Faik Bulut/ Mehmet Ali Aslan (1): Ben medresede okudum, sosyalizmi ise hayattan öğrendim. Türk okumuşlar Kemalizm’i sol ve sosyalizm olarak görüyorlar

Kolaj: Independent Türkçe

Siyaset tarihinin tanığı ve sanığı Mehmet Ali Aslan, Türkiye’nin dört bir yanında, bilhassa sol, demokratlar arasında ve Kürt camiasında olduğu kadar Avrupa’daki bazı demokratik platformlarda da söyleyip yazdıklarıyla ünlenen bir şahsiyettir. Özellikle siyasi yanı ağır basan hukuk davalarının vazgeçilmez ismidir.

Her cümlesi tarih tecrübesi sayılabilecek 86 yaşındaki bu ünlü hukukçu ve ilkeli politikacı ile “Bir Onur Mücadelesi” başlıklı anı kitabının yayınlanması (İkinci Adam Yayınları-İstanbul) münasebetiyle ülkenin; özellikle solun ve Kürt toplumunun geçmişine dair söyleşip halleşmek istedik.

Yaklaşık yüzyıllık tecrübesini, bizlere ve sonraki kuşaklara aktarmasına aracılık etmeyi görev bildik.

Bildiğim kadarıyla babanız medreselerde yetişmiş ticaretle uğraşan bir Kürt beyi imiş. Ailenizin bir kolunun Çarlık ve Osmanlı’nın son devrinin meşhur beylerinden Gulicevher Ağa’ya kadar uzandığı da söyleniyor. Malum, bu aile “torun” (Kürtçesi torın veya soylu-aristokrat anlamına gelen tovrind) sayılıyor. Siz de genelde bilinen, tanınan bir şahsiyetsiniz. Yine de bizlere kendinizi tanıtır mısınız?

Osmanlı mekteplerinde okumuş ve Kürt hocalardan medrese eğitimi almış bir Kürt beyi ile bir Kürt ananın çocuğu olarak 23 Haziran 1936 tarihinde Ağrı’nın merkezi Karaköse’de doğdum.

Annem şehre geldiği zaman tek kelime Türkçe bilmiyormuş. Evde Kürtçe konuşuyorlardı. Anadilim Kürtçeydi. Türkçeyi mahallede ve okulda öğrendim.

Evimizde Arap alfabesiyle yazılı Arapça, Farsça, Türkçe kitapların yanında Kürtçe bütün matbu ve elyazması eserler mevcuttu. İlkokula giderken babamın da yardımıyla bütün bu eserleri okudum. Bu şekilde çocuk yaşta anadilde (Kürtçe) eğitim aldım.

Ayrıca Malhaslı Melle İsmail ile Ağrı Müftüsü Sadullah Efendi’den aldığım Arapça dersleriyle şeriat ve fıkıh da okudum. İlkokul ve ortaokulda lakabım “Hoca” idi.

14 yaşında babamı kaybettim. Liseyi parasız yatılı olarak okudum. Uygulanan ulusalcı kışla disiplinine uyum sağlayamadığım için bazı okullardan sürüldüm. Bu da bana Türkiye’nin çeşitli bölgelerini ve toplumlarını tanıma fırsatı verdi.

Mehmet Ali Aslan 20’li yaşlarında

Dışarıdan imtihanlara girerek 1963 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. Bir yıllık stajdan sonra 1964 yılında avukatlığa başladım ve avukatlık mesleğini 82 yaşına kadar sürdürdüm.

Mensup olduğum Torınlar bir aşiret değil, kuzeydeki Zilan Kürt aşiretlerinin beyleri olan geniş bir ailedir. Osmanlı döneminde Ağrı ve Kars bölgesinde bulunanlar Hamidiye Alay Komutanlarıydılar. Kafkaslarda bulunanlar ise Rus ordusunda ve idari örgütlerinde görevliydiler.

Bunlardan Gulicevher Ağa, Ali Eşref Paşa Rus ordusunda general rütbesiyle görev yaparken Osmanlı’da bulunan Selim Paşa, Eyüp Paşa Hamidiye Alay Komutanlarıydı. Rusya’da bulunanlar, 1917 Bolşevik Devrimi’nden önce Osmanlı tarafına geçtiler.

Beylik, Ağalık ve şeyhlik kurumları geri bir aşiret yapısının ürünleridir ve Kürt halkının geri kalmasının temel nedenidir.

Torın Beyleri, güneydeki bazı Kürt beylerinin aksine, halka iyi davrandılar. Örneğin Ali Eşref Paşa’nın çocukları olmadı. Zengindi; Türkiye’deki mallarını ve mülklerini Kürtlerin yoksul kesimlerinde ihtiyacı olanlara dağıttı. Fakat bunlar beylik kurumunun olumsuz işlevini etkileyemedi.

Babanızın medreseli olmasından ötürü yeterli bir din eğitimi almışsınız. Medreseden sonraki eğitim süreçlerinde ise Batı klasiklerini, Marksist klasikleri ve sol yayınlarını okuyup içselleştirmişsiniz. Böylece sosyalist dünya görüşünü benimsemişsiniz. Biraz bahseder misiniz?

Çocukluğumda ilkokula giderken Arapça olarak şeriat ve fıkıh dersleri aldım. Evdeki zengin Kürtçe eserlerle anadilde eğitimimi tamamladım.

Bu arada İslamcıların ve Türkçülerin yayımladığı gazete ve dergileri de okuyordum. İlkokul 5’ten sonra da Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınladığı Batı Klasiklerinin önemli bölümünü okudum.

Sosyalizm ile ilgili kitap ve yazı bulmak mümkün değildi, yasaktı. Ama ben okuduğum sosyalizm karşıtı kitap ve yazıların mevhumu muhalifinden sistemin nasıl olduğunu ve özelliklerini çözmeye çalışıyordum.

İçinde yaşadığım yarı feodal ve yarı kapitalist sistemi gözlemleyerek sosyalizmin ne olduğunu daha iyi anladım ve kendimi sosyalist olarak görmeye başladım. Ben sosyalizmi hayattan öğrendim, kitaplar ise bu bilgilerimi sistemleştirmeye yardımcı oldu.

Kendi türünde Türkiye’de “ilk” sayılan iki şeye daha imza atmışsınız: Avukatlık mesleğini icra ederken “Yeni Akış” dergisini çıkarmış; burada müstear isimlerle yazdığınız makalelerde Cumhuriyet tarihinde ilk defa “Kürt Halkı” ve “Türkiye Halkları” kavramlarını kullanarak iktidarların asimilasyon, inkâr ve tenkil politikalarını eleştirmişsiniz. Ayrıntıları nelerdir?

1920’de kabul edilen Misak-ı Milli beyannamesiyle “Kürdistan” olarak adlandırılan bölge Kürtlerin isimleri anılmadan yeni kurulacak devletin sınırları içine alındı ve Türkiyelileşme hareketi başlatıldı. Yer isimleri değiştirildi. Kürtlerin tarihi çarpıtıldı.

Bununla Kürtlerin tarihi ve coğrafi hafızaları silinmek istendi. Ardından da Kürtlerin Türkleştirilmesi hareketi başlatıldı. Kürtçe yasaklandı. Kürt kimliği yok sayıldı. Buna karşı çıkanlar katliamlarla yok edildi. Tek parti dönemi olan 1950’ye kadar Kürtçe konuşmak, Kürt halkından söz etmek mümkün değildi.

1950’den sonraki çok partili dönemde fazla riskli olmakla beraber verilecek hapis cezasını göze alarak bu ırkçı politikaya karşı çıkmak mümkündü. Fakat geçmişteki katliamların etkisiyle bir korku duvarı inşa edilmişti. Hiç kimse bu duvarı aşmaya teşebbüs edemiyordu.

Bu dönemde bir kısım Kürt okumuşları, siyasetçileri kendi aralarında Sovyetler Birliği veya ABD’nin kurduracakları bir Kürt devletinin ve Türkiye Federasyonunun temsilcilerinin ve yöneticilerinin kimler olacağını aralarında tartışıyorlardı. Ama bunu legal alanda açıkça ifade etmekten korkuyorlardı.

Kürtler suçlu değildi. Suçlu olan Kürt dilini, kimliğini ve kültürünü yasaklayarak bir insanlık suçu işleyen iktidarlardı. Buna karşı çıkmak, kapalı kapılar ardında yapılan sohbetlerle olmazdı. Bunu legal alanda açıkça ifade etmek gerekirdi.

1966 yılında, 30 yaşında genç bir avukat idim. YENİ AKIŞ adında bir dergi yayımladım. Cumhuriyet tarihinde ilk kez “Kürt Halkı”, “Türkiye Halkları” kavramlarını kullandım. Kürtlerin Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet tarihi içindeki yerini, aşiret yapısını, bunun ürünü olan beylik, ağalık, şeyhlik kurumlarını inceleyip yazdım.

Bunun kadar önemli olan bir başka konuyu da açıkladım: Türk okumuşlar, Kemalizm’i sol ve sosyalizm olarak kabul ediyorlardı.

Mustafa Kemal Paşa bir teorisyen değildi. Pragmatist idi. Kurtuluş Savaşı’nı Sovyetler Birliği’nin yardımıyla kazandıktan sonra yüzünü Batı’ya çevirdi.

Avrupa’da faşist hareketler gelişmeye başlamıştı. Türkiye’de de bu hareketlerin de etkisiyle kan grupları, kafatası ölçülerine göre yapılan çalışmalar ve İzmir İktisat Kongresi’nde bir burjuva sınıfı yaratma girişimleriyle ırkçı ve faşist bir düzene doğru yol almaya çalışıldı.

Bunu açıklamaya çalıştım. Derginin amacına uygun yazı yazacak kimse yoktu. Abdülkadir Yıldırım, Serdar, Baran gibi takma adlarla yazılar yazdım.

Derginin 5. sayısını baskıya verecekken tutuklandım. 6 ay cezaevinde kaldım. Yaklaşık 3 saat süren savunmamda olayın hukuki ve sosyolojik yüzünü izah ettim.

Sözlerimi şöyle bağladım:

Siz ister mahkûmiyet kararı verin ister beraat kararı, ben bunları her zaman söyleyeceğim, yazacağım. Ben sizden tahliye talep etmiyorum. Ömrüm vefa ederse en aşağı yüz yıl demir parmaklıklar arkasında kalacak bedeni ve moral güce sahibim. Siz Türk adaletinin itibarını ve şerefini düşünün.

Bunun üzerine beni de tahliye ettiler.

1960’larda Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) katılmanız ve oradaki siyasi serüveninizle ilgili bir özetleme yapmanız mümkün mü?

1963 yılında Türkiye İşçi Partisi’ne girdim. Birçok il ve ilçede TİP örgütlerini kurdum ve bazılarını da bu yönde ikna ettiğim kişilere kurdurttum.

TİP aslında sosyalist olduğu zannıyla Kemalist bir anlayışla kurulmuş ve yönetiliyordu. Türkiye’nin temel sorunlarından biri olan Kürt sorunu ise etnik yönüne dokunulmadan “Doğu sorunu” olarak geçiştiriliyordu.

Nitekim 1966 yılında Malatya’da yapılan TİP Genel Kurulu’nda yaptığım konuşmada şunları söyledim:

Sorun sadece bölgesel geri kalmışlık sorunu değildir. Sorunun adını doğru koymak gerekir. Bu, Kürt sorunudur. Türkiye’de iki halk vardır: Türk halkı ve Kürt halkı… Yine çeşitli azınlıklar vardır. Çerkezler, Ermeniler, Rumlar, Araplar gibi…

Kürt ve Türk halklarını ve azınlıkları sömüren, onlara baskı yapan güçler, emperyalizm ile işbirliği içinde olan, ittifak içindeki Türk ve Kürt egemen sınıflarıdır.

Baskıdan ve sömürüden kurtulmak isteyen Türk ve Kürt halklarının, bu baskıcı ve sömürücü güçlere karşı birlikte ve dayanışma halinde mücadele etmeleri şarttır. Bunu sağlamanın ilk koşulu da Kürt kimliğinin inkârına, asimilasyon (eritme) politikalarına karşı çıkılmasıdır.

Bir veya birkaç kişinin çabasıyla bu büyük sorunun çözümü mümkün değildir. Bunun kitleselleşmesi, halkın talebi olarak gündemde yer alması gerekir. Bunun için de binlerce, hatta on binlerce imzayla bir bildiri yayımlayalım.

Bildiride, ‘ülkemizde ayrı bir dili ve kültürü olan bir Kürt halkının var olduğunu, bu halka yönelik uygulanan asimilasyon (eritme) politikalarına son verilmesini, dili ve kültürü üzerindeki yasakların ve engellemelerin kaldırılmasını, bunun barış içinde bir arada yaşamak için bir zaruret olduğunu’ anlatalım. 

İktidar, bir veya birkaç kişinin girişimini, yasadışı olduğu iddiası ile kolayca etkisizleştirebilir. Ama binlerce, on binlerce kişinin insan hakları ve hukuk alanındaki talebi önemli bir siyasi olay olarak kamuoyunu ve iktidarı derinden etkiler. Tabu olarak kabul edilen sorunun tartışılmasını sağlar.

Bir uyarıda da bulundum:

Parti genel başkanının beyanları ile merkez kurullarının kararları partiyi bağlar. Bunların bu konudaki beyan ve kararları, partinin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasına neden olabilir. Buna dikkat etmek ve bundan kaçınmak gerekir.

Aynı kongrede merkez kurullarının seçimi de yapılacaktı. Ben TİP’in sosyalist bir parti olmasında daha etkili olabilmek için genel yönetim kurulunda yer almak istiyordum. Adayları M. Ali Aybar, Sadun Aren ve Behice Boran tespit ediyordu.

Yeni Akış dergisinde yazdığım yazılar gerekçe gösterilerek beni listeye almadılar. Özellikle Behice Hanım beni “Kürt milliyetçiliği yapmakla” suçluyordu. Oysa ben hiçbir zaman milliyetçi olmadım ve hep de milliyetçiliğe karşı çıktım.

Çocukluğumdan beri çok yönlü okuyan, çok araştıran biriydim. Türkiye’nin çeşitli bölgelerini gezmiş ve oradaki toplumları, farklı kültürleri görüp yaşamıştım. Bütün bunların sonucunda sosyalizmi benimsedim ve sosyalizmi yaşamdan öğrendim, kitaplar bütün bunları sistemleştirmeme yardımcı oldu.

Oysa sosyalist olduklarını sanan okumuşların büyük çoğunluğunun bilgileri kitabiydi, sosyalizmi kitaplardan öğrenmişlerdi. Kitaplar da çoğunlukla yazarların kendilerini bağlı saydıkları resmi görüşlere göre kaleme alınmışlardı.

1969 yılında TİP Genel Başkanlığı’na seçildim. TİP üyeleri ve yöneticileri farklı sosyalist anlayışlara sahipti. Bir kısmı da değişik amaçları için kullanmak üzere partide yer almışlardı.

TİP’in gerçek ve etkili bir parti olabilmesi için üye ve yöneticilerin sosyalizmin evrensel kurallarında birleşmesi, uygulamada yerel özellikleri dikkate almaları gerekirdi. Bu da ancak parti okullarında verilecek eğitimle sağlanabilirdi.

İstanbul’da DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler ve arkadaşlarıyla görüştüm. Eğitim için ihtiyaç duyulan salonları tahsis edeceklerini bildirdiler. İstanbul Üniversitesi’nin hocalarını ziyaret ettim. Onlar da bu projede yer alacaklarına söz verdiler.

Fakat bu ve buna benzer girişimler için genel yönetim kurulunun kararına ihtiyaç vardı. Genel Yönetim Kurulu’nu (GYK) toplantıya davet ettim. Bütün aydınlar ve sendikacılar geldi. TKP’ye bağlı Behice Boran’ın grubu ile GYK’daki Kürt grubu toplantıya gelmediler. Bu nedenle çoğunluk sağlanamadı.

İkinci kez GYK üyelerini toplantıya davet ettim. Yine Behice Hanım’ın grubu ile Kürt grubu gelmediler ve yine çoğunluk sağlanamadı. Belli ki bunlar bana boykot uyguluyorlardı. Kürt grubundan bir kişi, örneğin Tarık Ziya Ekinci ya da Kemal Burkay gelmiş olsalardı çoğunluk sağlanmış olacaktı.

Bunun üzerine genel başkanlıktan istifa ettim. İstifamdan sonra bütün Kürtler, Behice Boran’ın başkanlığındaki partiye geri döndüler.

TİP üyesi ve yetkilisi iken Kürt gençlerinin kurmak istediği Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) tüzük ve programını bir hukukçu ve politikacı sıfatıyla siz kaleme almışsınız. Hem buradaki hem de Doğu ve Güneydoğu illerinde düzenlenen ünlü “Doğu Mitingleri”ndeki rolünüz ve katkınız neydi?

68’lilerin hareketiyle bütün gençlik TİP’in karşısına geçmişti. Kalan az bir kesimi de Behice Boran grubunun yanında yer almıştı. TİP’te gençlik kalmamıştı.

Bütün bu grupların ideolojisi ulusalcılıktı. Kürt gençlerini dışarıda bırakmışlardı. Bunları sosyalist ya da demokrat bir çizgide örgütlemek gerekiyordu.

Tarık Ziya Ekinci ile yardımcı olduk. Programını da ben yazdım, özellikle demokratik ve legal olmasına vurgu yaptım. Kurucu olarak da katıldım. Böylelikle Devrimci Doğu Kültür Ocakları kuruldu.

Biz derneğin partiye ya da gruba yandaş olmasını beklerken, dernek 68’lilerin havasına kapılıp, aslı astarı olmayan teoriler üretmeye başladı. İlerdeki bir zamanda da benim yazdığım programı, havalarına uygun bulmadıklarından kaybettiler.

Seçildiğimden 15-20 gün sonraydı. Dernek yöneticileri Mümtaz Kotan’ın başkanlığında bana geldiler. Tabii, hoş karşıladım. Başkanları Kotan söze şöyle başladı:

Biz size yardımcı olmak istiyoruz. Kaç kişiye, mesela 5 veya 10 kişiye ihtiyacınız varsa, siz bana bildireceksiniz. Ben size göndereceğim. İş bitince dönecekler. Ama siz parti olarak bize 50.000 TL vereceksiniz.

Şaşırmıştım. Benim kurduğum, programını yazdığım, kuruluşuna yardımcı olduğum dernek, üyelerini para karşılığı kiraya veriyordu. Bana, partiyi benimsedikleri için değil, para için yardımcı olacaklardı.

Bu, manevi değerlerin, ideolojilerin iflası demekti. Cevap versem çok kırıcı olacaktı. Ancak şunu söyledim:

Arkadaşlar, bu söylediklerinizi ne ben duymuş olayım ne de siz söylemiş olun. Bundan hiç söz etmeyelim.

Bundan hiç kimseye söz etmedim. Anlatılması beni rahatsız ediyordu. Bu gençler nasıl oldu da bu hale düşmüştü? Çıkıp gittiler. Ben olduğum sürece de partiye uğramadılar. Ne zaman ki ben istifa edip ayrılınca, hiçbir bedel istemeden TİP’e döndüler.

Silvan’da (1967) yapılacak olan Doğu Mitingi’ne davetliydim. Mitinge bütün partilerin yöneticileri davet edilmişti. Bunlardan bir tek TİP Genel Sekreteri gelmişti. Kürt milliyetçisi olan grup buna karşıydı. “Bu bir Kürt mitingidir, TİP’in ne işi var?” diyorlardı.

Bazıları mitingi sabote edeceklerini söylüyordu. Mitingin yapılması tehlikeye girmişti. Tertip heyetine şunu söyledim:

Mitingin yöneticiliğini bana bırakın. Ben onların hakkında gelirim.

Miting yönetimini bana bıraktılar. Onlara dedim ki:

Artık muhatabınız benim. Siz, bu bir Kürt mitingidir diyorsunuz. O zaman gelin konuşmaları Kürtçe yapalım.

“Olur mu böyle bir şey?” dediler. Sabote edeceklerini söyleyenlere de şunu söyledim:

Buna teşebbüs edenin kafasına ben kurşunu sıkarım.

Bu tehdit etkisini gösterdi.

Meydanı on binlerce kişi doldurmuştu. Damların üstü kadınlarla, kızlarla doluydu. Yollardan askeri araçlar, üzerimizden uçaklar geçiyordu. Mitingi ben yönetiyordum, mikrofon elimdeydi. Son olarak ben konuştum.

“Gelê Xuşk û Bıra” (Ey bacılar, kardeşler) diye Kürtçe konuşmaya başlayınca bir alkış tufanı koptu. Meydan zılgıtlar, tezahüratlarla inledi. Bu yüzyılın hasretiydi. Halka, anadilleriyle hitap ediliyordu ve bu Cumhuriyet tarihinde bir ilkti.

1960’lı ve 70’li yıllarda gerek TİP içindeki gerekse dışındaki devrimci gençlerin Türkiye’nin geleceğine dair fikir ve siyasetlerini de eleştirmişsiniz kitabınızda. Birkaç örnek verebilir misiniz?

Orhan Pamuk’un Yeni Hayat kitabı şu cümleyle başlar:

Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.

68’li üniversite gençliği de bir veya birkaç “devrimci” kitap okudular, hayatları değişti. Sonra da bizim hayatımızı değiştirmeye kalktılar. Hem kendilerini felakete sürüklediler hem de bizleri ve ülkeyi büyük sıkıntılara soktular.

Bunlar, üniversitenin ilk sınıflarında okuyan, lisans eğitimini tamamlamamış, olayları doğru değerlendirebilecek bilgi ve deneyimden yoksun gençlerdi.

Antiemperyalist idiler. Emperyalizme, özellikle de ABD emperyalizmine karşıydılar. Fakat ABD’nin istediği yönde hareket ettiklerinin ve araçlaştırıldıklarının farkında değildiler.

O dönemde Türkiye’deki ABD büyükelçisi, “Vietnam kasabı” olarak anılan ve CIA’nın üst düzey yöneticilerinden biri olarak çalışan, Robert Kommer’di.

1969 yılında Kommer, 68’lilerin yoğun olarak bulunduğu Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ne Rektör Erdal İnönü’yü ziyarete gitti. Makam aracını dışarıda korumasız olarak bıraktı. Kommer aracın yakılacağını, istihbaratçı deneyimi ve bilgisiyle iyi biliyordu. Nitekim gençler arabayı yaktılar.

Deniz Gezmiş firardaydı. Yusuf Aslan ve arkadaşları tutuklandılar ve Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandılar. Çok kalabalık bir avukatlar grubu duruşmaya katıldı. Genç bir avukat olarak bunların arasında ben de vardım.

Mahkeme koridorları ve dinleyici yerleri ODTÜ’lü öğrencilerle doluydu. Hepsi coşkulu, sevinçli ve umutluydular. “Büyük bir iş başarmış olmanın” gururunu taşıyorlardı. CIA yöneticisi Kommer’in arabasını yakarak yaya bıraktıklarını, herhalde ABD’ye de “büyük bir zarar” verdiklerini düşünüyorlardı.

68’liler “Ordu gençlik el ele” sloganıyla sahaya çıktılar. Cenderme (jandarma) birliklerine sevimli tezahüratlarda bulundular. Bütün bunlar orduyu darbe yapmaya davet idi. “Kemalist Ordu” yönetime el koyacak ve devrimi gerçekleştirecekti.

Ordu’nun, ABD’nin hâkimiyetindeki NATO’nun bir ordusu olduğu unutuluyordu.

Genel Başkan olduğum dönemde Deniz Gezmiş ve arkadaşları benimle görüşmek istediler. Onlara İstanbul TİP il binasında randevu verdim. “Biz TİP örgütlerinin hiçbirine gitmeyiz. Siz bulunduğumuz yere gelin!” dediler.

TİP örgütlerini adeta düşman toprağı olarak görüyorlardı. Benim istifamdan sonra TİP’in Ankara merkez binasına girip bütün belgeleri yırttılar, makineleri tahrip ettiler, yöneticilere işkence yaptılar ve toplantı salonunu kurşunladılar. Ama sistem partilerinden ve örgütlerinden hiçbirine dokunmadılar.

Devam edecek…

Kaynak:https://www.indyturk.com/node/572961/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/mehmet-ali-aslan-1-ben-medresede-okudum-sosyalizmi-ise-hayattan