özerklik yönetimlerine; değişik dini ve mezhebi grupların özgürlüklerine kavuşacaklarını, bireysel ve kolektif hakların güvence altına alınacağını, düşünce ve ifade özgürlüğünün işlerlik kazanacağını, her fikir ve ulusal toplulukların özgürce kendilerini örgütleyebileceklerini tahayyül ve hayal ediyorlardı.

Ama ne yazık ki, İran’da iktidarın değişmesinden kısa bir süre sonra hayal ve tahayyül edilenlerin hiçbirinin gerçekleşmeyeceği görüldü ve açığa çıktı. İran Devleti daha korsan, faşist, halk ve özgürlükler düşmanı İslamcı bir diktatörlüğün inşasında adım adım ilerlemeye başladı. Başta Kürtler olmak üzere, halkların otonom ve özerk olmaları konularındaki taahhütlerini unuttu. Kürdistan’da Kürdistan parti ve örgülerinin, toplumsal milli güçlerinin eliyle fiilen kurulan otonom ve özerk yönetimin son bulması için talepte bulundu. Muhalif güçlerin kendi hayatlarına son vermelerini istedi. İran Komünist Partisi TUDEH’i yanına alarak bütün sol ve sosyalist örgüt ve grupların tasfiyesi için bir süreç başlattı.

Şah sonrası İslamcı Yönetimin bu davranış ve hareket tarzı, Kürdistan’da milli ayaklanmasına; Sol ve sosyalist, hatta İslamcı liberal ve muhafazakâr grupların silahları ayaklanmalarına yol açtı.

İran Devleti, Kürt milli ayaklanmasına ve sol-liberal ayaklanmalara karşı devletin silahlı gücünü, hukuk dışı özel kuvvetlerini kullandı. Toplu katliamlar, köy boşaltmalar yanında, günde ortalama 30-35 kişiyi de idam etti. İdam ve infazlar, İran İslam Teokratik Faşist Rejiminin en geçerli ve sürekli yok etme, sindirme metotlarından biri oldu.

Halende İran’da idamlar devam ediyor. Son kitlesel sivil ayaklanmadan sonra, Kürdistan’da, Belucistan’da, diğer milletlerin yaşadıkları eyaletlerde ve İran genelinde idamlar hız kazandı.

Norveç Merkezli İran İnsan Hakları Örgütü’nün açıklamalarına göre İran Teokratik Faşist Rejimi tarafından Haziran 20213’te en azından 52, 2023 yılının ilk altı ayında en azından 354 kişi idam edildi. Bu idam edilenlerin en azından 14’ü Beluci ve 5’i de Kürt kardeşlerimiz.

Aynı açıklamada Mayıs ayında 142 kişi idam ve infaz edilmiş. Buna göre Haziran ayındaki infaz ve idamların sayısında bir azalmanın olduğu görülüyor.

Çok açık ki, bütün dünyanın gözleri önünde Birleşmiş Milletlerin bir üyesi olan, birçok dünya devletlerinin siyasi, ekonomik anlamda ilişkili olan İran Teokratik Faşist Rejimi barbarlık yapıyor. Vahşet saçıyor. Suçsuz ve günahsız insanları, Kürtleri, Farsları, Belucileri, Arapları, Azerileri keyfi yargılamalarla, uluslararası hukuku hiçe sayarak haklarından idam kararı verebiliyor. Tam anlamıyla dağ kanunlarını uyguluyor. Dünyayı da hiçe sayıyor.

Birleşmiş Milletlerin bu durumu dur demesi gerekir. Daha fazla sayıda annelerin ağlamaması için bu vahşet ve idamlar durdurulmalı, İran’a müeyyide uygulanmalı.

Fransa’da sömürgelerin çocukları ayaklanma halinde

Makul ve objektif bir analize göz atmak, Fransa’daki gelişmeleri anlamak açısından önemli olacaktır.

Fransa’nın sömürgecilik politikaları çerçevesinde insanlık suçu işlediğine dair entelektüel çevrelerde fikir birliği oluşmuş durumda.

“Masumane bir biçimde sosyal, ekonomik ve politik olarak geri kalmış milletlerin medeni dünyaya uyum sağlamasına yardımcı olma ideolojisi” olarak Batı dünyasında, özellikle Fransa’da kabul edilen sömürgeciliğin, sert bir biçimde uygulandığı Afrika ülkelerinde hiç de öyle görülmediği artık bilinen bir gerçektir.

Sömürgecilik, bir asır önce sömürülen ülkelerde bile medenileşme, insani ve ahlaki açıdan üstün bir seciyeye sahip olma amaçlarıyla taraftar bulurken, günümüzde özellikle Fransa’nın gerçekleştirdiği cürümler neticesinde bir insanlık suçu olarak kabul ediliyor.

Fransa’nın sömürgecilik politikaları çerçevesinde insanlık suçu işlediğine dair entelektüel çevrelerde fikir birliği oluşmuş durumda. Hatta siyasilerin dahi inkar edemediği bir noktaya gelindiği de bir gerçek. Nitekim “Güneş balçıkla sıvanmaz” sözünü doğrular nitelikte ortaya koyulan ve birçoğu arşivlerde kayıtlı insanlık suçları birer birer ifşa oluyor.

Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov’un da Afrika turunda bulunmasını, Afrika üzerinde muhtemel bir Rusya-Fransa çatışmasının emaresi olarak görmek mümkün. Bunun da Afrika için hayra alamet olmadığı aşikar. Ancak tarımdan ekonomiye, yer altı kaynaklarından insan kaynağına kadar barındırdığı birçok potansiyele rağmen Afrika kıtasının bu tür nüfuz çatışmalarına sahne olması sadece kıtayı değil, tüm dünyayı olumsuz etkileyecektir.

Yakın geçmişte Fransa’nın Afrika’daki suçları

Yakın çağda dahi bu cürümlerin devam ettiğini görüyoruz. Örneğin, Afrikalıların maruz kaldıkları en acı olaylardan birisi hiç kuşkusuz Thiaroye katliamıdır. Bilindiği gibi II. Dünya Savaşı’nda birçok Afrika ülkesinden asker, Fransa’nın Alman işgaline uğraması sonrasında Fransız askeri üniformasıyla canlarını vermişlerdi. Hal böyle iken Senegalliler hiç unutulmayacak bir muameleye tabi tutuldular. Kasım 1944’te meydana gelen olayda Senegalli keskin nişancı taburuna mensup askerler savaş sonrası ülkelerine geri dönmüş ve özlük haklarının verilmesi, ücretlerinin ödenmesini talep etmişlerdi. Bu masumane talebe, Fransız Jandarması ateş ile karşılık vermiş ve Senegalli tarihçilere göre yüzlerce Senegalli asker katledilmişti.] Bu noktada Senegallilerin itibar suikastına uğradıklarını da belirtmek gerekir. İddiaya göre Almanlar tarafından esir edilen bir takım Senegalli askerler ihanet edebilecekleri şüphesiyle bu olayda ortadan kaldırılmışlardı. Elbette böyle bir durumda dahi en azından yargılanmaları gerekirdi. Ancak hakkettikleri ücreti talep etmelerine bile tahammül gösterilmedi.

Yakın dönemde ise eski Fransa Başkanı François Mitterand yönetimindeki Fransa’nın Hutu’lara destek vererek Ruanda’da 800 binden fazla Tutsi’nin katledilmesine yol açması hala hafızalarda yer alıyor ve Fransa siyasetinde kolonyalistler ile insan hakları savunucularının tartıştığı bir mesele olmaya devam ediyor.

Bir başka korkunç olay ise 1967’de Biafra bölgesinin Nijerya’dan bağımsızlığını talep etmesi sırasında yaşanmıştı. Esasında olayların başlangıcı 1960 senesine dayanıyor. Nijerya Federal Hükümetinin Anglo Sakson ülkelere (ABD ve İngiltere) yaklaşma arzusu Fransa tarafından tepkiyle karşılanmış ve bunun sonucunda da De Gaulle Hükümeti gizlice Biafra bölgesine silah göndermek suretiyle bir iç savaşı tetiklemişti. Başka bir ifadeyle Nijeryalılar cezalandırılmıştı. Bu denli politikalar için Dışişlerinde “Franceafrique” isimli bir birimin özel olarak ilgilendiği ve ayrıca Fransa’nın Afrika’daki varlığı için gerekirse operasyonel girişimlerde bulunmaktan çekinmediği, adeta kontrgerilla örgütlenmesine benzer bir yapıya sahip olduğu iddiası ciddi bir biçimde dillendiriliyor. Neticede yine kolonyalist emeller uğruna binlerce Afrikalı çatışmalar neticesinde ölüme mahkum edilmişti.

Fransa’nın eli hala Afrika’nın üzerinde

Afrika kıtasının çilesinin yakın zamanda biteceğini düşünmek bir hayli zor. Zira bu konuda ne Fransa’da ne de insan hakları savunucuları arasında Afrika’da işlenen insanlık dışı suçlarla ne denli bir mücadele verileceğine veya suçluların nasıl cezalandırılacağına dair bir fikir birliği bulunmuyor. Bunda, Afrikalılara olan yaklaşımın, insani bakış açılarının çarpıklığının da etkisi inkar edilemez. Hangi antropolojik ve sosyolojik araştırmaya dayandığı bilinmez, ortaya atılan “düşük vasıflı insan” tanımlaması -ki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne de aykırı bir durumdur- hala aşırı sağ basında yer alıyor. Örneğin, Fransa’nın başlattığı Barkhane operasyonlarında Mali’de çocukların tecavüze uğramaları konusunda gerek halk, gerekse siyasiler gereken tepkiyi göstermemişler aksine görsel ve yazılı basın olayı ört bas etmeye çalışmıştır. Üstelik göz önünde yapılan tartışmalarda Malili çocukların maruz kaldığı zulmün bilimsel olarak açıklanmaya çalışılması ise tam bir aymazlık olarak tarihe geçti. Sözde entelektüellerin, tecavüzü, Fransız askerlerinin memleketlerinden uzakta olmalarına ve iklim şartlarının insan psikolojisinde meydana getirdiği tahribata bağlama gayretleri dikkatlerden kaçmadı. Binaenaleyh adeta tecavüzcüleri aklamaya çalışmaları manidardır. Esasen bu halleriyle toplumun da aynası mesabesinde konumlandıklarını belirtmek mümkün.

Son yıllarda Afrikalıların uğradıkları insanlık dışı muamelelerin ciddi bir biçimde gündeme geldiğini belirtmek gerekir. Bunun yanında eş zamanlı olarak “Fransa Afrika’yı kaybediyor mu?”, “Afrika’da yeni sosyopolitik güç dengeleri mi kuruluyor?”, “Afrikalılar neden Fransa’ya düşman?” kabilinden soruların Fransa iç ve dış siyasetinde çokça dillendirildiğine şahit oluyoruz.

Batı dünyasında, özellikle Fransa’da kabul edilen sömürgeciliğin, sert bir biçimde uygulandığı Afrika ülkelerinde hiç de öyle görülmediği artık bilinen bir gerçektir. Sömürgecilik, bir asır önce sömürülen ülkelerde bile medenileşme, insani ve ahlaki açıdan üstün bir seciyeye sahip olma amaçlarıyla taraftar bulurken, günümüzde özellikle Fransa’nın gerçekleştirdiği cürümler neticesinde bir insanlık suçu olarak kabul ediliyor.

Elbette iki asra yaklaşan bir kolonyal geçmişe sahip olan ve bu zaman zarfında gerek maddi gerekse insani kaynaklardan azami derecede istifade eden Fransa, Afrika konusunda hassasiyet gösteriyor. Bu itibarla Fransız devlet adamlarının sıkça Afrika ülkelerine seyahat ettiklerini görüyoruz. Son olarak 26 Temmuz’da Başkan Emmanuel Macron geniş bir Afrika turnesine çıktı. İlk olarak Benin, ardından da Kamerun’a geçen Macron’un burada özellikle tarımda iş birliğine ve terörizme karşı birlikte mücadele etme konularına vurgu yapması dikkat çekici. Diğer yandan Rusya, Çin ve Brezilya’nın günden güne Afrika’daki varlıklarını artırdıkları gerçeğinden hareketle ziyaretin ciddi bir öneme sahip olduğu aşikar.

Çok açık ki, günümüzde bu gelişmelerin bir sonucu olarak sömürgelerin çocukları ayaktalar. Kendilerine yapılanları hatırlatıyorlar. Afrika’da durumun eskisi gibi yürüyemeyeceğini dünyaya anlatıyorlar. Sesizce çözüm bekliyorlar.

Tatvan, 4 Haziran 2023