Eserî Hayatî Feyzî

Esef Zaman-î Mazî (Geçmiş Üzüntülü Günler)

Emin Feyzi

İstanbul Necmi İstikbal Matbaası

1340 (1924-M)

Yayına Hazırlayan: Seîd VEROJ

Bismillahirrahmanirrahim

(Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla).

İsmim Mehmed Emin ve mahlasım Feyzi’dir. Pederim Derviş Abdulkadir Ağa ve büyük pederim Mustafa Ağa’dır. Süleymaniye Koyêmahallesi ahalisindenim ve 278 (1278-R) (1862/1863-M) senesinde doğmuşum.

Dini Mübin’i Muhammedi ile mütedeyyin ve şeriat-ı garra’nın tüm hükümlerine inanan ve mümin olduğuma Cenabı Hakka teşekkür ederim.

İtikatta imamım Matûridi hazretleridir. İbadetlerde İmamı Azam Ebu Hanife hazretlerinin taklitçisiyim.

Çocukluğum hep azap ve çalkantılarla geçti. Şöyle ki; üç-dört yaşında iken bir akşam odamızın içinde koşuyordum kazara yerdeki mangala düştüm, sağ ayağım tamamıyla yandı, o ayağımı çıkardım can havliyle diğer ayağımı attım o da yandı.

Bir kere daha böyle bir ocağın kenarında otururken petrolle dolu olan bir lamba yine kaza eseri olarak devrilip ateşe döküldü. Ben yakın bulunup kaçmaya vakit bulamadığımdan meydana gelen şiddetli alevlerle sol ayağım diz hizasına kadar yandı. Henüz çocuk iken o suretle cehennem azabına uğradım. Yine küçük yaşımda iken bir gün tam süratle yanımdan geçen bir tay, sağ ayağıma basıp parmaklarımı ezmekle meydana gelen yaranın acısıyla bir hayli günler azap çektim.

İlkokulda Kur’an-ı hatim ile bir iki ufak Farisi kitabını ibare yoluyla okudum.

Merhum Mithat Paşa’nın Bağdat valiliği zamanında tesis olunan Süleymaniye Rüştiye Mülkiyesine kaydoldum. Adıgeçen mektebin programları henüz düzenlenmemiş olduğundan bir sene kadar sınıf arkadaşlarım gibi Tuhfe-i Vehbi ve Risale-i Ahlak kitaplarını okudum. Daha sonra tedrisat [öğretim] düzene konulunca, kural gereği tahsile başlayarak dördüncü sınıfa kadar çıktım. Dördüncü sınıfta iken tifo hastalığını duçar oldum.

İyileştiğimde mektebin ilk hocası merhum Abdülfettah Efendi Hazretleri her ne kadar kendi sınıfımda oturup tahsile devam etmemi emir buyursa da, senenin büyük kısmını derste bulunamadığımdan sınav döneminde zayıf bir bilgiyle sınavı vermeyi arzu etmediğimden dolayı, sınıf tekrarı yapmayı tercih ettim.

Ömrüm müddetince kazandığım bilgileri, adı geçen hoca ile ikinci hocam merhum Şeyh Nesim Efendi Hazretlerinin ilim ve faziletlerinin eseri, çaba ve himmetlerinin neticesi iledir.

Mezkûr tarihe kadar birkaç kardeşim vefat etmekle, hayatımın dönemi bir acı ve keder silsilesinden başka bir şey olmayacağı pek açık idi. Bununla birlikte kaderin hükmüne razı olmaktan başka elden ne gelebilirdi.

Tahsilimi bitirdikten sonra 9 Haziran sene 291 (1291) tarihli şahadetnameyi [diplomayı] alarak askeri idadiyeye kaydolmak üzere mahalli hükümet vasıtasıyla Bağdat’a gönderildim.

Annemden-babamdan ayrıldım. Bu kader darbesi kafi değilmiş gibi Süleymaniye’den ayrılışın acısıyla mustarip iken dayımın vefatı gibi aniden bir darbe daha geliverdi.

Bu tesirlerle sene sonunda hastalanıp tebdili hava için Süleymaniye’ye gönderildim. Üç-dört aydan sonra tebdili havadan döndüm. Hamiyet [onur] güdüsüyle yine çalışmaktan geri durduğum yoktu. Tahsilce daima üstün bir halde bulunuyordum.

İdadiye üçüncü senesinde verdiğim imtihanın mükemmeliyeti hasebiyle bir cep saatiyle mükâfatlandırıldım. Dördüncü senede bir daha hastalandım. Hastalık haliyle beraber yine güzelce sınavı vererek üstün takımı mükafatıyla teltif edildim. Ancak sınıf arkadaşlarımdan birkaç ay sonra Dersaadet’e [İstanbul’a] gidebildim. Çünkü mevsim sıcak olup seferin meşakkatine vücudumun tahammül edememesinden bahisle, havalar düzelinceye kadar Bağdat’ta kalmama hamiyetli tabipler tarafından raporla lüzum gösterilmiş olmakla, yaz mevsimini Bağdat’ta geçirip 20 Eylül 295 tarihinde Halep yoluyla İstanbul’a hareket eyledim. Yanımda bulunan sekiz-on Osmanlı lirası yol esnasında kayboldu. Bu maddi zarar o vakit için önemli bir üzüntüye sebep olmaktan uzak olmadı. Meşakkatli iki ay yolculuktan sonra İstanbul’a ulaştım.

Topçu ve İstikam Mektebinde bulunan mühendishanenin dersleri yarı yarıya kadar okunmuş olduğu bir sırada oraya vardığımdan arkadaşlarımdan geri kalmamak için geceyi gündüze katarak ve daha doğrusu gayret belasıyla kendime eziyet vererek bilgi edinmeye çalıştım ve mükemmel de sınavı verdim.

Yalnız tam numarası 45 olan kozmografyadan haksız yere üç notum kırıldı. Topçu mektebimde disiplinin şiddetine, derslerin çokluğuna ve zorluğuna ilaveten gurbetin tahripkâr ve zorluğu tesiriyle gönlümün kırık olduğu bir sırada annemin vefat haberini aldım.

Mektebin üçüncü senesinde Erkanı Harbiye sınıfının ayrılması, kuraldan olup ilk başta nazarı dikkate alınan şey, riyaziyattan [matematikten], tabiattan yazılı ve Fransız dilinden malumatın fazlalığıydı.

Ve ben o vakitlerin tümünden her sene mükemmel not aldığım ve hiçbir gün vukuatım olmadığı cihetle adıgeçen sınıfa dahil olunacağımı ümit ederken bu beklentim de boşa çıktı. Bunu da kaderin cilvesinin gereğine hamlettim.

Dördüncü senede yine hastalandım. Hastalığıma doktorlar “fakrûddem” [kansızlık] dediler. Fakat ruhen ve cismen gördüğüm perişanlığı, kansızlıktan ziyade bir çeşit asabiye arızasına hamlettim [isnat ettim].

Senenin büyük çoğunluğunu hastanelerde geçirdim. Mektebe döndüğümde genel sınav son bulmuştu. Ben ise büyük bir zafiyet içindeydim. Öyle iken yine de geçmiş bilgilerimin yardımıyla bir-iki gün içinde imtihanı vermeye muvaffak oldum.

 Bir sene önce mülazımı sanî rütbesine ulaştığım gibi o sene yani 20 Haziran sene 1299 tarihinde mülazımı evvel rütbesiyle şahadetnamemi [diplomamı] alarak mektepten mezun oldum.

Mezkur tarihte Beyoğlu’nda bulunan ihtiyat topçu alayı Almanyalı Risto Paşa’nın nezareti altında yeni talimatlar menşe [kaynak] olmak üzere “Numune alayı” şekline konulduğundan, her biri bir orduya mensup olan diğer altı asker arkadaşlarım gibi ben de mezkur alayın bölüklerinden birine verildim. Orada ikmal edeceğimiz talimatı ordularımıza döndüğümüzde seyyar topçu alaylarına neşir ve tamim vazifesinde istihdam olunacaktık. Arkadaşlarımın bu görevi ifa edip etmediklerini bilmem. Fakat kışın gelmesiyle yine vücudumda zayıflık ve mizaç bozukluğu başgösterdiğinden, doktorların raporuyla Bağdat’a dönmeme müsaade edildi.

O esnada takdim ettiğim dilekçe üzerine harp okulunda Osmanlıca grameri dersinden imtihan olundum. Vermiş olduğum cevaplar takdirle kabul olunarak Bağdat’ta bulunan askeri rüştiyesinin Osmanlı dili ve ilmihal derslerine öğretmen olarak tayin edildim. Daha sonra ilmihal diğer birine verilerek bana iki rüştiyenin lisan öğretmenliği tevcih edildi. Öğretim senesinin sonunda sıla hasretiyle Süleymaniye’ye gittim.

Süleymaniye Rüştiyesi öğrencileri arasında idadiyeye talip varsa, imtihan edip Bağdat’a göndermem, idadiye müdürü binbaşı Cemal Bey tarafından telgrafla emrolunmakla Hikmet Efendi adında bir öğrenci buldum. İmtihanla bilgi derecesinin yeterli olduğunu ve düzgün birisi olduğundan hükümetten harcırahını alıp Bağdat’a gönderdim. Kaydedilip kabul olundu.

Süleymaniye’den döndüğümde makaracıya teslim ettiğim birkaç şahsi eşyam ve diplomalarım Kerkük’e yakın bir yerde insafsız bir hırsızın eline geçti.

Bir müddet sonra Bağdat’ın Kerh cihetinde bir hanede bulunduğum esnada tüfek, semaver ve kehribar tespihim ve bunlar gibi birçok levazımatım hırsızlık belasıyla kayboldu. 14 Şaban sene 1303 ve 6 Mayıs sene 1302 tarihinde yüzbaşı oldum.

Akabinde hem sıla hem de tebdili hava için Süleymaniye’ye gitmeye izin aldım. Orada Nakşibendi yüce tarikatının faziletli ve irfan sahibi olan Osman Osmani adlı mürşidi kâmilden tarikat alarak Bağdat’a geri döndüm.

Harbiye nezareti piyade dairesinden gönderilmiş olan 18 Kanuni Sani sene 1305 tarihli şifahi haberle 23 Kanuni Evvel sene 1305 tarihinde idadiye dâhiliye yüzbaşılığına, memuriyet değişikliğine gitmese de bir müddet daha yani diğer bir öğretmenin tayini zamanına kadar göreve ilaveten Osmanlıca kavaidi öğretmenliği yine bende kaldı.

Mülkiye cihetinde dahi bir vazifem vardı ki, o da rüştiye mülkiyesinde hesap ve coğrafya öğretmenliğinden ibaret olup 1 Kanûni Evvel sene 1304 tarihinden 1 Teşrini Sani 1306 tarihine kadar devam ettim. Bu hizmetime karşılık aylık 140 kuruş almakta idim. Daha sonra bu memuriyete ilaveten ve isteğimle Bağdat Keldani mektebi öğretmenliğine geçtim. Bir müddet sonra Dersaadet’e gittiğimde bu vazifeyi diğer bir zabıtaya terk ettim.

1305 senesinde büyük bir masrafla hatta borca girmekle vukubulan evliliğim, çok sürmeyerek yeni akrabalarımla aramdaki geçimsizlik münasebetiyle arzu edilmeyen ayrılığa götürdü ve boşanmak zorunda kaldık. Üç-dört seneden beri bir aile teşkil etme ümidiyle evlenmek için sarfeylediğim çabanın bu şekilde elim bir akıbete uğraması, ümitsizlik sebebi olup zaten evliliğin ağır yükünü çekmeğe, kendimden göremediğim, nihayete kadar zayıf akrabalarımın idarelerini temin etmeye kendimi vakfederek bekar kalmayı yeğledim. Bu azmimi kemali sebatla muhafaza ettim.

1306 senesinin tatil günlerini sıla hasretiyle Süleymaniye’de geçirdim.

Aynı senede askeri nezareti okulundan gelen sorulara tarafımdan verilen cevapların kabulü üzerine terfi edilerek Sana rüştiyesi matematik öğretmenliğine tayin olunmak üzere imtihan evrakım takdim olundu. Bunun üzerine hemen terfiyemin icrasına ve Sana’ya gitmeye hazırlanırken idadiyenin son sınıf öğrencilerini Dersaadet’e sevk ve ulaştırmasına memur edildim.

Elimde ordu müfettişliğinden 12 Mart 1307 tarihli bir yazı buyuruldu ve bulunduğu halde 14 neferden ibaret olan adıgeçen öğrencileri İskenderun yoluyla İstanbul’a götürüp harbiye mektebine teslim ettim. Bir buçuk sene İstanbul’da kaldım. Bunun dört-beş ayını harbiye mektebi dahiliye hizmetinde ve bir sene kadar zamanı da Kuleli İdadiyesi’nin kitabet öğretmenliğinde geçirdim.

Yine aynı sene içindeydi ki üzülerek büyük babamın vefatı haberini aldım.

Bununla birlikte ne bundan dolayı ruhen duçar olduğum üzüntü ne de mezkûr vazifelerde rast geldiğim beden yorgunluğu, kitap yazma hususunda öteden beri taşımakta olduğum azim ve niyetime mani olmadı. Kendimi yüzbaşılık maaşıyla idare ederek ve bütün maaşımı İranlı ve Ermeni matbaacılarına vererek telif ettiğim iki kitabımın basım ve neşrine muvaffak oldum.

Bunlardan biri “Havayı Nesimi” olup havanın hükmü kimyevi ve sıhhi olan hal ve hususiyetlerinden bahseder. Diğeri “İcmalı Netaic” namındaki mükemmel bir fünûn muhtırası [hatırlatma bilgisi] olup bütün idadi bilgilerinin özet yoluyla toplamakla herkese faydası aşikârdır.

İcmalı Netaic’in askeri okulların öğrencileri elinde bulundurulması, büyük faydalar sağlayacağını, maarifi askeriye meclisince tasdik olundu. Bu konuda izin verilmesi de karar altına alındığı halde, verilen karar emirle neşir ve tamim edilmediğinden, kitap istihkakı derecesinde dağıtılmasına meydan verilmedi.

Her iki kitaptan iki bin, toplam dört bin nüsha kitabım bir kısmını arkadaş ve dostlara hediye yoluyla takdim ve taksim ettim. Baki kalan büyük kısmını yedi emanetlere vermiş olduğum İranlı ve Ermeni kitapçıları ve diğerleri tarafından badıhava [bedava] denilecek derecede ucuz fiyatla satılarak, bedelleri kendileri tarafından alınıp yenildi.

Sana rüştiyesinin önce matematik öğretmenliğine, sonra da müdürlüğüne tayinim hususunda askeri nezareti okullarından vukubulan tayinin icrası tehir edildi.

O tarihte altıncı ordu kumandanı bulunan Müşir merhum Recep Paşa Hazretlerinin askeri nazırlığına vukubulan müracaatı üzerine, 14 Nisan 1308 ve 19 Ramazan 1309 tarihinde Kolağalık rütbesiyle Bağdat Askeri Rüştiyesine müdür tayin olundum. Bağdat’ta avdet için bu sefer Anadolu yolunu seçtim. Sinop, Samsun, Amasya, Sivas, Malatya, Harput, Diyarbekir ve Musul şehirlerine uğrayarak ve her birinde gezip görmek maksadıyla birkaç gün ikamet ederek Bağdat’a indim. Hareketim Samsuna kadar deniz yoluyla, Samsun’dan Diyarbekir’e kadar araba ile ve oradan Bağdat’a kadar kelekle nehir yoluyla vukubuldu.

Askeri okulları nezaretinden resen  [müstakil] gelen 21 Şubat sene 1308 tarihli telgrafnamenin mealine uyarak idadiye ve askeri rüştiye binalarının resim krokilerini bizzat ve güzel bir şekilde çizerek idadiye müdürü vasıtasıyla adıgeçen nazırlığa takdim eyledim.

1309 sensinde Bağdat’ta bulunan maarif kütüphanesine bir takım kitaplar hediye ettim. Bundan dolayı vilayet maarif müdürlüğünden 28 Teşrini Evvel sene 1309 tarihli ve 201 numaralı bir şükran belgesi gönderildi.

Mektep işlerinde yaptığım güzel hizmetlerden dolayı askeri okullar nezaretinden arz ve uygulaması üzerine beşinci rütbeden bir mecid-i nişanı plaketiyle ödüllendirildim. 25 Zilkade sene 1310’da bu ödül keyfiyeti, ordudan idadiye müdür vekaleti sıfatıyla tarafıma gönderilen 21 Kanuni Sani sene 1310 tarihli ve 818 numaralı emirname il tebliğ olunmuştur.

1309 senesi sonlarında idadiye müdürü Binbaşı İhsan Bey İstanbul’a gittiğinden, asli memuriyetim olan rüştiye müdürlüğüne ilaveten idadiye müdürlüğü de vekalet suretiyle benim uhdeme verildi. Güzel idareme dair her iki mektebin genel memurları tarafından iki nüsha olarak düzenlenen Mayıs 1310 tarihli mazbatanın bir nüshası alınıp diğer nüshası daha sonra nezaret makamına takdim olundu.

Abdulfettah namında tek bir biraderim vardı. Onu birkaç sene önce Süleymaniye’de bulunan babamdan ayırıp Bağdat’a getirmiş ve binlerce emek sarfederek rüştiye ve idadiye fenlerini tahsil ettirmiştim. 1310 senesinde harbiyeye nakil olundu. Bir sene sonra İstanbul hastanesinde vefatıyla ruhumu ebedi bir hasret ve teessüf içinde bıraktı.

1311 senesinde gelen idadiye müdürü Binbaşı Nuri Efendi, sene sonunda İstanbul’a gittiğinden nezaret makamından biri bana ve diğeri ordu müşirliğine olarak varit olan 15 Haziran 1312 tarihli iki nüsha telgrafla ve mezkur vekalet ikinci defa bana verildi.

Bağdat’ın fazl mahallesindeki bir hanede ikamet etmekte iken odamda asılı bulunan pek değerli brolürüm geceleyin bir zalimin alçak eliyle pencere arkasından çekilip çalındı. Yine aynı sene içindeydi ki Dûvel-i Muazzama’nın [Büyük Devletler] çeşitli sikkelerinden olmak merakıyla uzun bir müddet zarfında toplamış olduğum on dört liralık bir servetim dahi rüştiyedeki odamdan kayboldu.

Mülkiye mekteplerine yaptığım hizmet, yalnız öğretmenlikten ve mümeyyizlikten ibaret olmayıp Bağdat İdadi mülkiyesinin leyliye [geceye] dönüştürmesi için levazımatının alınması ve gerekli tamiratın icrası maksadıyla teşkil olunan komisyon azalığında bulunmam, maarif müdüriyeti tarafından gelen 3 Teşrini Sani 1312 tarihli ve 235 numaralı tezkere ile iltimas ve ordu müşirliği tarafından 5 Teşrini Evvel 1312 tarihli emirname ile emir ve tavsiye olunmakla bu hizmetin dahi sadakatkar bir görevin gereği olarak hüsnü ifasında kusur edilmedi ve maksat hasıl oldu.

Ordu erkanı harbiyesi kütüphanesine hediye ettiğim on cilt kitaptan mezkur erkanı riyasetten memnuniyet dolu açıklama ile 1 Temmuz 1313 tarihli ve 332 numaralı bir övünç belgesi gönderilerek mükafatlandırıldım.

Rıza ve muvaffakatım olursa, rütbemin binbaşılığa terfiiyle “Sana” askeri rüştiyesi müdürlüğüne tayin olunacağımdan bahisle, fikrimi almak hususunda nezaretten 7 Temmuz 1313 (Tarihler bazı yerlerde Hicri ve bazı yerlerde de Rumi takvime göre verilmiştir. ç. notu) tarihli ve 32 numaralı bir yazıyla emirname geldi. Ben buna olumlu cevap verme fikir ve niyetinde bulundumsa da Merhum Recep Paşa Hazretlerinin Harbiye Nezaretine vukubulan arz ve inhası üzerine Bağdat’ta bulunan topçu alayının ikinci taburun binbaşılığına terfi ile nakil ve tayin olduğumdan “Sana”ya gitmek mecburiyetinden kurtuldum.

19 Cemaziyeli Evvel 1313 [7 Kasım 1895] tarihine tesadüf eden terfiimin icra keyfiyeti ordunun 2 Teşrini Evvel 1313 tarihli ve 342 numaralı emirnamesiyle tarafıma tebliğ olundu. Binbaşı olduktan sonra da nezaretten kumandanlığa vukubulan gereklilik üzerine, idadiye ve rüştiye işleri bir sene daha benim tarafımdan idare olundu. Tabur kumandanlığı, üçüncü bir vazife teşkil etmiş oldu. Allah’a hamd olsun her üç vazifeyi hakkıyla ve layıkıyla etmeye muvafık oldum.

Mülki rüştiye mekteplerinin ıslahı, öğretmenlerin sınavla seçimi ve tayinleri maksadıyla maarif dairesinde bir komisyon teşkil olunmuş ve o komisyona üye seçildiğim, maarif müdürlüğü vekaleti tarafından 17 Şubat 1313 tarihli ve 271 numaralı tezkerede beyan edildiği ve devam etmem onaylanmış olmakla, bunun kabul ve icabını icra eyledim.

İdadiyeye müdür tayin edilen binbaşı Faik Efendi geldi ve idari işleri 9 Eylül 1314’te ona tevdi ettim [bıraktım].

Evrak ve hesapların devir ve teslimi, ordu teftiş heyeti vasıtasıyla icra olunarak idareciliğim zamanında okulların muamelatı hesap işleri yolunda, makbuzlar ve sarfiyata ait kayıt ve defterlerin usul ve nizamında yürütülmüş olduğunu tasdik ve bir maaş ve diğeri tayine ait olmak üzere 3 Teşrin-i Evvel 1315 tarihli iki mazbata belgesi bana verildi.

1311 senesinde Binbaşı Nuri Efendiyle vukubulan devir ve teslimde de o usule riayet edilmişti. Bunlardan başka iki mazbata [tutanak] daha aldım, biri harp okulundan gönderilip öğrencilere satılarak parası mahalline gönderilmiş olan kitapların okul heyetince icra olunan muhasebe, diğer kitaplar ve hesapları Faik Efendiye teslim ettiğime dair olup her ikisinde hesap işlerinin alma ve kabul etme nizamı dairesinde icra olunduğu tasdiktir. İlkinin tarihi 27 Kanuni Sani 1313 ve ikincisinin tarihi 22 Eylül 1314 tür. Okuldan ilişkimi kestikten sonra, ordu divani harbine üye tayin olundumsa da üç yüz on beş senesinde mezkur divanı harp heyetinin tümden değişimi vukubuldu ki ben de doğal olarak üyelikten düştüm.

Bağdat civarında bulunan “Siyafiye” adlı ormandan kesilen odunların satışı ve değerinin tophane müşirliğine gönderilmesi zımnında, ordu ve topçu kumandanı tarafından bir komisyon teşkil olundu. Adı geçen 20 Teşrini Evvel 1314 tarihli ve 80 numaralı tezkeresi mucibince o komisyona üye tayin olunmak hasebiyle bu memuriyetin de güzel ifasında büyük çabalarla muvaffak oldum.

Topçu kışlasında inşa olunmuş olan top bataryaları koğuşların ikinci evrak keşfi tetkik için oluşan komisyonda 22 Temmuz 1315 tarihli ve 463 numaralı müşirlik emirnamesi ile üye ve sonra da başkan tayin olunmakla, problemli olan bu mesele de uygun bir tarzda halledildi.

İmam Azam civarında metfun bulunan sufi şeyhlerin büyüklerinden Ebubekir Cafer bin Yunus Eşşibli kuddise sirruhu hazretlerinin kubbe ve mescidi şerifinin Padişah’ın özel hazinesinden ulaşan gerekli sarfiyat ile tamiratı yapılmış ve evvelce topçu kumandanı vasıtasıyla havale olunan 18 Temmuz 1316 tarihli ve 133 numaralı müşirlik emirnamesi ile ilk keşfin icrası ve defterini takdim ettiğim gibi daha sonra gelen diğer bir emirle de inşaat çalışmalarına memur tayin olunduğumdan, tahsis olunan yevmiye ücretini kabul etmeksizin bu hizmeti iftiharla ve ücret almadan ifa ve ikmal eyledim.

Adıgeçen değişik hizmetler hep tabur hizmetine ilave olup yine bu kabilden olarak topçu kumandanı vasıtasıyla havale olunan 19 Haziran 1317 tarihli ve 98 numaralı müşirlik emirnamesi gereğince üye sıfatıyla on birinci fırka divanı harbine devama başladım.

Taburumda Vahap isminde Kerküklü bir asker vardı. Bunu bölüğünde bir dereceye kadar mağdur zannettiğimden sırf insanlık olmak üzere hizmetçi neferi sıfatıyla maiyetime aldım. O ise, kışlada yedi emanete bırakılmış bulunan odamdaki dolabın kapısına gizli anahtar uydurarak içindeki nakit ve eşyayı lazımeden yirmi liralık malımı, hıyanetçe alıp çaldı.

Yine maiyetimde olup pek çok lütuf ve ihsanımı görmüş bulunan borazan Bercis adlı siyahiyi de iğfal ve kendisine ortak yaptığından, onun vasıtasıyla sattırdığı saatle kordonumu çarşıda bulup elde ettim. Bercis’i divanı harbe yollayarak ceza verdimse de, Vahap hırsızlık mesleğinde olduğu gibi ceza pençesinden yakayı kurtarmak meselesinde de maharetini gösterebildi.

İdadiye mektebi müdürü Faik Efendi vefat etmekle zaten karışık bulunan idaresi, bir kat daha bozulmaya uğradığından, askeriye okulları nezaretinden orduya vukubulan müracaatı mahsusaya binaen müdüriyet vekaletine tayinim, topçu kumandanlığı vasıtasıyla gönderilen 3 Haziran 1318 tarihli ve 89 numaralı ve bundan başka resen gelen 5 Haziran 1318 tarihli ve 468 numaralı kumandanlık emirnamesi de beyan olunmakla, üçüncü defa olarak idadiye ve ona bağlı bulunan askeri rüştiye okullarının idare işlerini ilaveten vazife olarak deruhte etmeye mecbur oldum. Okul idaresince vakıf ve tam bir bilgiye sahip doğru bir istikamete yol aldığıma itimadı olan umum rüştiye ve idadiye memur ve hocaların az zaman içinde okulları düzenli bir hale dönüştürdüğümü görmeleriyle, asaleten idadiyeye müdür tayin olunmaklığım 13 Haziran 1318 tarihli iki belge tutanak telgrafla adıgeçen bakanlıktan ve askeri okulları müfettişliğinden istirham ettiler. Akabinde posta ile takdim olunmak üzere aynı mealde 8 Temmuz 1318 tarihli bir mazbata daha yazdılar. Bu mazbata, tarafımdan aynı tarihle ve 29 numaralı tahriratla [yazıyla] nezarete takdim olundu. Ancak o suretle vukubulan isteklerin tercihi, zamanın gereklerine göre uygun görülmedi ve kabule mazhar olamadı. Bir defa daha iki mektebin zabit ve hocaları tarafından istidat ve istihkakımdan bahisle, asaleten idadiye müdürlüğüne tayin edilmemin istirhamını kapsayan Eylül 1318 tarihli bir telgraf tutanağı getirildi. Gerek bunun ve gerek ahali eşrafı tarafından aynı maksatla düzenlenen 10 Ağustos 1318 ve Eylül 1318 tarihli, iki belge tutanağının takdimine lüzum görülmeyerek onları muhafaza etmekle yetinildi.

Topçu taburunda ve fırkayı divanı harp ve idadiye mektebindeki mezkur hizmetler ile meşgul iken Bağdat Maarif müdürlüğünden aldığım 9 Eylül 318 tarihli ve 366 numaralı teskerede idadi mülki mektebi Osmanlı lisanı öğretmenliğine tayinim açıklanmış olup bunu kabul etmemle red cevabı vermek üzere iken ordu kumandanlığından re’sen gelen 19 Eylül 1318 tarihli ve 1083 numaralı ve yine o makamdan yazılıp topçu kumandanı vasıtasıyla gönderilen 21 Eylül 1318 tarihli ve 182 numaralı emirnamede Maarif heyetinin onayı üzerine mezkur öğretmenliğe tayin olunduğumdan, devam etmem emir ve tavsiye olunmakla zorunlu olarak idadi mülkiyesinde aylık yüz seksen kuruş maaşla Türkçe lisanı öğretmenliğine başladım.

Gerek bu öğretmenlikle ve gerek daha önce rüştiyeyi mülkiye ve Keldani mekteplerinde matematik ve Osmanlı lisanı öğretmeni iken ve öğretmenlik görevini iyi bir şekilde ifa etmekle öğrencilere faydalı ve mektepler idarelerini memnun etmiş olduğumu, Maarif dairesi tarafından açıklanan 6 Teşrini Sani 1318 tarih ve 82 numaralı bir tutanak belgesiyle tarafıma gönderildi.

Askeri idadi müdürlüğüne, Bekir Efendi isminde bir binbaşı tayin olunduğundan, sene sonunda Bağdat’a ulaşmakla okul idaresini kendisine terk eyledim. Kitaplar ve idare sandıkları hesaplarına dair devir ve teslimin usulü veçhiyle icra olunmuş olduğunu, tutanak altına alınarak son defa olarak okuldan ilişkimi kestim.

Müdür olduğum zamanlarda dahi münhal [açık] derslerin daima tarafımdan okutulması, hemen kaide hükmünü almıştı. Bu sebepten makine fenniyi üç sene, mühendislik, tarih ve Fransızca derslerini birer sene, Osmanlı lisan kavaidi [grameri] beş-altı sene okuttum.

Okullarda öne geçen doğru hizmetlerimden dolayı mükâfatımın karşılığını ihtiva eden ve yine iki okul heyeti tarafından düzenlenip bakanlığa takdim olunmak üzere verilen 3 Kanuni Sani sene 1318 tarihli mazbatanın bir nüshası 4 Kanuni Sani sene 1318 tarihli ve 97 numaralı resmi yazıyla takdim olundu ise de, pek tabii olduğu üzere güzel bir tesir bırakmadı. İkinci nüshası da nezdimde mahfuz kaldı.

Senelerce Maarif mesleğinde vukubulan tecrübelerimden sonuçlandırdığım bazı tahsil etme kurallarını burada özetle beyan etmek isterim. Şöyle ki tahsil etmenin esasları üçtür: Birincisi, te’lif; ikincisi, tedris [ders verme]; üçüncüsü de imtihandır.

Te’lif: Kitaplar, ders kitabı, mütalaa kitabı, muhtıra [notlar], kamus [sözlük] namlarıyla dört çeşit üzere te’lif olunmalıdır. Bir kitap her ne çeşitten olursa olsun cümleleri akıcı ve hocasız yalnız mütalaa [düşünerek okuma] ile anlaşılacak kadar faydalı ve kolay anlaşılmalıdır.

Mütalaa kitabı ne kadar detaylı olursa faydası da o kadar ziyade olacağından, o kadar geçmiş malumatan istifade edeceği muhakkaktır. Ancak genelde ders kitapları ve bilhassa meslek edinmede gerekliliği olmayan kitaplar kısaltılmış olmalıdır. Bir kitaptan elde edilecek fayda, hacminin büyüklüğüne değil, güzel te’lifiyle uygun olur. Yabancı dillerin öğrenilmesi için ecnebi memleketlerde te’lif olmuş kitaplar yerine yerel yazarların marifetiyle gayet basit ve faydalı kuralları kapsayan kitaplar te’lif edilip tedris [okutmak] için onlardan istifade olunmalıdır.

Tedris [ders verme]: Günlük verilen derslerin miktarı, normal kabiliyette bulunan öğrencinin kapasitesini aşmamalıdır ve sınıfın hiç olmazsa yarısı bir dersi tamamıyla öğrendiği anlaşılmadıkça diğer derse geçilmemelidir.

Coğrafya haritaları, mühendislik modülleri, tabiat numuneleri, astronomi ve kimya edavatları [aletleri], derslerin anlaşılmalarını kolaylaştıracağından bunlara sarfedilecek para, beyhude yere sarf edilmiş olmaz. Yabancı lisanını tahsil için kısaltılmış ve faydalı bir gramer kitabıyla bir diyalog kitabını ve bir takım önemli ibareleri ezberletmekle, ilk bilgileri hazırladıktan sonra lisanın meziyetlerine vakıf bir öğretmen vasıtasıyla çokça kitap okutarak bilgiyi fazlalaştırmaya gayret edilmelidir.

İmtihan: Sınavlarda mümeyyizlerin ve hocaların öğrenci hakkında muameleleri ve soru sormaları her türlü şahsi hissiyatın tesirinden bulunmamalıdır. İmtihana kolay sorularla başlanmalıdır.

Öğrenciye durgunluk geldiğinde uygun bir şekilde fikrine yardımcı olmak lazımdır. Fakat o halde yardımcısız cevap verenler derecesinde not vermek icap etmez. Az not almış olan bir öğrenciye, notunu genel sınavlar bitmeden önce bildirmek doğru değildir. Çünkü üzüntü galebe çalar, diğer derslere çalışmamasına sebep olur.

Tahsil [öğrenme] kuralları açıklanmış olduğu üzere malum olduktan sonra, şu dahi gizli olmamalı ki sağlam fikir sağlam vücutta bulunabileceğinden, öğrencilerin yeme ve içmeleriyle beden eğitimine de dikkat etmek gerekli şeylerdendir.

Buna nazaran öğrencinin zihnine parlaklık vermek için, dimağlarının [beyinlerinin] ferahlanmasına vesile olabilecek meşru ve makul her çeşit gezintilere, eğlencelere meydanı açık bırakmalıdır.

Disiplin suretinde çeşitli baskılarla öğrenciyi usandırmak, amaca uygun değildir.

1307 senesinde askeri okullar nazırı ve tophane müşiri Merhum Zeki Paşa, Irak’ta yaygın muhalif bir mezhebin genişlemesine mani olma çaresini araştırdı.

Aynı senede harbiye okulunun dâhiliye hizmetinde bulunduğumdan, bir gün beni huzuruna çağırarak o konuda fikrimi almak için bazı izahatlarda bulunmam istedi. Bunun için bu dine şiddetle bağlılıkları olan Süleymaniyelilerden altıncı orduya çokça zabit yetiştirilmesini tedbir olma hamlelerinde olarak açıkça beyan eyledim. İkinci nazır Rıza Paşa da fikrimi tasdik ve teyitte bulunmuş olmakla, adıgeçen Müşir tarafından doğrudan Padişaha vuku bulan arz üzerine, bazı vilayet merkezlerine tercihen Süleymaniye’de bir rüştiye mektebinin tesisine yüce idareden sadır oldu. Bu da maarife bir hizmet sayılabilir inancındayım.

Ordudan topçu kumandanı vasıtasıyla gönderilen 2 Şubat 1318 tarihli ve 528 numaralı bir emirname aldım. Bunda emekliler ile yetim ve dulların evrakı üzerinde icrayı muayeneleriyle defterlerin takdimi emrolunmuştu.

Bu hizmet dahi vilayet idare meclisi azasından Alusizade Şakir Efendi’nin reisliği altında müteşekkil komisyonda bulunduğum halde talep edilen yönüyle sonuçlandırıldı.

Bir sene önce duçar olduğum şiddetli hastalıktan dolayı tebdili hava zımnında dört ay müddetle Musul’a gitmeye 13 Mayıs 1318 tarihli irade-i saniye [yüce irade] ile ve o iradeyi tebliği alarak ordudan topçu kumandanına gelen 30 Eylül 1318 tarihli ve 197 numaralı emirname ile terhis edilmiş ancak okul işlerinden dolayı hareketimi tehir etmiştim.

Daha sonra hissettiğim ihtiyaç üzerine o izinden istifade ederek 25 Şubat 1318 tarihinde Musul’a gittim. Orda iken doktorlar tarafından verilen diğer rapor üzerine, iznimi üç ay kadar uzatma mecburiyetinde kaldım. Fakat en son rapor sağlık kurulunca tasdik edilmedi diyerek uzatma müddetine ait tayin ve maaşım tümüyle kesilip durduruldu. Musul’a gidişim Samarra ve Tikrit yoluyla ve dönüşüm Kerkûk, Salahiya, Hanıkin, Kızılribat, Şehriban ve Yakubiye cihetleriyle oldu.

Bağdat’a dönüşümde, bir aralık Ferik  [Korgeneral] Agah Paşa Hazretlerinin başkanlığında teşekkül eden sınav komisyonuna üye tayin olundum. O konuda topçu kumandanlığı vasıtasıyla tebliğ olunan emrin tarihi 18 Teşrini Sani sene 1319 ve 225 numaralıydı.

27 Kanuni Evvel sene 1319-R [9 Ocak 1904] tarihinde ortaya çıkan kolera hastalığından dolayı, Bağdat’la Necef arasında Müseyyeb mevkiinde tesis olunan tahaffuzhaneye [karantina yerine] müdür tayin olunarak bir ay kadar devam eden bu vazifeyi de iyi bir şekilde ifa eyledim.

Şu suretle Mülkiye hizmetinde istihdamım, vilayet ve ordu kumandanlığının Müşir Ahmet Feyzi Paşa’nın uhdesinde toplanmış olması münasebetiyle oldu.

Adıgeçen Müşir gelip topçu kumandanlığı vasıtasıyla gönderilen 21 Temmuz sene 1320 tarihli ve 166 numaralı emirname ile Bağdat civarında bulunan bağların ağaçlarını saymakla memur heyetine reis tayin edildim.

Bu memuriyetle geçmiş yıllara nispeten, hazineye iki bin lira miktarında bir gelir fazlalığını üreterek tamamladım. Ordu ve vilayette olan hizmetlerimden dolayı 12 Şubat sene 1320 ve 21 Zilhicce sene 322 tarihli idareyi saniye ile dördüncü rütbeden bir Osmanlı plaketi nişanıyla ödüllendirildim. Ve toplam 15 maaşımdan beşinin verilmesiyle mükafatlandırıldım. Bu maaşlar ve bir de memuriyetin ücret bedeli olan iki bin beşyüz kuruşun toplamı Hicaz yolu masrafımı temine vesile oldu. Daha önce mevcut nakidim yok iken dilekçe ile izin alabileceğim Hicaz seferini Allah’ın inayetiyle o suretle kolaylaştı.

28 Teşrini Evvel 1320 tarihinde Bağdat’tan ayrılarak İmare’de 2 gün, Basra’da 13 gün ikametten sonra hazır bulunan bir İngiliz posta vapuruyla Bombay’a gittim. Gidişimin yedinci günü oraya ulaştım 20 Teşrini Sani 320.

Bombay’da vapurdan inince gümrük muayene memuru bulunan bir İngiliz, kılıcımı almak istedi, vermedim. Tercüman vasıtasıyla ikna edici bir takım sözleri söyledi dinlemedim. Gümrük müdürü, zannettiğim diğer bir İngiliz’in yanına götürdü. O zat hüviyetimi ve oraya geliş sebebimi öğrenip kaydettikten sonra, aramızda şu suretle bir konuşma cereyan etti.

– Buradan çıkacağınız vakit kılıcınız size iade edilecek ve o zamana kadar iyi bir şekilde muhafazasına dikkat edilecektir. İsterseniz senet de veririz.

– Hacet yok, sözünüze itimadım var.

– Yatırmadığınıza sebep ne olabilir?

– Ben zabittim, özellikle binbaşıyım. Bir zabit savaşta mağlup olmadıkça kılıcını ecnebi bir devlet memuruna teslim etmez.

– Biz Osmanlı devletinin muhibbiyiz [dostuyuz]. Düşman değiliz. Arada galip-mağlup ta yoktur.

– Öyleyse dost olduğunuz bir devletin zabitinden kılıç almaya ne ihtiyacınız vardır.

– Kuralımız öyledir. Şimdiye kadar gelen zabitlerin tümü kılıçlarını verdiler.

– Herkes nefsinden sorumludur. Ben onların gittiği bir yola gitmeğe kendimi mecbur görmem. Hem eğer kuralınız benim şehre girmeme mani ise, vapura dönmeme müsaade ediniz.

– O hiç olmaz.

– O halde siz de eşyamın tümünü alabilirsiniz. Ancak devletimin şerefini temsil edip emanetime bırakılan kılıcı asla vermem. Hem ben bu kılıçla kimseye bir fenalık edecek değilim. Ve askeri merasimden değil, dini merasimden olan Haccı Şerifin ifasına gideceğimden, kılıçla gezmeğe ihtiyacım yoktur. Kılıç sizde kalacağına bedel “Madam Pure” mahlesinde misafir olduğum Kırtasizade Abdurrezak Çelebi’nin hanesinde mahfuz kalırsa, bundan size ne zarar gelebilir.

Artık sözlerimi makul görmesinden midir yoksa evinde misafir bulunduğum zatın kendilerince bilinen biri olmasından mıdır kılıcımı alıp gitmeme müsaade etti.

Yol esnasında Arabistan sahilinde vapurun durduğu liman ve Hindistan cihetinde Karaçi şehrine çıkarak iç taraflarını görüp gezdiğim gibi, burada ikamet müddetim olan 20 gün zarfında Encümeni İslam Mektebi’ni, camileri ve Ramazan bayramının gelişiyle Müslümanlarda görülen dini faaliyetleri, Viktorya bahçesiyle içinde bulunan müzehaneyi, Hindistan’a mahsus olarak açılan sergiyi, izinli olarak Londra’ya gitmiş ve avdet etmiş olan Hindistan genel valisi Lord Gorz’un için icra olunan karşılama merasimini, at yarışlarını, su taksimlerini, tiyatrolarını, posta, polis ve adliye dairelerini, Taç Mahal ismiyle bilinen muhteşem yapıyı seyr ve temaşe ile yetindiğim gibi, trenle beş saat mesafede bulunan “Pone” şehrine kadar gittim.

Fakat Kolkuta’ya gitme hususundaki düşüncemi pratikte gerçekleştiremeyerek Pone’de bir gün kaldıktan sonra Bomba’ya geri dönmeye mecbur oldum. Ramazan geçti, bayram da onu takip etti.

Bombay karantinasında beş gün bekledikten sonra, Hint Müslümanlarından bin yüz hacıyı taşıyan, Hint Okyanusu’na açılan bir Müslüman taciri vapuruna binerek Cidde’ye yol almak üzere yer aldım.

Bilvasıta vapur sahibinden İngiliz kaptanına edilen tavsiye sayesinde Hint Okyanusu seferini istirahatle geçirdim. Birinci Kaptan, yalnızlığı arzu ettiğimi anlayınca, dört kişiye mahsus olan kamaraya benden başka kimseyi oturtmadı. Sanat dostu olduğumu öğrenmekle üçüncü kaptan vasıtasıyla kumanda mevkiine çıkarıp kullandıkları oktanet, kronometre, dürbün, üstünç takımı, elektrik bataryası gibi fenni edavat ile değişik haritaları birer birer gösterdi.

 Bulunduğumuz yerin coğrafyasını harita üzerinde göstermesini teklif ettim. Derhal oktanet vasıtasıyla güneşin yükselişini alarak ve ondan yerin tespitini hesap ederek belirledi. Kronometre vasıtasıyla da uzunluğu çıkararak her iki neticeyi hesaplayarak harita üzerinde tatbik ederek Umman ortasındaki yerimizi gösterip işaret eyledi. Kaptanın dilini bilmediğim halde bu işlemi ancak akıl karinesiyle ve fenni delillerle anlayabiliyordum.

Hareketimin sekizinci günü Aden körfezine ve orada iki gün kaldıktan sonra Babûl Mendep boğazını geçerek Kumran adasına ulaştık. On günlük karantina müddetini ikmal ettikten sonra tekrar vapura binip üç günde Cidde’ye çıktım.

Değerli Nakşibendi Şeyhlerinden Süleymaniyeli Ali Osman Hazretlerinin şerefli gelişini bekleyerek sekiz gün Cidde’de kaldım. Adıgeçenin gelmesiyle maiyetiyle birlikte Mekke’yi Mükerreme’ye ulaştım.

Cidde’ye varmadan önce daha denizde iken göğüs nezlesine kapılmıştım. Mekke’yi Mükerreme’de bulunduğum kırk gün içinde her ne kadar ilaç aldımsa da fayda vermedi. Günden güne zayıf ve mizaç bozukluğu yükselerek ümitsiz bir hale geldim. Mübarek gün gelince endişe içinde ihrama girip Arafat’a çıktım.

Mutlak eşitlikle, ihramına bürünmüş binlerce baş ve ayağı çıplağın gah Sofa ve Merve sahasında koşuşturmaları, gah Beyti Muazzama’nın (Kabe’nin) etrafında coşkun sel gibi akışları ne kadar aşk ve şevk veriyorsa, Arafat sahasında yüzbinlerce sağlam ruhların huzuri illahiye karşı tevazu ile o kadar ibretli ve o kadar da hayret vericiydi.

Arafat dağının tepesinde deveye binmiş kalbi nurlu bir ihtiyar, kutsal hutbeyi okuyarak arasıra “Lebbeyk” demeyi emreder. Bu emri işaretle tebliğ için mevcut nüfusun adedince ihram uçlarının sallandığını gördükçe o dağ, bir azamet, bir ağırlık içinde ona uyduğu zannolunur.

O muazzam muhitten yayılan “Lebbeyk” sedalarının heyeti genel görünüşü, etrafa yankılar verdikçe dağlar inliyor, vadiler ah ediyor Allah diyor.

Yakarış deryası içinde çırpınan yüzbinlerce ruh heyecanla ibadet etme şiarı dairesinde pişmanlık gözyaşları dökmekte, yine o kadar hüzünlü kalpler cismen ayrı, fikren birlik ve müttefik olarak hep birden rahmet nurlarının tecellisini beklemektedirler. Bir iştiyak ile dünyanın her köşesinden gelip toplanan değişik meşrepler, muhtelif mezhepler hep bir vahdet noktasına yönelip hep bir parlak inayetten yalvararak rahmet [iyilik] beklentisi içindeler.

Her göz Allah’a bakıyor, her kulak Allah’ı dinliyor, her kalp Allah’ı düşünüyor. Denebilir ki Arafat vadisinin her zerre toprağı, bir mütefekkir kalp, her yerdeki otu bir zikreden dil vazifesini ifa ediyor.

İnsan, dağın eteğindeki havzun kenarında akşama kadar durup ta feyiz deryasının coşma ve gürültüsünü görmelidir. Gizli gizli ahlarla içini yakıp eriteni Halık’ına ulaştıran tevbekarların yakarışlarını seyretmelidir ki İslamiyet’in yücelik derecesini takdir edebilsin. Benim yerim işte o havuzun başıydı.

O birkaç saatlik vakfede bulunuşumun her dakikası, ömrümün bir şevk ve şad olduğunun yadigârıdır.

Arafat’a mizaç bozukluğu olarak çıkmıştım. Vücudumda asla hastalıktan eser olmadığı halde dönüşümü görmekle nasıl şükretmeyeyim. Haccı ifa ettikten sonra ve bizzat Beyti Muazzama’nın [Kaben’nin] dahilinde namazı eda etme şerefine ulaştıktan sonra İstanbul kervanıyla Medine-i Münevvere’ye gittim 2 Mart 1321.

En büyük saadet noktası, Peygamber huzurunda niyaz ve ravzayı mutahharada namazdan ibarettir.

Orada niyazda bulunan doğru yolu bulur, kılınan namazla da nefsin ıslahı gerçekleşir. Şefaatiyle ümmetin kurtuluşunu deruhte bulunan [üstlenen] Resuli Ekrem’in, nebiyi muhteremin onun mübarek genel lütfuna ilaveten Sıddıki ekberin [Hz. Ebubekir’in] Farukî azamın [Hz. Ömer’in] velhasıl bütün şefaatkar silsilesinin yüce huzurlarıyla övünmekten büyük ne gibi nimet tasavvur olunabilir.

Otağda oturan ve cennet bahçesi olan Ashabı kiramın ve bilhassa Cenabı Hamza’nın mukaddes kabri saadetlerinden ışık saçan rahmet nurlarından oluşan yakıcı ve yıkıcı olduğu kadar hayat veren ruhi tesirler ile feyiz almak ebedi saadetlerden olup ben bu cümle ile beraber hususi bir kulluk elbisesini giymiş Yüce Rab’imin yoluna girdiğimden dolayı, ahiret saadetim teminat altındadır ve bu konudaki inancım kuvvetlidir.

Resulullah’ın Medine’sinde ikametimin sekizinci günü, Mısır kervanı refakatinde hareketle Yenbu’a gittik. Osmanlı vapuruyla Tûri Sina’ya, oradan da dört gün karantina müddetini ikmal ederek Süveyş ve İsamilye’den geçip Port Said limana demir attık. Zamanın ahvalı [halleri], gidip Kahire’yi görmek hususundaki emelime engel oldu. 24 Mart 1321 tarihinde Beyrut’ta bulundum. Karantina müddetini ikmal eder etmez hazır bulunan bir vapurla Yafa’ya ve Yafa’dan trenle Kudsi Şerif’e gidip ilk kıble ve üçüncü Harem bulunan Beyti Makdis ve Mescidi Aksa’yı ve sair kutsal mekanları ve bir gün bekledikten sonra Halîlûr-rahman ile Beytûl-lahm’e giderek rast geldiğim mübarek makamları ziyaret ederek bir hafta devam eden şu Kudsi Şerif seyahati tamamladıktan sonra Beyrut’a döndüm.

Beyrut’un göz alan güzel yerlerini ve içindeki Fransız ve Amerika Darûl Fûnunları’nın bilcümle iç taksimatlarıyla kütüphane ve matbaa gibi teferruatlarını, fenni edevatlarını ve mezkur Amerika mektebinde bulunan rasathanedeki dürbünle gece ve gündüz gök kubbesini ve yüksek cisimleri seyr ve temaşa ile onbeş gün ikametten sonra Şam’a gittim.

Hicaz seferinde en büyük maksadım, Bağdat’ta çektiğim maddi ve manevi azaplardan ve değer tanımayan kumandanların maiyetinden kurtulup Hicaz fırkasında veyahut beşinci orduda yerleşmek idi.

Harem Şeyhi Osman Paşa’ya müracaatımdan bir sonuç elde edemedim. Şam’da ordu kumandanı bulunan Müşir merhum Hakkı Paşa Hazretlerinden pek çok lütuf ve teveccühe mazhar olarak tebdili hava yoluyla Şam’da kalmak için hakkımda raporlar verildi. Beşinci orduya naklim için de inhalar yazıldı. Fakat sene 1321’de fevkalade kışın şiddetinden dolayı hastalığımı Şam’ın su ve daimi havasına atfederek kendi seçimimle fakat büyük bir üzüntüyle Bağdat’a geri dönmeye mecbur oldum. Şu kadar var ki bu dönüşümle pederimin fikrine hizmet etmiş oldum. Şam’dan çıktım; Humusta dört, Hama’da altı, Halep’te ondört gün dinlenerek ve oralarda bulunan kutsal mekanları ziyaret ederek 21 Eylül sene 1322 tarihinde Bağdat’ta ulaştım.

Hicaz treni için vermiş olduğum nakdi yardım dolayısıyla mükafatın verilmesi hakkında 4 Rebi’ül Evvel sene1322 tarihli İdareyi Seniyye [yüce idare]den çıkan madalyayı avdetime alabildim.

Muhasebata [ödeneğe] gelince; Bağdat levazım memurları iznimin birinci senesi için yalnız iki maaş verdiler. İkinci sene için de ödeneğimin tümünü tamamıyla keserek durdurdular. Bunu da iznimin Harbiye nezaretince tasdik olunmamış olduğunu sebep gösterdiler.

Dört taburdan ibaret olan alayımız, bir aralık 31 ve 32 numaralarıyla iki alaya ayrıldı ve ikisinden 16. Topçu livası teşkil olunmakla benim taburum otuzbirinci alayın birinci taburundan ibaret olmuştu. Daha sonra topçu kumandanlığının 3 Temmuz sene 1324 tarihli ve 18 numaralı takriri üzerine ordu erkanı harbiyesinin 7 Temmuz sene 1324 tarihli ve 8222 numaralı yazı ile 32. Alayın kumandanlığı vekaleten benim uhdeme verildi. 17 Şaban sene 1324 ve 31 Ağustos sene 1324 tarihli Emri Âlî ile kaymakamlığa terfi olunduğundan bu vekalet asalete dönüştü.

İdadiye mektebinde müdür ile talebe ve zabıtalar arasında meydana gelen ihtilafların tahkiki zımnında bir komisyon teşkil olundu. 26 Ağustos sene 1324 tarihli ve 183 numaralı ordu emirnamesiyle o komisyona üye tayin olundum. Bunda dahi ihtilafların kaynağı bulmak ve karışıklığı bertaraf etmek için faydalı hizmette bulundum.

Maiyetinde bulunan üçyüz kişiyle yüce eşiği ziyaret için Bağdat’a gelen Harpur Emiri Feyzi Muhammed Han’ın mihmandar sıfatıyla Kerbela ve Necefe gitmekliğim, topçu kumandanlığı vasıtasıyla gönderilmiş ordu kumandanlığı 15 Teşrini Evvel sene 1324 tarihli ve 325 numaralı emirnamesi icabından olmakla maiyetinde bir bölük süvari askeriyle on nefer jandarma atlısı olduğu halde bu hizmeti dahi güzel bir şekilde sonuçlandırdım.

Dönüşümde açık bulunan topçu liva kumandanlığı vekaletine tayin olunarak üç ay yani asıl kumandan gelinceye kadar bu memuriyeti de güzellikle ifa etmeye muvaffak oldum. Bu konudaki emirnamenin tarihi 3 Teşrini Sani 1324 ve numara 967’dir.

Ordu vezne idaresi hakkında vukubulan şikayetten ötürü hesaplar ve işlemlerinin tetkiki zımnında oluşturulan komisyona üye tayin edildim. Divanı harbi zabitanın üyesi bulunmak hasebiyle bu son üyelikten affımı talep ettimse de, istifam kabul olmadı.

Bir müddet sonra Süleymaniye’ye bağlı Bazyan ilçesinde kıyam eden veyahut ayaklanmaya zorlanmış olan “Hemund” aşireti için teşekkül eden divanı harbi örfiye üye tayin edildim. Bu konuda ordudan gelip topçu kumandanlığı vasıtasıyla gönderilen 23 Temmuz 1325 tarihli ve 221 numaralı emirnamenin hükmüne uyarak Kerkük’e gittim. Mezkur idareyi örfiyenin heyetçe Süleymaniye’de ikamet etmesi hususundaki diğer bir emir üzerine Süleymaniye’ye gittim. 10 Kanuni Evvel 1325 tarihli Divani Harp reisi Muhyettin Paşa Musul’a gitmekle, adıgeçenin mezkur tarihte yazdığı tezkere ve onu teyit eden fırka kumandanlığından gelen 11 Kanuni Sanni 1325 tarihli telgrafname üzerine başkanlık vazifesi bana teveccüh eyledi.

Süleymaniye içinde yekdiğerine zıt iki cereyan vardı. Bunlardan biri, neticeyi beklemekten başka bir şey yapmadı. Diğeri ise, idareyi örfiyenin “Hemund” eşkıyasıyla eşkıya yardımcılarına mahsus olduğunu unutarak gizli bir takım müdahalelerle Divanı Harbi kendi emellerine vasıta etmek istedi.

Fakat Allah’ın inayet ve yardımıyla haksızlığa meydan vermedim. Kanun hükmünü yalnız aranılması gereken eşkıyayı kapsadığını, cürüm ve cinayeti sabit olan birkaç şakinin gerekli cezaya çarptırılmasıyla asayişin istikrarına hizmet ettim.

Süleymaniye’de mevki kumandanlığı eden Miralay daha sonra Mirliva Mazhar Bey’den aldığım 25 Kanuni Sanni 1325 tarihli tezkerede yokluğu esnasında Piyade 23. Liva kumandanlığı işlerinin de tarafımdan yürütülmesi lüzumunu, ordu kumandanlığının amirine atfen beyan edilmekte ve bu keyfiyet res’en fırkadan gelen 21 Kanuni Evvel sene 1325 tarihli telgraf emri de tavsiye olunmakla, ondan sonra Divanı Harp riyasetinde bulunduğum müddetçe Nizamiye 23 liva kumandanlığı ve yine öyle bir muameleye bağlı olarak “kuvayı takibiye” kumandanı Miralay Mehmet Ali Bey’in 19 Mart tarihli tezkeresi üzerine bir müddet “kuvvayi takibiye” kumandanlığı da benim uhdemde oldu.

Nazim Paşa Bağda’ta vali ve kumandan olduğunda, örfi idaresi heyetinin yalnız ve bilhassa Süleymaniye’deki kıtaların zabitlerinden teşkilini emretmekle, kumandanlığı da reisliği de 1 Ağustos sene 1326 tarihinde avdet etmiş bulunan Muhyettin Paşa’ya tevdi ederek alayımın merkezi olan Kerkük’e geri döndüm. Çok geçmeden örfi idare de lağvedildi.

Kerkük’te iken bir sahra taburu diğeri dağ toplarıyla donanımlı bulunan tabur, sair alaylar gibi mensup bulunduğum 32. Alay dahi lağvedilerek taburlarının müstakil bir şekilde idare olunmalarına emir verildiyse de fırka topçu kumandanı unvanıyla bir müddet daha Kerkük’te kalabildim.

Daha sonra icrası kesin olan ve gelen talimat üzere bir yaverle beraber Bağdat’a gittim. Ordudan 21. Fırka kumandanlığına gelen 18 Eylül 1326 (01/10/1910) tarihli telgrafla emrolundu.

Bağdat’a gittiğim sırada 31. Alayın kumandanlığı münhal oldu. Benim o alaya kumandan tayin ulunmaya istihkakım, güneş gibi her kese aşikâr iken ordu tarafından adaletsizlik edilerek dördüncü ordu mütemmimatından [tamamlayıcısından] olan topçu 23. Alaya kumandan tayin olundum. Allaha tevekkül ederek, İstanbul yoluna yani memuriyet yerine yöneldim. Bereket versin ki mağduriyetimi Cenabı Allah kabul etmedi.

İstanbul’a ulaştığımda, Musul’da bulunacak olan alaya kumandan tayin edileceğim topçu dairesi reisi tarafından haber verildi. Bunun üzerine Erzurum’a gidip gelmek, harcırahıyla hazineye yük olmamak için emrimin çıkışını bekleyerek İstanbul’da bulunmaya mecbur oldum.

Gerçekten 27 Rebi’ül Ahir 1329 tarihli İdareyi Seniye [Yüce İdare] ile terfi edilerek Musul’daki 35. Sahra topçu alayına kumandan olarak tayin olundum. Ancak İstanbul’da kaldığım süre emre tabi olmadığı iddiasıyla yedi aylık ödeneğim levazım dairesince kesilip durduruldu.

Bağdat’ın hararetinin şiddetinden, Erzurum mıntıkasının soğuk şiddetine düşmek tehlikesinden kurtulduğum cihette, maaşımın kesilmesinden dolayı üzülmedim.

Hazır İstanbul’a gelmişken topçuluğun son gelişmesine dair bilgi edinmek üzere “Endaht Mektebi”ne devam etme fikrine düştüm. Mezkûr mektepteki bilgiler, hep seri ateşli toplar için olup ve onlarla icra olunup Musul’da ise seri ateşli top bulunmadığından, mektebe devam etmeme lüzum olmadığı, her ne kadar topçu dairesi reisi tarafından beyan ve ihtar olunduysa da, rica ile Bakanlığa bir dilekçe ile kendimi o mektebe kayıt ve kabul ettirdim.

Mektebe üçbuçuk ay zarfında topçulukla ilgili ve tabya fenerlerine dair pek çok yeni bilgiler elde ettim.

Ve yine İstanbul’da bulunmak fırsatından bilistifade, ”Şuaat” ve “Tefrikayî Riyaziye” namındaki teliflerimi tabederek neşrettim. Şuaat, manzum ve edebi bir risaledir. Tefrikayî Riyaziye, cebir ilminin bazı yüksek kurallarını kapsamaktadır. Bunlar da Hevayi Nesimi ve İcmalı Netayic’in uğradıkları akıbete uğradılar. En büyük üzüntüm şundandır ki satmak için yanlarına emanet bıraktığım Acem ile Ermeni kitapçılar, o kitapları ehil ve erbabına satacak yerde, okka ile Yahudilere satmışlar. Yahudiler de ikibinden fazla olan o güzel kitapları hazır olmayışımdan istifade ederek yırtıp, yırtıp ip ve keseye dönüştürmüşlerdir. Güzel talih ve ikbalin tesirini seyredin.

İstanbul’dan çıktım ve Eskişehir, Konya, Adana ve Halep yolunu takip ile 14 Nisan 1328 (27 Nisan 1912) tarihinde Musul’a vardım. O zaman alayın değişik mahallelerde bulunan bataryalarını toplayıp ilk defa olarak Musul’a topçu alayını teşkil ettim.

Hâlbuki onikinci kolordu kumandanının 35. Fırka kumandanlığı vekaleti sıfatıyla yazıp gönderdiği 11 Teşrini Sanni 1328 (24 Kasım 1912) tarihli ve 556 numaralı tezkerede, edebiyat ve matematikle iştigal ve vazifede ihmal isnadıyla emekli edilmek üzere açığa alındığım bildirildi.

Bu konuda biraz izahat vermek isterim:

Alayda vazifeye başladığımdan itibaren açığa alınıncaya kadar geçen beş altı ay içinde büyük bir manevra veya seferi hareket vukubulmadı. Ve kışla meydanında günlük icra olunan bir iki saatlik normal eğitim ile değersiz şeylerden ibaret olan bazı evrak işlemlerinde ise, kusur gerektirecek herhangi bir şeyin olmayacağı tabiidir. Adıgeçen kumandan 8 Mayıs 1328 tarihli fırka tezkeresiyle kolordu divanı harbiye ve yine fırkadan çıkardığı 24 Teşrini Evvel 1328 tarihli bir muhtıra ile kolorduya mahsus olarak teşkil olunan Hilal-ı Ahmer [Kızılay] komisyonuna reis tayin olundum.

Birkaç gün içinde otuz bin kuruş kadar bir meblağ toplayarak kolordu veznesine teslim ettim ve bu konuda vezne memurundan 11 Kanuni Evvel 1328 (24 Aralık 1912) tarihli bir belge aldım.

Topçu kumandanlığına ilaveten iki üç ay zarfında birbirini müteakip iki-üç memurun uhdeme verilmesi ve tümünün başarılı ve güzel bir şekilde işin yürütüldüğü, gayret ve iktidarıma mı delil olabilir? Yoksa aksine?

Ne istibdat zamanında ne de ondan sonra nöbet gibi, talim gibi hizmetlerin hiç birinde bir gün bile kesilmedim.

Matematik ve edebiyatla iştigal meselesi de sırf Bağdat gibi bir yerde emsalimin zevk ve safa ile geçirdikleri boş vakitleri, ben kitap okumasına ve mütalaasına hasır ve tahsis etmiştim. Muzır ve münafık kimselerin gizli haberleriyle aleyhimde isnat etmiş oldukları eserlerim, o mütalaaların mahsulüdür.

Bir de malumdur ki edebiyat tasavurattan, matematik ise hakikiyattan ibaretti. Böyle birbirine zıt iki yüksek ilimde malumat sahibi olup bunu ibraz etmek, keskin bir zekaya, fevkalade bir fikir ve zekaya sahip olmak gerekirken bu inceliği düşünmeğe düşmanın vicdanı müsait olmamış.

Meşrutiyetin ilanından sonra yeni askerlik dönemi açıldı. Askeri yeni fenlerinde dahi emsallerimden daha başarılı olduğumdan dolayı Topçu Endaht mektebine kendimi kaydettirdim. Orada elde ettiğim bilgilerle daha sonra “Topçu Cüz’û dani” ismiyle endaht ve tabyaya dair faydalı bir broşür de telif ettim. Eğer son durum ortaya çıkmamış olsaydı, onu da basarak bedava zabitlere hediye etmek fikrindeydim. Demek isterim ki şevk, arzum ve meşguliyetim edebiyat ve matematikten ziyade, askerlik cihetine matuf idi [yönelikti].

Binbaşılığım; askerliğin yüce timsali olan Müşir -daha sonra Harbiye Nazırı- Merhum Recep Paşa’nın arz ve inhasıyla oldu. Ve iki kere Yemen’e gitmeye azmettiğim halde, engelleyerek ordusunda tutan o kerem sahibi zat idi. Kaymakamlığa ve Miralaylığa terfi edilmem dahi altıncı ordu topçu müfettişleri tarafından tasdik olunan istihkakım üzerine icra olundu. Bu da askerlik yeteneğimin sübutu için kesin delil olduğunu, her vicdan sahibi tasdik eder kanısındayım. Bir hizmette bulundumsa, bir üst rütbeye ait bir vazifeyi de ilave olarak beraberce ifa ettim.

Ahlakiyatta [ahlakla ilgili olanlara] gelince:

Hiçbir vakitte, hiçbir suretle şer’i ve kanuna aykırı bir hal ve harekette bulunmadım.

Asla yargılanmadım. Ömrüm boyunca, öğrencilik dönemimde bile cüzi veya külli bir gün dahi cezaya hedef olmadım. Risalet sayesinde, dini ve dünyevi bütün vazifelerimi güzel bir şekilde ifa ettim.

Allah’ın verdiği hüküm ile mukadderatımı birkaç bedbahtın eline teslim etmekte acele göstermiş. Biraz sabretse, cümleten emekli edilen emsalimin zümresine -bahaneye sarılmaksızın- zorlanmadan dahil olacağım tabii idi.

Eskileri sebepli-sebepsiz emekli etmek istenilenden olduğundan, çok geçmeden aleyhimde olanlar da, emsalim de emekli edildiler. Ancak durumun oraya evrileceği o zaman malum olmadığından, sükût etmek elimden gelmedi. Sükût etmedim.

Mağduriyetimi sadrazam ve Harbiye Nazırına değişik tarihlerde üç telgrafla bildirdim. Bakanlık makamına bir de dilekçe takdim ettim.

En ziyade alakadar bildiğim ordu müfettişi, Müşir sayın Zeki Paşa Hazretlerine de müracaatlarda kusur etmedim. Üzüntü sebebiyle hastalandığım bir sırada idi ki Balkan harbi başlamıştı. O Zaman hastalığımın şiddetine bakmayarak Dar’ûl harpteki kıtalardan birine kumandan tayin olunmak için 27 Kanuni Sanni 1328 ve Şubat 1328 tarihli telgraflarla hem müfettişlikten hem de Bakanlıktan ve bazı daire başkanlıklarından istirhamda bulundum. Müfettiş Paşa, arzumun desteklenmesi için Bakanlığa yazıp tekit dahi ettiğini 1169 numaralı yazıyla bana bildirmek tenezzülünde bulundu. Bundan başka, dört ay içinde kendilerine takdim ettiğim sekiz-on ayrıntılı dilekçe ile hüviyetimi, geçmiş hizmetlerimi, istihkakımı ve mağduriyetimi arz ettim.

Hasımlarımın da ahval ve vasıflarını imkan nispetinde izah ettim. Garaza [kine] feda edilmiş olduğuma, adıgeçen zatça tahkikat icrasından sonra tam kanaat hasıl olduğundan, dilekçelerimi takdim ederek istihdam edilmemin lüzumunu 25 Mart 1329 tarihli ve 8 numaralı yazıyla Harbiye Nezareti’ne inha eyledim [ulaştırdım, iletim]. Alicenap müfettiş, bu resmi muamelede 28 Mart 1329 tarihli ve 69 numaralı emirname ile tarafıma haber vermek gibi bir lütufta daha bulundu. Adıgeçen, İstanbul’a gitti. Yerine müfettiş tayin olunan Birinci Ferik Dağıstanlı Merhum Mehmet Fazıl Paşa Hazretleri otuz seneden beri beni tanıyanlardandı. O da mağduriyetimden bahisle 30 Nisan 1329 tarihinde menzil müfettişliğine tayinimi yaptı.

Bunca başvurularla müracaatların hiçbirinden bir fayda çıkmadı. 11 Mayıs 1329 tarihinde 2522 kuruş maaşla emekli oldum. Yine sükût etmeye vicdanım kail [razı] olmadı. Emekliliğim bir suça dayanıyorsa yargılanmamı, bilgi kıtlığına dayanıyorsa imtihan edilmemi emretmek için gelip giden Harbiye Nazırlarına istirhamda bulundum. Derdimi duyurmak amacıyla, icabedenlere mahkeme olmak ümidiyle, İstanbul’a hareket etmeye hazırlandım.

Ancak o esnada üstat faziletli Süleyman Nazif Bey, vali olup Musul’a geldiğinde, belediye mühendisliğini deruhte etmemi istemiş ve bu isteğini 8 Kanuni Evvel 1329 tarihli ve 723 numaralı bir tezkere ile tekrar ve teyit eyledi. Hatırını kırmamak için dört ay mühendislik yaptım. Bu müddet zarfında güzel hizmette bulunduğuma dair belediye heyeti tarafından elime 10 Nisan 1330 tarihli ve 66 numaralı bir mazbata belgesi verildi. Maaşı 1500 kuruş olan mezkûr mühendislikten istifamı verip 15 Nisan 1330 tarihinde Musul’dan ayrılarak Halep ve Beyrut şehirlerine varıp her birinde 15 gün ikamet ettim. Nihayet dört beş gün deniz yolculuğundan sonra İstanbul’a vardım.

O zaman emsalim varsa tümünün emekli edilmiş olduklarını görünce, emekli keyfiyetinin bir genel emir olduğunu ve benim için gösterilen şeyler hep bahane ve zahir sebeplerden ibaret olup, hakiki sebep ise herkesin gittiği yola gitmek mecburiyeti olduğunu anladım. O halde “El hükmü lillah” [hüküm Allah’ındır] gölgesinin altında geçinenler zümresine dahil olarak, şevket ve şan, mülk ve millete duacı oldum. Bu sefer şahsi hürriyetimden istifade arzusunu takibe başladım.

Hem seyir ve seyahat hem de tedavi ve tebdili hava niyetiyle Avrupa’ya gitmeye karar verdim. Bir pasaport alarak o zaman binbaşı rütbesiyle İstanbul merkez kumandanı olan Halil Paşa’ya, her türlü ihtimale karşı bilgi edinerek 30 Haziran 1330 tarihinde Parise yönelerek yolculuğa başladım. Edirne, Sofya, Aleksinac, Niş, Belgrat, Budapeşte şehirlerinden geçerek 3 Temmuz 1330’da Viyana’ya girdim. Oradan dar-ûl fûnun, müzehane, adliye, akademi, mebusan ve ayan, belediye, kütüphane ve kilise binalarını ve bahçelerini seyrettim.

O vakitlerde askeri sevkiyatı görmekte idimse de, bu sevkiyatı Avusturya Velihadini öldüren Sırplara karşı yalnız bir gösterişten ibaret zannediyordum. Bir prens için harbi umumi olacağını zannetmezdim. Aradığım göz doktoru Mösyü Fokes o günlerde Petersburg’a gittiğinden, tedaviye muvaffak olamadım.

Havanın yağmurlu olması sebebiyle fes yerine kalpak giydiğim bir gün, trenle ikametgâhımdan uzakça bir yere gitmiştim. Başımdaki kalpak bir polisin nazarı dikkatini çektiğinden hüviyetimi sorma düşüncesiyle yanıma geldi. Üstümü aradı. Bir cüzdanla bir Viyana haritasını, bir de browning rolür (silah) bulunca, yakında bulunan polis merkezine götürdü. Oradakiler Fransızca bilen bir tercüman bulup heyetçe ifademi almaya başladılar.

İlk önce Slav zannetmişlerdi. İsmimi, mezhebimi, tabiiyetimi, hususen Viyana’ya gelişimin tedavi ve tebdili hava için olup kendimi sefarethaneye bildirmiş olduğumu ve pasaportumun otel defterine o suretle kaydettirdiğimi öğrenince, zanlarının yanlışlığını anladılar. Soru sorduklarına pişman olduklarını lisanı halleri pek açık anlatıyordu. Bununla birlikte aramızda aşağıdaki şekilde bir konuşma cereyan etti.

– Bu haritayı niçin taşıyorsun?

– Şehirde gezerken rehberlik etmek için.

– Siz haritadan anlar mısınız?

– Hem haritadan anlarım hem de bu haritada daha alasını çizebilirim. Filan sokakta tramvay varken bu haritada gösterilmemiştir, demek ki eksiktir.

– Siz hendese [geometri] bilirmisiniz?

– Yalnız hendese değil, coğrafya, hikmet, astronomi ve makine gibi daha birçok fenler de bilirim.

– Şu cüzdandaki yazılar nedir?

– Şiirdir.

-Şiirden anlarmısınız?

– Şiirden anladığım gibi şiire dair eserim de vardır.

– Şu silahı niçin taşıyorsunuz?

– Bilirsiniz ki Osmanlılar milletçe silahlıdırlar. Özellikle biz Musul vilayeti halkı silahsız yaşamayız. Ben de küçük yaşımdan beri silah kullanıyorum. Dolayısıyla şu yolculuk esnasında dahi bir cep rolürü taşımaya kendimi mecbur gördüm.

Artık gözlerinde düşman değil bir dost konumunu kazandığımı anladığımdan, şu sözleri ilave ettim:

Ruslar bize nasıl düşman ise, size de öylece düşmandırlar. Buna nazaran Osmanlı ve Nemsa [Avusturya] milletleri bugün dost ve müttefik makamında bulunuyorlar. Bu sebepten benden bu kadar uzun uzadıya soru sormanızı pek garipsedim. Bununla birlikte ben bir siyaset adamı değil bir fen adamıyım. İsterseniz okullarınıza götürünüz öğretmenlerinizle imtihan olayım.

Burada konuşmalar bitti. Merkez memuru tabii olarak durumu üstlerine bildirmiş. Beş on dakika sonra eşyalarımı verip güzel bir muamelede bulundu ve çıkıp gitmeme müsaade etti.

Zaten mühendishane mektebinden yetiştiğimden, Avrupa’da oteller defterine ismimi mühendis diye kaydettiriyordum. Çünkü aksi takdirde hükümete bir işim düştüğünde haklı olmakla beraber ecnebilerin bir Osmanlı miralayını sorguladık demelerine sebep olurdum. Bu ise vicdanımın arzu etmediği bir şeydi.

Viyana halkı mütevazi ve mütefekkir insanlardır. Darûl fünunda imtihan meclislerine girip dillerini anlamadığım halde, dinleyiciler sırasında oturmama tereddütsüz müsaade etmelerini güzel ahlaklarına bir delil gibi telakki ettim.

Su ve havası da ahalisinin mizacı gibi hoştu. Özellikle bahçelerinde bir parlak sütun gibi havaya fışkıran saf ve latif suları, tabiata aşık olan her ruh için arzu ile temaşa olunacak güzellikteydi.

Viyana’da üzüntüye sebep bir şey gördüm ki o da Kara Mustafa Paşa’nın diye bir kafa kemiğinin belediye müzehanesinde ve Sultan üçüncü Murat Han’ın mührünün askeri müzehanesinde teşhir olunması ve bir de bundan iki yüz otuz sekiz sene önce Osmanlı tarafından imal edilen ve muharebede kullanılan kuyruktan dolar iki adet çelik topun adıgeçen askeri müzehanede korunmasıdır. Sözkonusu toplar, basit ve ilkel bir durumda olup, İslam sanatlarının bir icadı olduğu, fakat geliştirilmediği iddia olunabilir. Bunlarla beraber daha birçok eşyanın mağlubiyet sonucu olarak elden çıkmış olması hatırasıyla mahzun olmamak elden gelmedi.

13 gün ikametten sonra bir akşam vaktiydi ki Paris’e yöneldim. Ertesi gün İsviçre’de bulunan Zürih ve Bal şehirlerinden geçerek Fransa hududuna ulaştım ve akşamleyin Paris şehrine girdim.

Paris’te bulunduğum üçüncü günü ve daha sonra İstanbul’da seferberlik ilan olunmakla, hemen geri dönmek için çareler bulmaya çalıştım. Fakat bütün trenlerin askeri sevkiyat ve nakliyata tahsisi sebebiyle 12 gün beklemek mucburiyetinde kaldım. İkametgahım Bofolt sokağındaki büyük otel idi. Paris’te kaldığım süre içinde tiyatrolar, müzeler, kapanmış olduklarından yalnız binalarını dışarıdan seyredbildim. Genel kütüphanenin yalnız üç salonunu gördüm. “Şakrekor”, “Noterdam” ve “Madlen” kiliselerinin iç ve dışını, hayvanat ve nebat bahçesini, “Lüksenburg” ve “Şandumars” gibi mühim birkaç bahçenin içini dolaştım. “Elize”, “Büyük Saray”, “Küçük Saray” ve “Trokadro”, Mebusan ile Ayan, bahriye, adliye ve polis dairelerini ancak dışarıdan seyrettim. Mühim mağazalardan olup kadın ve erkek birkaç yüz kişiyle idare olunan “Lafyat” mağazasını içerden seyrettim. “Şatlet” kalesini ve etrafında bulunan bahçeyi gördüm. “Orlan”, “Liyon” ve şark tren merkezini görüp içerisini gezdim. “Sorbon” darûl fûnunun içine girip her tarafını gezdimse de tatil zamanı olması münasebetiyle dershanelerini ve eğitimlerini göremedim. Viyana’da “Sant Atin” kilisesinin 140 metre yükseklikte bulunan kulesinin ve 80 metre yüksekliğindeki demir dolabın üstünden şehri seyrettiğim gibi. Parist’e dahi “Eyfel” kulesiyle” “Etval” zafer anıtının üst katlarından şehrin genel manzarasını seyrettim. Parisin “Repoblik”, “Bastil”, “Wandom” “Kankord” meydanlarını ve yine yeraltı trenleriyle değişik ve sayısız köprüleri, velhasıl başta Eyfel kulesi olduğu halde, bilcümle sanayi ve madeni müesseseleri, nazarı dikkat çeken ve hayret bırakan şeylerdir.

Ramazanda orucumu bozmadım. Namazımı hiçbir vakit terk etmedim. Şüpheli yemekleri yemedim. Süt, sardalya, meyve gibi yiyeceklerle yaşamımı sürdürdüm.

Başımdaki fesi durumdan dolayı kin ve nefreti celbetmemek maksadıyla ve bazı Osmanlı tebaası tarafından vukubulan ihtarlara binaen, çıkarıp ihtiyaten götürmüş olduğum kalpağı giydim ve üç dört gün onunla gezdim.

Muharebenin ilk haftası idi, Paris’te birçok dükkanlar kapandı. Bir takım işler tatil edildi ve birçoğu kadınlara teslim edildi. Akşamları saat birde kahvehaneler kapanıyordu.

Hayli senelerden beri zevk ve sefaya dalmalarıyla savaş fikrinden uzaklaşmış olan Fransızlar için Paris mezar kesildi. Kader, öyle bir zamanda beni Avrupa’ya sevkettiğinden dolayı nasıl üzüntülü olmayayım.

Bir gün geri dönmek için masraf yaparak yorucu bir şekilde tren merkezine gittiğimde, istasyonun askerler tarafından çevrilmiş olduğundan içeriye girmeye muvaffak olamadım. Ümitsiz bir şekilde geri döndüm.

Bundan iki üç gün sonra bir fırsat bularak kendimi Marsilya’ya giden bir trene atabildim. Liyon’dan geçerek Marsilya’ya indim. 30 Temmuz 1330.

Marsilya’ya vardığım üçüncü günü sabahleyin bulunduğum “Petimari” mahallesinin komiserliğinden gelen davet üzerine polis merkezine gittim. Henüz merkez memuru gelmemişti. Katip bir mektup ile bir fotoğraf ve bir de kenarında altın işlemeli bir parçaya sarılmış bulunan bir ipek mendil gösterdi. Ve bunların bana ait olup olmadığını sordu. Hiç bana ait olmadığını söyledim. O zaman bana zarar vermek veya hiç olmazsa kötü niyetle rahatsız etmek maksadıyla kurulmuş bir komplo karşısında bulunduğumu idrak ettim.

Sanki mektubu ben yazmışım, fotoğrafta benim imiş. Bunları da parayı da mendilin içine koyarak mahallede oturan bir kadına göndermişim. O da polise müracaat etmiştir. Mesele bundan ibaret olduğunu sonra anladım.

Memur geldi mezkûr eşyayı ve pasaport gibi geçiş tezkeresi gibi yanımda bulunan yol evrakımı alıp mütalaa odasına çekildi.

Bir çeyrek saat araştırmadan sonra fotoğrafın bana benzerliği pek az ve oradaki ikamet müddetimin halk ile ilişki kurmama yeterli olmadığına ve özellikle mektupta yazıldığı gibi deniz yoluyla gitmiş olmayıp Paris komiserliğinin geçiş tezkeresiyle ve birkaç devletin memurları tarafından vize edilmiş olan pasaportla sabit olduğu üzere, karadan gitmiş olduğuma dair malumatın ortaya çıkması ve değişik delillerle meselenin iftiradan ibaret olduğunu anladı. Derhal evrakımı iade edip izin verdi. Beni merkeze götüren herif de memurun azarlamasına hedef olmuş olmalı ki elimi tutup özür diledi.

Marsilya’nın yüksek binaları, güzel bahçeleri, bilhassa limanın ağzında iki sahili birbirine bağlayan demir ayaklar üzerinde bulunan asma köprüyü görünce, şunu hükümettim ki Fransa’nın vilayetleri dahi büyüklük, küçüklük dahil hesap edilmediği halde, gelişmişlik açısından Paris’ten geri kalmamıştır.

Dört-beş gün ikametimden sonra “Mesajeri Maritim” kumpanyasının Portekiz adlı vapuruna bindim, Malta ve Pire iskelelerine uğrayarak on bir gün deniz yolculuğundan sonra İstanbul’a ulaşabildim. 13 Ağustos sene 1330 (26 Ağustos 1914).

Portekiz vapuru İstanbul’dan Odesa’ya gitti. Bu vapurun Marsilya’dan çıkması da, yolda gidişi de korkunç ve tereddütlü idi. Özellikle öyle bir savaş zamanında yalnız iki yüz Osmanlı tebaası için öyle bir sefer seçmeyeceği pek açıktı. Yolcuların kimi vapurda para var derdi, kimi de silah bulunduğuna hükmederdi.

Paris’te kalan diğer Osmanlı uyrukları gibi ben de orada hayatımı sürdürüp kalabilirdim. Fakat bunu vicdanım razı olamazdı ve olmadı.

Milli haysiyetim bir an evvel dönmemi emrediyordu, geri döndüm.

Devlet; Harbi Umumiye iştirak eder etmez ilk işim bilvasıta Harbiye Nazırına müracaat etmek oldu.

Bağdat havalisine dair olan bilgilerim hasebiyle, oralarda bir kıta kumandanlığına tayin olunursam, cüssem kadar bir hizmet verebileceğimi umarım diyerek bu konudaki arzumu bir vasıta ile adıgeçen Nazırın kulağına ulaştırdım.

Verdiği cevap şudur:

Emekli amirlerin kıtalara kumandan olmaları nizama aykırıdır. Ancak adıgeçen mîrlîva, Bağdat kumandanı Halil Paşa’nın yanına gitsin onunla istişare etsin, başka herhangi bir memuriyeti münasip görürlerse inha etsinler, biz de memnuniyetle tasdik ederiz.

Ben ise değişik hizmetlerde bulunmayı arzu etmediğimden, Halil Paşa ile buluşmak için Bağdat’a müracaatta bulunmadım.

Her harbin vukuunda, bu emelimi tazeleyişim, milli haysiyetin gerektirdiği refleksle, İslami görevimi fiilen dahi ifa etmek ve son nefesimi devlet ve millet uğrunda feda etmek içindi.

Daha önceleri de eşkıya muharebelerinde bile bulunmayı arzu edenlerden idim. Süleymaniye’de İdareyi Örfiye reisi ve mevki kumandanı olduğum halde, eşkıya takibine bizzat çıktığım oldu.

1330 senesinin kışını İstanbul’da geçirip 1331 senesinin Mart’ında yine Eskişehir, Konya yoluyla Halep’e ve Halep’ten de Beyrut’a gittim. Bir ay ikametten sonra Halep’e döndüm. Orada yaygın olan lekeli hurma (tifüs) hastalığına tutulmakla, pek ziyade zayıf ve bitkin düştüm. İyileştikten sonra ötede beride gezdikçe sokakların uzunluğunu adımlayıp kırılmış ve eğrilmişlerini dahi göz tahminiyle kaydederek çizimi ile bir Halep haritasını ortaya çıkardım.

Halep’te devam eden bir senelik ikametim akabinde, Musul’a gittim. 2 Mayıs sene 1332 (15 Mayıs 1916).

Musul’da bulunduğum müddetçe her sene Vilayet Eğitim Müdürlüğü’nden gelen resmi yazılarla okulların genel sınavlarına komisyon üyesi olarak tayin olunurdum.

Eğitim sevgisiyle tanınınmış olduğumdan, vilayet müdürlüğünün atama yapması üzerine, vilayetten gönderilen 2 Teşrini Evvel 1332 tarihli ve 525 numaralı hususi resmi yazıda, Fransız papazlarına ait kütüphanede mevcut çeşitli kitapların incelenmesi ve teftişi, Dahiliye Nezaretinin emrine atfen tavsiye ve yazıyla bildirilmiş olmakla, 20 bine yakın ve çoğunluğu Fransızca bulunan söz konusu kitapları, diğer bir iki zatla beraber incelenmesi ve Osmanlılara ait olanları ayırarak, bu yolda da dört ay çalışarak gerekli düzenlemeyi yaparak valiliğe takdim ettim.

İki senelik bulunduğum zaman içerisinde, maaşımın alınması ve bana gönderilmesi için sadakati bilinen Musullu bir tüccara havale etmiştim.

Birikmiş maaşımın toplamı; altın olarak 27 bin kuruşa ulaşmıştı, üçte ikisinin evrakı nakdiye [para] olduğu halde, vardığımdan bir sene sonra zorlukla ancak adıgeçen şahıstan alabildim. O zamanda ise yüz kuruşluk paranın değeri on beş kuruşa düştüğünden bir hayli zarara uğradım. Maaşımın elime geçen miktarını da Süleymaniye’de bulunan ve o zamanda aciz ve zayıf düşen akrabalarıma gönderdim.

Almanlar para kuvvetiyle ve Askeri hükümetin desteğiyle Musul Vilayeti’nde bulabildikleri yiyeceklerin hemen tümünü süpürüp kendi memleketine götürdüler. Ne yazık ki çok geçmeden kıtlık ve pahalılık meydana çıkarak askerden ve fakir halktan, özelikle de Kürd muhacirlerden açlık sebebiyle pek çok insan telef oldu. Ben o esnada darlıktan kurtulmak için Halep’e gitmeyi tasarladım ve hareketimden önce maaşımı oraya havale ettim. Ondan sonra nakliye vasıtaları ele geçmediğinden ve daha doğrusu bulunmadığından on ay daha Musul’da kalmaya Mecbur oldum. Bu müddet içerisinde biriken maaşlarıma mahsuben, Halep’ten bir şey gönderilmedi. Bu sebepten de idare darlığı cana tesir eder bir hale geldi. Kıtlık ve pahalılığın tahammül edilmez bir hal aldığından, günlerce aç kaldığım oldu.

Bu kadar felaket kafi değilmiş gibi onu diğer felaketler takip etti.

1333 (1917) senesi Ramazan ayında oturduğum haneye gece hırsız girerek hayli zamandan beri hazırlamış olduğum pek aziz gerekli şahsi eşyamı çaldılar. Hırsızlar mahallemizde ve hatta hanemizin bulunduğu sokakta kimler oldukları, hakikate yakın bir şekilde malumdur. Ancak hırsızlığın ilanı ve duyurulması, düşmanın şamatasından başka bir şey çıkmayacağını bildiğimden, ötekine berikine hatta ahbaplarıma dahi bilgi vermedim. Yalnız kanuni teşebbüste kusur etmiş olmamak için olayı polis müdürüne bildirdim ve o da tahkikat icrasını bir polise havale etti. Fakat çalınan eşya geri getirilmedi. Çünkü tahkikat vicdan selamet dairesinde icra edilmedi.

Ondan biraz sonra idi ki yalnız hanemi boş bırakmamak için yanıma alıp beslediğim on iki yaşında bir Ermeni çocuğu dahi, nefis bir kehriba tespihimle para çantamı ve gayet güzel yazılı mührümü hırsızladı.

Bağdat’ın düşmesiyle tehlike Musul’a yakınlaşınca, otomobille insanlar nakil olunmağa başladığından, ben da bazı memurlarla beraber 22 Mayıs 1334 (22 Mayıs 1918) tarihinde Haleb’e gidebildim. Esaret belasına düşmek korkusundan kurtuldum. Selamet yolunu buldum derken üç-dört aydan sonra orası da aynı akıbete uğradığından pek çok meşakkatle 23 Teşrini Evvel 1334’te (23 Ekim 1918) Konya’ya ulaşabildim.

Vaktiyle mal toplama ve servet kaydında bulunarak güç etmeyen pekçok amirler ecnebilerin istilasından sonra, bulundukları yerlerde kaldılar, çıkmadılar. Ben ise kısmen Musul’da ve kısmen Halep’te terketmeye mecbur olduğum kitaplarımla bazı cüzi eşyadan gayrı başka bir mal ve servete sahip değildim. Bununla beraber perişan ve başıboş olarak bir yerden başka bir yere mekan değiştirmenin nedeni, sadece Osmanlı hükümetine karşı vefa etmemde kararlı olmam ve sadakat bağlılığımı muhafaza etmemdir. Yoksa risalet sayesinde bilgi sermayesiyle her nereye gitsem geçimimi temin etmeye muktedirim. Altın hesabıyla dört-beş liraya düşen maaşımı, başka memlekette zorluklara karşı perişan olmazdım.

1334 (1918) senesinin kış mevsimini Konya’da geçirdim. Orada kışın şiddeti bir taraftan sağlığımı korumayı zorlaştırıyor diğer taraftan şu iki düşmanın hücumuyla akciğerin şişmesi hastalığına duçar oldum.

Bahar mevsiminin gelişiyle İstanbul’a gitme ihtiyacı doğdu. İstanbul’a ulaştığımda Mahmut Paşa’da Baltacı Hanı’nda bir oda kiraladım ve orda kaldım.

Mütarekeden sonra mağdurlar hukuklarını iddia ettilerse de, bende yaş ilerlemiş ve vücutta zayıflık yüz göstermiş olmakla, artık dünyevi mücadelelerden elçekmeyi uygun gördüm ve yeni bir iddiada bulunmadım.

Bir gün oturduğum hana geldiğimde baktım ki odamın kapısı açılmış ve mevcut eşyalarım altüst edilerek arama neticesinde bulunan beş-altı Osmanlı altınıyla bir adet cep reolorum çalınmıştı. Odaların anahtarları birbirine uyduğundan ve bunu ise evvelce hancı bana ihbar etmediğinden, hırsız han dahilinde ve hancının bilgisi olduğuna tam kanaat sahibiydim. Bununla beraber durumla ilgili olarak polis karakoluna yaptığım müracaat ve şikayet neticesiz kaldı.

Her yerde mal ve eşyalarımın çalınmasıyla zarara uğramamı, hakikatte ezeli takdirin gereğidir. Ama zahir olan sebep ise kimsesizlik yani yanımda evlat ve akraba gibi yardımcı ve imdada gelebilecek bir kimsenin bulunmamasıdır. Yoksa tedbir ve işi sağlama almada kusur olunmamıştır. Muarrızlarım [beni taşlayanlar] şu kimsesizliğimi ve bekâr olarak kışla ve han köşelerinde kalmaklığımı zorunlu olarak, birçok zarar ve ziyana değil, bilakis külli bir servet ve zenginliğe delil gösterirlerdi. Ömrüm boyumca gayri meşru para kazanmadım. Bağdat’ta her sene aldığım maaşımın sayısı dört veya beşi geçmezdi. Çünkü çok maaş almak, özel bir vasıtayı almaya kafiydi. Ben ise, hiçbir özel vasıtaya sahip değildim. Sahip olmak ta istemezdim. Bu ahval dairesinde mal ve serveti toplamak, benim için imkansız olduğuna kimseyi inandıramadım.

Musul’da, Şam’da, İstanbul’da raporla kaldığım sürelerin izinlerimi Harbiye Nezaretince tasdik olunmadı diyerek bu bahane ile Bağdat levazım dairesince kesilmiş ve durdurulmuş olan tahsisatım, 30.000 kuruştan fazlaydı. Ordu veznesinde akçenin kaybolması sebebiyle diyerek düzensiz borçlara dahil edilip mukabilinde elime özel senet verilen maaşlarımda, hemen 30.000 kuruşa ulaşıyordu.

Bunun 15.000 kuruşa yakın bir miktarını 327 senesinde İstanbul’da “Donanma Cemiyeti”ne hediye ederek karşılığında 17. ciltte kayıtlı 14 numaralı bir belgeyle makbuz aldım. Ve yanımda hemen o kadar akçeyi kapsayan beş kıta alay özel senetleri mevcut ve mahfuzdur.

Binbaşılık rütbesinde on bir sene kaldım. Bir gün bu kadar senede almış olduğum maaşlarımın yekûnu, aylar sayısınca taksim ettiğimde, her ayda ortalama olarak beş yüz küsur kuruşluk bir meblağa ulaştığı anlaşıldı.

Öyle cüzi maaşlarım Hac için, sıla ve tebdili hava için, sonuçsuz kalan evlilik, faydasız kitap basımı ve neşri için ancak kifayet edebilip bu kadar masraf çıktıktan sonra toplanabilecek bir şey kalmayacağını anlayıp onaylayacak hakikati gören bir vicdan sahibine tesadüf edemediğime hayıflanıyorum.

Kalbim ve ruhum; alemin elemleriyle yaralı iken, emeklilik döneminde işsizlikle bir o kadar daha mustarip olmamak için teselli olabilecek sebebiyle bir meşguliyet aramak icabetti. Kitapları mütalaa etmekten daha münasip bir şey bulamadım. Mütalaa ve eserleri araştırma neticesi olarak Hakkın inayetiyle birkaç eser daha yazabildim. “Hayvanatı Maiye” [Su Hayvanları] namıyla tabiat tarihine dair kısmen tercüme olmak üzere bir risâle [kitapçık] yazdım. Bir de Maddiyun [Materyalist] mesleğini ve fenni deliller ile ret ve iptal yolunda “İlim ve İrade” namıyla bir kitap telif ederek onunla gerçek diyanet ve Allah’ın sıfatlarını ispat etmeye muvaffak oldum. “Haza min fadli Rabbi. (Bu Allah’ın bana verdiği lütuftur.)

Ne yazık ki şu sevgili eserlerimin basım masraflarını tedarik edemedim. Bundan dolayı müteessifim.

Bunlardan gayrı “Encûmenî Edîban” ve “Şuûn-i Kurdistan” (Kurdistan Hadiseleri) isimleriyle iki kitap daha vücuda getirdim. Bunlardan ilki Kürdçe olup on beş Kürd edibinin seçilmiş şiirlerini kapsar. İkincisi Türkçe olup genel itibariyle Kurdistan’ın ve hususi olarak Baban hükümetinin ve Baban Kürdlerinin ahval ve tarihi vakalarını kapsar.

Kurdistan eşrafından ve Ayanı kiramadan Seyyid Andulkadir Efendi Hazretlerinin reisliği altında olarak Dersaadette [İstanbul’da] teşekkül eden “Kurdistan Teali Cemiyeti”nin azalığına da oy çokluğuyla seçilip tayin olunduğumdan, iki seneden beri mezkûr azalıkta bulunduğumu da ilave etmek isterim.

Maaşım zamlarla birlikte nakit olarak üç bin yedi yüz kusur kuruştan ibaret olup o da bir aralık yarısı verilmeye başladı. Yüz kuruşluk nakit paranın altın hesabıyla değeri, on iki kuruşa düşmesi, fiyat pahalılığın ise günden güne yükselmesinden, hayatın devamı gereği gibi müşkül bir döneme girdi. Çoğunlukla kendi elimle çorba pişirmeye ve onunla ölmeyecek kadar yemeye mecbur oldum.

Ömrümü, hayatımı an be an kemirmekte olan hastalığımın önünü almak için doktor ücretini ve tedavi masrafını tedarik etme hususunda hayretlere duçar olduğum günler oldu.

İşte gelecek ahvalin inkişafını [meydana çıkmasını] beklerken, Üsküdar’da ikamet ederken bu vaziyette idim.

Refah ve rahatta olmak gerekirken, emeklilik zamanım o şekilde geçiyordu.

On dört sene tahsilin ve otuz sene hizmetin neticesi öyle mi olmalıydı?

Memuriyet hayatımın refah ve saadet içinde geçtiğini zannedenler bulunabilir. Fakat o gibilere Allah insaf versin demekten kendimi alamıyorum.

Senelik aldığım tahsisat, fevkalade iktisat etmeye riayetle, kanaatkâr bir şekilde geçimini temin etmeye ancak kifayet ederdi [yeterliydi].

Eğer gayet basit bir idare tarzını seçmiş olsaydım, ne seyir ve seyahate ne de kitap telif ve neşrine muvaffak olamazdım.

Zevk ve sefaya meyilli olmadığımdan, şahsım için diğerleri gibi fazla masraf seçmedim. Herkesin gelir getirecek mülk ve akara, ev masraflarına sarfettiği parayı, ben kitaplara ve biraz da kitap kadar sevdiğim at ve silahlara sarfettim. Fakat bunların genelinden fayda yerine zarar gördüm. Ve mezkur eşyayı fazla bir gelirle değil, günlük yiyeceğimden kısmak suretiyle elde ederdim.

Yüzbaşılıkla İstanbul’da bulunduğum 1307 senesinde yalnız tayin ile geçinip maaşlarımı tamamıyla matbaacılara verdim. Osmanlı Maarifine hizmet etmek maksadıyla, kitaplarımı o suretle yayın sahasına koydum.

Bir o sene bir de tebdili hava için Şam’da bulunduğum 1321 senesinde çok günler oldu ki açlık şiddetiyle mustarip olup hal ve mevkiimi ve ruhumun çektiği azabı hiç kimseye ifşa etmedim. İçimi yakan ve eriteni yalnız Allah bilir.

Kimse bilmez kimsenin içindeki arzularını,

Hak bilir ancak tamamıyla kulun ahvalini.

Velhasıl, altmış senelik ömrüm hep keder ve elemle geçti.

Bu kadar seneye ait sergüzeşti [maceram] ahvalim şu suretle hulasa edilir [özetlenebilir]:

İllet ve zillet, gurbet ve kûrbet [üzüntü], fakirlik ve zaruret, yenilmişlik ve mağduriyet. Kaderin cilvesi bu ahvalin tümünü bana gösterdi. Zanolunur ki musibetleri göstermek için beni dünyaya getirmiştir.

“Sîne sûzan dilfirûzan kûçe kûçe derbeder.

Kes mebada hem çû men aware ez dar û dîyar.”

Bu Farça beytin anlamı:

“Sine yakan, gönül aydınlatanlar, sokak sokak perişandırlar.

Hiç kimse benim gibi diyardan diyara avare gezenlerden olmasın.”