Günümüzde Türkiye, PKK gerekçesiyle-ki kendisinin yarattığı bir gerekçedir– hem Güney Kürdistan’a hem de Suriye işgali altındaki Güneybatı Kürdistan’a yerleşmiş bulunuyor.

Bu incelemede esas olarak Ağrı’daki Kürd direniş sürecini takiben Türkiye ve İran arasında Kürdlerin hak arama, statü sahibi olma mücadelelerinin boğulması için yaptiklari işbirliği ve genel olarak o dönemdeki bazı olaylar ele alınıyor. Kürd silahlı direnme hareketlerinin başlıcalarından birisi olan Ağrı direnişinin de  Kürdlerin Türkleştirilmesi için bir gerekçe olarak kemalist rejim tarafından fırsata çevrildiğine dikkat çekilmek isteniyor. Kemalist rejim Kürdler üzerinde şiddet tekeli oluştururken çıkış noktası da ‘isyan’lar olmuştur. Devlet Kürdleri adeta silahla hak aramaya teşvik etmiş ve zorlamıştır. ‘Tek ulus, tek devlet’ gibi monolotik bir yapının kurulması, Türk kimliği önünde bir engel olarak görülen Kürdlerin yok edilmesi gerekiyordu.

1920’lerin başından beri Kürdlere karşı yürütülen ‘parçalı soykırım’ politikasının enstrümanları, başvurduğu jargonlar, gerekçelere bakıldığında bunlar arasında pek bir fark olmadığı görülüyor. Kürdlerin tenkili ve asimile edilmesi  programları sürekli güncellenmektedir. Bu nedenle adına ‘Tedip ve Tenkil’ denen bu programın günümüze dek bazı aralıklarla devam ettiğini ileri sürmek olanaklıdır.

TENKİL VE ASİMİLASYONUN PROGRAMLANMASI

Tenkil ne demektir?- ‘Topluca ortadan kaldırma’. Koçgiri’den başlayarak 1938 Dersim soykırımına dek Kürdler sürekli bir tenkil rejimi altında yaşadı. Tenkil siyaseti şimdi güncellenmiş, farklı ve çeşitli metotlarla devam ettirilmektedir. Kürdlere karşı tenkil ve asimilasyon yani topluca ortadan kaldırma bugün de güncelliğini korumaktadır. Asimilasyon politikası ile Tenkil rejimi elele yürümektedir.

Bu nedenle bu politikaların arka planını hatırlamakta yarar vardır.

1925 Şark Islahat Planı’nın öngördüğü ‘ Türkçeden maada dil kullananların cezalandırılması ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşmalarının temini’ politikasında bir değişiklik var mıdır?

Ya da Şükrü Kaya’nın mimarı olduğu ‘Türkleştirme genelgesindeki’ ‘ Türk kızlarının Türkçe konuşmayan köylülerle evlendirilmesinin teşvik edilmesi,(..) Türkçe bilmeyen köylü kadınları şehirlere celbedilerek Türk evlerine münasip hizmet ve suretlerle yerleştirilme’stratejisinde bir değişiklik var mı?

1930’da İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın gizli genelgesinde ‘yabancı lehçelilerin anadillerini Türkçe kılınmak suretiyle Türk camiasına kazandırılması, valilerin sorumluluğuna’ verilmişti. ‘Türkçe konuşmak ve som Türklüğe mensup olmanın şerefli ve karlı bir iş olduğunun gösterilmesi, yabancı lehçeyle konuşanların kıyafetlerini, şarkılarını, oyunlarını, düğün ve diğer geleneklerini kötü göstermek, bu kişilerin ve ailelerinin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek (..) Evlerinde ve aralarında Türkçe konuşmaya zorlayarak onlara yürekten ‘Türküm’ dedirtmek’ Şükrü Kaya’nın gizli genelgesinin temel amaçları arasındaydı. (İskana tabi tutulanların Türkleştirilmesi uygulamasına ilişkin Gizli genelge. No:1/28 (Ankara 1930), Ahmet Yıldız, ne mutlu Türküm diyebilene).

Hoybun örgütü liderliğinde Ağrı’da başlatılan Kürd direnişinin Türk devleti tarafından bastırılması o günün koşullarında da mümkündü. İnönü’nün açıklamalarında da bunu anlamak mümkün.Türk devleti böylesi bir direnişi bekliyordu ve ona göre de hazırlıklarını yapmış, buna uygun politikalarını ve programını da belirlemişti. Kürdler yokedilirken başvurulan esas slogan ‘Kürdler batılılaşmayı red eden fanatik irticai bir gruptu’ argümanıydı. Bu konsept Dersim’de uygulanan soykırım sırasında başvurulan sloganların bir başka versiyonuydu. Dersim  ‘cumhuriyetin ve uygarlığın önünde kesilip atılması  gereken bir çıbandı.’

 Ağrı’da ‘Reşoye Sılo ve eşi Zeyno’nun başı kesildiği’ (Rohat Alakom, Hoybun örgütü ve Ağrı ayaklanması, Avesta yayınları, 1998, s98), ayrıca bakınız, Sedat Ulugana, Ağrı Kürt direnişi ve Zilan katliamı, Peri yayınları,2010, s155-162) gibi Dersim’de de Alişer ve eşi Zarife’nin başı kesilmişti. Kuşkusuz başı kesilenler sadece adı geçenler değildi. Ama devletin Kürd direnme hareketlerinde öncü Kürdlere karşı uygulayacağı cezalandırma metodu üzerinde önceden çalışıldığı görülüyor.

 8 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı Şeyh Said efendi liderliğindeki Kürd direnişinin bastırılmasından sonra çıkarılmıştı. Ama 27 maddelik bu ‘program’ın belli bölümleri Dersim’e ayrılmıştı. Bu da gösteriyor ki devlet Kürdlerle ilgili belli hazırlıklar yapmış, Kürdleri elimine etmek için planlar oluşturmuş ve bunları zamana yayarak planlamıştı.

Şark Islahat Planı’nın Dersim’le ilgili bölümleri şöyleydi:

‘14-..Hassaten Dersim, tercihan ve müstacelen leyli iptidailer açılmak suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır.

15-Dersimlilerin Dersim’den çıkmak isteyen kısımları Sivas garinde gösterilecek mıntıkaya nakledilebilirler. Müfettişlik mıntıkalarından bu suretle Anadolu dahiline nakledilmek arzu edenlerin hükümetçe iras olunacak yerlere nakilleri de mümkündür.

16-Fırat garbındaki vilayetlerimizin bazı aksamında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları behemahal men edilmeli ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşmaları temin olunmalıdır.’

Diğer bir deyişle Türk ‘uluslaşması’ Kürdlerin asimile edilip yokedilmesine endekslenmişti. Abdülhamid döneminde özellikle Ermenilere karşı uygulanan ‘müslüman konsepti’, İttihat Terakki’nin ardılı Kemalist rejim tarafından Koçgiri ve 1925 Şeyh Said direnişinden itibaren Kürdlere karşı uygulanan ‘Türklük konsepti, yani Türkleştirme’ ile pekiştirildi.

Ağrı isyanının ilk zamanlarında Türk ordusuna karşı kazanılan başarılar nedeniyle Türk hükümeti 1928 Mayıs ayında, Doğu Beyazit’te Sexar köprüsünde Kürd temsilcileriyle görüşüp zaman kaznıyor.

Bilindiği üzere Seyid Rıza’da görüşme için çağrılmış ve tutuklanmıştı.

***

MUSTAFA KEMAL,İNÖNÜ VE MAHMUD ESAD

1930’a öncesi yıllar Kürdlerin Türkleştirilmesi için bir çok plan ve programın yapılmaya başlandığı yıllardır. 1930’dan itibaren ‘Kürdlerin asimile edilmesi ve yurtsuzlaştırılmasına’ hız verilmiştir. Takri-i Sükun, mecburi İskan, Şark Islahat Planı gibi kanunlar Kürdleri hedefleyen özel kanunlardır. Genel Müffetişlik de Kürdlerin Olağanüstü Hal ile yönetilmesi için kurulmuştur. 27 Haziran 1927 tarihli, 1164 sayılı yasayla Genel Müffetişlik’in kurularak Kürdistan olağanüstü bir rejimle yönetilmeye başlamış, Kürdistan’daki bütün askeri ve sivil idare tamamıyle 1.genel Müfettiş İbrahim Tali Öngören’e bağlanmış ve kendisine olağanüstü yetkiler verilmişti. Şükrü Kaya’nın 1930 başlarında yayınladığı gizli ‘Türkleştirme genelgesi’ ve iskan (Sürgün) politikaları ile‘Türkleştirme programları’ zirve yapmıştır. .

***

Yanısıra 1850 nolu kanunla da Ağrı isyanı döneminde Kürdlere karşı işlenmiş suçların soruşturulmayacağına dair bir kanun çıkarılmıştır:

‘İsyan mıntıkasında işlenen ef’alin suç sayılmayacağına dair kanun. Kanun no: 1850, Kabul tarihi: 20.07.1931.

Madde 1-Erciş, Zilan, Ağrıdağ havalinde vuku bulan  isyanla, bunu müteakip birinci umumi müfettişlik mıntıkası ve  Erzincan’ın Pülümür kazası dahilinde yapılan takip ve tedip hareketleri münasebetlerile 20 Haziran 1930’dan 1 Kanunuevvel 1930 tarihine kadar askeri kuvvetler ve devlet memurları ve  bunlarla birlikte hareket eden bekçi, korucu, milis ve ahali tarafından isyanın ve bu isyanla alakadar vak’aların tenkili  emrinde gerek müstakilen ve gerek müştereken işlenmiş ef’al ve hareketi suç sayılmaz.

Madde 2-Bu kanun neşri tarihinden itibaren muteberdir.

Madde 3- Bu kanunun  icrasına  Adliye ve Dahiliye Vekilleri Memurdur. 26.07.1931’

Bu kanun Kürdün katlinin vacip olduğunu söyleyen bir fetvadan farkı yoktur. Kürdün katledilmesi kanuni bir zırha kavuşturulmuştur.

Bu kanun diğer deyişle Kürdlerin katledilmesi ve Kürdlere karşı işlenecek herhangi bir suçun kovuşturulamayacağı anlamına gelmektedir. Kürdlerle ilgili geçmişte alınan kararlar, yapılan kanunlar günümüze dek Kürdlere karşı izlenen politikada kılavuz olmuştur, olmaya devam etmektedir.

***

1925 Şeyh Said direnişinden sonra çıkarılan Takrir-i Sükun, Şark Islahat Planı, 1927’deki iskan kanunları  ve 1931’de yayınlanan 1850 nolu kanun gibi  çıkarılan özel kanunların hedefi yukarıda da belirtildiği üzere Kürdlerdir.

Devlet Kürdler üzerinde kurduğu şiddet tekelini çıkardığı kanunlarla da ‘hukukileştirmeye!’ girişmiştir.

Devletin tepesindekiler de Kürdlere her fırsatta ‘Türkleşmeyi’ salık vermişler, tehdit etmişlerdir.

Mustafa Kemal Adana’daki Türk Ocağı’nda yaptığı bir konuşmada (Mart 1923) şöyle diyordu:

‘Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Bu memleket tarihinde Türk idi, o halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. Ermeniler vesairenin burada bir hakkı yoktur.’ Murat Bardakçı’nın ‘İttihadçı’nın sandığı, 2014 kitabından aktaran Barış Ünlü,Türklük Sözleşmesi, s 165).

Yine İsmet İnönü 1925 yılı Nisan ayında Türk Ocaklılara yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:

‘Vazifemiz Türk içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf herşeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.’(Füsun Üstel’in İmparatorluktan ulus-devlete Türk milliyetçiliği:Türk Ocakları kitabından aktaran Barış Ünlü, Age. S 180)

Dönemin Başbakanı İsmet İnönü (1925,1930 ve 1937’de Başbakandı. Kürdlere karşı yürütülen sömürgeci militer politikaların baş uygulayıcısıydı) Sivas’ta demiryolunu açılış töreninde verdiği nutukta şöyle diyordu:

‘Beş seneden beri harici ifsadat ile karışık Şark vilayetlerimizde devam ettirilegelen fesat, bugünden yarı dermanını kaybetmiştir ve her gün daha fazla sönecektir. (..)Bu memlekette Türk milletinden ve Türk cemaatinden başka milli mevcudiyet iddiasına haklı bir ekseriyet yoktur’. (Milliyet, 31 Ağustos 1930)

Mahmut Esat Bozkurt’un, Ödemiş’te ‘Türk olmayanların tek bir hakkı vardır, o da hizmetçi olma hakkı’ dediği ünlü konuşması da Ağrı’daki soykırımın sonrasına denk gelmesi bir tesadüf değildir:

“Düne kadar vapurlarda, trenlerde, memleketimizin bugün ticari ve mali müesseselerinde kimler çalışıyordu ve bunlar kimlerin elinde bulunuyordu? Türk olmayanların değil mi?

Bugün kimin elinde? Türklerin.”

“Bütün bunlar Cumhuriyet Halk Fırkası’nın mahsulüdür. Bağlar, bahçeler hatta dağlar, ovalar, mal mülk, memleketin iktisadiyatı baştan başa Türk olmayanların elinde değil miydi?

Bugün bütün bunlar Türklerin eline geçti, bu da Cumhuriyet Halk Fırkası’nın siyasetinin semeresidir.”

“Düne kadar yabancıların yanında amelelik yapan binlerce Türk’ün bağ bahçe, mülk sahibi olduğunu az mı görüyoruz?”

“Cumhuriyet Halk Fırkası’ndanım; çünkü bu fırka bugüne kadar yaptıklarıyla esasen efendi olan Türk milletine mevkiini iade etti. Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır; o da hizmetçi olmaktır!”

“Ben Cumhuriyet Halk Fırka’sındanım. Bunun sebeplerinden biri de demiryolu siyasetidir.”

“Geçen idareler milleti gırtlağına kadar borca soktukları halde, Cumhuriyet Halk Fırkası, dışarıdan para almaksızın, eski idarelerin yedi asırda yaptıkları işin fazlasını Türk parasıyla, Türk işçisiyle, yedi senede yaptı.”

“Rus çarlarının vaktiyle bu memlekette demiryolu yaptırmamak için Osmanlı hükümetini silahla tehdit ettiklerini söylersem, bunun ne kadar lazım olduğunu kolaylıkla anlayacağız.” (Milliyet gazetesi,Adliye vekili Ödemiş’te mühüm bir nutuk söyledi.19 Eylül 1930)

Mahmut Esad Bozkurt daha sonra yaptığı bir açıklamada yukarıdaki sözlerinin muhatabının Kürdler olduğunu ima etmekten de kaçınmadı:

‘Adliye vekili M. Esad bey diyor ki:’Türk olmayanların hakkı köleliktir, demekle ecnebileri kastetmedim. Ben Ödemiş nutkunda  bu memleketin efendisi Türklerdir derken, öz Türk olmayanların hakkı hizmetçiliktir, köleliktir demekle, misafirlerimiz olan ecnebileri kastetmedim.(..) benim kastım Teşkilatı Esasiye mucibince Türk olup hala başka milliyet iddia edenler varsa onlaradır. Türk harsını samimi kabul edip de Türküm diyene sözüm yoktur.’ (Milliyet, 21 Eylül 1930)

***

TÜRKİYE VE İRAN ARASINDAKİ GÖRÜŞMELER

Türkiye ile İran arasında Kürdlerin kuşatılması, hak arayışlarının boğulması için 1921 yılı itibariyle görüşmeler başlar. Bu görüşmeler İran’ın Türkiye’nin Şıkak beyi Sımko Ağa’dan duyduğu rahatsızlık nedeniyle başlamış gibi görünse de Mustafa Kemal’in ta başından beri Kürdlerin önünün kesilmesi için bir planı olduğu açıktı. Kemalist rejim Sımko’yu İngilizlere karşı destekleyerek, Irak’ta bir Kürd oluşumunun önünü alarak zaten böylesi bir oluşumun İran işgali altındaki Kürdistan’a taşırılma ihtimalini önlemişlerdi. Sımko’nun sadece Türklerle ilişkisi olmadığı biliniyor. Sımko’nun Sovyetlerle de ilişkisi vardı.

Hilal Akgül, Türkiye ile İran arasındaki görüşmeler hakkında şu bilgileri veriyor:

‘Ankara Hükümeti’yle İran arasındaki ilk önemli temas, 1921 yılının Mayıs ayında,

İran’ın Ankara’ya gelen “gayri resmi” temsilcisi Han-ı Şevket aracılığıyla

sağlandı. İran, Han-ı Şevket’in bu ziyaretiyle Türkiye’nin, bir Kürt aşiret reisi

olan ve çıkardığı isyanlarla İran’ı uğraştıran Simko’ya (İsmail Ağa) sağladığı

desteği ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Bunu izleyen dönemde Ankara’yla

Tahran arasında bir anlaşma imzalanmasına zemin hazırlamak üzere, İran’dan

bir diplomatik heyetin Ankara’ya geldiği görüldü. 24 Haziran 1921 günü

Ankara’ya varan bu heyetle Yusuf Kemal [Tengirşek] Bey başkanlığındaki

Ankara Hükümeti heyeti, 1 Mart 1921 tarihli Türkiye – Afganistan

Anlaşması’nın devamı niteliğindeki bir anlaşmayı imzalamak üzere görüşmeler

yaptı. Ancak bu türden bir anlaşmanın imzalanması olanaklı olmadı .

1922 yılının Haziran ayındaysa “fevkalade sefir” statüsündeki İran Eğitim

Bakanı Mümtaz-üd Devlet’in Ankara ziyareti gerçekleşti. Bu ziyaretin temel

gündem maddeleri, Türkiye’nin Simko’ya desteğiyle İran’ın bu durum

karşısında duyduğu rahatsızlık, Tebriz – Trabzon ticaret yolunun güvenliği ve

Türkiye’nin İranlı tüccarlara uyguladığı vergilerdi. (RIZA HAN’IN (RIZA ŞAH PEHLEVİ) TÜRKİYE ZİYARETİ L. Hilal AKGÜL)

***

Yeri  gelmişken Sımko ve Türk ilişkileri hakkında kısaca Hasan Hişyar Serdi’nin söylediklerini aktarmak istiyorum:

‘Tevfik Cemil bir konuşmasını şöyle sürdürüyordu:’Türk devletinin Sımko’nun ayrılışından bir süre sonra, oniki katır yükü silah ve mermi Van sınırından getirilip Sımko’ya teslim edildi. Biz Dört Kürd subayı, gelen bu silahların ne olduğunu merak edip araştırdık. Öğrendik ki Sımko Türk devletiyle ilişkiye girmiş. Tabi bu aynı zamanda Sımko’nun siyasi intiharı gibiydi. Biz Kürd subayları, Sımko’ya bu silahların n eiçin getirildiğini sorduğumuzda;’Ben, Van Valisi ile ittifak yaptım. O bize silah verecek, biz de Şah Rıza’nın İran hükümetini vuracağız’ cevabını alınca hemen onun planını anladık. Biz, Dört Kürd subayı bir süre birlikte düşündükten sonra gidip kendisine sorduk:’İsmail ağa sen bilmelisin ki, kendi elinle bize ve milletimize  ayarlanan bombanın fitilini ateşliyorsun. Türk devleti İran’ın düşmanı olmadığı gibi senin de dostun değil.(..)Türkler senin gücünü yine senin milletine karşı planlıyorlar. (..) Ayrıca seni İran’la bir savaşa tutuşturarak, arkadan vurup etkisiz hale getirmek istiyorlar.Aman dikkat et diye yalvardık’.(Hasan Hişyar Serdi, Görüş ve anılarım, Med Yayınları,1994, s233-235)

Hüsrev Gerede hatıralarında Sımko’nun öldürülemesinden duyduğu sevinci gizlemiyor. Sımko’nun İran tarafından öldürülmesi hakkında şunları yazıyor:

‘Şah Pehlevi zamanında hudud komisyonunda Tahran’da delegelik etmiş ve Şah’ın Türkiye seyahatine iştirak eylemiş olan bizim Harbiye Mektebi’nden yetişmiş Tebrizli General Sadık Kupal bu Sımko’yu hile ile pusuya düşürerek öldürtmüştür.’ (Hüsrev Gerede, Siyasi Hatıralarım, s191).

***

AĞRI HAREKATI

Türk resmi tarihine göre Kürdlerin kollektif hak aramaları 16 Mayıs 1926’da Ağrı’da silahlı bir direnişe dönüşmüştür. Türk resmi tarihi Ağrı direnişini üç bölüm halinde ele almaktadır: 1-16 Mayıs-27 haziran 1926 arasında 1.Ağrı harekatı, 13-20 Eylül 1927 Eylül tarihleri arasında 2. Ağrı harekatı, 7-14 Eylül 1930 tarihleri arasında 3. Ağrı harekatı.

Genelkurmay belgelerinde Türkiye’nin Kürdlere karşı Ağrı’da yürüttüğü ‘harekat’ işgal olduğu da kabul edilmektedir:

işgal harekatına katılacak kuvvetler şunlardır:’ (Genelkurmay belgelerinde Kürd isyanları,Kaynak Yayınları, cilt 2, s92)

‘İşgal hareketi Şıhlı suyu vadisinde cereyan edeceğine göre asilerin Iğdır bölgesine kaçmalarına engel olmak ve bu bölgede bırakmamak üzere..’(Age. S93)

**

‘Üçüncü Ağrı harekatı’  olarak bilinen işgal harekatıyla ilgili Genelkurmay belgelerinde şunlar yazılıyor:

‘Tedip Karar ve hazırlığı: 28 Aralık 1929’da Bakanlar Kurulu’nun Cumhurbaşkanı Atatürk’ün başkanlığında ve Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ile 1. Genel Müfettiş İbrahim Tali Bey’in de hazır bulundukları bir toplantıda, 1930 senesi Haziranında Ağrıya karşı tenkil harekatı yapılması kararlaştırıldı ve ilgili makamlara bildirildi. Bakanlar Kurulu’nun bu kararı üzerine Genelkurmay Başkanlığı’nın 7 Ocak 1930’da gereği için 9.Kolorduya verdiği emir özetle şöyle idi:

‘1930 senesinde Ağrı’ya yapılacak harekata dair, 29 Aralık 1929 gün ve 8692 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ayrıca yazılı olarak gönderilmiştir. Bu kararname gereğince Bulakbaşı ile Şıhlı köyü arasında asilerle meskün olan köyler ile sığınılan yerler işgal edilerek asiler geçim üssünden yoksun bırakılacak ve bölge eşkiyadan temizlendikten sonra bunlar Ağrı tepeler hattına doğru takip edilerek işgal edilen bölgede garnizonlar inşa edilecek ve bunlardan yalnız seyyar jandarma kuvvetleri 1930-1931 kışını burada geçireceklerdir. İşgal bölgesinde jandarma alayları için lazım olan yerlerden başka meskun yer bırakılmayacaktır.

Bu suretle iaşe ve iskan ihtiyacından tamamıyla yoksun olan asiler ya dağılacak veya İran’a sığınmaya mecbur olacaktır. Bu takdirde mesele İran’la halledilecektir.’(Age, s.92)

***

Bu karardan da anlaşılacağı üzere harekat Kürdlerin yokedilmesi üzerne planlanmış ve bina edilmiştir. Askerlere ait yerlerin dışında yer bırakılmayacağı, yani taş üstünde taş bırakılmayacağı, canlı bırakılmayacağı da karar altına alınmış, Kürdlerin İran’a kaçma olasılığı da hesap edilmiştir.

Ağrı direnişi konuyla ilgili otoriteler tarafından Şeyh Said direnişinin devamı olarak görülür. Merkezi otorite Kürdlerin bir direnişe başlayabileceğini biliyordu. Suriye’deki Kürdlerin, Hoybun’un ve muhalif Kürdlerin haereketlerini günü gününe takip ediyordu.

***

Türk resmi tarihinin verdiği tarihlerde Ağrı’da Kürd’lere karşı yürütülen katliam sanki bir kaç haftalık bir sürede sona ermiştir! Halbuki durum böyle olmasa bile Kemalist rejimin istediği şekilde sonlanmıştır..

Direnişin 4-5 yılı bulduğu bilinmektedir. Zilan’da yürütülen katliamın 20 Haziran-12 Temmuz 1930 tarihleri arasında sürdürüldüğü dikkate alındığında da burada da bir ‘resmi yalan’ ile sözkonusudur.

Türk gazetelerinde yakalanan figürlerde bile Zilan’da 15 bin Kürdün katledildiği yazılmaktadır.

Yılmaz Çamlıbel, devlet ile Kürdler arasındaki savaşa ilişkin şu zaman dilimlerini öne sürmektedir:

‘’Birinci savaş, 16-17 Mayıs 1926, İkinci savaş, 16-17 Haziran 1926,Üçüncü savaş, 13-20 Eylül 1927, Dördüncü savaş,14-27 eylül 1929 Tendürek savaşı, Beşinci savaş, 20 Haziran-3 eylül 1930, Altıncı savaş, 7 Eylül-14 eylül 1930.’ (Yılmaz Çamlıbel, Agıri sahipsiz değildir, Deng Yayınları, Nisan 2005, s141-210).

Kürdlerin varolmak için meşru müdafaya başvuracakları da önceden öngörülmüş, Kürdün meşru müdafasının bir soykırıma dönüştürülmesi amaçlanmıştır.

Ağrı direnişi sırasında  Kürdler bazen İran işgali altındaki Kürd topraklarını da kullanmışlardır.Doğu Kürdistan’daki Kürd aşiretlerinin bazen kardeşlerine yardım etmek isteği ve direnişin önemli lider kadrosunun, savaşçılarının Doğu Kürdistan’a geçmeleri  ve bazen de hayvanları ile orada barınmaları Türk silahlı kuvvetlerinin başarıya ulaşmasını engellemektedir.(Genelkurmay belgelerinde Kürt isyanları, cilt 2,s 230, Kaynak yayınları 1992.)

 Kürdler o zaman da Türklerin,homojen bir ulus yaratma stratejisi önünde yokedilmesi gereken bir hedef ve tehlike olarak görülüyordu.Türkiye Kürdler arasındaki bu fiziki ilişkiyi de ortadan kaldırmak istemektedir. Bu nedenle de Türkiye İran’ı uzun süren caydırıcı bir diplomasi ve propaganda ile ‘ikna ‘ etme yolunu seçmiştir.

HÜSREV GEREDE’NİN İRAN’A ELÇİ ATANMASI

Memduh Şevket Esendal’ın beş yıllık Tahran Elçiliğinden istifa ettirilmesinden  sonra bu göreve Hüsrev Gerede atanır.

İnönü Hüsrev Gerede’nin atamasını yaparken sözlü olarak şu talimatı verir:

Devletimiz, yurt içinde asayişin ihlaline ve hudutlarında bir Makedonya teşekkülüne mani olmak meşru hak ve azmiyle seni Tahran’a göndermektedir. Binaenaleyh sen İran hükümeti ile seferber olmuş bir ordumuz arkanda harekete hazır halde konuşacaksın. Bu ciddi vaziyetin icabına göre davranmak lazımdır. 24.07.1930  (Hüsrev Gerede, Age. S20).

Mustafa Kemal de aynı günün akşamı (24.07.1930) Yaloava’daki akşam yemeğinde Hüsrev Gerede ile görüşüyor.

HÜSREV GEREDE KİMDİR?

Eylül 1930’da Türkiye’nin Tahran Büyükelçiliğine başlayan Hüsrev Gerede’nin Ağrı Direnişi günlerinde ve sonrasında Türkiye ile İran arasında yapılan pazarlıklarda Türk tarafını temsil ettiği, Ankara’nın bu konudaki siyasetine yön verdiği biliniyor. Hüsrev Gerede Türk ve İran anlaşmasında kilit bir rol oynamıştır.

Hüsrev Gerede ,Mustafa Kemal’in  Vahdettin tarafından 9.Ordu Müffetişi olarak 16 Mayıs 1919’da Samsun’a gönderilirken, maiyetinde bulunan subaylardan birisidir. O da İbrahim Tali Öngören gibi Mustafa Kemal’in en çok güvendiği subaylardan birisidir. O dönem Kurmay Binbaşı rütbesindedir. 1915’te Kafkas Ordusu Harekat Şube Müdürlüğü, sonra 1918’de Kazım Karabekir Kolordusu Kurmay Başkanlığı yapıyor.

Bandırma Vapuru’nda yer alan kimi bilgilere göre 18 (subay), kimi bilgilere göre 48 kişilik grup içinde yer alıyor. İddialara göre Mustafa Kemal ile dostluğu burada başlıyor ve sonradan Mustafa Kemal’in kurmay heyetinde istihbarata ve siyasi şube müdürlüğü yapıyor. Kumay binbaşı olarak Erzurum ve Sivas kongrelerine katılıyor, ‘Mustafa Kemal’in sırdaşı’ olarak anılmaya başlıyor.

Bolu isyanında, Gerede’de gösterdiği başarı nedeniyle kendisine Mustafa Kemal tarafından Gerede soyadı veriliyor. Albay rütbesinde iken emekli olduktan sonra sırasıyla Budapeşte, Sofya, Tahran,Tokyo, Berlin ve Rio de Janerio’da büyükelçilik yapıyor.

Hüsrev Gerede, İran’da büyükelçilik yaptığı yılları anlatan ‘siyasi hatıralarım’ adında bir kitap yayınlamıştır. (Siyasi hatıralarım, Rıdvanbeyoğlu Hüsrev Gerede, İstanbul 1952. Bu kitabı  Kürd siyasetçisi Lütfi Baksi’nin arşivinden edindim.)

HÜSREV GEREDE İŞE BAŞLIYOR..

Hüsrev Gerede İran ile sınır anlaşması  öncesindeki pozisyonlarını şöyle anlatıyor:

’15 Eylül 1930’da itimatnamemi takdimle resmen işe başladığımdan birkaç gün sonra idi ki İran Hariciye Nazırından aldığım ilk yazı; bir tayyaremizin (Ararat) mıntıkasında kendi havalarında uçtuğundan Acemkari bir tarzda şikayet olmuştu ve Hükümetime acilen bildirmem talep olunmaktaydı. Bu mektubu ve verdiğim cevabı derhal Ankara’ya bildirdim. Kendisine 21.9.1930 tarihile yazdığım bu ilk cevabımın başlıca aksamı şunlardı: ’’ Kürd asilerine karşı müşterek hareketi kabül ile dostluğunu, hayırhahlığını, hüsnüniyetini izhar eden İran devlet-i fahimesinin bu nazik zamanlarda bir Türk tayyaresinin saf ve dost bir havada kasde makrun olmayan uçuşunu görmekle rencide olacağını kabul etmek istemem. Bundan ne şeref ve ne de haysiyeti devleti muhil ve bilhassa İran topraklarına hürmetsizlik gibi bir mana çıkamaz. Dahili durumunu tarsin etmesini bütün hayırhalığımızla, kemali samimiyetle temenni ettiğimiz İran hükümetinin içinde bulunduğu azim müşkilatı takdir ve ihata edenlerdenim. Şark vilayetlerimizde medeniyet ve cumhuriyet prensiplerinin tesis için TürkiyeCumhuriyeti’nin giriştiği mukaddes mücahedede kardeş ve dost milletin müşkilat çıkarmak şöyle dursun teshilat ve muavenet hisleriyle mütehassis olduğuna inandığımı..ilah’’ (Age. S195)

(..)

Gerede’nin girişimleriyle İran ile görüşmeler Mayıs 1931’de Tahran’a alınır.

Hüsrev Gerede, İran ile yapılan sınır anlaşması için Türkiye’nin ve kendisinin izlediği kurnaz politikayı şöyle anlatıyor:

Hüsrev Gerede bir açıklamasında sınır anlaşmasının gidişatı konusunda şunları söylemekteydi:

‘-Dostumuz olan İran devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki tashihi hudut meselesi, şekavetin izalesi, hudutlarda umumi emniyetin takviyesi ve vilayeti şarkiyemizin muhafazası gibi zaruri ve muhik ihtiyaçtan neş’et etmiştir. Aynı hissiyatı dostane ile mütehassis bulunan ve bizim gibi hudutların üzerinde umumi emniyet ve asayişin takviyesini istiyen komşumuz İran hükümeti eşkiya yuvası olan Ağrıdağı havalisindeki hududun, daha cenupta bununla mütenasip arazi terkine mukabil tashihine geçen sene esas itibariyle muvakat etmişti.

Bu mesele hakkındaki siyasi muhaberat hitam bulduktan sonra bunun teknik ciheti geçen yaz benimle İran murahhasları arasında müzakere edilmişti.

Ağrı’daki sırf askeri emniyet cihetinden istediğimiz gayrimünbit ve yollardan mahrum sahaya mukabil, cenupta (Baçırke) ve (Kotor) havalisinde birçok köyleri muhtevi gayet münbit ve mahsuldar araziyi terketmeye hazır olduğumuzu bildirmek suretile dostluğumuzu ve hüsnüniyetimizi isbat etmiş olduğumuzdan, bu meselenin her iki hükümet arasında dostane ve seri bir halli beklenmektedir.

Ağrı ve buna tabi (Ağabey) dağlarındaki eşkiya yuvası Şark garnizonlarımızın gayyurane ve imkakarene darbesi ile geçen sene temizlenmiştir. Şimdi buraları tamamile askeri hakimiyetimiz altında bulunduğundan Türk-İran hududunda ve Şark vilayetlerimizde emniyet ve asayişi ihlal için vuku bulacak herhangi bir teşebbüsü daha tohum halinde iken imha etmek kabildir. Lüzumu halinde geçitler tarassut altında bulundurulduğundan İran eşkiyasının firari menedilmekte, yakalanan şakiler İran hükümetine teslim olunmaktadır.

Bu kavi vaziyet sayesinde dostumuz İran, arazisinde tek tük zuhur eden Kürd eşkiyasının hakkından gelmekte ve cenuptaki vaziyetin emniyet ve selametini muhafaza etmektedir.’ (Cumhuriyet, 30 Ekim 1931)

***

‘HÜSREV BEY GELDİ!’

22 Şubat 1932 tarihli Milliyet gazetesi ‘Hüsrev bey geldi’ başlığıyla İran ve Türkiye arasında varılan anlaşmayı duyuruyor. Hüsrev Geredeli, ‘Türkiye-İran dostluğu metin esaslar üzerinde ve kardeşlik muhabbet ve bağları arasında inkişaf buluyor’ diyor.

Anlaşmanın sağlandığı günlerde büyük saygınlık gören Hüsrev Gerede daha sonra istifaya zorlanacak ve üstü çizilecektir.

Şüphesiz İran-Türk dostluğu, muhabbeti Kürdün kanı ve toprağı üstünde vücut bulmakta, Kürdün kederi üzerine inşa edilmekteydi. Türk-İran muhabettini pekiştiren Kürt kanıdır demek abartılı olmaz.

Türk ve İran anlaşmasında İngiltere’nin rolü de araştırılmaya ve tartışılmaya değerdir.

AĞRI DİRENİŞİ SIRASINDA TÜRKİYE-İRAN PAZARLIĞI VE İRAN’A VERİLEN NOTALAR!

Türkiye 22 , 27, 30 Temmuz 1930’da İran’a üç kez nota vermiş, Tahran Büyükelçisi Memduh Şevket Esendal’ı merkeze çağırarak yerine sertlik yanlısı Hüsrev Gerede’yi atamıştır. Türkiye 27 Temmuz 1930’da verdiği notada İran’dan ‘sıcak takip izni’ istemiş ama bu kabul edilmemiştir. 30 Temmuz notasında ise ‘isyancıların İran sınırından gelmesi durumunda Türkiye’nin meşru müdafaaya! başvuracağı’ öne sürülmüştür.Bu notadan sonra 14 Ağustos 1930’da Türk ordusu Kürdlere karşı İran egemenliği altındaki Kürd topraklarında da uluslararası hukuka aykırı bir harekata girişmiştir. 7-14 Eylül 1930 tarihleri arasındaki harekatta ise Türk ordusu İran işgali altındaki Aybey Dağları ve Küçük Ağrı’ya girmiştir. İran da Türkiye’nin bu harekatlarına destek olmuş, Kürdleri gözaltına almış,Kürdlerin sığındığı Maku’da sıkıyönetim ilan etmiştir. (Gerede, Age. S67)

24 Ağustos’ta Türkiye İran’a bir başka nota vermiştir.

İran bu notaya karşı cevap vermiştir. Akşam gazetesinde (24 Temmuz 1930)İran’ın cevabı şöyle aktarılıyor:

‘İran Maslahatgüzarı  Mehmet Sait Han dün bu hususta demiştir ki:’İran hükümeti sifahi cevabını Tahran elçisi memduh Şevket B. Vasıtasile vermiştir. Kürtlerle yalnız siz değil, biz de daimi surette uğraşırız. 923-925’te bunların kıyamı bizi epice zararlara soktu. Aşiretlerin iki memlekete gelip gitmeleri meselesi kolay bir iş değildir. İki memleket arasındaki hudut, Fransız, Alman hududu kadar geniştir. Bunları tabi sıkı bir nezaret altında bulundurmak icap eder.’

Türkiye’nin verdiği notalarda ‘Meşru müdafa’ iddiasından yola çıkılarak ‘Sıcak takip izni’ istenmektedir. Bugünden düne bakıldığında, Türkiye’nin Güney Kürdistan’a karşı da sık sık başvurduğı ‘sıcak takip’in bir arka planı olduğu ve bunu desteklemek için başvurulan argümanların benzerliği dikkat çekmektedir. O dönem Kürdlerin, Türkiye’nin bu manevrasını görmemesi, Türkiye’nin politikasını hayata geçirme gerekçelerini ortadan kaldırma yoluna gitmemes ve cephe savaşında ısrar etmesii üzerinde durulması gereken bir noktadır.

***

TÜRK GAZETELERİNDEKİ PROPAGANDA

O günlerin matbuatına bakıldığında da  Türkiye’nin İran üzerinde  nasıl diplomatik bir baskı kurduğu görülmektedir:

-Tenkil harekatı, Cumhuriyet, 17 Haziran 1934,

-İsmet Paşa’nın nutku, Cumhuriyet, 19 Haziran 1934

-Muhterem misafirimiz ve Gazi Hz.nin dünkü Tenezülleri, Cumhuriyet, 30 Haziran 1934

-İran’la münasebetimiz gerginleşti, 4 temmuz 1930,Cumhuriyet

-İran haydutlara silah ve zahire veriyor, Akşam, 5 Temmuz 1930

-İran hükümetine bir nota verdik, Cumhuriyet, 5 Temmuz 1930

-İran hükümetine bir nota verdik,Akşam, 6 Temmuz 1930

-Şarkta tedip harekatına başladık,İran hükümeti, cevabında eşkiyanın hareketine hakim olmadığını bildirecek. İran’a tecavüz haberi asılsızdır. Milliyet,6 Temmuz 1930

-Şark hududundaki hadise. Akşam, 8 Temmuz 1930

-İran notamıza rağmen hala şakileri himaye ve yeni kuvvetlerle takviye ediyor,Milliyet, 8 Temmuz 1930

-İran hükümeti notamıza hala cevap vermedi. İran hudut amirleri eşkiyaya her türlü yardımı göstermekte devam ediyorlar. Cumhuriyet, 8 Temmuz 1930.

-Büyük müsademeler oluyor. İran’a kaçmak isteyen şakiler tersyüzü geri döndüler. Cumhuriyet, 9 Temmuz 1930.

-İran’ın Ankara maslahatgüzari dün Tevfik Rüştü beyi ziyaret etti, Cumhuriyet, 10 Temuz 1930

-Zilan deresinde sıkıştırılan şakiler tenkil edildi. İranlılar hududumuza yeni çeteler saldırarak tecavüzlerini artırmak istiyorlar. Milliyet, 11 temmuz 1930.

-Şimaldeki şakiler de vahim bir hezimete uğradılar. Şark’ta İran’la müşterek harekete geçilecek mi? Milliyet, 12 Temmuz 1930.

-Şarkta tenkil harekatı bitti. Ruslar,Ağrıdağ’dan Rus topraklarına kaçmak isteyen şakilere ateş açtılar. Akşam,14 Temmuz 1930

-Ağrıdağı harekatı bu hafta başlıyor. Karargah Ağrı eteklerinde. Aşiret reisleri af diliyorlar. Zeylan harekatında imha edilenler 15.000’den fazladır. Bir tayyare kurban verdik. Cumhuriyet, 15 Temmuz 1930

-Asilere İran’dan yardım devam ediyor, Akşam, 17 temmuz 1930

-İran eşkiya yatağı halini aldı. Şakiler Rus topraklarına akın yapmaya başladılar.Bu yüzden bir hadise oldu.Akşam, 19 Temmuz 1930.

-Harekat bilfiil bitti. Türk hudutları dahilinde tek yabancı şaki kalmamıştır. İran’a kaçmak isteyen şakiler, 80 kilometre ilerisine kadar takip ve tenkil edildiler. Cumhuriyet,20 temmuz,1930.

-İran’daki mütecavizler de temizlendi. Askerlerimiz huduttan 80 kilometre ilerde muvaffakiyetli bir harekat yaptılar..Kıtaatımız hudut ilerisindeki şakileri temizledikten sonra garnizonlarına avdet etmişlerdir. Milliyet, 20 temmuz 1930.

-Şakilerin hali harap! Yalnız canlarını kurtarmağı düşünüyorlar.İran isyanın bastırılmasına yardım etmiş, Cumhuriyet, 21 Temmuz 1930.

-Komşu devlet şakilere karşı tedbir almıştır, Cumhuriyet,23 temmuz 1930

-İran cevap verdi, Akşam, 24 Temmuz 1930

-Cenuptan hududumuza taarruz. Şarktaki hareket nasıl başladı? İran’dan gelen şakileri kim sevketti? Bunların asıl maksatları ne idi? Hüsrev bey Tahran’a hareket ediyor. Akşam, 27 Temmuz 1930

-İran da şakilere karşı ciddi tedbir aldı, Cumhuriyet, 28 Temmuz 1930

-Cenuptan hududu geçen şakiler çevirme hareketile imha edilmek üzeredir. Ağrıdağ şakileri Kabaktepe’ye bir baskın yapmak istediler. İran da şakilere karşı harekata başladı ve ilk müsademe oldu. Akşam, 28 temmuz 1930.

-İran’a son sözümüz.Tavik siyaseti devam ederse ileri gideceğiz. Cumhuriyet, 30 temmuz 1930.

-İran’a şiddetli bir nota verdik, Akşam, 30 temmuz 1930.

-Haço muhasara edildi, Cumhuriyet,11 ağustos 1930

-Şifahi notamız İran’a tebliğ edildi, Cumhuriyet, 14 Ağustos,1930

-İran toprağına iltica eden asilerin tedibi, Cumhuriyet, 17 Ağustos 1930 komisyonu yakında faaliyete geçiyor, Cumhuriyet, 17 Ağustos 1930.

-Türkiye-İranhudut  tashihi

-Hüsrev B. (Geredeli. Y.K.) Tahran’a gitmek üzeredir, Cumhuriyet, 20 Ağustos 1930

-Şifahi notamız İran’a tebliğ edildi, Cumhuriyet 24 Ağustos 1930

-Hüsrev bey geldi, Milliyet,22 Şubat 1932

İRAN İLE TÜRKİYE ARASINDA KÜRD TOPRAKLARININ İLHAKI İÇİN YAPILAN ANLAŞMALARIN GEÇMİŞİ

Osmanlı İmparatorluğu ile İran Safevi devleti arasındaki sınır anlaşmazlıkları nedeniyle 1555 Amasya Anlaşması yapılmıştır. Bu anlaşma ile Bağdat, Basra, Şehrizor, Bitlis, Van, Atabegler ve Erzurum üzerindeki Osmanlı egemenliği Safevilerce kabul edildi ve Kars tarafsız bölge ilan edildi.

1514 Çaldıran Savaşı’ndan 1932 Tahran Anlaşması’na dek Osmanlı ve Safaviler (ve ardılları) arasında bir çok anlaşma yapılmıştır.

1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması (Zohab Ahdnamesi) ile Kürdlerin iki imparatorluk arasında bölündüğü genel kabul görür.

Hüsrev Gerede, ‘Siyasi Hatıralarım’da Türkiye ile İran arasında Kürdlerin tecrit edilmesi ve topraklarının iki devletin askeri ihtiyaçlarına göre bölüşülmesi üzerine bilgiler veriyor.

Gerede, Türkiye ile İran arasında 1639’dan başlayarak yapılan sınır anlaşmalarının arka planına değiniyor. ‘1727, 1736,1746’da’ yapılan düzenlemelerde ‘1639’un geçerli olduğu’nda mutabık kalındığını belirtiyor. ‘1822’de yapılan Erzurum muahedesi ile de 1746 hududu muteber addedilmiştir’ diyor. (Age. S.189)

Türkiye’nin Tahran Büyükelçisi Hüsrev Gerede ‘Sultan Aziz zamanında 1809’da’ bir sınır anlaşması daha yapıldığını yazar.

Gerede, ‘Sultan Abdülmecid zamanında Mehmetali Şah’la Erzurum’da 1846’da mukabil tavizatla bir hudud muahedesi’ yapıldığını anlatıyor.

Gerede, Türkiye ile İran arasındaki sınır düzenlemelerinin! Kürdleri hedef alan siyasi bir işbirliği olduğunu gizlemek için ‘Sınır düzenlemelerinin!’ ‘aşiret çapulculuğuna karşı yapıldığını’ iddia ederek olumluyor:

‘Osmanlı İmparatorluğu İran’ın müstakil ve tamamiyeti mülkiyetine sahip olmasını, Rusya ve İngiltere’nin elinde bir alet olmaktan kurtulmasını, kendi emniyeti ve menfaati icabı olarak daima istemiş ve Şark siyasetinde bu prensipten ayırlmamıştır. Hatta bu gaye ile ikide bir aşiretlerin çapulculuğuna maruz müşterek hududumuzun asırlardanberi hal olunumıyan kısımlarını hal ve fasletmek üzere (1907) de Tahran’da bir protokol imza olunmuştur.. Fakat İngiltere ve Rusya bunun tatbikatına el altından müşkilat çıkarmışlar, bu protokolü her vasıtaya müracaatla iki dost devletin aralarında tatbik etmelerine fiilen mani olmuşlardır. Balkan harbindeki mağlubiyetimizden istifade ederek Tahran Protokolü’nün altı sendenberi tatbikini bekleyen muvakkat işgalimiz altındaki münazaah mıntıklaraı hemen tahliye etmemizi Rusya ve İngiltere bizden taleb eylemişlerdir. Ev sahiplerinden biri olan İran’ın murahhası bulunmaksızın hududun cenup ve şimal kısmını bizimle, tabii müsavi hukuk ve şerait ile değil, söz kendilerinde olmak, dikte ettirmek suretiyle müzakere etmişler, zevahiri muhafaza için de İstanbul’daki İran sefiri Kebiri’nin protokola imza atmasını lütfen taleb eylemişlerdir. Tazyik altında bize kabul ettirilen bu hudud hattı zavallı İran’ın menafi  ve istiklaline büyük bir darbe olmuş, Rusya ve İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’na ilerde ilk fırsatta yapmağı tasarladıkları stratejik askeri hareketlerine  matuf menfaatlerini sağlamış, yani İran topraklarını Türkiye’ye karşı askeri bir üs olarak kullanmak maksadını gütmüştür. ’ (Gerede, Age. S190)

Gerede’nin atıfta bulunduğu 1907’de İran’da meşruiyet ilan edilmesinden yararlanan 2.Abdülhamid daha önce ‘İran tarafından işgal edilen Savuç Bulak, Bana, Serdeşt,Süldüz,Uşna ve Laheycan, Sine Rumiye, Dol, Deşt, Branduz, Terguvar, Merguvar,Somay, Bradost, Selmas bölgeleri Osmanlı’ya verilmesini başarmıştır. Bu  da Rusya’da oluşturulan sınır komisyonu çalışmaları sonucunda ortaya çıkmıştır.’(Nihat Erim’in,’Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzeydoğu ve Doğu sınırları’ başlıklı yazısından aktaran, Laçin İdil Öztığ:Küçük Ağrı krizi:Türkiye-İran ilişkilerinde bir kriz yönelimi örneği, 23.11.2017).

1913 Protokolü ile ise Küçük Ağrı bu kez İran’a verilmiştir. Türkler ve Acemler Kürdlerin yurdunu kendi aralarında alıp vermektedirler.

Ağrı direnişi öncesinde Rıza Şah ile Mustafa Kemal arasında 22 Nisan 1926 ‘da ‘Güvenlik ve Dostluk Anlaşması’ imzalanmıştır. Bu anlaşmayla iki rejim arasında kendi egemenliklerini tehdit ettiklerini düşündükleri grup ve bireylerin engellenmesi karar altına alınmıştır.

Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere 1932’de son halini alan Tahran-Ankara Anlaşmasında sözü edilen Kürd sınırları daha önce Türkiye’nin geçici işgalindeydi.

Emekli büyükelçinin İngiltere ve Rusya’dan bir ‘Türkiye’ye karşıtlığı’ yaratmaya çalışması da propagandadadan başka bir şey değildir. Çünkü (Rus)Sovyetler ile İngiltere’nin Türkiye’deki kemalist rejimin inşası ve bu rejimin bir statüye sahip olması için ne kadar yardımcı oldukları bilinmektedir. Mustafa Kemal’in Erzurum’da düzenlediği Kongre’nin de Sovyetlerin bir şekilde koruması altında yapıldığını öne sürmek mümkündür.

Bunun yanısıra Ağrı direniş sırasında Sovyet rejimi de Kürdlere saldırmıştır. Bu da bir olgudur. Örneğin 14 Temmuz 1930 tarihli Akşam gazetesinde manşetten verilen ‘Şarkta Tenkil hareketi bitti’ haberinin alt başlığı ise, ‘Ruslar, Ağrıdağ’dan Rus topraklarına kaçmak istiyen şakilere ateş açtılar’ şeklindedir. Bu, Zilan katliamından kaçan Kürdlerin Sovyetler tarafından mülteci olarak kabul edilmemesi demek anlamına geliyor:

‘Ağrı’da yapılan tazyik üzerine firara mecbur kalan asilerden bazıları Rus hududunu geçmek  istemişlerse de Ruslar tarafından ateşle karşılanmışlardır.’

Sovyetler Birliği Kürd karşıtlığını daha sonra daha da ileri bir boyuta taşımıştır. Afganistan’ın Sadabad Paktı’na dahil edilmesini önermiştir.

David Mc Dowall, ‘Sovyetlerin Türk ordusunun Aras bölgesini kuşatmasında yardımcı olduğunu ve Sovyet demiryollarını kullanmasına izin verdiğini’ yazıyor. (David McDowall, A modern history of the Kurds, 1991,London, s205).

İngiliz diplomatların yazışmalarında ‘Kürdlerin İran’dan destek gördüğü’ görüşü ortaya konarak Türkiye’nin tezleri desteklenmektedir.

Bilal N.Şimşir İngilizlerin Kürdlere karşı tutumunu  ele alırken İngiltere’nin Bağdat Yüksek Komiseri Humphrys’ın, Tahran Elçisi Clive  verdiği cevabı örnek veriyor:

’29 Nisan 1930-İran’ın Bağdat’taki İngiliz makamlarından kuşkulanması yersizdir. Irak Kürtlerine bir çeşit özerklik vermek istiyoruz ama Irak’ın bir Kürt milliyetçiliği merkezi olmasını ve İran’da karışıklık yaratmasını istemiyoruz. Hatta bazı Ermeni ve Kürt milliyetçilerine vize vermiyoruz. Bunlar Teymurtaş’a analtılırsa kuşkuları giderilebilir.’ (Şimşir, Age S327)

RUS VE İNGİLİZLERİN ROLÜ

 Osmanlılar ve Safaviler (ve ardılları) arasında yapılan sınır anlaşmaları hep Rus ve İngiliz rekabetinin gölgesinde yapılmıştır. Sınır anlaşmazlıklarının bir kısmı İngiliz emperyalizmi ile Rus Çarlığı’nın ekonomik ve siyasi çatışmaları nedeniyle çıkmış ve yine bu iki gücün baskılarına göre ‘Çözümlenmiştir’!

İngiliz emperyalizmi Rusya’nın Hindistan yolunu kontrol etmesinden çekindiği için Osmanlı-İran ilişkilerinde kendi çıkarlarını koruma güdüsüyle hareket etmiştir.

1823 ve 1847 tarihli Erzurum anlaşmalarında İngiltere ve Rusya’nın müdaheleciliği görülmektedir. İstanbul Protokolü ise Rusya’nın baskısı sonucu imzalanmıştır. 1847 tarihli Erzurum Anlaşması İngiltere ve Rusya’nın baskısı sonucu imzalanmıştır.

Osmanlı ve İran arasında olan ve Kürdleri de çok yakından ilgilendiren bu ‘Sınır anlaşmazlıkları’nın çözümü için kurulan ortak komisyonlarda Ruslar ve İngilizler de yer almaktaydı. Mesela 1913’deki İstanbul Protokolünden sonra kurulan komisyonda yer alanlardan birisi ünlü Kürdolog Minorski’ydi.

Diğer bir deyişle Kürdistan’ın bölüniü bölüşülmesi de büyük güçlerin bölgedeki çıkarlarına göre şekillenmiştir.

 NE KADAR MASUM(! )BİR SINIR DÜZENLEMESİ!

Mustafa Kemal ve Hüsrev Gerede

İran ve Türkiye devletlerinin Kürdleri kuşatmak, Ağrı’daki direnişi bozguna uğratmak için aralarında ‘sınır tashihleri’ adıyla anlaşmalar yaptılar. ‘Sınır tashihleri’ Türkiye’nin Kürdleri Türkleştirme stratejisine bağlı olarak planlanmıştı. 1926-1930 yılları arasında Ağrı ve yöresinde Kürdlere karşı yürüttüğü tedip ve tenkil harekatının, Zilan’da yapılan soykırımı güvenceye almak için yürüttüğü insanlık dışı saldırıları güvenceye almak için İran ile ‘sınır düzenlemeleri!’ yaptı.

Ağrı direnişi 1930 sonlarında bitmiş, Kürdler kitlesel kıyımlara maruz kalmış, Zilan Vadisi’nde Türk gazetelerinin rakamlarına göre 15 bin Kürdün katledilmesi de başarılmış, İran işgali altındaki Kürd topraklarına sığınan bir kısım Kürd lider ve savaşçı kadrosu da İran tarafından katledilmiştir.

 ANLAŞMA

23 Ocak 1932 tarihinde Türkiye ile İran arasında, Ankara’nın arzuladığı şekilde bir sınır anlaşması yapıldı. Anlaşma Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın da pazarlıklara katılımı ve İran Şahı’nın hakemliğinde yapıldı. Tevfik Rüştü Tahran’a giderken yanında büyük bir heyet götürüyor. Heyette Ticaret Bakanı ve  İş Bankası kurucusu olarak bulunuyor!  Bayar’ın yanısıra Türk heyetinde Vasfi Menteş, Kemal Köprülü, istihbarat müdürü kurmay albay Şükrü Ali, İdris Çora da heyetin içindeydi.Bu anlaşmaya göre (Birinci Madde) ‘Aras nehri ile Karasu ırmağının birleştiği yerden başlayarak Boralan Gölü’ne kadar Karasu’nun talveğini takip ettikten sonra Küçük Ağrı Dağı, Tendürük Dağı, Kazım Paşa, Başkala, Şemdinan ve Gelişin Dağı Türkiye’ye bırakılır. Ovacık, Çaldıran, Somay, Terguvar, Merguvar;Süldüz,Laheycan,Şehri Viran, Mukri,Serdeşt,Bane, Makü, Karaayni,Kotur, Selmas ve Bajirge ise İran’a bırakılır.’(Laçin İdil Öztığ, Küçük Ağrı krizi, 23.11.2017)

Anlaşma 18 Haziran 1932’de yapılan TBMM oturumunda kabul edilmiştir. Kabul gerekçesinde ‘Anlaşma gereğince büyük genelkurmay heyetinin sınırlarımız içerisinde bulunması istenen arazi bize verilmekte, buna karşılık ta İran’a arazi verilmektedir’ denmektedir.

Vakit gazetesi anlaşmanın TBMM’de onaylanmasını şöyle duyuruyordu:

‘Türkiye ile komşu İran arasındaki Muahede M.Meclisinde dün müzakere dildi. Rıza Şah Hz.nin kıymetli bir sözü:Türkiye ile İran hiç bir vakit müsallah bir ihtilafa girmiyeceklerdir.’ (Vakit, 19 Haziran 1932)

İNÖNÜ’NÜN AĞZINDAN İRANLA TOPRAK DEĞİŞ TOKUŞU

Tahran ile Ankara arasındaki ‘sınır düzenlemeleri!’ görüşmeleri 1932 Şubat ayına kadar devam etmiş, İran Şahı’nın hakemliğinde Türkiye’nin istediği şekilde ‘düzenlenmiştir!’

İran Şahı’nın ‘hakemliği’ Türk heyeti başkanı Hüsrev Gerede tarafından Mustafa Kemal’e önerilmiş, Mustafa Kemal’ın talimatıyla da Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü tarafından İran’a iletilmiş ve İran adeta ‘tav’lanarak Ankara’nın Kürdleri yalnızlaştırma ve tecrit etme amacına ulaşması sağlanmıştır.

‘Sınır düzenlemeleri!’ yapılan coğrafya Kürdlerin kadim topraklarıydı.

1932 yılına dek süren bu ‘sınır düzenleme!’ pazarlıklarında Türkiye’yi temsil eden asker kökenli diplomat Hüsreve Gerede, ‘Kürdlerin katli ve topraklarının bölüşülmesinde’ yeni bir safhayı işaret eden bu ‘diplomatik’ pazarlığı, alışverişi masum göstermek için Kürd topraklarının bölüşülmesini gerekçelendirirken hatıralarına şöyle yazıyor:

‘Antik çağlarda bile devletlerin,muhtar derebeyliklerin memleketlerini komşularından ayırd etmek, çapulculuklara, tecavüzlere karşı koymak için sınırları üzerine Trakya’da çok görülen ‘höyük’ ismi verilen tepecikler yaptıkları, yahut taş işaretleri koydukları ve emniyet tedbirleri aldıkları malumdur.’ (Siyasi hatıralarım, İran 1930-1934, Rıdvanbeyoğlu Hüsrev Gerede, emekli büyükelçi, İstanbul, 1952,S.189.)

Başbakan İnönü ise hatıralarında İran ile yapılan sınır anlaşması konusunda şunları söylüyor:

‘Şeyh Said  ayaklanmasınan sonra doğuda her sene halkı ayaklandırmak isteyen, yolları kesen bir siyasi şekavet zuhur ederdi. Bunları İran’da yerleşmiş olan İhsan Nuri isminde bir adamın başkanlık ettiği bir Kürdistan hareketi yaratırdı. Her sene hududu geçer, kolaylıkla Ağrı dağlarının üzerine çıkar ve orada yerleştikten sonra etrafa sarkıntılık ederlerdi. O zaman Ağrı Dağı’nın yarısı bizde, yarısı İran hududu içindeydi.

(..)

O sene hazırlandıktan sonra yine cepheden hareket yapıldığı gibi ayrıca Ağrı dağlarının kuzeyinden ve güneyinden geçerek İran içine girdik. Her zaman olduğu gibi bu defa da yalnız cepheden hareket bekleyen asiler, Ağrı Dağlarının iki yanından dolaşarak arkalarını kesmemiz üzerine imhaya uğramışlardır. Bu, İran’la aramızda ciddi bir mesele oldu. Senelerden beri aramızdaki münasebetleri korumak ve asayişi sağlamak için karşılıklı iyi niyetle müzakereler devam ederken İran’ın da arzusu dışında oraya yerleşmiş olan çeteler münasebetlerimizi bozuyordu. Bizim son Ağrı harekatımızdan sonra, bunu iki memleket siyasi yollardan soğukkanlılıkla halletmek kararını verdi.Biz Ağrı civarında fiili bir hudut tashihi yapmış bulunuyorduk. Bunu İran’a kabul ettirerek mukabilinde İranlılara Kotur Boğazı’nda başka bir arazi vermek istiyorduk. Bu esas dahilinde açılmış olan müzakereler müsbet bir şekilde neticelenerek ihtilaf halledilmiştir.’

İran Şahı 16 Haziran 1934’te Türkiye’ye gelir.Mustafa Kemal bu vesileyle Şah’a hitaben 16.06.1934’te yaptığı konuşmada durumdan duyduğu memnuniyeti belirtiyor ve ‘ Türkiye Cumhuriyeti, İran dostluğunu siyasetinin en esaslı umdelerinden biri haline getirmiştir’ diyordu:

‘Türkiye-İran münasebetlerinin tarihi gözden geçirilirse, bu iki memleketin dostluktan ayrıldıkları zamanlar en müşkül devreleri yaşamış oldukları görülür. Halbuki milletimizin tabii temayülleri ve yüksek menfaatleri icabı olan dostluk bağları kuvvetlendikçe her iki millet kuvvetli hale geldi ve refah buldu. Türkiye cumhuriyeti bu hakikati tamamen idrak ederek İran dostluğu, siyasetinin en esaslı umdelerinden biri haline getirmiştir.’(Akşam, 17 Haziran 1934)

‘’GAZİ’YE ASLA İTİRAZ CAİZ DEĞİL’ VE GEREDE’NİN İSTİFAYA ZORLANMASI

İran Şahı Türkiye’ye geldiği sırada Hüsreve Gerede ,Mustafa Kemal’in emriyle istifaya zorlanır. Gerede bunu da şöyle açıklıyor:

‘Şah hazretleriyle birlikte İstanbul’a gelmiş bulunduğumuz sırada Tokatlıyan Oteli’nde oturan hariciye Vekili beni çağırmıştı. 28 Haziran 1934 sabahı erkenden otele gittim. Tevfik Rüştü beyin ilk sözü ‘Gazi hazretleri Tahran’dan istifa etmenizi emir buyurdular’ oldu. Hariciye vekilinin ağzından bu mucip sebepsiz, manasız, garip tebliği alınca sebebini sordum. Cevabını alamayınca kendisine (..) aynı otelde kalmakta olan Başvekil ile görüşmeden hiçbir karar alamıyacağımı söyledim ve derhal İsmet Paşa’nın dairesine indim. Henüz kahvaltısını yapmakta olan Başvekil İsmet Paşa’ya, Hariciye Vekilinden aldığım tebliğatı bildirerek istifaya zorlanışımın sebebini sordum. İsmet Paşa da hiçbir cevap söyleyemedi. Yalnız, Gazi’ye karşı asla itiraz caiz olmadığından, istifamı vermemi tavsiye etti. (..)’’Aman kardeşim. İtiraz etme.Gazi’nin hali malum. İstifa et’’. Yani körü körüne itaat tavsiyesinden ibaret olmuştu.’

(..) İstifamı hazırladım. Resmen harekete geçmeden bir kere de Cumhur Reisimizin yüksek mütalaalarına arzetmek üzere ertesi sabah erkenden Beylerbeyi sarayı’nda Gazi Hazretlerini ziyarete gittim.

(..)Kendisine emirlerini dün akşam aldığımı-sureti eline vererek- istifayı hazırladığımı, fakat efkarıumumiyenin buna ne diyeceğini düşünüp düşünmediklerini sordum.

Vaktiyle takdir ettiği ve memnun olduğu bu açık kalplilikten, başüstüne efendimizcilerle daimi temasın verdiği itiyattan olacak birdenbire rengi attı, hiddetle:

‘Ne diyecekmiş?’ diye sordu .

Ben de kemali sükunetle:

‘Ağrı hadisesinde İranı teşriki mesaiye ichar etmiş, asırlık hudut ihtilafını halletmiş, İran’la sağlam bir dostluk kurmuş ve Şah’ı Gazinin yanına getirmiş bir sefirinin akıbetinin bu mu  olacağını söylüyeceklerdir efendim, onun için gazetelerle münasip neşriyata lüzum vardır’ dedim.

Maalesef seriülinfial ve kırıcı bir karakteri olmağa başlayan fakat daha o zamanlar sıhhati pek bozulmamış, alkolün vücud ve asabı üzerindeki meş’um tesiratı da kendini göstermemiş bulunan bu büyük adam, haklı sözlerime, müdafaama hiç bir şey demedi, hideti tamamen geçti.’ (Hatıralar, vesikalar,Resimlerle Yakın Tarihimiz, Birinci Meşrutşyetten zamanımıza kadar,5 Nisan 1962,Cilt 1, sayı 6, s163,164. Lütfi Baksi arşivi)

SÜRGÜNLER

Kürdler ve Ermeniler tarafından kurulan Hoybun önderliğindeki Ağrı direnişinde Kürdler katledilip, toprakları yağmalandığı sırada (1927) devletin her mezalimi sonrasında uygulandğı gibi ‘havuç politikası’ devreye sokulur ve af ilan edilir. Sözüm ona affa Hoybun örgütü 23 sayfalık bir broşürle karşı çıkar.  Kürdlere ‘ Türklerin affına inanmayınız,;Genel müfettişlik teşkilatına inanmayınız,Türklerin insafına sığınmayınız, herhangi bir Türk hükümetinin  Kürdlerin haklarını vereceğine inanmayınız.’ Çağrısında bulunur.

‘Sözümona ‘af’ sonrası yüzlerce Kürd ailesi batı illerine sürülür. Yüzlerce kadın ve özellikle de kız çocuğu Dersim’de de yapılacağı üzere asker ailelerin yanına verilir.

20.09.1934 tarihli ve Mustafa Kemal imzası taşıyan 2/1292 sayılı bir kararname Kürdlerin sürgün edilmelerini gösteren basit bir örnektir:

‘Hoybun Cemiyeti’nin mümessili ve Firari Haco adındaki şahsın akrabası olup Fransızlara casusluk etmesinden şüphe edilen Midyat’lı Şerif Mahruz’un, 2510 sayılı kanunun 10. Maddesinin C fıkrasına göre ailesiyle birlikte Tekirdağ vilayetinin Malkara Kazası’na  nakil ve iskanı, Dahiliye Vekilliği’nin 18.09.1934 tarih ve  18296/7956 sayılı tezkeresi üzerine İcra Vekilleri Heyeti’nin 20.09.1934’te tasvip ve kabul olunmuştur. 20.09.1934 reisicumhur, Gazi M.Kemal’ (Bilal N. Şimşir,Kürtçülük, Cilt2,s364)

YÜZLERCE KÜRD KÖYÜ TAHRİP EDİLİYOR VE YÜZLERCE KÜRD YARGILANIYOR

28 Kasım 1931 günkü Cumhuriyet gazetesi Ağrı Dağı sakini Kürdlerin Adana’da yargılanmalarını 2. Sayfada küçük bir haber olarak veriyor:

‘Ağrı şakilerinden 700 kişinin mahkemesine Adana Ağır Ceza Mahkemesi’nde bu hafta başlanacaktır. Şimdiye kadar şehrimize 192 kişi getirilmiştir.’

KÜRDLER ADANA’DA SİNEMA SALONUNA SIĞMIYOR!

Akşam gazetesi 28 Kasım 1931 tarihli sayısında şunları yazıyor:

‘Adana, 27 ( Hususi)- Adana Ağır Ceza Mahkamesi’nde muhakemeleri yapılacak olan Ağrı Dağı şakileri 700 kişiyle baliğ olacaktır. Mahkeme salonu bu kadar kalabalığı alamayacağı için, evvelce bildirdiğim gibi muhakemeler bu hafta içinde Asri sinema binasında yapılacaktır. Bu maznunların muhakemelerine evvelce Van Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlandığı halde temyiz mahkemesi tarafından görülen lüzum üzerine, dava Adana’ya nakledilmiştir. Şimdiye kadar şehrimize hadise müşşeviklerinden 192 kişi gelmiştir. Bundan başka daha 240 maznun gayrı mevkuf olarak bugünlerde şehrimize gelecektir.

Bundan başka teşrinisanın 14’ünde Erciş’ten 91 mevkuf hareket etti. Bu mevkuflar içinde hadisenin rüesası olduğu tahmin edilmektedir. Bunların yarın akşam (bu akşam) Adana’ya gelmeleri ihtimali kuvvetlidir. Ayrıca 62 mevkuf ve 40 gayrı mevkufun da gönderileceği Erciş İstinkak Dairesi’nce bildirildi. (Akşam, 28 kasım 1931)

9 Mayıs 1932 tarihli Vakit gazetesinin birinci sayfasında yer alan bir haberde Kürdlerin Adana’da yargılanması hakkında şunlar yazılmaktadır:

‘Adana’daki muhakemede, Müddeiumumi 155 haydutun idamını talep etti.Adana,8 (Hususi muhabirimizden)-İki sene  evvel Ağrı Dağı’nda isyan eden şakilerin muhakemesine uzun müddetten beri devam edilmekte idi. Şakilerin muhakemesi bugün bitti. Müddeiumumi 155 maznunun idamını, bir kısmının da ceza  kanununun 160. maddesine tevfikan tecziyesini istedi.Muhakeme karara kaldı.’

17 Mayıs 1932 tarihli Vakit gazetesinde konu yine Adana’da yargılanan Kürdlerdir ve henüz karar verilmemiştir:

‘Ağrı şakileri hakkındaki karar. Adana,17(AA)-Ağrı şakileri hakkındaki kararın ne zaman verileceği henüz malum değildir.. Mahkeme evrak üzerindeki tahkikatına devam etmektedir.Kararın önümüzdeki Cumartesi verilmesi muhtemeldir.’

Vakit gazetesi 23 Mayıs 1932 günkü sayısında da haberi devam ettirmekte ve ‘34’ü asılacak’ başlığıyla Kürdlerin idam edileceğini duyurmaktadır:

‘Ağrıdağı eşkiyası hakkında karar. Adana,22 (Vakit)-Ağrıdağı şakileri hakkında mahkeme bugün kararını telhim etti. Buna nazaran 316 maznundan 179’u beraat etmiş, 34’ünün idamına, 58’inin 3 seneden  24 seneye kadar hapsine, 16 mevkufla 35 gayrımevkufun evrakının tetkikine, gıyaben muhakemeleri cereyan eden 88 maznunun da beraatlerine karar verilmiştir. Mahkemenin kararı halk tarafından alkışlanmaktadır.’

27 Mayıs 1932 tarihli Vakit gazetesi ‘Nihayet yakalandılar’ başlığıyla fşrarda olan ’37 Kürdün yakalandığını’ haber vermektedir:

‘Adana,27(AA)- Ağrı Dağı şakilerinden  firar halinde bulunan 37 maznun yakalanarak şehrimize getirimiştir. Maznunların evrakı ağır ceza mahkemesine tevdi olunmuştur. Haziranın başında muhakemelerine başlanacaktır.’

Vakit gazetesi daha sonra (5 Temmuz 1932), ‘ağrı dağı şakileri’ başlıklı küçük bir haberle 90 Kürd tutuklulunun Anafarta gemisiyle  İstanbul’a nakledildiğini duyuruyor.

Her ne kadar Kürd tutukluların İstanbul’a gönderildikleri yazıldıysa da Vakit’in 10 Temmuz 1932 tarihli sayısında Kürd tutukluların nerde olduklarına dair somut bir bilgileri olmadığı anlaşılmaktadır:

‘Ağrıdağı mahkumları nereye gönderiliyor? Adana’da görülen  muhakemeleri neticesinde  muhtelif cezalara mahkum edilen  Ağrıdağı mahkumlarının mahpusiyet müddetlerini geçirmek üzere İstanbul’a  müttevecihen  sevkedildiklerini yazmıştık, fakat İstanbul adliyesine henüz bu hususta bir tebligat  ve işaratta bulunulmuş değildir. Mahkumların İstanbul hapishanesine gönderildikleri, İstanbul tarikile  diğer bir vilayet belki de  Edirne hapishanesine sevkedildikleri anlaşılmaktadır.’

İRAN GAZETESİ: ‘KÜRDLER AYNI DELİKTE KENDİLERİNİ KAÇ DEFA ZEHİRLETTİLER’

‘Adana’da 106 şaki muhakeme ediliyor. Bunların arasında bir takım beyler de var’

Adana,23 (Hususi)- Ağrı Dağı şakilerinin muhakemesine bugün devam edildi.106 mevkuf sıra ile kafile halinde mahkemeye getirildi. Üç saat devam eden muhakeme esnasında ancak bunların hüviyetleri tesbit edilebildi. Suçlular arasında bir takım beyler, beyzadeler vardır. Bunlardan Sıco ağa ile Yusuf İsmail,Bedri ve Nadirzade İbrahim beyler şehrimiz avukatlarından Nazmi bey’i vekil tutmuşlardır.

İran’da yayınlanan Şehend gazetesinin 7 Aralık 1930 tarihli sayısında şöyle bir haber çıkmıştı:’Araplar derler ki, akıllı bir adam akrebin soktuğu deliğe bir daha parmağını sokmaz. Halbuki Kürdler aynı delikte kendilerini kaç defa zehirlettiler. Kürdler,’koyun kendi kuzusunun ayağını kırmaz.Bizim ayağımızı kıranlar Türkler değildir’ derler. Evet, Kürdler bir felaket geçirdiler. Ve bu netice için çalışanlar da muratlarına erdiler.’ Yine de isyan ancak 1932’de tümüyle bastırılabildi. Ermeni kaynaklarına göre Türk tarafı 50 bin kişi kaybetmiş, buna karşılık 500 Kürd köyünü yakmıştı..Kürd kaynaklarına göre, isyancılar 12 Türk uçağını düşürmüştü. Buna karşılık Türk birlikleri 203 köyü harap etmişti. Türk tarafına göre bu sayılar çok abartılıydı. İsyancıların  yargılanmasına ait dosyalar halen açılmadığı için tam sayı bilinmemekle birlikte, 3 Mayıs 1932 tarihli İsveç gazetesi Dagens Nyheter’deki bir habere göre, Adana’da yapılan yargılamalar sonunda 44 ölüm cezası verilmiş, firardakiler ve yaşı küçük olanlar dışında kalan 31 kişi(adları bilinmemektedir) idam edilmişti.’ (Akşam gazetesi,24 Ağustos 1932)

Bu son haberden Kürd tutukluların nerde olduklarının bilinmediği anlaşılmaktadır.

5 Mayıs 1932’de yürürlüğe giren İskan Kanunu ile katliam bölgesi Zilan yasak bölge ilan edildi ve Kürdler kitlesel sürgünlere tabi tutuldular. (Sedat Ulugana, Ağrı Kürd direnişi ve Zilan katliamı, Peri yayınları, 2010, s185)

İskan Kanunu’nun mimarı da, 1930’da Kürdlerin Türkleştirilmesi için’ gizli bir genelge yayınlayan, Ermeni tehciri zamanında da önemli görevler üstlenen zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’dır.Şükrü Kaya aynı zamanda Dersim ile ilgili olarak da birçok plana imza atmış, ‘Dersim’deki kiz ve erkek çocuklarin yatılı mekteplere verilerek “milli varlıklarina geri çevrilmesi” emrini vermiştir.

***

Prens Süreyya Bedirxan bey ise sürgünler konusunda şunları yazıyor:

’24 Kasım 1928’de Kürd karargahlarından bir rapor aldım. Bir kısmı şöyleydi: Geçen Ağustos’tan beri, Kemalist hükümeti 10 yaşın altındaki  Kürt çocuklarını ailelerinden ayırarak onları özel okullara yerleştiriyor. Panik içindeki aileler çocuklarının Batı Anadolu’ya gönderildiğini keşfettiler, ancak ölüm tehdidi altında onlarla herhangi bir şekilde iletişim teşebbüsü yasaklandı. Bu korkunç suçun başlatılması insanlar arasında kargaşaya yol açtı. Şimdi Kürt ana-babaları çocuklarını çılgınca Türkiye’den dışarıya kaçırıyorlar’ (Prens Süreyya  Bedirxan, Kürt  Davası ve Hoybun,Med yayınları 1994,s92).

SADABAD PAKTI

Türkiye’nin girişimleriyle 8 Temmuz 1937’de Tahran’da imzalanan Sadabad Paktı’nın hedefinde Kürdler vardı. Beş yıl bir süre için imzalanan bu anlaşma kuşkusuz Türkiye için siyasi bir başarıdır. Sözkonusu anlaşma imzalanmadan önce ‘Türk-İran işbirliği günden güne sıklaşıyor’ türünden haberlerden geçilmiyordu. (Son Posta, 1 Temmuz 1937)

Anlaşma imzalanmadan önce Mustafa Kemal, İran şah’ının eşine pahalı özel hediyeler gönderiyordu. Tan gazetesi haberi şöyle duyuruyordu:’Atatürk majeste İran şehinşahının Prenseslerine hediyeler gönderdiler’ (Tan, 2 Temmuz 1937).

Tekrar belirtmek gerekir ki, Afganistan’ın bu anlaşmaya dahil edilmesi de Sovyetler Birliği’nin önerisiyle gerçekleşmiştir.

Dikkat çeken bir gelişme ise Türkiye başbakanı İsmet İnönü’nün aynı anda Londra’da olması ve İngiliz Başabakanı Eden ile görüşmesiydi.

1937 yılında İran ile bir dizi anlaşma yapılıyor:

‘Mesela,Türkiye-İran devletleri arasında Sadabad Paktının hemen öncesinde imzalanan antlaşmalar şunlar idi: „7 Ocak 1937’de “Telgraf ve Telefon hatlarının tesisine dair özel antlaşma, 14 Mart 1937’de ikamet antlaşması, suçluların iadesi ve adli müzaharet antlaşması, sınır bölgesinin güvenliği hakkında antlaşma, gümrük faaliyetlerinin tanzimi hakkında antlaşma, ticaret ve seyrisefain antlaşması, 20 Nisan 1937’de Hava seyriseferi antlaşması, Baytari antlaşması,Trabzon, Tebriz,Tahran transit yolu antlaşması. Yukarıda adı geçen bütün bu antlaşmalar 7 Haziran 1937’de Türkiye meclisinde onaylanarak, kabul edilerek, bununla çok hızlı bir şekilde Sadabad paktının imzalanmasının önü açılmıştı. 1931-1933 yılları arasında Türkiye-İran arasında Kürdistan topraklarının paylaşımında ortaya çıkan bazı sınır sorunlarından dolayı, Türkiye yönetimi, İran’a ekonomik ambargo uygulamıştı. …“(bkz. Ayın tarihi dergisi, sayı: 43, Haziran 1937. Hasan Berke, Türkiye’nin dış politikası 1923-1939).

Türkiye, İran, Irak e Afganistan arasında sözkonusu Pakt’ın imzalanması dönemin Türk basınında büyük sevinçle karşılandı. 10 Temmuz 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesi, ‘Şark misakının esasları’ başlığı altında ‘ Dört devlet, müşterek menfaatlerini alakadar eden bütün beynelmilel ihtilaflarda istişarede bulunacaklar’ diyerek anlaşmanın imzalandığını duyuruyordu.

Cumhuriyet gazetesi ertesi gün (11 Temmuz 1937) de Sadabad Paktı Anlaşmasına birinci sayfada yer veriyordu:

‘Şark Misakı dün imzalandı. İmza töreni Sadabad sarayında yapıldı.. Efgan Harıciye Nazırı Tahran’da büyük mersaimle istikbal edildi.’

Gazete Sadabad Anlaşmasının yanısıra İran ile Irak arasında Şattülarab anlaşmazlığıyla ilgili yapılan anlaşmayı da büyük bir sevinçle duyuruyordu:

‘Bağdad,8 (A.A.) Irakla İran arasındaki hudud meselelerile Şattülarab ihtilaflarının iki memleket arasında Tahran’da imza edilen bir muahede ile sureti katiyede haledilmesi Irak’ta büyük bir memnuniyet uyandırmıştır. Bu muahede Yakın Şark  memleketlerinin daha geniş bir şekilde anlaşmasına doğru atılmış kati bir adım telakki edilmektedir. Irak resmi mahfilleri dört taraflı şark misakının pek yakında imza edileceğini zanetmektedirler.

Baskın Oran Türkiye’nin öncülüğünde Kürdlere karşı yapılan Sadabad Paktı vs. konusunda şu saptamayı yapıyor:

‘Daha 1921 M. Kemal – F. Bouillon anlasmasindan itibaren Türkiye’nin kendi güneyi ve doğusuyla ilgili olarak yaptigi bütün antlasmalar tek bir amaca yönelik oldu: Bölge ülkeleriyle anlasarak Kürtleri ortak zapturapta almak. Doruk noktasi 1937 Sadabad Pakti’nin 7. maddesi olan bu politika genelde basarili. Bir tarafta isyan edip öbür tarafa kaçanlar geri verildi, vs.’(03.06.2007)

Türkiye, Kürdlere karşı yürütülen ortak operasyonda başroldedir. 1930-1939 yılları arasında Türkiye hem İran’la yukarıda anlatıldığı üzere Kürdlerin aleyhine bir anlaşma yapmış, hem İkinci Dünya Savaşı öncesinin karmaşasasından yararlanarak Hatay’ı ilhak etmiştir.

8 Temmuz 1937’de Türkiye, İran,Irak ve Afganistan Tahran’da Sadabad Paktı Anlaşması yapmışlardır. Sadabad Paktı’nın yapılmasının temel amacı da yine Kürdlerdir. Sadabad Paktı da sınır boyundaki Kürd aşiretler gerekçe gösterilerek Kürd karşıtı bir ittifak olarak ortaya çıkmıştır.

Sadabad Paktı’nın 7. Maddesinde şöyle denmektedir:

İlgili taraflardan her biri, kendi sınırları içinde diğer ilgili tarafların kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler ve örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini engellemeyi üstlenir.’

 IRAK’A DA MÜDAHELE İSTEĞİ , HOYBUN ÜZERİNDEKİ BASKILAR VE GÜNÜMÜZ

Ağrı dağı direnişini örgütleyen Hoybun örgütü Suriye’de Fransızların, Irak’ta İngilizlerin baskısı altındaydı. ‘Hoybun, İngiltere ve Fransa’ya Suriye ve Irak’ta yaşayan Kürdlerin kanunlara uyacağı sözü’ vermesine rağmen Fransa Hoybun’un ‘Suriye’deki faaliyetlerini Türkiye’den gelen sert protestolar üzerine 1928 yazında yasaklamıştı’ (David MacDowall, A modern history of the Kurds, I.B. Tauris,1991, s203).

Hoybun’a ilgi duyan ve yardım etmek isteyen Kürdler ve Kemalist rejim muhalifleri de Fransa faktörü nedeniyle Hoybun’a uzak duruyorlardı.

7 Temmuz 1930 tarihli Milliyet gazetesinde Suriye’de bulunan Yüzellilikler’den bazıları hedef alınıyordu. ‘Tedip hareketimiz inkişaf ediyor’ başlığını  ‘Yüzelliliklerde mi mütecavüzlerle elele vermek istediler?’ iddiası takip ediyordu. Burada sözü edilen 150’liklerden kastedilenlerden bazıları Kiraz Hamdi,Çerkez Ethem ‘dir.

Türk gazeteleri sürekli olarak Suriye ,İran ve Irak’taki Kürdleri hedef göstererek İngiltere ve Fransa üzerinde baskı kurmaya çalışıyordu. 10 Temmuz 1930 tarihli Milliyet gazetesindeki ‘ Halep,Maku, Musul şakileri idare eden merkezlerdir’ şeklinde bir haberle baskı politikasını destekliyordu.

Ağrı’daki direniş döneminde Türkiye’nin bir diğer arzusu da Irak’taki Kürdlere müdahele etmekti. Fakat İngiltere buna müsade etmediği için Türkiye bu adımı atamıyor. Türkiye ve Türk basını zaman zaman Alman gazetelerininde kışkırtmasıyla İngiltere’yi Ağrı direnişini desteklemekle suçluyordu:

7 Temmuz 1930 tarihinde İngiltere’nin İstanbul’daki büyükelçisi  Clerk Londra’ya iki telgraf gönderiyor:

‘Ağrı harekatına 10 bin asker katılmış, 100 zayiat verilmiş. İran açıkca suçlanıyor. İngiltere’nin de suçlu olduğu ima edilmeye başlandı. Dışişleri Bakanı da bunu ima etti, kendisini görüp İngiltere’nin tutumunu anlatacağım.’(Bilal N. Şimşir, Kürtçülük, Cilt 2,2009, s331)

Türkiye’deki İngiliz Büyükelçiliği’nin 1930 yıllık raporunda ‘Türkiye’nin asileri takip etmek amacıyla  Irak’a da girmek istediği’ belirtiliyor:

‘Nisan ve Mayıs aylarında Ağrı yöresinde ayaklanma çıktı ve asiler İran’dan destek gördü. Türk hükümeti bölgeye  12-15 bin asker yığdı ve uçakların da desteğiyle saldırıya geçti. Türk basını, İran hükümetini asileri silahlandırmakla suçladı ve şiddetle eleştirdi. Türk hükümeti Türk-İran sınırının düzeltilmesi için ısrar ediyor. İngiltere’nin Kürdler konusundaki tutumu da eleştirildi. İngiltere’nin Kürdçü entrikaları desteklemediği Türklere anlatıldı. Türk hükümeti, asileri Irak sınırı içinde de takip etmek istedi ama isteği kabul edilmedi.’ (Bilal N.Şimşir, Age. S319)

İngilizlerin Kürdleri desteklediğine dair iddialar, İngiltere’nin rakibi Almanya kaynaklıydı. 21 ekim 1930 tarihli Alman Glarus Zeitung gazetesinde yayımlanan bir yazıda iddia edildiğine göre, ‘isyancılara İngiltere’den önemli sayılabilecek derecede silah ve mühimmat yardımı yapılmıştır.’ Deniyordu. (M. Rışvanoğlu’ndan aktaran Mehmet Köçer, Ağrı isyanı 1926-1930,2004)

***

27 Temmuz 1930 tarihli Akşam gazetesinin ‘Barzan Şeyhine mensup 500 kadar atlı 21-22 Temmuz gecesi Hakkari’nin Ortan (Oramar olmalı Y.K.) nahiyesine tecavüz etmişler ve hudut  kıtaatımızın mukabelesi üzerine ilerleyemeyerek  zayiatla püskürtülmüşlerdir’ haberinden sonra Cumhuriyet gazetesi Oramar baskını ile ilgili şu haberi veriyordu:‘Salih Paşa’nın beyanatı: Hakkari’ye akın yapan Musul Kürtleri püskürtüldü.’ (Cumhuriyet 27 temmuz 1930)

 29 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinde ‘Irak ve Musul hududu da ihata edildi’ haberi veriliyordu. Haberin devamında, ‘Musul hududundan içeri tecavüz eden  şakilerin de  arkaları çevrilmiştir. Bunlar da Zilan deresi vakası gibi sıkı bir çember içinde imha edileceklerdi. Irak hududuna çıkabilecek bütün yollar ve  geçitler kesilmiştir.’ deniyordu.

Mustafa Kemal ile birlikte Samsun’a gönderilen subaylardan birisi olan İbrahim Tali Öngören’ (Abidin Özmen)in  Birinci Genel Müfettişlik görevine getirilmesi de tesadüfi değildir. Daha önce görev alanı Bitlis, Diyarbekir, Elaziz, Hakkari, Mardin, Muşi Siirt, Urfa ve Van illerini kapsayan Tali Öngören’in görev alanına daha sonra Ağrı da eklendi. İbrahim Tali’ye ‘Öngören’ soyadı da Mustafa Kemal tarafından verilmiştir. Yukarıda da vurguladığımız gibi 1925’te Şeyh Said önderliğindeki direnişten sonra Kürdistan Olağanüstü Hal ile yönetilmeye başlanmıştır. Genel Müfettişlik  Oalağanüstü Hal yönetiminin , Bölge Valiliğinin adıdır. İngilzler o zaman Genel Müfettişliği ‘Süper vali’ olarak yorumluyorlardı.

***

İRAN’A YAPILDIĞI GİBİ GÜNEY KÜRDİSTAN’A YAPILAN ‘SICAK TAKİP’LER

Türkiye 12 Eylül 1980 darbesinden sonra PKK gerekçesiyle Irak’taki Özerk Kürdistan bölgesine askeri harekatlar düzenledi. Bu harekatlar sırasında Kürdlerin emeğiyle yaratılmış alt yapı özellikle hedef alındı. Hem Türkiye, hem İran hem de PKK nedeniyle özerk Kürdistan sınırlarında bulunan yüzlerce köy boşaltılmaya zorlandı.

Türkiye özerk Kürdistan bölgesine Irak ile yapılan anlaşma sonucunda 1983-1984 askeri harekatlar düzenledi. 1984-1988 arasında da bu harekatlar Irak ile yapılan Güvenlik Protokolü’ne dayanılarak yapıldı. Daha sonra bu protokol feshedilince 1991-1995 arasında ise bu kez ‘Meşru müdafa’ iddiasıyla özerk Kürd yönetimi hedef yapıldı.

1995-2003 arasında ise Türkiye özerk Kürdistan bölgesine yaptığı harekatları ‘Türkiye’nin varolma hakkı’ gibi ne olduğu belirsiz bir ‘gerekçeye’ dayandırıyordu. 2017’de yapılan Kürd referandumundan sonra ise Türkiye ve İran’ın, Bağdat ile birlikte eşgüdüm içinde, ‘PKK gerekçesiyle’ özerk Kürdistan’a karşı militer politikaları devam ediyor.

Türkiye’nin özerk Kürdistan bölgesine yaptığı her harekatla ilgili açıklamanın sonunda ‘Köklerini kazıyıncaya kadar’ vurgusu dikkat çekiyor. Kürdlerin bu vurgudan ‘kendi köklerinin kazınması’nı anlamaları çok doğal.

Kürdlere karşı yürütülen ‘Sıcak takip’ adı altındaki sürek avının çok eski bir tarihsel arka planı olduğunu yukarıda anlatmaya çalıştım.

Türkiye daha 1930’larda müdahele edip berhava etme isteğiyle yanıp tutuştuğu Irak Kürdistanı ile ilgili siyasi amacına, 1980’den itibaren ‘PKK gerekçesini’ öne sürerek adım adım yaklaşmış bulunuyor. Kürdün Ağrı’daki ‘sıcak takibi’ ve elimine edilmesi ile yine ‘bir çıban’ olarak görülen Dersim’e ilişkin militer, soykırımcı politikaların ön hazırlığıydı.

Ağrı’da ‘Sünni Kürdistan’ diyebileceğimiz bölge önemli aşiret ve liderlerinden ‘temizlenmiş’, göçertilen, sürgün edilen, katledilen Kürdlerin yerine ‘muhacir’ler yerleştirilmişti.

‘Alevi Kürdistan’ Dersim’in provası da Ağrı’da yapıldı diyebiliriz.

EYLÜL 2020