Üçüncü ordumuzun şimşek ve yıldırımı andıran ayaklanmasına, Selanik’ten gizli bir şekilde teşekkül eden “İttihat ve Terakki” cemiyeti bir gösteride bulundu. Allah’ın yardım ve inayeti de bunlara destek olarak Yıldız Sarayı hükümetini, hükümdarları Abdülhamit ile şaşırttı. Yaşam korkusu derdine düşerek 1293 senesinden beri hükmü tatil edilip yalnız salnamelerde maddeler şeklinde kalan “Kanuni Esasi”yi tekrar ilan ve kabul ettirdi. Velhasıl 10 Temmuz 1324 kutsal gününden itibaren bütün ahval [durumlar] değişti. Yıldız hükümetinin gazetelere kerhen dercettiği üç buçuk satırlık “Meclisi Mebusan’ın toplantıya davet edileceğine” dair olan resmi sözleriyle kanaat olunmadı. Millet özgür hareketlerini birdenbire ve hatta büyük bir feveran [galeyan] ile gösterdi. Memleketimizin her yerinde, en ücra bucağında hürriyet sedası ve sevincini yükselti. Basın özgürlüğü, meydanlarda toplanma özgürlüğü açıldı. Milletin, her sınıf halkın dertleri döküldü. Bir gürültü âlemine girildi, hürriyetin tam ve şiddetli akımına kapılındı, kanunların kayıt ve şartları hor görüldü, “tedrici tekamül” kanunu ile adeta istihza [alay] ediliyor oldu.
İşte bu kavga, bu feveran hep inkılap cülusu [tahta oturma] içindir. Bu gürültü, patırtı hep baskı neticesi idi.
Osmanlıların bu hareketi cihana, medeni cihana yayılınca, dost-düşman gözler Osmanlı muhitine, Osmanlı hükümetine dikildi. İnkılabın geçireceği çeşitli safhalara yönelikti.
Osmanlı muhitinde ortaya çıkan bu büyük hadiseler hakikatte bir inkılabın öncüsü müydü? Bu hayırlı hadiseler, büyük bir faaliyet neticesinde değildi. Esasen büyük işler, tesadüfen ele geçen bir vaziyetin, bir kudretin güzel idare etmenin neticesidir. Bununla birlikte bu inkılap öncüsü üzerine halkın önemli işleri muktedir [becerebilen] ellere, genç, dinç ve fikir üretebilen dimağlara sahip olanlara, geçmişleri kirli olmayan hamiyet erbabına derhal geçseydi, zannederiz ki inkılap safhalarının korkulu dönemleri zararsız geçirilebilirdi. Sosyal ve siyasi hayatımız başka bir yükseliş kisvesine bürünmüş olarak görünürdü. Medeni milletler arasına insanlık namına alnımız dik gösterilebilirdi. Yazık ki böyle olmadı, böyle yapılamadı. İhtiraslara, şahsi işlere ve düşük menfaatlere meydanlar açıldı. Beyhude yere birçok kanlar döküldü. Döküldü de yine inkılap ricali [adamları] kendini gösteremedi. Eski kirli unsurlar -muvakkat [geçici] olsa da- tekrar mağlup olup gitti.
Biz burada inkılabın gizli, sırlarını tasvir ve muhakemesini etmiyoruz. Bu cihetin geleneğiyle, muhakemesi tarihe aittir. Biz bu risalemizle [kitapçık] Meşrutiyet döneminde geçirdiğimiz, çektiğimiz korkuların safhalarını tasvir ediyoruz. Hakkımızda vaki olan kindar isnatları, çeşitli propagandaların nerden gelmekte olduğunu, milletin tümünü vicdan mahkemesine arz ve takdim ediyoruz. Bu vesileyle de millete adamlarını tanıtmış oluyoruz. Zira adamlarını hakkıyla tanımayan bir millet, hiçbir zaman uyanma dönemine giremez. Düşük ve şahsi ihtirasların arkasından koşanların oyuncağı olmaktan kurtulamaz.
Bir insanı hakiki mahiyetiyle anlamak kolay değildir. Altın değildir ki mihenk taşına vurulsun, ayarı anlaşılsın. Zaman ister, temas ister, dışını ve içini ayırabilecek keskin nazar [bakış] ister.
Gerçekten bir büyük bayram olan 10 Temmuz 1324 tarihi, yüceltmeye layıktır. Bu mübarek günün hayat havasını [esintisini] bahşetmesi; bizi de binlerce siyasi mağdurlar gibi tam on iki sene hapishaneden hapishaneye, sürgünden sürgüne sürükledikten sonra, son sürgün yerimiz olan Yemen’den, Yemen’in San’a şehrinde mahrumiyet içinde faciaları görmekten kurtardı. Bütün siyasi mağdurlar gibi biz de İstanbul’a, o kapkaranlık İstibdat [despotluk) ile tabii inceliğini kaybetmeye yüz tutan payitaht olan şehrimize koşmaya, ona bir an evvel kavuşmaya koştuk.
Yemen’den iki mazlum ile, hem de senelerce San’a zindanında tarifi, nitelemesi tüyler ürpertecek bir mahrumiyet içerisinde kalmış iki dost ile yola çıktık.
Bu arkadaşlarımızdan biri Kasidecizâde Ziya Menla Bey diğeri de Kemal Paşazade Said Bey idi. Bu zevatın sürgün ve eziyete maruz kalmasının sebepleri hakkında malumat açıklama fikrinde değiliz. Biz şahsiyetlerle uğraşma niyetinde değiliz. İşte bu Zevat ile San’a şehrinden ayrıldık. İstanbul’a azmettik. Yolda bu zevata ulaşan hizmetlerimiz unutulsa bile, vicdandan her halde silinmemiştir.
İşte bu zevat ile daha yolda iken garipsememizi gerektirecek hatta cesaretimizi kıracak bir hali düşünmekte yani Sultan Abdülhamit’in saltanat ve hilafet makamında devam etmesinde, vatan namına büyük tehlikeler görmekte idik. Yine kanlı manzaraları temaşa etmekten korkmaktaydık. Bununla beraber bir azimle, fakat ciddi bir azimle hızlı hareket ediyor, Sultan Abdülhamit’in tahttan indirilmesine bütün mevcudiyetimizi [varlığımızı] hasretmeye yeminler ediyorduk.
Her neyse İstanbul’a yaklaştık. Bizans’tan miras kalan bin türlü ahlaksızlığın karargahı olan bu payitahtımıza gelmekteidik. İzmir’e ulaştığımızda, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden istihkakımız üzerinde karşılık gördük. Nihayet İstanbul’da yüzbinlerce halk tarafından alkışlara gark olduk.
* * *
İstanbul’a ulaştıktan hemen sonra durumları tetkik ettik. Fena ve tehlikeli işaretler gördük. Evet millet de hükümet de ve hatta Meşrutiyet’in gözcü sıfatını alan İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticileri da İnkılap sarhoşluğu içinde çalkalanmaktaydı. İtidal [ılımlılık, ölçülülük] dönemine giren zavallı milletimiz -idrak seviyesine, muhitindeki çeşitli ihtiraslara, din ve unsur ayırmaksızın hâkimiyetin tahkimine [sağlamlaştırmasına]- iltifat eden, bakan yoktu. İnsanlık hakkı olan eğitime, öğretime ciddi ve samimi bir azim ile işe koyulan yoktu. Herkes kendi hava ve hevesi arkasından koşmaktaydı. Velhasıl her sınıf, oda ve derneğin, esnaf ve hamalın yegane meşgalesi siyaset olmuştu.
Her ağızdan; yaşasın hürriyet, yaşasın müsavat [eşitlik], yaşasın adalet sedaları çıkıyor. Fakat ümmetlerin kurtarıcısı olan bu yüce sloganların ne gibi kuvvetlerle, ne tür düsturlarla, ne gibi marifetlerle hükümlerinin tecelli edebileceğini düşünmüyorlardı.
Halbuki bu keşmekeş çalkantılar, ümmetin seçkinlerine önemli görevler yüklemişti. Millete hakkını, insanlık hak ve hakimiyetini öğretmek, zarara uğratmadan bu inkılap sekeratından [sarhoşluğundan] kurtarmak lazımdı.
Evet ortada “Meşrutiyet gözcüsü” sıfatını almış bir “İttihat ve Terakki Cemiyeti” var idi. Bu muhterem cemiyet; milleti kahır zoruyla altında ezen istibdat heykelini yıkmış olduğundan manevi şahsı, halkın emeller Ka’besi, yüceltilmiş ve kutsanmış kıblesi olmuştu. Fakat ne çare ki vatanı Hamit’in istibdadından kurtaran bu cemiyetin kindar şaibelerden arınmış pak vicdanlara malik muhterem aza ve yöneticileri arasında derhal iyilik abasına bürünmüş fakat kötü vicdanlardan nefislerini kurtaramamış Yıldız casusları karışmağa başlamıştı. Eski kirli unsur ile pak yeni unsur karışarak bir hercümerç [karmakarışık] yola girilmişti. İdarenin başına da alışılan eski vezirlerden biri getirilerek basiret erbabı mutsuz oldu. Derin derin sonucu düşünmeye koyuldu.
* * *
Biz daha yolda iken, Ziya Menla Bey ile Sultan Abdülhamit’in görevden el çektirmesine azmetmiştik. Taif sürgününden avdet eden [dönen] Bedirhan Paşazade Hüseyin Paşa ile de vapurda bu hususta hasbihâlden [söyleşmek, sohbet etmek] uzak kalmıştık. İstanbul’a ulaştığımızdan birkaç gün sonra da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İstanbul merkezine müracaatla bu hususu upuzun açıklayarak, maksada sıkıntısız ulaşmanın mümkün olabileceğini delilleriyle anlatmış idik. Bir eğilim görmeyince, biz de cemiyetten ayrıldık. Maksada ulaşmak için bizzat teşebbüslere azmettik. İlk önce sürgün olanlarla birleştik. Ermeni vatandaşlarımıza birlik teklif ettik. Kürd Kulübü reisi Merhum Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Seyyid Abdülkadir Efendi Hazretleriyle de müzakerelerde bulunduk. Nihayet “Hukuki Umumiye” gazetesinin idaresini de ele aldık. Sultan Abdülhamit’ten dava etmek esasından maksada giriştik. Söz vermelere aldanmadık, tehditten korkmadık. Düşmanlık büyüdü, türlü türlü entrikalar döner oldu. Fakat emeli takipten bizi hiçbir suretle alıkoyamadı.
* * *
İstanbul’a ulaştığımızda, başvekaletten Küçük Said Paşa indirilmiş, Kamil Paşa getirilmiş ve bütün işler eline verilmişti.
Yukarıda açıklandığı yönüyle, İttihat ve Terakki Cemiyeti saflığını kaybetmeye başlamıştı. İstibdadın ileri gelenleri cemiyette çoğaldıkça hürriyete karşı bazı kayıt ve akitler başladı. Hele basın hürriyeti, geçmişleri kirli olanların hiç işlerine gelmedi. Meşrutiyete kanun üzerinde tutuklamalar icrasından darbe vurmaya başlandı. Geçmiş dönemden kalıntı “Sabah” ve “İkdam” gibi basının bu kanunsuzluğu, eski alışkanlıklarıyla alkışlamaya koyuldular. Halbuki bu kanunsuzluğun en ufak yönüne müsamaha etmek, büyüğüne meydan vermek olacağını hiçte düşünmek istemediler.
Basın hürriyetine ilk darbe, siyaset piri telakki edilen Kamil Paşa’dan vuruldu. Mizan gazetesi bizatihi Kamil Paşa emriyle kapatıldı ve sahibi Murad Bey de Harbiye nezaretinde tevkif edildi.
Murad Bey’in şahsını bir tarafa bırakalım. Kanuni Esasiye, basın hürriyetine karşı Kamil Paşa’nın bu istibdadını bizden başka basın aleminde kınayan olmadı. Biz, Kamil Paşa’nın Meşrutiyete karşı vaki olan bu tecavüzünü şiddetle kınadık. O aralık idaremiz altında bulunan “Hukuki Umumiye” gazetesinde bu konuda şu bentleri yazdık:
Hukuki Umumiye. No: 26
“Sadaret makamının Kanuni Esasi’mize tecavüzü.
Murad Bey, Sadrazam Kamil Paşa’nın özel emriyle gece tevkif edildi. Bu konuda “Evrakı Havadis” çok şeyler yazdı. Biz Murad Bey’in geçmiş ve sonraki durumundan şimdilik bahsetmek istemeyiz. Biz mütalaamızı, darbelerimizi daima vaktinde yazar, rica ederiz. Burada bahsetmek istediğimiz şey, Kanuni Esasi’mize vaki olan ilişmeye razı olamayacağımız keyfiyetidir.
1293’te ilan edilip otuz sene işlevsiz bırakılan Kanuni Esasi’mize her kim tecavüz ederse, lanet ederek müdafaa etmek isteriz. Yani kanuna aykırı -her kim olursa olsun- tevkifini kabul edemeyiz. Murad Bey bir suç işlemiş ise, kanun dairesinde muamele olunsun. Müdde-i Umumun [Savcının] vazifesi nedir? Bugün “Zeyd” aleyhine vaki olan tecavüze sükut edecek olursak, yarın “Amr” aleyhine acaba aynı muamele olmayacak mıdır? Memurlar vazifelerini bilseler ne olur? Murad Bey ne olursa olsun, en fena bir hareketi bulunsun acaba önünü alacak ve kendisini tevkif ve cezalandıracak kanun yok mudur? Meşrutiyet hükümeti, kanun üstü böyle hareketlere başlarsa, Meşrutiyetin kaybedilmemesinden millet nasıl emin olacak. Bu yönleri iktidar kanunları ile şöhret bulan Adliye Nezareti [Adalet Bakanlığından] sorar ve Müdde-i Umumiyi vazifesinin icrasına davet ederiz.”
Hukuki Umumiye’den. No: 27
“Diktatörlük mü?
Sadrazamın bir emriyle tebaadan hiç biri siyaseten zan altında bulunup hiçbir Osmanlı savcılık emri olmadan zaptiyeler [polisler] tarafında hapse atılamaz. Aksi takdirde memlekette yine keyfi idare olunuyor demektir. Kanuni Esasi’ye riayet etmeyen Sadrazamın şu hareketine diktatörlük derler.
Portekiz’de Meşrutiyet idaresini ayaklar altına alan ve bunca karışıklıklara sebep olan Başvekil Franko da bir sene evvel bu vadide devleti istibdat eline almak istemişti. İşte Sadrazam Paşa’nın bu günlerde görünen hareketi ona pek yakındır. Bir ay sonra toplanacak olan Meclis-i Mebusan’da acaba Kamil Paşa, sorumluluktan korkmuyor mu? Liberal kabinenizin kanuna aykırı olan şu hareketi Avrupa kamuoyunda ne gibi bir tesir oluşturacağı, takdir buyuruluyor mu? Kamil imzasıyla ve iki satırlık bir telgrafla Zaptiye Nezareti’ne “Falancayı tevkif ediniz” emrini Sadrazam vermek hakkına sahip değildir. Ve Zaptiye Nazırı o emri icra etmezse, sorumlu tutulmamalıdır. Basın kanununa riayet etmeyerek bir gazetenin geçici olsun kapatılması da büyük sorumluluğu neticelendirir. Kamil Paşa’nın Meşrutiyet idaremizi müdafaa maksadıyla “Aksü’l amel” taraftarlarına [karşı tarafa] böyle bir darbe vurmak lüzumunu hissetmekte ise, hata ediyor. Hürriyetperverlerle istibdat taraftarları nazarımızda, kanun nazarında eşittirler. Birine şiddetle, diğerine yumuşaklıkla muamele etmek kanunları çiğnemektir.
“Mizan gazetesi, kamuoyu zihnini kurcalayacak yolda neşriyata devam etmesinden dolayı, icra olunan tahkikat neticesini bekleyerek devletçe görülen lüzum üzerine adı geçen gazete yüce emirle geçici kapatılmıştır.” Gibi devletin resmi bir gazetesine, resmi tebligatın yazılması, Mizan gazetesinden ziyade zihinleri heyecanlandırmaz mı? Biz inanıyoruz ki Kamil Paşa bu meselenin bilincindedir. Bütün bu zorba hareketler, müzakerelerden sonra icra mevkiine konulmuştur. Bugün diktatörlük, yarın örfi idare, sonra da istibdat mı? Kamil Paşa’yı bunu düşünmeyecek kadar safdil bulmuyoruz. Bunu anlamayacak kadar da milleti ahmak zan etmiyoruz. Milletin geçmiş hukukunun müdafaasını ısrarla talep ederiz.
Bundan maksadımız, Murad Bey’in katiyen hareketlerini müdafaa değildir. Ancak zararlı hareketlerine karşı icra edilecek muamelenin kanun dairesinde cereyanını isteriz.”
Yine Hukuk-i Umumiye’den. No: 30.
“Teessüfe şayan bir mülakat:
Sadrazam Kamil Paşa dün saat on buçukta gazetemizin sorumlu müdürünü mülakata davet etti. Sorumlu müdür, cemiyetimizin tüzüğü gereğince refakatına, cemiyet tarafından yollanan bir üye ile belirlenen zamanda Babı Âli’ye gönderildi. Belirlenen vakitten bir saat sonra Sadrazam Kamil Paşa Bey, bu murahhas heyeti nezdinde kabul ile şu yolda hitapta bulundu:
– Siz ne yapıyorsunuz? Vekiller aleyhinde konuşmalar yapıyorsunuz. Böyle devam edecek olursanız –eliyle serasker kapısını göstererek- siz de Murad’ın gittiği yere gidersiniz.
Bu tehditvari hitabı üzerine, murahhas heyetimiz itidalini bozmadan şu cevabı verir:
– Paşa Hazretleri! Biz kanuna aykırı şeylerde bulunmayız, kanunun verdiği yetki dairesinde herkese karşı millet hukukunu koruma ile mükellefiz. Kanun hilafına hareketimiz vaki olursa, devletin mahkemeleri vardır.
Bu cevap üzerine Kamil Paşa der ki:
– Cahilsiniz! Çocuksunuz! Devletin bu gün ne gibi bir büyük kriz içinde olduğunu bilmezsiniz. Bizi rahat bırakınız, Meşrutiyet vücut bulsun. Meşguliyetimizi bilmezsiniz?
Murahhas heyet:
– Neden bilmeyelim, Meşrutiyetin ilkelerine riayet eden hükümetin yapacağı her çeşit hareket, milletçe bilgi sahibi olma hakkını gerektirmez mi? Milletin düşüncelerinde şüphe uyandırmaz mı? Bahtsız memleketimizde kanuni esasi mevcut mudur? Değil midir? Mevcut değilse onu bize bildirin. Kanuni esasinin müdafaası için her zaman hazır bulunan bir cemiyetin azasındanız. Hürriyetperveriz ve son derce milletimizi severiz. Bugün cemiyetimizin efradından bir fert yoktur ki –bu kadar isteklerine karşı sizden iyi muamele görmedikleri halde- memleketin düzeni ihlal yolunda bulunsun. Çünkü asıl zorba yönetiminden zulüm gören biziz. Siz istibdattan menfaat bekleyenleri arayınız.
Kamil paşa, buna cevaben ve yumuşak bir dille: “Devlet bir kriz içindedir. Onun için dilinizi ona göre kullanınız.”
Ona cevaben murahhas heyet: Kanunun, Meşrutiyetin verdiği salahiyet dairesinde, cemiyetimiz milletin hukukunu muhafaza ile sorumlu olduğunu Sadrazama bildirdi. Bunun üzerine devlet makamından çıkarken dahi murahhas heyetin “devletinizin başka fermanı var mıdır? Bilgi edinmesine karşı, Sadrazam Paşa Hazretleri: “Nasihat ediyorum” cevabını verir. Murahhas heyet: Yüce nasihatinizi baba nasihati olarak telaki eder ve kanunun verdiği salahiyet [yetki] dairesinde harekete devam edeceklerini” ihtar ederler. Mülakat son bulur.
Ey hürriyetperverler! Vekillerin yanlış icraatları hakkında, milletin kalbinin tercümanı gazeteler bir şey yazdıklarında, Sadrazam ne salahiyetle onların yazarlarını, sorumlu müdürlerini, imtiyaz sahiplerini çağırabiliyor? Vazifesi haricinde tehdit edebiliyor? Bu vazife kırıklığına karşı sükutla mı mukabele edilecek? Hangi makamda bulunursa bulunsun, vazifesiyle alakası olmayan işlerle uğraşanlardan millet ve devlet daima zarar görür.
Yazdığımız şeyler doğru ise “namus” o memuru istifaya davet etmelidir. Gerçek değilse “yargıya” müracaatta serbesttir.
Bu gibi tehditlere ne hacet? Acaba Sadrazam kendini kanundan daha kuvvetli mi sanıyor? Ve düşünemiyor ki kanun bir gün kendisini de sorumlu tutabilir?…
Ey vatandaşlar! Memleketimizin istibdat yüzünden duçar olduğu felaketleri kim yaptı? Vazifesini bilmeyen vekiller değil mi? Kanuni esasi 1293’te ilan ve kabul edildiği halde, şimdiye kadar işten [amelden] düşürülen ve yalnız salnamelerde bırakan vekiller değil midir? Otuz üç sene kanuni esasiden ne istifade ettik? Bugün nelerimizin pahasına geri getirdiğimiz mukaddes hukuku, bu gibi istibdat ile yine mi terk etmeye davet ediliyoruz? Bugün milleti silahsız, hazineyi parasız, hududumuzu muhafazasız [korumasız], siyasi nüfusumuzu ehemmiyetsiz bırakan vekiller acaba kimlerdi? Kamil Paşa dahil olduğu halde bu geçmiş enkaz değil midir?…
* * *
Biz böylece “Hukuki Umumiye” gazetesiyle Kamil Paşa ve kabinesinin tecavüzlerini tenkit etmeye devam ediyorduk. Bir cihetten de asıl maksadımızı takip ediyorduk. Kamil Paşa bizi tehdide başladı. Mahkemeye müracaat etti. Nihayet “Fedakaran” grubuna fesat eli soktu. Cemiyeti emellerine hizmet etmek teşebbüsüne koyuldu.
Biz “Fedakaran” cemiyetine de dış güçlerin eli girdiğini görünce ayrıldık. Basının ilk şehidi olan muhterem dost, Hasan Fehmi Beyle Serbesti gazetesini neşre başlayıp özgür mesleğimizde devam ve sebat ettik. Serbesti; özgür yayını sayesinde, milletin teveccühünü az bir zaman içinde kazandı. Sürümü [tirajı] günden güne artı. Bu aralık, “Ahrar Fırkası” siyaset meydanına atıldı.
1328 (H. 1910/1911)
Devam edecek….
Osmanlıcadan çeviren: Cemîl Amedî
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.