İnsanlık için diller ve anadili ile eğitim, insanın eğitimi ve gelişimi için yerine getirilmesi gereken temel insan hakkıdır ve bunun gerçekleştirilmesi onurlu bir vazifedir. “Anadili, bireyin içinde doğup büyüdüğü aile ya da toplum çevresinde ilk öğrendiği dildir. Anadili, insanın bilinçaltına inen, kimliğinin temel taşı sayılan ve bireylerin toplumla en güçlü bağlarını oluşturan öğedir.”[1] Dil hakkı, kendi dilini ve kültürünü öğrenme hakkı, temel insan haklarından olup tek başına uygulanamaz, mutlaka diğer kültürel haklarla beraber ele alınır.

1900’ün başından itibaren Osmanlı bünyesindeki farklı Müslüman unsurların kültürel ve dil hakları çerçevesinde, Kürdçe eğitim ve öğretim talebi gündeme gelmiş ve bir asırdan fazla bir süredir ki farklı dönemlerde gündemin önemli konularından biri durumuna gelmesine rağmen, halen de Kürdlerin bu meşru hak talebi karşılanmamıştır.

Bu konuyla ilgili mevcut bilgi ve belgeler ışığından geçmişe bir göz attığımızda, Harputlu Ömer Avni Efendi’nin 1900’de yazımını tamamladığı “Kavaid-i Lisanı Kürdi” adlı Kürdçe öğretme kitabının bu amaçla hazırlandığını görüyoruz. Yazarın talebi üzerine “Kavaid-i Lisanı Kürdi”ye önsöz yazan Kemaleddin Harputî, bu eserin yazılış amacını şöyle açıklamıştır: “Sultan’a bağlı memleketlerde Kürtler’in yaşadığı yerlerin ilkokullarında ders programlarına alınması düşüncesiyle, Kavaid-i Lisan-ı Kürdî konusunda ilk defa münhasır (özel) bir risale hazırlanmıştır. Bu risalenin eğitim ve öğretimde yayılmasıyla, Kürt çocukları Türk dilini öğrenecekleri gibi, Türk çocuklarının da Kürt diline vakıf olacakları beklenmektedir.

Dil konusunda gençliği eğitmek amacıyla hazırlanan bu bağımsız ve özgün kitapçığın, eğitim ve aydınlanma konusunda büyük bir arzu besleyen Kürt insanında büyük bir memnunluk yaratacağına ve eğitimine önemli bir katkı sunacağına olan inancımla, yazarını kutluyorum. 25 Eylül 1317/1901.”[2] 1900’de hazırlanmış olan ve vilayet Yüksek Maarif Kurulu’nda basım için gerekli izin alınmasına rağmen adı geçen kitap ancak 1910’da basılabilmiştir.

İkinci Meşrutiyet’ten sonra ardı ardına kurulan yeni Kürd cemiyetleri vasıtasıyla bu süreç daha da hızlanmıştır. İlk başta bu cemiyetlerin temel amacı; Kürdçe eğitim, basın-yayın ve kültürel çalışmalar yoluyla Kürd toplumunun gelişmesini ve ilerlemesini sağlamaktı. Basın-yayın ve dil çalışmalarına özellikle önem verilmiş; dili, “milliyet ve milli varlığın temel taşı” olarak belirlenip Kürdçenin standartlaştırılması ve müşterek dil (ortak dil) haline getirilmesi amacıyla kurulan cemiyetler bünyesinde ayrıca “Encümen-i Lisan” ve “Kürd Eserleri Tetkik Komisyonu” gibi birimler kurulmuş ve bu birimler yönetiminde bir iş taksimatı yapılarak alfabe, dilbilgisi ve bütün Kürd lehçelerini içermek üzere bir lügat, Kürdçe eğitim için ders materyallerini hazırlama, edebiyat, tarih, coğrafya ve folklor alanında yapılacak çalışmalar belirlenmiş. Kurulan cemiyetler vasıtasıyla bu çalışmalar programlaştırılmış, özelikle Kürdçe eğitim ve dil çalışmaları, konu taksimatına dayalı planlı bir çerçevede yürütülmüştür, ilgili resmi kurumlara Kürdçe eğitim yapılması talebiyle başvuruda bulunulmuştur.

Bu başvuruların en önemlilerinden biri de, Bediuzeman Mela Seîdê Kurdî’nin “Mabeyne” (ilgili daireye) Kürdistan’da eğitimin Türkçenin yanısıra Kürdçe de yapılmasına dair verdiği dilekçedir. “Şu dünya medeniyetinde ve şu terakki (ilerleme) çağı ve müsabakatında diğer kardeşler gibi yek ahenk ilerlemek için hükümetin gayretle Kürdistan’ın kasaba ve şehirlerinde okulların yapımı ve inşası buyurulmuş olduğunu aynı şükranla şahit isek de, bundan yalnız Türkçe diline aşina olan çocuklar istifade ediyor. Bu dile aşina olmayan Kürd çocukları, kemalat kaynağı olan ilim medreselerinden yoksun olmaları ve bu okullardaki öğretmenlerin mahalli lisana vakıf olmamaları vesilesiyle eğitimden mahrum kalmaktadır.”[3]

Kürdistan’daki biricik eğitim kurumu olan medreseleri bu süreçten ayırırsak, modern anlamda Kürdçe eğitim veren ilk kurum, Kürd Neşr-i Maarif Cemiyeti tarafında 1910 yılında İstanbul’da kurulan “Meşrutiyet Mektebi”dir. Dönemin Maarif Nezaretinden maddi destek de alabilmiş bu ilk Kürdçe eğitim yapan mektep (okul), yaklaşık bir yıl sonra İttihat ve Terakki yönetimi tarafından kapatılmıştır. Abdülhamit’in istibdat rejimine karşı dönemin Kürd aydınları ve ulemasının desteğiyle de mücadele ederek İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesine öncülük eden İttihat ve Terakki rejimi iktidarı ele geçirdikten sonra istibdat rejimini aratan bir ortam yaratmıştır. İttihat ve Terakki içerisindeki Türkçü kanat güçlenip iktidara tam olarak hakim olunca, Kürdlerin artarda kurmuş oldukları cemiyetleri kapatmış, basın, kültürel ve dil çalışmaları üzerinde de büyük baskılar kurmuş. Benmerkezci, tekçi, komplocu ve ötekine hiçbir koşulda tahammül etmeyen totaliter bir zihniyete sahip İttihatçılar, muhalif kesimleri susturmak ve kendine katılmaya zorlamak için, suikastlar da dahil her nevi baskı yöntemine başvurmuşlar. Bunların etrafında toplanan dönemin Osmanlı aydınlarının büyük çoğunluğu da bu zihniyetten pek uzak değildi.

Burada Dr. Abdullah Cevdet’in aktardığı bir anısını hatırlatarak, daha o zamandan beri gelen bu Kürd ve Kürdçe karşıtı zihniyeti hatırlatıp somutlaştırmaya çalışayım. Abdullah Cevdet, 19 Temmuz 1913’te Rojî Kurd dergisinin 2. sayısında yayımlanan “İttihad Yolu [Birlik Yolu]” başlıklı yazısında, dönemin Osmanlı aydınının zihin ve yargı şeklini yansıtan çok önemli bir örnek vererek şöyle yazmaktadır: “Rojî Kurd mecmuasını masamın üzerinde gören saygın ve aziz dostum birdenbire: “Nedir bu mecmua?” dedi.

Ben “Kurdolocya organı” yani Kürdlük hakkındaki toplumsal ve ırksal araştırmanın yayın organı, dedim. Arkadaşım mecmuayı açtı, gözü bir makaleye ilişince: “Madem Türkçe değil, mademki Kürdçe’dir “ayrılık” gazetesi demektir dedi ve Rojî Kurd’ü masamın üzerine bı­raktı. Bu yargı şekli, çok sıradan ve geneldir. Buna çok teessüf ederim. Bu sahte felsefenin, aydınları dahi içine almış olmasına çok yanarım.”[4]

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, İttihat ve Terakki yönetimi tarafından Kürdlerin bütün basın-yayın faaliyetleri, kültürel çalışmaları durdurulmuş ve Kürd cemiyetleri kapatılmıştır. Çıkartılan seferberlik kanunuyla Kürd cemiyetlerinin kadrolarının büyük çoğunluğu savaş cephesine gönderilmiş. Dört yıllık savaş süresi boyunca Kürdlerin kurumsal hiçbir çalışması olmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, Kürdlerin siyasal, kültürel, basın-yayın ve dil çalışmaları yeniden başlamış.

Savaştan sonra “Ermeni tehciri” nedeniyle İttihat ve Terakki’nin öncü kadrolarının bir kısmı yargılanmış, Enver Paşa başta olmak üzere diğer bir kısmı da yurtdışına kaçmış. İttihat Terakki çizgisinin bir versiyonu ve devamı olarak Mustafa Kemal’in liderliğinde başlayan Anadolu Hareketi, 1920’de Heyet-i Temsiliye’yi oluşturdu, peyderpey itilaf devletlerinden Fransa, Bolşevik Rusya ve İngiltere ile anlaşma sağlayıp Yunanistan’ı mağlup ettikten sonra, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’ndan sonra 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan etti. Beş yıllık mütareke dönemi boyunca Kürdler yoğun bir şekilde İstanbul’daki siyasal ve kültürel faaliyetlerini sürdürdüler. Fakat Ankara Hükümeti’nin 1922’nin sonlarına doğru İstanbul’un denetimini ele geçirdikten sonra, Kürd cemiyetleri, kadroları ve aydınları İstanbul’u terketmek zorunda kaldılar. Böylece Kürdlerin örgütsel, siyasal ve kültürel faaliyetleri tekrar kesintiye uğradı.

Kürdler Cumhuriyet’in ilanından beklediği ilgi, alaka ve hak talebinin karşılığını bulamadı. Cumhuriyet’in ilanından sonra, daha sistematik bir şekilde başta Kürdler olmak üzere diğer etnik kimliklerin ve ulusal toplulukların varlığı inkar edilmiş, her nevi yönteme başvurularak asimilasyon ve Türkleştirme politikalarına hız verilmiş. Dönemin artarda gelen siyasi iktidarları, politikalarını diğer etnik ve ulusal toplulukların asimilasyonu, reddi ve inkarı üzerine kurduğu için Kürdçe yasaklanmış, Kürdlerin millet olarak varlığı inkar edilmiş, kısmen Kürdçe eğitimin olduğu Kürdistan’daki medreseler kapatılmış. Kürd dili alanındaki her nevi çalışma ve araştırma da tamamen engellenmiş ve yasaklanmıştır.

Cumhuriyet Hükümetleri, Türk etnik kimliğine dayalı ulus-devlet projesini gerçekleştirebilmek amacıyla Türklüğü tek egemen etnik kimlik ve Türkçeyi de tek egemen eğitim dili kılmak için, saha çalışmasına dayalı Kürdlere ve Kürdçeye dair çeşitli raporlar hazırlamışlar. Bu raporları incelediğimizde, Cumhuriyet hükümetlerinin meseleye bakış açısını ve zihinsel yaklaşımını çok iyi bir şekilde yansıttığı görülmektedir. Bunlardan ilki, dönemin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı olan Sinop mebusu Dr. Rıza Nur’un Ziya Gökalp’e 1922-1923 yılları arasında Kürd aşiretlerine ve diline dair hazırlattığı rapordur. Ondan sonra 1924’te mülkiye müfettişi Derviş Hüseyin Hüsnü’ye hazırlatılan rapor vardır ki bu raporda, o zaman Kürdçenin belirtilen altı vilayette baskın dil olduğunu ve vilayet merkezlerinde dahi Türkçe konuşanların nadir olduğunu belirtir. “Herkes mahalli lisanın (yerel dili), Kürdçeyi tekellüm eder (konuşur). İçerilere gidildikçe Türkçe konuşanlar vilayet merkezlerinde bile nadir rastlanılır. Köylerde ise hiç kimse yoktur. Lisan-ı Türki’nin talimine (öğretimine), ilim ve marifetin yayılmasına çalışmak şöyle dursun Türkçenin men-i intişarı (yayılmasını engellemek) için rüesa-yı mahalliye (yerel reisler) arasından şiddetli cereyanalar mevcuttur. Mevcut kurulu mekteplerden de istifade edilmemekte olduğu görülüyor. Çünkü muallimleri yerlidir ve tedrisat elsine-i mahalliye (yerel dillerle) üzere cereyan etmektedir. Dolaştığım beş altı vilayetin pek mahdûd kuryesinde (pek sınırlı köylerinde) mektep mevcut ise de bunlarda mahalli dillerle ve eski tarzdan başka tedrisât yoktur.”[5] Bu süreçten sonra, Kürdler ve Kürdçeye dair hiçbir faaliyete müsaade edilmemiştir. Bütün yönetimlerin amacı yukarıda tespit edilen durumu tersine çevirmek olmuştur.

Özellikle 1925 Şeyh Said, Ağrı ve Dersim hareketleriyle birlikte Kürdlerin yaşadığı vilayetler üzerindeki kontrol sağlandıktan sonra, Kürdler ve Kürd diline dair her şey yasaklanmıştır. Devletin “Türkçe konuş çok konuş” söylemi, bu politikanın sloganlaşmış halidir. Özellikle 1950’lerden itibaren Kürdistan’ın kırsal kesimlerinde yapılmaya başlanan ilkokullar ve daha sonra da askeri bir mantıkla idare edilen bölgesel yatılı okulların yaygınlaştırılması, esas itibarıyla bu politikayı uygulamaya yönelikti. Kürdlerin anadiline karşı izlenen bu inkar, yasaklama ve asimilasyon politikası 1990’ların başlarına kadar devam etmiştir. Bu satırların yazarının kendisi de bu politikaya maruz kalanlardan biridir. 1975’li yıllarda ilkokulda okurken, bugün sosyal faaliyetler yürütmek amacıyla okullarda var olan kulüp çalışmaları, o zaman “kol faaliyetler” olarak adlandırılıyordu. Kırsal alandaki okullarda yürütülen “spor”, “gezi”, “temizlik” vb. kol faaliyetlerinin yanısıra “Kürdçe konuşmama” kolu da vardı. Bu kulüpte (kolda) yer alan öğrencilerin görevi; köy içinde, sokakta, evde veya köyün herhangi bir alanında Kürdçe konuşan çocukları öğretmene bildirmekti. Öğretmen de Kürdçe konuşmadan dolayı şikayet edilen bu öğrencileri kaba dayak başta olmak üzere çeşitli şekillerde cezalandırırdı.

Bu uygulama farklı şekillerde Kürdistan’ın birçok yerlerinde vardı. Örneğin kendisi bugün İsviçre’nin Zürih kentinde tanınan bir Psikiyatr olan Dr. Fikret Zengin, Bingöl Karlıova ilçesinin Tuzluca köyünden olup oradaki uygulamayı şöyle anlatıyor: “Öğretmen evde anne-babamızla Kürtçe konuşmamızı yasakladığı gibi, sabah okula geldiğimizde ilk olarak dil kontrolü yapılırdı. Dilimizi çıkarırdık. Öğretmen kimin dil ucu çatallıysa o kişinin evde Kürtçe konuştuğunu söyler ve buna göre de öğrenciye ceza verirdi.

Bir çocuk anadilinden dolayı cezalandırılıyor! İnsan böyle bir şeyi nasıl unutabilir? En büyük travma bir çocuğun anadilinden koparılışıdır; hiçbir şey bu travmayı iyileştirmeye yetmez! Köyde okula gittiğim iki yıl boyunca bir nevi sağır ve dilsiz oyunu oynadık ve o yılları hiç unutamadım.”[6]

Yaklaşık yüz yıldan fazla bir süredir Kürdlere ve Kürd diline yönelik yürütülen politikalar ve uygulamalar, Kürd çocuklarında büyük travmalar yaratmıştır, Kürd çocuklarını ve ebeveynlerini kendi dilini konuşmaktan çekinir ve utanır hale getirmiştir. Bir dilin yasaklanması ve konuşanlarının çeşitle şekillerde cezalandırılması, horlanması, dışlanması çocuğun akademik gelişimini engellemek bir yana, o dilin sosyal itibar ve prestijini yerle bir eder, sözkonusu dil topluluğu üyelerinde büyük travmalar yaratır, onları dilini konuşmaktan uzaklaştırır, “diline küstürülen”[7] bir duruma getirir. Zengin’in deyimiyle “hiçbir şey bu travmayı iyileştirmeye yetmez”. Yaklaşık bir asırdan fazla zamandır Kürd dili ve lehçelerine yapılan muamele de budur. Kürd dili (Kurmancca ve Zazaca), devlet eliyle uygulanan yüzyıllık dil politikalarıyla itibarsızlaştırılmış ve sosyal prestiji en dip dereceye düşürülmüştür. Bugün anadili ve Kürdçeye dair yaratılan yüz yıllık tahribatı, çok kısıtlı olanaklarla nasıl onarabiliriz ve Kürd çocuklarını ikna edip Kürdçe (Kurmancca-Zazaca) seçmeli ders tercih etmelerini sağlayabiliriz.

(Devam edecek. Gelecek yazıda Kürdçe seçmeli ders ve sonuçlarını üzerinde duracağız.)

Kaynak: https://www.rudaw.net/turkish/opinion/15012023

[1] Avrupa Birliği Sürecinde Dil Hakları, Akt. Pulat Tacar, Anadil Yönünden Çeşitlilik Arzeden Toplumlarda Çokdilliliğin Yönetişimi, Helsinki Yurttaşlar Derneği, 2003, s. 21

[2] Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Uleması, Cilt 4, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul 1996, s. 208

[3] Molla Saîd-î Meşhur, Kürdler neye muhtaç?, Şark ve Kurdistan, sayı: 1, 20 Kasım 1908

[4] Seîd VEROJ, Cemîyeta Hêvî ya Telabeyê Kurd (Kürd Talebe Hêvî Cemîyetî) û Rojî Kurd (1913), Dara Yayınları, Dîyarbekir, 2020, s. 82

[5] Derviş Hüseyin Hüsnü, Cumhuriyet’in İlk Kürt Raporu 1924, Derin Tarih Yayınları, İstanbul,2016, s. 36

[6] https://kovarabir.com/faik-bulut-zurihte-yasayan-unlu-psikiyatr-fikret-zengin-insan-100-yasindayken-bile-beynini-canli-tutup-gelistirebilir-1/

[7] Kejê Bêmal, https://kovarabir.com/keje-bemal-diline-kusen-cocuklar/,14.01.2023