İsmail Beşikçi/ Hapisdeki  DDKO

0
8765

Devrimci Doğu Kültür Ocakları

Diyarbakır Askeri Cezaevi, 1972

1968 yılı başlarından itibaren üniversitede eğitim gören Kürt gençlerini kucaklayan yeni bir örgüt kurulması yolunda çalışmalar yapıldığını duyardım. Kürt gençleri arasında bu tür konular konuşulurdu. 1969 baharında bu çalışmalar sonuçlandı. Yeni örgütün adının Devrimci Doğu Kültür Ocakları  (DDKO) olacağı basına yansıdı. Ankara Devrimci Doğu Kültür Ocağı ve İstanbul Devrimci  Doğu Kültür Ocağı hemen hemen aynı tarihlerde kuruldu. 1967 Doğu Mitingleri’nden sonra üniversite öğrencileri arasında milli duyguların gelişip serpilmeye başladığı  görülüyor.  Devrimci Doğu Kültür Ocakları böyle bir süreçte kuruldu.

Ankara ve İstanbul’daki kuruluşlardan sonra taşrada da benzer örgütleri kurma istekleri ortaya çıktı.  Ankara ve İstanbul’daki Devrimci Doğu Kültür Ocakları’na taşradan bu yönde çok yoğun istekler geliyordu.  Ergani, Silvan, Batman, Diyarbakır DDKO’ları böyle kuruldu. 1971 yılı Ocak ve Şubat aylarında Kozluk’da Devrimci Doğu Kültür Ocağı açma çalışmaları vardı. Kürt illerinde bu yönde çok yoğun  sürüyordu.  12 Mart 1971 askeri müdahalesinin Kürtler arasındaki bu uyanışı durdurmayı amaçlayan bir yönü de vardı. O zaman, Erzurum’da Atatürk Üniversitesi’nde Fen-Edebiyat Fakültesi’nde sosyoloji asistanıydım. Süreci ben de basından, öğrenci arkadaşların anlatımlarından izlemeye çalışıyordum.

1969 yılı Aralık ayı ortalarında, Ankara’ya gelmiştim. Ankara Devrimci Doğu Kültür Ocağı’na da uğramak istiyordum. Ziya Gökalp Caddesi üzerindeki binanın adresini daha önce öğrenmiştim. Bina, Kızılay’dan Cebeci’ye giderken sağ tarafta kalıyordu.  Türk Eğitim Derneği Koleji’ne yakın bir yerdeydi  DDKO iki katlı binanın üst katında yer alıyordu. Akşam saat beşe doğru DDKO’ya vardım. Binaya caddeden 10-12 basamaklı bir merdivenden çıkılıyordu. Zile bastım. Kimlerle karşılaşacağımı, tanıdıklar olup olmadığını merak ediyordum. Kapı kısa bir süre sonra açıldı. Karşımda Ümit Fırat duruyordu. Ümit’i görünce çok sevindim, DDKO’da iyi arkadaşlarla karşılaşacağımı düşündüm. Ümit beni oradaki arkadaşlarla tanıştırdı. İhsan Aksoy’u, Faruk Aras’ı,  Süleyman Demirkapı’yı ta o günlerden hatırlıyorum.

Ümit’i, 1962-1963 yıllarından, Bitlis’de askerlik yaptığım dönemlerden hatırlıyorum. Ümit o zaman lise öğrencisiydi. Ağabeyi benim de askerlik yaptığım piyade alayına teğmendi. Ümit’in ağabeyiyle arkadaştık. Ağabeyinden dolayı Ümit de mahfele gelirdi. Yemek sırasında, zaman zaman karşılaşırdık. O yıllardan Ümit’i isyankar bir öğrenci olarak hatırlıyorum. Bu bakımdan Ümit’i DDKO’da görmek beni sevindirmişti. Devrimci, demokratik örgütlerde çaba sarfedenleri iyi insanlar olarak algılıyorum.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları’yla ve  DDKO mensubu birçok öğrenciyle o gün tanıştım. O gün DDKO’da yapılan sohbetler sırasında, “Doğu Sorunu” konusunda bir konferans düzenlenmesi de istendi. Konuşmalar, tartışmalar sonunda konferans verilmesi karalaştırıldı. Bu konferans üç ay kadar sonra, 12 Mart 1970 tarihinde, Ankara’da, DDKO’da gerçekleştirildi. Kalabalık bir dinleyici kitlesi vardı. Konferanstan sonra, soru-cevap bölümü de vardı. Konferans sırasında, Diyarbakır, Bitlis, Ağrı, Van, Hakkari, Siirt, Urfa vs. diyerek Kürtlerin yaşadığı illeri sayıyordum. Bu sırada bir dinleyici, “Keko Siverek, keko Siverek…” diye müdahale etmişti. Bunun üzerine tekrar Doğu illerini bu arada Urfa’yı da saydım. Aynı arkadaş, “Keko Siverek, keko Siverek…” diyerek müdahalesini sürdürmüştü. Bunun üzerine, Urfa’yı söylediğimi belirtmiştim.   “Urfa olur mu, Siverek ayrıdır, Siverek’i ayrıca saymak gerekir…” demişti, gülüşmeler olmuştu.

11 Mart 1970’de, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’le Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Mustafa Barzani arasında, Güney Kürdistan için özerklik antlaşması imzalanmıştı. Konferansta bu konu üzerinde de konuşuldu. Bu antlaşma Kürtler arasında, moralleri güçlendirici ve yükseltici bir etki yaratmıştı. O zaman Ankara Devrimci Doğu Kültür Ocağı’nın başkanı Yümni Budak’tı. Yümni’yi sevgiyle anıyorum.

1970 yılı yaz aylarında,  Doğu  Anadolu’nun Düzeni, Sosyo -Ekonomik ve Etnik Temeller  kitabının yeni baskısı için İstanbul’a gitmiştim. Orada, İstanbul Devrimci Doğu Kültür Ocağı’yla  ve ocak mensubu öğrencilerle tanıştım.  Örneğin Hikmet  Bozçalı’yı o günlerden hatırlıyorum. İstanbul DDKO başkanı Necmettin Büyükkaya idi. Beyazıt Meydanı’nda, Hukuk Fakültesi’nin tam karşısında, Marmara Lokali vardı. İstanbul DDKO Marmara Lokali’nin arka tarafında yer alan, lokale bitişik binanın üst katındaydı. Bu, ahşap bir bina idi. Basamakları çıkarken merdiven sallanıyordu. Necmettin Büyükkaya ve ocaktaki arkadaşlarla komando harekatından, Irak’taki özerklik antlaşmasından, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın demecinden söz etmiştik. O günlerde Cumhurbaşkanı Sunay, “Sağcılara anarşist diyemem, onlar polisin yardımcılarıdır, huzur ve güvenlik için polise yardımcı oluyorlar…” diyordu. Necmettin’i sevgiyle anıyorum.

1967 yılının yaz aylarında Doğu’da bazı şehirlerde mitingler yapıldığını duyardım.  Gazetelerde bu konuda çok küçük haberler yer alırdı. Cumhuriyet Halk Partisi, mitinglere, mitingleri düzenleyenlere çok büyük tepkiler gösterirdi. Gazetelerde, bu tepkilerle ilgili olarak daha geniş haberler yer alırdı. Türkiye İşçi Partisi’nin bu mitinglerin düzenlenmesinde önemli bir rolü vardı. TİP Başkanı Mehmet Ali Aybar,  Behice Boran, Tarık Ziya Ekinci  gibi parti yöneticileri mitinglerde konuşmalar yaparlardı. O zamanlar Forum dergisinde, Kürt aşiretleriyle ilgili birkaç yazım yayımlanmıştı. Forum o zaman Hasan Hüseyin Korkmazgil tarafından yönetiliyordu. Derginin, Kızılay’da, Atatürk Bulvarı’ üzerinde,  bir apartmanın son katında bir bürosu vardı. Büro Büyük Sinema’nın tam üzerindeydi. Hasan Hüseyin Ağabey TİP mensubu bir arkadaştı. Mehmet Ali Aybar’ı, Behice Boran’ı, Hasan Hüseyin Ağabeyi  sevgiyle anıyorum.

Bir gün Doğu İlleri Yüksek Tahsil Talebe Derneği Başkanı olduğunu söyleyen bir öğrenci  odaya geldi. Elinde birkaç Forum dergisi de vardı. Şöyle dedi: “Forum dergisindeki yazılarınızı okuyorum. Doğu sorunu konularına ilgi duymanız, bu konularla ilgili çalışmalar yapmanız önemli. Ama sizi bir yönden de eleştirmek istiyorum. Son haftalarda, Doğu’da, bazı şehirlerde mitingler düzenleniyor. Sosyolojiyle ilgilenen, Forum’da bu sorunlarla ilgili yazılar yazan bir kişi bu mitinglerle de ilgilenmelidir, mitingleri izlemelidir. Mitinglere kimler katılıyor, neler söyleniyor gibi konular da sizin ilgili alanınız… Ama sizi bu mitinglerde hiç göremedik. Bu bir eksikliktir…”  Öğrenci arkadaş beni eleştiriyordu. Kendisinin, Doğu İlleri Yüksek Tahsil Talebe Derneği Başkanı olarak mitinglere katıldığını da söylüyordu. Makul şeyler söylüyordu. Bir süre bu gelişmeler üzerine sohbet ettik. “Eğer yardımcı olursanız bundan sonraki mitinglere beraber katılabiliriz” demiştim. 22 Ekim 1967 tarihinde Ağrı’da düzenlenen mitinge birlikte katılmıştık. Bu mitingleri toplumsal bir olay olarak izlemenin gerektiğini düşünüyordum. Turgay Budak, o zaman, Doğu İlleri Yüksek Tahsil Talebe Derneği başkanıydı. Ziraat Fakültesi’nde öğrenciydi. Köy Sosyolojisi derslerini de izliyordu. Günümüzde, Turgay Budak’ın, Diyarbakır’da, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde profesör olduğunu sanıyorum. Ağrı mitingine Ahmet Aras da katılmıştı. Ahmet Aras’ın daha sonraki yıllarda, 1969, 1970 yıllarında Ant dergisinde ve Emek dergisinde, Kürtlerle ilgili yazıları da yayımlanmıştı. Ahmet Aras  o zaman İşletme Fakültesi öğrencisiydi.

Kürtlerle, “doğu sorunu”yla ilgili çalışmalarım, yazılarım daha sonraki yıllarda da devam etti. Forum dergisinde, Akşam gazetesinde birçok yazı yayımlandı. “Doğu sorunu” giderek Kürt sorunu olarak algılanmaya başladı.  Bu yazılardan, kitaplardan, Sosyoloji derslerinde anlatılan konulardan, sınavlarda sorulan sorulardan dolayı, üniversitede, idari soruşturmalar açıldı. Bu idari soruşturmalar sonucunda, 20 Temmuz 1970’de üniversitedeki görevime son verildi. Danıştay 5. Dairesi tarafından verilen, yürütmenin durdurulması kararını üniversite uygulamadı. Bunun üzerine 1971 yılı başlarından itibaren, Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde çalışmaya başladım.

İdari soruşturmayı başlatan ihbar dilekçesi de  bir sosyoloji öğretim üyesi tarafından, 1968 yılı, Ocak ayı başlarında  yazılmıştı (bk. Bilimsel Yöntem, Üniversite Özerkliği ve Demokratik Toplum  İlkeleri Açısından  İSMAİL BEŞİKCİ DAVASI  I, Danıştay Davaları, İddianame, Esas Hakkındaki Mütalaa, Yurt Kitap-Yayın,  Ocak 1993, s. 22-36).

Dilekçede, Kürt denenlerin aslında Türk olduğu, Kürtçe diye bir dilin olmadığı, aslının Türkçe olduğu vurgulanıyordu. 12 Mat 1971 askeri müdahalesinden sonra, bu tür ihbar dilekçeleri, Atatürk Üniversitesi mensupları tarafından, Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı’na, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’na, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na da yazılmıştı. Bu ihbar dilekçeleri üzerine, Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı’nın istemi üzerine, 20 Haziran 1971’de, Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde  gözaltına alındım, Diyarbakır’a götürüldüm.

20 Haziran 1971 günü, fakültede, Prof. İbrahim Yasa’nın odasında oturuyordum. Kürsüdeki arkadaşlardan Dr. Özer Ozankaya,  Dr.Erdoğan Güçbilmez ve Cenap Nuhrat tutuklanmışlardı veya aranır duruma düşmüşlerdi. İbrahim Bey herkesin tutuklandığından, kürsüde kimsenin kalmadığından şikayet ediyordu. “beni de tutuklasınlar da kadroyu tamamlasınlar” diye sitem ediyordu. Öğle vaktiydi. Odaya bir üsteğmen girdi, beni sordu.

– Küçük bir olay için bilginize başvuracağız, birlikte gitmemiz gerekiyor dedi.

İbrahim Bey’le vedalaştım, üsteğmenle birlikte odadan çıktım. Fakültenin kapısı önünde askeri bir araç duruyordu, bindik. Önce Mamak’taki Sıkıyönetim Komutanlığı’na götürüldüm. Üsteğmen dosyamı aldı, karargaha gitti ben arabada kaldım. Kısa bir süre sonra geldi. Beni arayan komutanlığın burası olmadığını söyledi.

Oradan Ulus’taki garnizon komutanlığına gittik. Bu sefer ben de arabadan indirildim. İkinci katta bir sahanlıkta bekletildim. Odada gözaltına alınmış birçok genç subay ve astsubay vardı. Durumları hiç iyi görünmüyordu. Çok yıpranmış, işkence görmüş bir halleri vardı. Bir kısmı resmi elbiselerini çıkarmışlar, yandaki torbalarında tutuyorlardı. Üsteğmen kısa bir süre sonra yanıma geldi. Benim işimin garnizon komutanlığıyla da ilgili olmadığını söyledi. Oradan çıktık, tekrar arabaya bindik. Arabaya bu sefer üsteğmen binmedi, bir albay bindi. Kendisini Erzurum’dan tanıyordum, ara sıra Cumhuriyet Caddesi’nde görüyordum. Birkaç kere üniversitede de karşılaşmıştım. Selamlaştık. Araba Emniyet Müdürlüğünde durdu. Yedinci kata çıktık. Burada yakalanma nedenimi öğrendim. Beni arayan Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığıymış, hakkımda gıyabi tutuklama kararı varmış. İki gece Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde, yedinci katta tutuldum. Tutulduğum odanın önünden durmadan sivil polisler geçiyorlardı ve uzun uzun bana bakıyorlardı. Bulunduğum odadaki polis de suçumdan dolayı pişman olup olmadığımı soruyordu. Polis odadan hiç ayrılmıyordu. Üniversitede, siyasal bilgiler fakültesinde asistan olduğumu, kitaplar, yazılar yazdığımı, pişman olacak bir durumun olmadığını söylüyordum.

Diyarbakır’a götürüleceğim söylendi. Evin anahtarı bendeydi. Anahtarı komşulara bırakmak istedim. Yenimahalle’de, Aşağı Ayvalı semtinde çok yakın komşularımız, dostlarımız vardı. Evimiz de zaten oraya yakındı. İzin verdiler. Görevliyle gittik. Leman henüz Erzurum’daydı, Ankara’ya gelmemişti. Hüseyin Ağabey, çocuklar herkes bahçedeydi, orada onlara tutuklandığımı, Diyarbakır’a götürüleceğimi söyledim. Evin anahtarını onlara bıraktım, çok üzüldüler.

Oradan şehirlerarası otobüs terminaline gittik. Diyarbakır otobüsünün hareket edeceği saate kadar pastanede otururken Emniyet müdürlüğünde yedinci katta gördüğüm polislerin pastanede garson olarak, çaycı olarak çalıştıklarını fark ettim.

Akşam şehirlerarası otobüsle Diyarbakır için yola çıktık. Benimle birlikte bir görevli vardı. Otobüste, polisle yan yana oturmuştum. Polise kelepçeliydim. Suç, tutuklama emri gibi konular üzerinde konuşurken, araştırmacı olduğumu, üniversitede asistan olduğumu söylemiştim. Doğu Anadolu’nun Düzeni kitabından, Kürtlerden söz etmiştim. Polis, herkesin Türk olduğunu, Kürt diye bir halkın olmadığını, Kürt demenin, Kürtçe demenin çok ağır bir suç olduğunu vurgulamıştı. Aslında polis de Kürt’tü, Elazığlıydı. Bir kere “ben de Kürdüm ama Türküm” demişti.

Diyarbakır’a Adana-Urfa yoluyla gitmiştik. Sabaha doğru vardık. İki saat kadar Emniyet Müdürlüğünde tutulduktan sonra Sıkıyönetim Komutanlığı Tutukevi’ne teslim edildim.

Gözaltına alınıp Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden çıkarıldığımda her şey olduğu gibi kalmıştı. Gerek Basın-Yayın Yüksekokulu’ndaki odada bulunan kitaplar, eşyalar, gerek gece kaldığımız odadaki kitaplar, eşyalar öylece kalmıştı. Bu eşyalarla daha sonra da, yani gözaltına alınıp Diyarbakır’a götürüldükten sonra da ilgilenemedim. Arkadaşlar gerekli ilgiyi göstermişlerdir diye düşünüyordum veya depoya kaldırılmıştır diye düşünüyordum.

Sıkıyönetim tutukevinde, Türkiye İşçi Partisi’nden, Doğu Mitingleri’nden, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’ndan tanıdığım pek çok arkadaşla karşılaştım. Doktor Tarık Ziya Ekinci, doktor Naci Kutlay, doktor Ahmet Melik, Av. Yusuf Ekinci, Av. Bahattin Eryılmaz, Av. Erdoğan Teomete, Av. Zülküf Şahin, Edip Karahan oradaydılar. Yazar ve çevirmen Mehmet Emin Bozarslan, yazar Musa Anter, araştırmacı Abdurrahman Uçaman oradaydı. Öğrencilerden Mümtaz Kotan, İbrahim Güçlü, Nezir Şemikanlı, İhsan Aksoy,  Fikret şahin, Sabri Çepik, Sıraç Bilgin, Ali Beyköylü, İhsan Yavuztürk, Ferit Uzun, Faruk Aras, İsa Geçit… oradaydılar. Mümtaz, İbrahim, Nezir, Sabri ve Musa Anter 1970 Ekim ayında tutuklanmışlardı. Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde tutuluyorlardı. Onlar da birkaç gün önce Ankara’dan Diyarbakır’a getirilmişler. Mehdi Zana, Niyazi Tatlıcı, Cemil Fazla, Mustafa Özbay gibi tanıdıklar oradaydı.. Ağrı’dan, Taşlıçay’dan Ferit Şahin isimli bir davavekili arkadaş oradaydı. Kars Türkiye İşçi Partisi eski İl Başkanı Hayati Kaleli ve kardeşi oradaydılar. Ayrıca avukat, doktor, imam, öğrenci, işadamı, köylü, işçi pek çok arkadaşla tanıştım. Turan Alnıtemiz de oradaydı. Turan Hoca, Lice’de Matematik öğretmeniydi. Hakkında, Kürtçülük propagandası yapmaktan soruşturma açılmıştı.

Batman’dan Sait Ramanlı, oğlu Mustafa Ramanlı, küçük kardeşi Hüseyin Ramanlı ve büyük ağabeyi Şükrü Ramanlı Sıkıyönetim tutukevindeydiler. Sait Ramanlı, daha önceki dönemlerde, örneğin 1965-1969 döneminde Adalet Partisi’nden Siirt milletvekiliydi. Şükrü Ramanlı Suriye’de oturuyordu, Batman’a misafir gelmişti. Kurtalan-Beşiri’den, Cemilê Çeto’lardan Cemil Akgül ve babası birlikte yargılanıyorlardı. Bu aileler de Kürtçülük propagandası yapmakla suçlanıyorlardı. Beşiri’den Rızgo Kangöz isimli bir Ermeni de tutuklular arasındaydı. O da Kürtçülük propagandası yapmakla suçlanıyordu.

Ertesi günü, gıyabi tutuklamanın vicahiye çevrilmesi için kolorduya, sıkıyönetim askeri mahkemesine götürüldüm. Arabada benimle birlikte asker elbiseli bir arkadaş daha vardı. İstanbul’da, Tuzla’da yedek subay okulunda tutuklanarak getirilmiş. Yümni Budak Anakara Devrimci Doğu Kültür Ocağı’nın ilk başkanı. Yümni’nin hakkında da gıyabi tutuklama kararı varmış. Yümni, Erzurum’dan çok yakından tanıdığım bir arkadaşın da Turgay Budak’ın da amcasının oğluydu.

Musa Ağabeyi, Av. Bahattin Eryılmaz’ı, Av. Yusuf Ekinci’yi, Edip Karahan’ı, Ferit Uzun’u, Niyazi Tatlıcı’yı, Yümni Budak’ı, İsa Geçit’i sevgiyle anıyorum.

Askeri mahkemede gıyabi tutuklama kararını vicahiye çevirecek yargıç yokmuş. Diyarbakır adliyesine götürülmemiz gerekiyormuş. Kolordu binasından çıktığımız anda kalabalık bir subay grubunun binaya doğru yaklaştığını gördüm. En önde korgeneral Suat Aktulga vardı. Fotoğraflarından tanıdım. 7. Kolordu ve Diyarbakır-Siirt İlleri sıkıyönetim komutanıydı. Elinde baston vardı. Kapının önündeki sahanlıkta karşı karşıya geldik. “Asker ne suç işledin” diyerek Yümni’ye sordu. O da İstanbul’da Piyade Okulunda yedek subay eğitimi gördüğünü, neden gözaltına alındığını bilmediğini söyledi. Komutan daha Yümni sözünü bitirmeden birdenbire bana dönerek kim olduğunu sordu, kendimi kısaca tanıttım. “Haa, şu adam!” diyerek anlaşılır anlaşılmaz tepkisini gösterdi. Tekrar Yümni’ye döndü, komünizmin kötülüklerini anlatmaya başladı. Etraftaki subaylar da dinliyorlardı. Yümni’ye memleketini, işini sordu. Yümni Diyarbakırlı olduğunu, bir ara Ankara Devrimci Doğu Kültür Ocağı başkanlığını yaptığını söyledi. Komutan bu cevap üzerine biraz sinirlendi. Vatanın, milletin bir bütün olduğunu, herkesin Türk olduğunu söyledi. Komutan, araştırmaya yönelik değil, onaylatmaya yönelik sorular soruyordu. Bir ara bana “öyle değil mi sayın hoca” gibi bir soru sordu. Ben de “bu konular ayak üzeri konuşulamaz sayın komutan. Daha geniş, elverişli bir ortamda konuşmak gerekir” demiştim. Komutan öfkeli bir şekilde bastonunu yere vurarak “konuşacağız, konuşacağız…” diyerek bizden uzaklaştı.

Oradan bizi Diyarbakır Adliyesine götürdüler. Diyarbakır Adliyesinde gıyabi tutuklama kararları vicahiye çevrildi. Bu işlemi yapan yargıcın Kürt olduğu, gerek fizik yapısından gerek konuşmasından, her halinden belli oluyordu. Yümni bu yargıcı tanıdığını söylemişti.

Diyarbakır’dan, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesinden pek çok öğrenci vardı. Bunlar Dev-Genç’liydiler. Celal Kılıç, İlhan Yıldırım, Ramazan…

Erzurum, Kars Dev-Genç mensupları da vardı. İngiliz Filolojisinden asistan Naci Gürşin  de Sıkıyönetim Tutukevi’ne getirilmişti. Muammer Aslan, Muhsin Gül, Halit Güneş yedeksubay okulundan gözaltına alınarak getirilmişlerdi. Şenkaya’dan  Süleyman Aslan ve bir öğretmen. Iğdır’dan Rahim Bağcı, Mehmet Kalafat, Kars’tan Reşat isimli bir eczacı vardı.

Süleyman Aslan irikıyım bir fizik yapıya sahipti. Askerler esas Dev-Genç’in Süleyman Aslan olduğunu söylüyordu. Süleyman Aslan, Şenkaya’dan bir köylüydü.

Lale Nükte Üner 1971’de Diyarbakır’da Sıkıyönetim Tutukevinde tutulan ender kadın tutuklulardan biriydi. Lale Erzurum’da tıp fakültesinde öğrenciydi.

1971 yazında Sıkıyönetim Tutukevi, Seyrantepe’deki bir askeri kışlaydı. Büyük bir alanın iki tarafında tek katlı büyük binalar, barakalar vardı. Biri tutukevi öbürü gözaltı mahalli olarak kullanılıyordu. Tutukluların ve gözaltında tutulanların birbirleriyle irtibatları kesikti, yasaktı. Ama görüşmek için fırsatlar da yaratılıyordu. Geniş alanda arkadaşlar öğleden sonra voleybol oynuyorlardı. Ara sıra ben de oynuyordum.

Sıkıyönetim Tutukevi’ne her gün yeni gelenler oluyordu. Arkadaşlar bir sabah Dicle Üniversitesi’nden üç hocanın getirildiğini, gözaltı bölümüne konulduklarını söylediler.

Dr Çağlar Kırçak, Dr. Tahir Hatipoğlu, Doktor Muzaffer Sipahioğlu. Bu akademisyenler birkaç gün gözaltında tutuldular, serbest bırakıldılar. Haziran sonlarıydı.

Dr. Çağlar Kırçak’ı sevgiyle anıyorum.

Temmuz’da da Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ne mensup oldukları iddiasıyla kalabalık bir grup getirilmişti. Avukat Şerafettin Elçi, Sabri Vesek, Tahir Öktem, Abdülkadir Öktem, Hurşit Onuk, Abdullah Öner, Agit gibi arkadaşlar bu grup içindeydi.

Hurşit Onuk’u ve Abdülkadir Öktem’i sevgiyle anıyorum.

Diyarbakır’a getirildiğimin ilk haftasında askeri savcılığa götürüldüm. Askeri savcı ifade aldı. Dosya hakkında bilgi sahibi oldum. Hakkımda Atatürk Üniversitesi yöneticilerinin ve öğretim üyelerinin ve öğrencilerin ihbarları varmış. Rektör, dekanlar, profesörler, asistanlar, öğrenciler bazen ayrı ayrı bazen müşterek imzalarla sıkıyönetim komutanlıklarına ihbarlar yapmışlar. İdari soruşturma komisyonlarının evrakı bu ihbarlara temel yapılmış. Derslerde anlatılanlar, sınav soruları, öğrencilerin cevapları bu ihbarların esasını oluşturuyor. İhbarda kitaplardan, yazılardan söz ediliyor. Kürtlerden, Kürtçe’den söz ettiğim vurgulanıyor. Komünizm propagandası, Kürtçülük propagandası yaptığım tekrarlanıyor. Askeri savcı bu konular üzerinde epeyce durdu. Kürtlerden Kürtçe’den söz etmenin suç olduğunu vurguladı.

Kürtlerin, Kürtçe’nin somut, yaşayan bir toplumsal gerçeklik olduğunu belirtmeye çalıştım. Bunları saptamak, açıklamak bilimin, sosyolojinin doğal meşru çalışmalarıdır dedim. Bu ifade, bu açıklamalar ve vurgulamalar dolayısıyla iki saat sürmüştü.

İç hesaplaşma

Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevine getirildiğim günden beri iddialar karşısında nasıl bir savunma yapmam gerektiği konusunda sürekli iç muhasebe yapıyordum. Bu, arkadaşlarla yüzyüze veya mektuplarda yapılan bir tartışma değildi. Sürekli olarak kendi kendimle tartışıyordum. Geceleri, sabahları, yalnız kaldığımda bu hesaplaşma sürüp gidiyordu. Kürtlerden, Kürtçe’den Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarından söz eden yazılar, kitaplar yazmıştım. Bu yazıların, kitapların yazarı olarak suçlanıyordum. Halbuki Türkiye’de Kürtler devlet tarafından dilleriyle, kültürleriyle, tarihleriyle, edebiyatlarıyla reddedilen, inkar edilen bir halktı. Kürtler ve Kürtçe yok sayılıyordu. Üniversitede profesörler yazılarıyla, görüşleriyle, inkar ve red sürecine önemli katkılar sağlıyorlardı. Toplumsal olguların, olgusal ilişkilerin inkarının ve reddinin, bilimin kavramlarıyla tartışılması gerektiğinin bilincindeydim. İnkarın, reddin bilim anlayışına çok aykırı bir süreç olduğunu, bunun muhakkak yüksek sesle ifade edilmesi gerektiğini düşünüyordum. Öte yandan, Kürtlerden Kürtçe’den söz edenler, Türklerin milli duygularını incitmekle ve ırkçılık yapmakla da suçlanıyorlardı. Reddi, inkarı ısrarla sürdürenler “bilimsel”, “demokrat” , “insancıl”, “çağdaş” oluyorlardı. Somut bir toplumsal olguyu dile getiren, reddi ve inkarı eleştiren bizler ise “ırkçı”, “çağdışı”, “anarşist” “eşkiya” oluyorduk. Böylesine derin görüş ayrılığı, değerlendirme ayrılığı nasıl oluşabilmiştir? Bunun anlaşılması gerekiyordu. Bu konular, benzer konular etrafında devamlı iç hesaplaşma, iç muhasebe yapıyordum. Bu iç sorgulama sürekliydi. Bu sorgulamalar, bu çatışmalar bazen durgun bazen fırtınalı oluyordu. Nasıl bir savunma yapmak gerekiyordu?

Örneğin şöyle söylenebilirdi: “Ben üniversitede asistanım. Sosyoloji asistanıyım. Toplumsal olaylarla, toplumsal olgularla ilgilenmek benim hem hakkım, hem görevimdir. Kürtlerden ilk söz eden de ben değilim. Başta devlet istatistik enstitüsü olmak üzere, devlet tarafından hazırlanan pek çok belgede bu kayıtlara rastlanıyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırladığı İslam Ansiklopedisi’nde Kürtlerle ilgili çok geniş madde var. Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutkunda, söylev ve demeçlerinde Kürtlerle ilgili pek çok kayıt var, anlatım var…” Sadece bunlar söylenir bunun ötesinde de hiçbir şey söylenmez. Olgulara ve olgusal ilişkilere bakan, eleştirel bakan herhangi birisi için bu yeterli midir? Bu sorular yine ortada kalmıyor mu? Devlet böylesine somut bir olguyu nasıl reddedebilmektedir, nasıl inkar edebilmektedir? Üniversite profesörleri inkar ve red sürecine nasıl katılabilmektedir. Basın, somut gerçekleri neden dile getirmemektedir? O zaman, devletin, üniversitenin, yargı organlarının, basının tutum ve davranışlarının da bilimin kavramlarıyla eleştirilebilmesi gerekir. İşte bu konular üzerinde ciddi iç çatışmalar yaşıyordum. Ciddi bir siyasal savunma yapmak ve bu süreçte devleti, üniversiteyi, basını, yargı organlarını eleştirmek gereği günden güne ağırlaşan bir düşünce, bir tutum olmaya başladı. Resmi ideoloji kavramı o dönemde henüz yaygın bir şekilde kullanılmıyordu.

Tutuklanmamdan kırk gün kadar sonra  Dr. Ergin Atasü, Ankara’dan ziyaretime geldi. Dr. Ergin Atasü ile Üniversite Asistanları Sendikası’nda birlikte çalışıyorduk. Dr. Atasü önemli bir haber de getirmişti “Eğer siyasal savunma yapmazsan, Kürtlere, Kürtçe’ye, Kürt haklarına vurgu yapmazsan, Mülkiyeliler sana çok iyi bir avukat, çok ünlü bir avukat tutacaklar” demişti. Ben de Dr. Atasü’ye savcılık ifadesinden söz etmiştim. Dr. Ergin Atasü’yü sevgiyle anıyorum.

O zaman Sıkıyönetim Tutukevi henüz Seyrantepe’deydi. Dicle nehri kıyısındaki binaya taşınmamıştı. Görüşmelerde soyadı tutması koşulu aranmıyordu.

Kısa bir süre sonra iddianame geldi. İddianame 22 Temmuz 1971 tarihini taşıyordu. İddianamede örneğin üretim biçimleri kavramını kullanarak, Asya Üretim Tarzı  kavramından söz ederek, toplumların gelişiminden söz ederek, komünizm propagandası yaptığım iddia ediliyordu. Kürtlerden, Kürtçe’den söz ederek bölücülük ve ırkçılık propagandası yaptığım, Türklerin milli duygularını incittiğim vurgulanıyordu. Bu suçlardan dolayı cezalandırılmam isteniyordu.

İddianamenin gelmesinden on gün kadar sonra, duruşma başlamadan önce, sıkıyönetim mahkemelerinin davayla ilgili olarak görevsiz olduğu, sıkıyönetim mahkemelerinin anayasaya aykırı olduğu konusunda görüşler ileri sürdüm, bunlar reddedildi.

Askeri savcı iddianamesini okudu, “sanık ‘ileri Asya, geri Avrupa’ diyerek, Kürtlerden, Kürtçe’den söz ederek suç işlemektedir. Bu düşüncelerini hala korumaktadır” diyordu.

İlk duruşmaya avukat Tahsin Ekinci girmişti. Askeri savcı, yarbay rütbesindeki bir askerdi. Askeri savcı mahkemede Tahsin Ekinci’nin avukatlığının reddedilmesini istedi. Biz bir şirketin ortaklarıymışız, bu bakımdan Tahsin Ekinci’nin avukatlığı kabul edilemezmiş.

12 Mart 1971 öncesinde Diyarbakır’da basın yayın alanında faaliyet gösterecek bir şirket kurma çabası vardı. Ben de o şirkette küçük bir hisse satın almıştım. Tahsin Bey’in de o şirketten hisse satın aldığı anlaşılıyordu.

Askeri savcının bu isteğinin kabul edilmemesini istemiştim.

Kürtlerin ve Kürtçe’nin varlığının somut olduğunu, inkar ve red yoluyla somut gerçekliklerin yok edilemeyeceğini mahkemede de tekrarladım. Askeri savcı bu savunmalar karşısında “görüldüğü gibi sanık suçlarını itiraf etmektedir. En kısa zamanda sanığın cezalandırılması yoluna gidilmelidir” demişti.

Yargıçlar savunmayı dikkatle dinlemişlerdi. Hatta yargıçlardan biri tahliye edilmem doğrultusunda oy bile kullanmıştı. Bir yılı aşkın süren duruşmalarda ilk ve son tahliye oyu buydu. Bu askeri yargıç daha sonraki duruşmalarda heyette yer almıyordu.

12 Mart rejiminde basın, Diyarbakır’daki duruşmaları “Doğu Duruşmaları”nı izlemiyordu. En azından benim duruşmalarımın basın tarafından izlenmediğini söyleyebilirim. Duruşmalarda izleyici de görülmüyordu. Yasak değildi ama fiilen izleyicilere güçlükler çıkarılıyordu. İzleyiciler korkutuluyordu. Bazen duruşmalarda bir iki dinleyici görülebiliyordu.

İlk duruşmada, kolorduya mensup olduğunu sandığım bir görevli duruşmada birkaç poz fotoğrafımı çekmişti.

Bazı duruşmalar, kamuoyuna sıkıyönetim komutanlığının bildirisiyle duyuruluyordu. Bu bildiriler radyodan okunuyordu. Benim ilk duruşmam da bu şekilde duyurulmuştu. Öteki sıkıyönetim bildirileri gibi bu bildiriler de üç kere okunuyordu. Bildiride, benim bazı konulara itiraz ettiğim, bu itirazların mahkeme tarafından reddedildiği vurgulanıyordu.

İtiraz olgusu, bir kısım insanları etkilemişti. Sason’dan bir köylü “Türk mahkemesi önünde itiraz yapan İsmail Beşikçi ile tanışmak istiyorum” diyerek sıkıyönetim tutukevine ziyarete gelmişti.

Ziyarete Musa Ağabey ile beraber çıkmıştık. Sıkıyönetim Tutukevi henüz Seyrantepe’deydi. Ziyaretçiler rulo tel örgünün bir tarafında biz de öbür tarafında diziliyorduk. Sason’dan geldiğini söyleyen ziyaretçi enine boyuna cüsseli, irikıyım bir kişiydi. Kocaman elleri, kırmızı yanakları, gür bıyıkları vardı, ellerinin üzeri kıllarla kaplıydı. Ziyaretçiyle selamlaştık. Ziyaretçi:

– İsmail Beşikçi’yi görmek istiyorum, dedi.

 Ben de:

– Ben İsmail Beşikçi, hoş geldin, dedim. Kısa bir süre gözgöze geldik. Ondan sonra ziyaretçi Musa Ağabey’le konuşmaya başladı. Musa Ağabey kendisine Sason’dan bazı kişileri sordu. Ziyaretçi de ilgili kişileri hatırlamaya çalışıyordu. Bir süre sonra yine:

– Ben İsmail Beşikçi’yi görmeye geldim, onu çağırsanız, dedi.

Ben yine:

– İsmail Beşikçi benim, buyur, dedim.

Musa Ağabey de:

– İsmail Beşikçi bu, buyur konuş, ne diyeceksin bakalım İsmail Beşikçi’ye, dedi, bu arada benim saçlarımı okşadı.

Ziyaretçi:

– İsmail Beşikçi mahkemeye itiraz yaptı. Askeri mahkemenin adalete, hukuka aykırı olduğunu  söyledi. Bunları herkes dinledi. Bu adamı herkes merak ediyor. Ben de İsmail Beşikçi’yi görmeye, tanışmaya geldim. Ona bir haber gönderseniz iyi olacak, dedi.

İşte o zaman Musa Ağabey:

– Ulan ayı, sen ne laf dinlemez adamsın. İsmal Beşikçi benim diyor inanmıyorsun, ben de İsmail Beşikçi budur diyorum, bana da inanmıyorsun. İsmail Beşikçi ille de senin gibi mi olmalı, ayı gibi mi olmalı, elleri ayakları kocaman mı olmalı, elleri kıllı bıyıkları pala gibi mi olmalı. İşte İsmail Beşikçi bu, söyle bakalım ne diyeceksin? diyerek onu azarladı.

Ziyaretçi biraz utandı, bana uzun uzun baktı, biraz gülümsedi, pek bir şey de söyleyemedi, kanımca biraz morali bozulmuştu.

Musa Ağabey’in bu tür sözleri, bu tür azarlamaları kırıcı olmuyordu. Sesinin tonu, ahengi, gözlerinin, dudaklarının hareketi, el kol işaretleri, gülümsemesi, gülmesi, kahkahaları, bu sözlere bir hakaret, bir küçümseme yüklemiyordu. Bu, ilgili kişi tarafından da hissediliyordu, anlaşılıyordu.

O günlerde bizi ziyarete gelen bir kişi de Doğan Öz’dü. Doğan Öz o dönemde Elazığ Cumhuriyet savcısıydı. Ziyarete Dr. Tarık Ziya Ekinci ile birlikte gitmiştim. Savcı Doğan Öz, Sıkıyönetim Tutukevindeki bütün arkadaşları anmaya çalışmıştı. “Herkese selamlarımı iletin, sevgilerimi iletin” demişti. Doğan Bey bizlere kitaplar da getirmişti

Doğan  Öz’ü sevgiyle anıyorum..

1971 rejiminde Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri mahkemesindeki önemli davalardan biri Devrimci Doğu Kültür Ocakları davasıydı. Kanımca bu en önemli dava idi. DDKO davasında öğrenciler, esnaf, avukat, doktor, mühendis gibi serbest meslek sahipleri, öğretmenler, meleler yargılanıyordu. Öğrenciler genel olarak üniversite öğrencileriydi. Lise öğrencileri de vardı. İkinci önemli dava Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi davasıydı. Bu davada köylüler, esnaf, meleler yargılanıyordu. Avukat gibi serbest meslek sahipleri bu dosyada da vardı. Hem DDKO davasında hem KDP davasından yargılananlar da vardı. Üçüncü olarak Dev-Genç davasıyla ilgili davalar vardı. Bu dosyada üniversite öğrencileri yargılanıyordu. Kars bölgesinden bazı serbest meslek sahipleri de vardı.

DDKO davasında, iddianamede, 100 civarında Kürt yurtseverinin adı geçiyordu. KDP iddianamesinde ise 50 civarında yurtseverin adı vardı.

Bütün bunların dışında birer birer, ikişer üçer, beşer altışar yargılanan pek çok kişi vardı. Yetmiş yaşlarında, Siirt cezaevinden getirilmiş Halil Ağa vardı. Ankara’dan Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi’ne getirildiğimde Ali Çiftçi koğuştaydı. Hakkında, siyasal amaçlarla çete kurmaktan dava açılmıştı. Halil Ağa 12 Mart’tan sonra Siirt Cezaevi’ne konulmuş, daha sonra Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi’ne getirilmişti. Bir süre sonra Halil Ağa’nın yeğenleri de getirildi. Yeğenleri çetenin öteki üyeleri olarak getirilmişlerdi. Halil Ağa ayrıca KDP davasında da yargılanıyordu. Davut Özcan ve Bahri Koçkaya duruşmalara birlikte gidiyorlardı. Doğu Mitingleri sırasında yaptıkları bir konuşmadan yargılanıyorlardı.

Davut Özcan’ı sevgiyle anıyorum.

Bu dönemde, öğrencilere çok fazla işkence yapılmadığı kanısındayım. Öğrencilerden bu konuda şikayetler duymadım. Fakat köylülere ve esnafa çok ağır işkenceler yapıldığına şahit olmuştum. Kürdistan Demokrat Partisi üyesi oldukları iddiasıyla gözaltına alınanlara çok ağır işkenceler yapılmıştı. Kızıltepe’den Halef Özer isimli bir berber vardı. Gözaltındayken çok ağır işkenceler görmüştü, yürüyemiyordu, battaniye içinde taşınıyordu. Sıraç Bilgin bu işkenceleri protesto etmek için, üç-dört gün açlık grevi yapmıştı. Fakat açlık grevi basına duyurulamamıştı, daha doğrusu basın bunu haberleştirmemişti. Gözaltına alınanlar tutukevine yakın bir binada tutuluyorlardı.

Halef Özer Kızıltepe’den bazı gençlerle birlikte getirilmişti. Mehmet ve Cemil İlhan isimli iki kardeş vardı. Mehmet Demir’in kardeşi Halil vardı. Bir de ruhsal dengesi bozuk bir genç vardı. Bu genç yanında, içi boşaltılmış, sadece kasası kalmış bir radyo ile dolaşıyordu. Kendisinin Mele Mustafa Barzani’nin çok önemli bir komutanı olduğunu söylüyordu. İkide bir radyoyla Barzani ile konuştuğunu söylüyordu. Koğuşta, havalandırmada, kıyıya köşeye çekilerek Barzani ile konuşma numaraları yapıyordu.

Halef Özer orta yaşlı bir arkadaştı.

Bir gün Halef Özer’i idareden çağırdılar. Arkadaşlar:

– Halef gelemez, yürüyemiyor. Ciddi bir sorun varsa, görevli koğuşa kadar gelsin, dediler.

O günlerde henüz Seyrantepe’deydik. Temsilci Edip Karahan’dı.

İdare, Halef Özer’e durmadan haber gönderiyordu. Savcılık istiyormuş deniyordu. Halef Özer’i, battaniye içinde, dört bir tarafından arkadaşlar tutarak havalandırmaya getirdiler. Halef yürüyemiyordu. Koltuklarına girerek arkadaşlar yardımcı olmaya çalıştılar. Bir görevli:

– Yardım etmeyin, bırakın kendi gelsin, diye gürlüyordu. Halef Özer, değil yürümek, ayağa bile kalkamıyordu. Görevli ise ısrar ediyordu:

– Bırakın kendi gelsin, bırakın kendi yürüsün…

İşte o zaman Edip Ağabey:

– Uç Halef uç, emir gelmiş, uç, demişti.

Halef Özer 1996-1999 yıllarında Aydın Özel Tip Cezaevi’ndeydi. Halef Özer’le mektuplaşırdık.  PKK davasından çok ağır bir ceza almıştı. İşkenceler görmüştü. Aydın Cezaevi’nde vefat etti

Halef Özer’i sevgiyle anıyorum…

İkinci duruşma kırk gün kadar sonra yapıldı. Askeri savcı değişmişti. Mahkeme heyetinde iki yargıç değişmişti. Gerek askeri savcı gerek mahkeme heyeti daha sert bir tutum sergiliyordu. Askeri savcı Yüzbaşı Yaşar Değerli’yi Tuzla’daki Yedeksubay Piyade Okulundan tanıyordum. O da 59. dönemdendi. Ben 4. bölükteydim, o 2. bölükteydi.

Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığında iki askeri mahkeme kurulmuştu. Benim davam 1. numaralı askeri mahkemedeydi. DDKO davası da 1. numaralı askeri mahkemede görülüyordu. Halil Ağa’nın çete davası da bu mahkemede görülüyordu. Kürdistan Demokrat Partisi’nin davası ise 2 numaralı mahkemede görülüyordu.

Halil Ağa’yı sevgiyle anıyorum.

Mahkeme, ikinci duruşmada ihbar yapan bütün profesörleri, asistanları, öğrencileri tanık olarak dinlemeye karar verdi. Bunların tanık olarak ifadelerinin alınabilmesi için Erzurum Cumhuriyet Savcılığına yazılar yazılıyordu. Böylece kırka yakın muhbir-tanık, tanık vardı.

Av. Şerafettin Kaya, Av. Yücel Önen,  Av.  Gülfer Taşer,  Av. Ruşen Aslan, Av. Fikri Yıldızhan  tutukevine sık sık görüşmeye geliyorlardı. Dosyadaki belgelerin fotokopilerini de getiriyorlardı.

Av. Yücel Önen’i ve Av. Fikri Yıldızhan’ı sevgiyle anıyorum.

Duruşmaları avukatlar ilgiyle izliyorlardı. Duruşmalarda genel olarak bir avukat olurdu. Bazen bir veya iki, bazen iki veya daha fazla avukatın duruşmayı izlediği de olurdu. Dinleyiciler ise çok azdı. Çoğu zaman hiç dinleyici olmazdı. Mustafa Özer’in birkaç kere duruşmaları izlediğini hatırlıyorum. Mustafa Özer o sırada Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydi. Mustafa Özer ziyaretimize de sık sık geliyordu.

Bir gün  Mehdi Zana ile duruşmalar konusunda sohbet ediyorduk. Duruşmaları kimsenin dinleyici olarak izlemediğini, Diyarbakırlıların duruşmalara gelmediğini söylemiştim. Mehdi de:

– Bizim atelyeye haber göndereyim, bizim çıraklar duruşmaları izlesinler, ayrıca çevreye de haber versinler, kalabalık bir grup duruşmaları izlesin, demişti.

Daha sonraki duruşmada avukatın dışında yine kimse yoktu, herhangi bir kişi yoktu. O günlerde Mehdi’nin çıraklarından biri ziyarete gelmişti, Mehdi’ye şunları anlatmış:

-Sabahleyin İsmail Ağabey’in mahkemesi için hazırlandım. Mahkemenin olduğu binanın giriş kapısına geldim. Neden geldiğimi sordular. İsmail Beşikçi’nin duruşmasını izlemek için geldiğimi söyledim. Kızdılar, sinirlendiler, “İsmail Beşikçi senin neyin oluyor, ağabeyin mi oluyor, amcan mı oluyor? İsmail Beşikçi’nin duruşması seni neden ilgilendiriyor? Hem terzi çırağı olduğunu söylüyorsun, hem de İsmail Beşikçi’nin duruşmasını izlemeye gelmişsin. İsmail Beşikçi seni neden ilgilendiriyor?” Durmadan bağırıp çağırıyorlar, öfkelerini dile getiriyorlardı. Duruşmayı dinlemek için, mahkeme salonuna girmek için ben de ısrarlı olamadım. Hatta beni korkutmak için şunları da söylediler, “şimdi seni fişledik, fişini Ankara’ya, merkeze göndereceğiz, o zaman İsmail Beşikçi’nin duruşmasını izlemek neymiş görürsün” , daha sonra da “hadi git, bir daha buralara gelme, gözümüz seni görmesin” diye bağırıp çağırdılar, küfür ederek, hakaret ederek beni oradan kovdular, uzaklaştırdılar.

1971 sonbaharında, bir kere de Sıraç Bilgin’in davasında tanık olarak mahkemeye götürüldüm. Tanık olarak dinlenmemi Sıraç Bilgin istemişti. 1970 sonbaharında, Erzurum’da kalabalık bir grup sohbet ediyorduk. Sohbet Sıraç Bilgin’in evinde oluyordu. O zamanlar Sıraç ilaç dağıtım şirketinde çalışıyordu  Toplantıda Sıraç Bilgin de bir konuşma yapmıştı. Bu konuşma ihbar edilmiş. Davanın savcısı albay rütbesinde bir askerdi. Askeri savcının Kürt kökenli olduğu her halinden belliydi. Sohbet sırasında Sıraç Bilgin’in de konuştuğunu fakat iddia edildiği şeklide konuşmaların yapılmadığını belirtmiştim. Sıraç Bilgin bir süre sonra tahliye edilmişti.

DDKO Mensuplarının Duygularının ve Düşüncelerinin İçeriği

Sıkıyönetim tutukevine geldiğim günden beri buradaki arkadaşların duygularını, düşüncelerini anlamaya çalışıyordum. Devrimci Doğu Kültür Ocakları Davası’nda, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi Davası’nda adı geçen, yargılanan arkadaşların duygularını ve düşüncelerini anlamaya çalışmak, kavramak önemliydi. DDKO’lu arkadaşları daha yakından tanıyordum. KDP’li arkadaşlarla ise ilişkilerimiz yeni yeni gelişiyordu.

Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Ergani, Silvan, Batman, Kozluk DDKO’larının bütün mensupları Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi’nde toplanıyordu. Öteki sıkıyönetim komutanlıklarındaki askeri mahkemelerde DDKO davaları görülmeyeceği anlaşılıyordu.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın yasalar çerçevesinde kurulmuş olduğunu daha önce de belirtmiştim. Yeri belli, adresi belli, üyeleri belli legal kuruluşlar.

Silvan, Ergani, Kozluk, Batman, Diyarbakır DDKO’larına mensup bazı kişileri zaman zaman savcılık ifadesi için sıkıyönetim mahkemesine çağırıyorlardı. Köylü, esnaf kökenli arkadaşlar mahkemeye çağrılmadan önce “ne diyeyim, nasıl davranayım” diyerek tutukevindeki avukatlara, daha tecrübeli daha bilgili gördükleri ağabeylerine danışıyorlardı. Bu kişiler, ilçelerinde DDKO yöneticisiydiler veya DDKO üyesiydiler. Bu kişilere savcılıkta sorulan sorular da genel olarak “DDKO’yu ilçenizde neden kurdunuz” “DDKO’yu kurmak için kim öncülük etti?”, “sen neden DDKO’ya üye oldun/yönetici oldun?” “DDKO’ya kimler geliyordu?” “DDKO’da ne yapıyordunuz?” “Masrafları nasıl karşılıyordunuz?” gibi sorular soruluyordu.

“Beni sıkıyönetime çağırıyorlar, ne diyeyim, nasıl davranayım?” diyerek yardım isteyenlere de, avukatlar tarafından, daha bilgili daha tecrübeli ağabeyler tarafından genellikle şöyle denirdi: “Biz DDKO’yu birlikte gazete okuyup sohbet etmek için kurduk. Çünkü kahvehanelerde gazete bulmak, gazete okumak çok zor oluyor. Kahvehaneler gürültülü ve sigara dumanlarıyla dolu, deyin” “Biz DDKO’yu okuma yazma bilmeyene okuma yazma öğretmek için kurduk deyin” “biz DDKO’yu Türkçe bilmeyene Türkçe öğretmek için kurduk, deyin” Bu öğütlerden,  bu tavsiyelerden sonra da  şöyle devam edilirdi: “Böyle derseniz, buna benzer şeyler söylerseniz tahliye olursunuz, içeride olmak iyi değil. Tahliye olmak, dışarıda olmak iyidir. İçerideki insan hiçbir şey yapamaz, mücadeleyi sürdüremez, dışarıdaki insan mücadeleyi sürdürebilir. Bu bakımdan dışarıda olmak gerekir” Bu kişilere şunlar da tembih edilirdi “Kürtlerden, Kürtçe’den söz etmeyin. Kürt kültürü falan demeyin, anadilimiz Kürtçe falan demeyin…” “Bunları söylerseniz tahliye olamazsınız, içeride kalmak iyi değil, tahliye olan insan mücadelesini yine sürdürür.”

1971 yazında, Haziran sonlarında, Temmuz, Ağustos, Eylül aylarında bu şekilde birçok olaya tanık olmuştum. Bu şekilde konuşan birçok kişinin tahliye edildiğini de fark etmiştim. Bu tahliyelerden sonra bu kişilerin adları da öğütlere, tembihlere ekleniyordu, “falanca falanca böyle dedi, böyle tahliye oldu” deniyordu.

Bu kişilerin böyle konuşmaları, böyle bir tutum sergilemeleri sürecinde askeri savcılar da herkesin Türk olduğunu, Kürt denenlerin de aslının Türk olduğunu, Kürtçe denen dilin de aslının Türkçe olduğunu söylüyorlardı. Bu görüşlerini bu düşüncelerini onaylatıcı, doğrulatıcı sorular soruyorlardı. İddianamelerinde de bunları dile getiriyorlardı.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın kurulmasının, Kürt diliyle, Kürt kültürüyle Kürdoloji çalışmalarıyla şüphesiz ilgisi vardı. DDKO Kürt diline, Kürt kültürüne sahip çıkmak için kurulmuştu. Kürt dilinin, Kürt kültürünün yaşatılması için, asimilasyonun engellenmesi için kurulmuştu. Ben DDKO’yu böyle algılıyorum. Ve bunlar çok meşru, makul isteklerdi, çabalardı. Fakat arkadaşlar yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığım süreç konusunda çok duyarlı değillerdi. DDKO’nun savunulmamasını çok doğal karşılıyorlardı. Böyle hissediyordum. DDKO’nun esas kuruluş amacına uygun kavramlarla savunulması gerektiğini düşünüyordum. Askeri savcının inkar söylemine karşı, Kürt diline, Kürt kültürüne vurgu yapılması gerektiğini düşünüyordum. DDKO’ları savunmamanın çok yanış olduğunu görüyordum. Kürt halkının Türk halkından ayrı bir halk olduğunun, Kürt dilinin Türk dilinden ayrı bir dil olduğunun vurgulanmasının önemli ve gerekli olduğunu düşünüyordum. “Benim anadilim Kürtçe’dir” demek çok önemli olabilirdi.

Bu durumu Anakara, İstanbul ve Diyarbakır DDKO’larından bazı arkadaşlarla çeşitli sohbetlerde dile getirmeye çalışıyordum. Bu konuda, çeşitli zamanlarda epeyce görüşmelerimiz, tartışmalarımız oldu. Arkadaşların çoğu bu düşünceleri, bu görüşleri çok makul karşılıyorlardı. “Tabi böyle olması, biz de böyle düşünüyoruz, DDKO elbette savunulmalı” diyorlardı.

Kısa bir süre sonra tutukevinde, görüşmelerde, tartışmalarda enternasyonalizm, doğal asimilasyon, zoraki asimilasyon gibi kavramlar bol bol kullanılır oldu. Bazı arkadaşlar, bazı DDKO mensupları “biz sosyalistiz, biz devrimciyiz, biz enternasyonalistiz, biz milliyetçi değiliz, dil talebi, kültür talebi dile getirmek, Kürtçe’ye vurgu yapmak milliyetçiliktir. Biz milliyetçi değiliz, biz devrimciyiz, sosyalistiz, enternasyonalistiz…” şeklinde konuşmalar yapıyorlardı. Bunu olur olmaz yerlerde sık sık tekrarlıyorlardı. Kürt ulusal ve toplumsal varlığının, Kürtçe’nin, bu arada DDKO’ların savunulmasının yukarıdakine benzer savunmaların dillendirilmesi beni çok şaşırtıyordu. Çok yakından tanıdığım Türkiye İşçi Parti’li arkadaşlarda bu tür savunmaları daha çok duyardım.

“Kürtler, ulusal ve toplumsal varlığı inkar edilen bir halk. Kürtçe, varlığı inkar edilen bir dil. Böyle bir inkara karşı çıkmadan kişi kendisini nasıl sosyalist hissedebilir, nasıl enternasyonalist hissedebilir?”, “İnkar devletin politikası değil mi? İnkarı, Türkleştirmeyi devlet, Kürtlere dayatmıyor mu? İnkara karşı çıkmamak, bu politikayla bütünleşmek anlamına gelmez mi? Bu politikayı meşru görmek anlamına gelmez mi? İnkar politikaları, Türkleştirme, asimilasyon politikaları meşru görülerek, doğal kabul edilerek insanlar kendilerini nasıl sosyalist hissedebilirler, nasıl devrimci, nasıl enternasyonalist hissedebilirler?…” şeklindeki sorulara ise hiç yanıt verilmiyordu. Bu sorular çerçevesinde bir diyalog gelişemiyordu. Sadece “sosyalist devrim gerçekleştiğinde, sosyalist toplum kurulduğunda bu sorunlar kendiliğinden çözülür. Bunun için önemli olan sosyalist devrim yolunda çalışmaktır. Toplumsal güçleri bölmemektir, sorunlara sınıfsal açıdan bakmaktır” deniyordu.

O sıralarda, yani 1960’ların sonlarında 1970’lerde Türk sosyalistleri de Kürt sorunu karşısında buna benzer şeyler söylüyorlardı. DDKO’lu bazı arkadaşların, TİP’li bazı arkadaşların bu tür savunmaları beni çok şaşırtıyordu. Kürt dilinin savunulması isteminin bu kategorilere vurgu yapılması gereğinin dile getirilmesi, böyle tartışmalar başlatması, zıddı bir sürecin savunulmaya başlanması, şüphesiz ilgi çekici bir durumdu. Ben bunu kendi kendime Kürt sorununun ağırlığıyla açıklamaya çalışıyordum. İnkarcı, asimilasyoncu politika ve uygulamalara karşı çıkmak, Kürtlerin ulusal ve toplumsal varlığını, Kürtçe’yi savunmak, bunlara vurgu yapmak, örneğin “ben Kürdim” “anadilim Kürtçe’dir” demek çok büyük bir risk almayı gerektiriyor. Bu gibi durumlarda devlet önümüze hemen çok ciddi bir fatura uzatıyor. İnsanlar bu gibi riskleri alamadıkları için, bu tür risklerle karşılaşmamak için kendi temel sorunlarını enternasyonalizm gibi bir kavram içinde eritmeye çalışıyorlar. Böylece hem moda olan kavramları savunmuş oluyorlar, o siyasal süreçlerin içinde gözükmüş oluyorlar, hem de risk almaktan uzak durmuş, kendilerini gizlemiş oluyorlar. Enternasyonalizm, sosyalizm, devrimcilik gibi kavramlar, bu kavramların gereklerini gerçekten  yerine getirmek için değil, kendinden kaçışı, temel sorunlardan kaçışı gizleyen bir perde olarak kullanılıyor. Böyle düşünüyordum. O zamanlar Türk solunun Kürtler üzerinde, Kürt solu üzerinde, Kürt devrimcileri üzerinde çok büyük bir ağırlığı ve belirleyiciliği vardı. Enternasyonalizm, sosyalizm, devrimcilik Türk solunun söyleminin çok önemli kavramlarıydı. Milliyetçilik şüphesiz karşı çıkılan, aşağılanan, suçlama bağlamında kullanılan bir kavramdı. “Ezilen bir halkın milliyetçiliği, ezen milliyetçilik” “bütün ulusal ve demokratik hakları gasp edilmiş bir halkın milliyetçiliği” gibi konularda somut süreçlerin tahlili henüz yapılamıyordu, böyle bir bilinç henüz yoktu sanıyorum.

Çok yakından tanıdığım, Türkiye İşçi Partisi’nden tanıdığım bir avukat arkadaş vardı. “Ben enternasyonalistim arkadaş. Ben sosyalistim arkadaş, ben devrimciyim arkadaş, çocuğum olduğu zaman adını Alpaslan koyacağım, Cengiz koyacağım, Mete koyacağım, Deniz koyacağım” diyordu. Koğuşta veya havalandırmada birisi Kürtçe bir şarkı mırıldanmaya başlasa, başka bir köşeden bu enternasyonalist anlayışın gereği olarak Türkçe bir parça, bir türkü yükselirdi. Kürt halkının şarkılarını duymamak, bu şarkıları susturmak için Türk halkının türkülerinin kullanılması bana yoğun bir hüzün veriyordu. Bunları yapanlar da Kürtlerdi. Bu nasıl bir devrimcilik, nasıl bir halkçılık, bütün bunlar düşündürücü olaylar…

Bir gün, sözünü ettiğim bu arkadaşla çok ciddi bir tartışmaya tutuşmuştum. “Ben enternasyonalistim arkadaş. Çocuğumun adını Alpaslan koyacağım, Cengiz koyacağım, Deniz koyacağım” sözlerini bana da söylemişti. Ben de kendisine “çocuğuna Türkçe isimler koymaya, örneğin Alpaslan, Mete, Cengiz koymaya mecbursun. Çünkü devlet öyle istiyor” demiştim. “Devlet Kürtlerin ulusal ve toplumsal varlığını inkar ediyor. Kürtçe konuşmayı yasaklamış. Çocuklara Kürtçe isimler koymak yasak. Örneğin nüfus memuruna Kürtçe bir isim söylesen bu ismi kaydetmez. Kaydetmediği gibi seni polise veya savcılığa ihbar eder. Bu durumda elbette devletin sana buyurduğu isimleri kullanmak zorundasın” demiştim. “Çocuklarına Alpaslan, Cengiz, Mete, Deniz isimleri vermen, enternasyonalizmin, sosyalizmin, devrimciliğin bir göstergesi değildir. Devletin buyruklarına emirlerine bir güzel riayet etmenin göstergesidir. Bu buyruklar, bu emirler ise haksızdır. Bu buyruklar insanı köleleştirir. Köleleşen bir toplumda sosyalizm mücadelesi, devrimcilik, enternasyonalizm nasıl gerçekleştirilir? Halbuki ‘ben enternasyonalistim. Çocuğumun adını Alpaslan, Mete, Cengiz, Deniz koyacağım’ diyen sadece sensin. Örneğin enternasyonalist olduğunu, sosyalist olduğunu, devrimci olduğunu söyleyen hiçbir Türk çocuğuna Kürtçe isimler vermeyi aklından bile geçirmiyor…” Tabi bu tartışma böyle sürüp gitmiyor. Diyalog kısa zamanda kesiliyor. Akın ak olduğunu gören bir kişi, gördüğünün kara olduğunu söylemeyi ne kadar sürdürebilir ki? Akın ak olduğunu söyleyenlerin var olduğu bir toplumda, bu tutumu, yani akın kara olduğunu söylemeyi ısrarla söylemek olası değildir. Bu, kör bir inattan, dogmatizmden başka bir şey değildir. “Kral çıplak” masalı…

Konuşmalarda, tartışmalarda kullanılan kavramlardan biri de asimilasyon kavramıydı. “Biz zoraki asimilasyona karşıyız” “devrimciler, sosyalistler zoraki asimilasyona elbette karşıdırlar. Ama doğal, kendiliğinden asimilasyona karşı olmak yanlıştır” deniyordu. Kendiliğinden asimilasyona engel olmamak gerektiği de belirtiliyordu. Halbuki toplum sorunlarıyla yakından ilgilenenler, dipli bucaklı bir şekilde düşündükleri zaman şu süreci de yakından görebilirlerdi, kavrayabilirlerdi. Eğer devlet, asimilasyonu sistematik bir politika olarak uyguluyorsa, örneğin Doğunun ekonomik bakımdan geri bırakılmasını sağlar. Doğuda iş olanaklarının yaratılmasına, örneğin fabrikaların kurulmasına engel olur, hayvancılığın gelişmesine engel olur, barajların sulama olarak kullanılmasına engel olur. Artan nüfus da geçimini temin edebilmek için sanayinin gelişmiş olduğu bölgelere doğru akın eder. Doğunun ekonomik bakımdan sistematik olarak geri bırakılması doğal olarak böyle bir sonuç  ortaya koyar. Bu çerçevede, doğunun sistematik olarak geri bırakılmasını nasıl değerlendirmek gerekir, bu doğal mıdır, bunları da konuşmak gerekmez mi?

Bu tartışmalar, konuşmalar, sohbetler Ankara ve İstanbul DDKO mensubu arkadaşlarda önemli etkiler yaratıyordu. Bu arkadaşların genellikle üniversitelerde eğitim gören öğrenciler olduğunu daha önce belirtmiştim. Silvan, Batman, Ergani, Diyarbakır, Kozluk DDKO’ları da bu tartışmalardan etkileniyordu. Askeri savcıların, Kürtlerin ulusal ve toplumsal varlığını, Kürtçe’nin bağımsız bir dil olarak varlığını inkar eden, Kürtleri Türk sayan, Türklerin bir kolu sayan, Kürtçe’yi Türk dilinin bir ağzı sayan tutumuna karşı itirazlar gün geçtikçe daha büyük bir  güç kazanmaya başladı. Askeri savcıların inkarcı söylemine karşı, Kürtlerin ulusal ve toplumsal varlığını savunmak, Kürtçe’nin Türkçe’den ayrı bir dil, bağımsız bir dil olduğunu savunmak, bu arada DDKO’nun temel niteliğini, kuruluş amacını savunmak önemli bir düşünce, önemli bir tutum haline geliyordu. 1971 yılı yaz aylarında Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi’nde bu konularda çok ciddi toplantılar yapılmıştı. Bu toplantılarda “askeri savcıların inkarcı yaklaşımına karşı, inkarcı söylemine karşı DDKO nasıl bir savunma yapmalıdır, DDKO mensupları nasıl bir savunma yapmalıdır?” konusu tartışılıyordu. Savunma yapma olasılıkları üzerinde duruluyordu. Askeri savcıların inkarcı söylemine ve yaklaşımına karşı, Kürt ulusal ve toplumsal varlığına vurgu yapmak, Kürtlüğü ve Kürt dilini savunmak” olasılıkları üzerinde tartışılıyordu. Bu olasılıkların muhtemel sonuçlarının neler olabileceği konusunda tartışmalar yapılıyordu. Örneğin “askeri savcıların iddialarına karşı tepkici davrandığınız zaman, bu konularda devlet politikalarını eleştirmediğiniz zaman belki tahliye gerçekleşebilir. Fakat böyle bir tutumun gelecekteki sonuçları neler olabilir” denerek geniş bir tartışma yürütülüyordu. Ya da, “askeri savcının söylemini, devletin inkarcı politikalarını ciddi bir şekilde eleştirdiğimiz zaman, Kürtlere, Kürt diline, Kürtlüğe vurgu yaptığımız zaman ne gibi tepkilerle karşılaşabiliriz, bunlar, bu tutumlar, gelecekte ne gibi sorunlar yaratabilir?” konusu üzerinde düşünceler geliştiriliyordu. Bu toplantılara ben de katılıyordum.

Bu toplantılarda bir sonuca ulaşılmıyordu, kararlar da alınmıyordu. Yalnız her toplantı, siyasal savunma yapma gereğini ana çizgi haline getiriyordu. 1971 yaz ayları, devrimci Doğu Kültür Ocakları soruşturması hala sürüyor. Henüz iddianame yazılmamış fakat DDKO mensupları siyasal savunma hazırlıklarına  başladılar. Askeri savcıların inkarcı söylemine karşı Kürtlerin ulusal ve toplumsal varlığı savunulacaktı. Askeri savcıların Kürtçe’yi Türkçe’nin ilkel bir ağzı sayan anlayışına karşı, Kürtçe’nin bağımsız bir dil olduğu, Türkçe’den ayrı bağımsız bir dil olduğu savunulacaktı. Savunma için hazırlıklar başladı. Bunun için olanaklar ölçüsünde, kitaplar, dergiler, ansiklopediler getirilmeye çalışıldı. Hararetli bir çalışma başladı, Kürt tarihiyle, Kürt diliyle, Kürt edebiyatıyla, Kürt folkloruyla ilgili çalışmalar başladı.

Siyasal savunma yapma gerektiği konusunda, siyasal savunmanın içeriği konusunda 35 sayfalık bir taslak metin de çıkarılmıştı. Bir süre sonra bu tartışmalar bu taslak metin üzerinde yürütülür oldu. Artık DDKO’ya karşı daha duyarlı davranılıyordu. Tutuklular DDKO’yu savunmuyorlarsa bile, onu DDKO’nun amacına uygun olmayan bir bağlamda ele almamaya gayret ediyorlardı.

1971 yılında Le Monde gazetesinin Türkiye muhabiri Dr. Korkut Boratav’dı. Gazetelerde, dergilerde Dr. Boratav’ın bazı haberlerini görüyorduk. Diyarbakır sıkıyönetimindeki DDKO mensuplarının siyasi savunma yapma hazırlıklarını Dr. Boratav’a bildirmeye karar verdik. Mahkemede siyasal savunmalar yapma, Türkleştirme politikalarını ve uygulamalarını eleştirme, Kürtlerin ulusal ve toplumsal varlığını ve Kürt dilini savunma çok önemli bir olaydı. Dr. Korkut Boratav bu olayı Le Monde gazetesi için haber yapar umudundaydık. Kendisine bu haberler birlikte, 35 sayfa civarında olduğunu belirttiğim siyasal savunmayla ilgili taslak  metni ve savunmanın içeriğini de göndermiştik.

Diyarbakır’a getirildiğim günlerde Dr. Tarık Ziya Ekinci ve öbür arkadaşların birlikte olduğu masada oturuyordum, yemeği birlikte yiyorduk. Bu masada Dr. Naci Kutlay, Av. Canip Yıldırım, yazar Musa Anter, yazar Mehmet Emin Bozarslan, dil uzmanı Abdurrahman Uçaman, Av. Yusuf Ekinci, Av. Bahattin Eryılmaz, Dr. Ahmet Melik gibi arkadaşlar da vardı. Yukarıda belirtmeye çalıştığım tartışmalar biraz gelişince, ben de öğrencilerle birlikte, yani onların masasında, onların komününde yaşantımı sürdürmeye başlamıştım. Öğrenciler arasında Mümtaz Kotan, İbrahim Güçlü, Yümni Budak, Ali Beyköylü, Nezir Şemikanlı, Fikret Şahin, İhsan Aksoy, Faruk Aras, Sabri Çepik, Ferit Uzun, İhsan Yavuztürk gibi arkadaşlar vardı. İstanbul DDKO mensupları henüz gelmemişlerdi.

İç Sorgulama İç Çatışma Sürüyor

Duruşmalarda muhbir-tanıkların ve tanıkların ihbarı üzerine, yargıçlar tarafından benim ne diyeceğim soruluyordu. Muhbir-tanıklar ve tanıklar en çok Kürtlerden söz edilmesine, Kürtlerin ulusal ve  demokratik haklarına vurgu yapılmasına, Kürtlerle ilgili incelemeler yapılmasına tepki gösteriyorlardı, bunların suç olduğunu vurguluyorlardı. Ben de bu görüşlere karşı Kürtlerin ve Kürtçe’nin bir gerçeklik olduğunu, somut bir gerçeklik olduğunu vurguluyordum. Bu ilişkilerin, bu sürecin bilimin kavramlarıyla saptanması ve incelenmesi gereğini de belirtiyordum. Somut gerçekleri saptamanın, ifade etmenin, yargıya konu olmaması gerektiğini, bunların bilimsel incelemelere konu olması gerektiğini belirtiyordum.

İç muhasebe, iç çatışma, iç sorgulama sürüyordu. Kürt sorunuyla ilgili olarak, üniversiteyi, profesörleri, basını, yargı organlarını eleştirmeyi veya eleştirmemeyi, bunun gerekip gerekmediğini kendimle sürekli olarak tartışıyordum. Bu konuda sürekli hesaplaşma halindeydim. Bu bir yerde zamanla, doğal olarak da çözülüyordu. Savcılık ifadesi sırasında, duruşmalarda, iddianameye cevap verirken, muhbir-tanıkların ve tanıkların ifadelerine karşı söylenenler sırasında kendiliğinden doğal bir eleştiri de yapılıyordu. Siyasal savunma önemliydi. Kürtlerin, özelikle Devrimci Doğu Kültür Ocakları’na mensup arkadaşların siyasi savunmalar yapması gerektiği kanısındaydım. Genç arkadaşlarla bu konuda sürekli konuşuyor, tartışıyordum. O günlerde, yani 1971 koşullarında, 12 Mart rejiminde siyasal savunmanın esas niteliği şuydu. Askeri savcılar, hazırladıkları iddianamelerde Kürtlerin ve Kürtçe’nin varlığını inkar ediyorlardı. İddianamelerde Kürtlerin aslının Türk olduğu, Kürt dilinin Türk dilinin ilkel bir ağzı olduğu vurgulanıyordu. Siyasi savunma, askeri savcıların bu iddialarına karşı, Kürtlerin ulusal ve toplumsal varlığını, Kürtçe’nin, Türkçe’den, Arapça’dan ve Farsça’dan ayrı, bağımsız bir dil olarak savunmak anlamına geliyordu. Ayrıca inkarın, kamu yönetimi, üniversite, basın, siyasal partiler, mahkemeler tarafından nasıl üretildiği, toplumsal gerçeği saptamanın, toplumsal gerçeği ifade etmenin neden suç oluşturduğu yine siyasal savunmanın kapsamına giriyordu.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları İddianamesi

1971 yılı Ekim ayı sonlarına kadar Seyrantepe’de, anayolun kıyısındaki Sıkıyönetim Tutukevi’ndeydik.  Bu tarihlerde, Sıkıyönetim Tutukevi, Dicle nehri kıyısındaki yeni askeri kışlaya taşındı. Yeni tutukevi, anayola göre epey iç kısımlarda Dicle nehrine yakın bir yerdeydi. Yeni tutukevine geniş bir havalandırmadan geçilerek giriliyordu. Yeni tutukevi iç içe iki büyük koğuştan meydana geliyordu. Bir de geniş bir yemekhane vardı. Yemekhane ile koğuş arasında büyük bir sahanlık bulunuyordu. Tuvalet de bu kesimde yer alıyordu. Gözaltı mahalli de tutukevinin uzantısındaki, bitişiğindeki bir binadaydı. Devrimci Doğu Kültür Ocakları iddianamesi bu sıralarda gelmişti. İddianamede Mümtaz Kotan, İbrahim Güçlü, Yümni Budak, Ali Beyköylü, İhsan Aksoy, Faruk Aras, Sabri Çepik, Ferit Uzun, Mehmet Demir, İhsan Yavuztürk, Fikret Şahin, Nezir Şemikanlı, Niyazi Dönmez, Hasan Acar, Zeki Kaya, Nusret Kılıçarslan, İsa Geçit gibi öğrencilerin isimleri vardı. Bunlar üniversitelerin çeşitli fakültelerinde öğrenim görüyorlardı. Dr. Naci Kutlay, Dr. Tarık Ziya Ekinci, Av. Canip Yıldırım, yazar Musa Anter, yazar Mehmet Emin Bozarslan, yazar Abdurrahman Uçaman gibi doktor, avukat, yazar, serbest meslek sahipleri de iddianamede yer almıştı.

DDKO iddianamesinde Kürtlerin ulusal ve toplumsal varlığını, Kürtçe’yi inkar eden, Kürtlerin aslının Türk olduğunu, Kürtçe’nin aslının Türkçe olduğunu iddia eden genişçe bir bölüm vardı. Bu tutumun, öğrencileri iddianameye cevap vermeye kışkırtıcı bir yönü de vardı.

Bu arada bendeki iç çatışma, iç muhasebe de sürüyordu. Her olay, her iddianame iç çatışmayı yeniden yaratıyor, alevlendiriyordu. DDKO iddianamesi şüphesiz önemliydi. Somut toplumsal olguların, askeri savcıların iddianameleriyle inkar edilmesi, reddedilmesi elbette üzerinde düşünülmesi gereken bir olaydı. Bilimde doğruluğun ölçütü elbette olgulardır, olgular olmalıdır. Askeri savcıların iddianamesiyle, askeri savcıların “doğru” dedikleriyle yeni bir “doğruluk, doğruluk ölçütü” yaratılabilir miydi? Olup bitenleri gözlemlemek önemliydi. Olup bitenleri saptamak da gerekiyordu. Olup bitenlerden sonuç çıkarmak da ihmal edilmemesi gereken bir durumdu. Bunun dışında yargılamak da gerekir miydi? Somut olgular, neye dayanılarak, hangi gerekçelerle inkar ediliyordu? Adalet duygusu açısından, bilimsel düşünce açısından inkar süreci incelenmeli miydi? Somut olgular karşısında ileri sürülen resmi ideolojiler, yargı konusu, eleştiri konusu yapılmamalı mıydı? İç hesaplaşma, iç sorgulama bu konularda sürüp gidiyordu.

DDKO’daki Ayrışmalar

Yeni tutukevinde komünler (masalar) belirmeye başladı. Bu, DDKO’da ayrışmanın yaşanması anlamına geliyordu. Mümtaz Kotan, İbrahim Güçlü, Yümni Budak, Ali Beyköylü, Nezir Şemikanlı, Fikert Şahin, Zülküf Şahin bir komün oluşturuyordu. Ben de bu komündeydim. Hüseyin Musa Sağnıç da bu komündeydi. Battal Bate, Mahmut Kılınç, Ali Yılmaz Baltaş bu komündeydiler.

Hüseyin ağabeyi sevgiyle anıyorum.

Faruk Aras, İhsan Aksoy, Sabri Çepik, İhsan Yavuztürk, Ferit Uzun, Mehmet Kalafat, Niyazi Dönmez, Nusret Kılaçarslan, Mahmut Fırat, Hasan Acar, Mehmet Tüysüz gibi arkadaşlar da ayrı bir komün olmaya başlamışlardı. Asistan Naci Gürşin de bu komündeydi.

DDKO ile ilgili iddianamede 21 kişinin adı geçiyordu. Öğrenciler Ankara ve İstanbul DDKO’larına mensuptular. Diyarbakır, Ergani, Batman, Silvan, Kozluk DDKO’ları için ayrı bir iddianame düzenlendi. Mehdi Zana, Niyazi Tatlıcı (Niyazi Usta), Edip Karahan, Abdurrahman Uçaman, Fikri Müjdeci, Yusuf Kılıçer, Mahmut Yeşil, Mehmet Gemici, Vedat Erkaçmaz, Mustafa Düşünekli, Ömer Kan, Abdurrahman Demir, Mele Abdullah Garsi, Abdüsselam Basutçu gibi arkadaşlar bu iddianamede yer almıştı. Zeki Bozarslan’ın, Akif Işık’ın isimleri bu ikinci iddianamedeydi.

1971 sonlarında İstanbul DDKO’nun mensupları, Ahmet Zeki Okçuoğlu, 1972 yılı ortalarında da Zerruk Ahmetvakıfoğlu Diyarbakır’a getirilmişlerdi. Zerruh’un İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesinde de dosyası vardı.

Ömer Kan’ı, Mehmet Tüysüz’ü sevgiyle anıyorum.

Zamanla bu dosyaların hepsi ana davayla birleştirildi. DDKO davası tek bir dosya üzerinden görüşülmeye başladı.

Dava açıldıktan sonra, avukatlar DDKO dosyası içindeki belgelerin fotokopilerini de getirmeye başladılar. DDKO kuruluşuyla ilgili toplantılar gizli polis tarafından banda alınmıştı. Dava dosyasına bu bantların çözümleri de konulmuştu. Avukatlar bu toplantılarla ilgili pek çok fotokopi getirmişlerdi. Kasım  ayında bir gün avukat Şerafettin Kaya yine bir tomar fotokopi getirmişti. Arkadaşlar havalandırmada futbol oynuyorlardı. Ben de yemekhanede bu fotokopileri inceliyordum. 1968, 1969’da yapıldığını tahmin ettiğim bazı toplantılara, konuşmalara ilişkin bant çözümlemeleri vardı. Sayfalara şöyle bir bakıp geçiyordum. Sayfaların birinde, asistan gibi sözcüklere, baskı gibi sözcüklere rastladım, bu sözcüklere daha sonraki sayfalarda da rastladım. Bu sayfaları biraz daha dikkatle okudum. Bir asistana, kendi fakültesi tarafından yapılan baskıları anlatıyordu. Bu olaya karşı bir tutum benimseme gereğinden söz ediliyordu. “benim durumuma çok benziyor. Acaba bu asistan kimmiş, hangi üniversitede, hangi fakültede çalışıyormuş?” saikiyle sayfaları biraz daha dikkatle okumaya çalıştım. “Durumu bana benzeyen asistan..” düşüncesi, sayfaları çevirdikçe biraz daha güç kazandı. Bu sefer, bölümü, başından itibaren biraz daha dikkatli bir şekilde okumaya başladım. Çok ilgi çekici, beni çok şaşırtan bir durumla karşılaştım. Bir öğrenci, “Erzurum’da, üniversitede bir asistan var. Sosyoloji asistanı. Kürtlerle ilgili çalışmaları da var. Fakat üniversitenin, çalıştığı fakültenin baskılarıyla karşı karşıya. Kendisi Türk, Çorum’lu. Kürtlerle ilgili çalışmalarından dolayı baskı altında. Bu arkadaşa destek olduğumuzu belirtmeliyiz…” gibi şeyler söylüyordu. Cümleler tam böyle değildi. Bant çözümlerinde arada kopukluklar da var. Konuşmasından, böyle bir niyet, böyle bir düşünce ortaya koyduğu anlaşılıyor. Toplantıya katılan başka bir öğrenci bu arkadaşa tepki gösterir: “Türklerden Kürtlere hayır gelmez. Hangi Türk’ten bir Kürde hayır gelmiş. Bu konuyu geçelim, işimize bakalım. Sen de bu işe aklını fazla takma” demeye çalışıyor. Öbür arkadaş yine konuşuyor, düşüncelerini biraz daha etraflı bir şekilde anlatıyor. “Bizlerin, bu olay karşısında bir tutumumuz olmalıdır” diyor, “iyi bir kişiye benziyor” diyor. “Türklerden Kürtlere hayır gelmez” diyen de, ısrarını, olumsuz düşüncelerini sürdürüyor. “ajan majan değilse eşeğin tekidir” diyor. “Bizim çok önemli gündem maddelerimiz var, onları konuşmalıyız, bu konuyu kapatmalıyız” uyarısında bulunuyor. Bu konu üzerindeki konuşmalar biraz daha sürdürülüyor. “Eşeğin teki” sözü birçok kere kullanılıyor.

Bu konuşmalar beni çok şaşırttı. Bu toplantıların 1968, 1969 yılında yapılmış olabileceğini yukarıda belirtmiştim. Toplantıların polis tarafından gizlice banda alınmış olabileceğini de belirtmiştim. Örneğin daha önce sözünü ettiğim, 12 Mart 1970 tarihinde benim DDKO’da verdiğim konferans da bu şekilde banda alınmış…  Burada dikkate değer bir durum var. DDKO’nun kuruluşuyla ilgili bütün toplantıların banda alındığı anlaşılıyor. Bant çözümlemeleri mahkemedeki dava dosyalarına da konulmuş.

O akşam arkadaşlara kuruluş toplantılarını yarı şaka bir şekilde hatırlatarak “eşeğin teki” sözcüklerinin kim için kullanıldığını sormuştum. Hatırlamadılar. Fotokopiyi gösterdim, onlar da dikkatle, gülerek, şaşırarak okudular, “İsmail Ağabey seni o zaman bilmiyorduk, tanımıyorduk” dediler.

1972 yılı kışında, Sıkıyönetim Tutukevi’ne, koğuşa, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden arkadaşım Cüneyt Akalın getirildi. Cüneyt, Amme İdaresi Kürsüsünde asistandı. Cüneyt’le birlikte Taylan Ertem ve nişanlısı Kazime Ertem de getirildiler. Urfa taraflarında, Suriye’ye geçmek üzereyken yakalanmışlar. Diyarbakır’da Sıkıyönetim Tutukevi’nde dört beş ay birlikte kalmıştık. Daha sonra Ankara Sıkıyönetim Tutukevi’ne sevk edildiler. Davaları Ankara’daydı.

Bu dönemde Kars’tan bazı arkadaşlar da getirildiler Türkiye İşçi Partisi 1965-1969 dönemi Kars milletvekili Av. Adil Kurtel, kardeşi Dr. Bedri Kurtel, Av. Kemal Kaya, Kars’tan getirilenler arasındaydı. Avukat Kemal Kaya, Erzurum’daki öğrencilerden Şener Kaya’nın amcasıydı. Fotoğrafçı Kemal Karabulut, TİP Kars İl Başkanı Ayhan Sosyal, TİP Sarıkamış İlçe Başkanı Hüseyin Emin, matbaacı Feyzullah, Celeb Cemil, aynı dönemde, birlikte getirilmişlerdi.

Av. Kemal Kaya’yı, fotoğrafçı Kemal Karabulut’u sevgiyle anıyorum.

Arşiv Oluşturma Çabaları

Sıkıyönetim Tutukevine günlük gazeteler alınıyordu. Ortam gibi haftalık dergiler de alınıyordu. Ayrıca araştırma, inceleme kitapları, romanlar, ansiklopediler vs. de geliyordu. Bütün bunların dışında gerekli bazı hukuk kitapları, yasalar, içtihatlar, özel olarak getirtilebiliyordu. Bunları ziyaretçiler getirebildiği gibi, avukatlar da getirebiliyorlardı. Bunlar posta aracılığıyla da gelebiliyordu. Arkadaşlar hem politik çalışmalarını sürdürebilmek, hem savunmalarını hazırlayabilmek için arşiv oluşturmaya çalışıyorlardı. Dergiler, kitaplar dikkatli bir şekilde saklanıyordu. Ocak komünü, bu şekilde değerli bir arşiv oluşturmaya başlamıştı. Bunun dışında, ayrıca, ben de arşiv oluşturmaya çalışıyordum. Gazeteler okunduktan sonra, komün arşivcisi arkadaş tarafından biriktiriliyordu. Biriken gazeteler belirli aralıklarla kesiliyordu. Gazetelere önce komün arşivcisi arkadaş bakıyordu, gerekli olan yazıları alıyordu. Geriye kalan haberlerden ve yazılardan bazılarını da ben alıyordum. Arşiv oluşturmak için çok önemli, çok ciddi bir gayret sarf ediyordum. Savunmalar için dosyalara sık sık bakma gereğini duyuyordum. Zamanımın önemli bir kısmını bu çaba için harcıyordum.

Diyarbakır’daki “Doğu Duruşmaları” Türk basını tarafından izlenmiyordu. İddianameler, savunmalar, duruşmaların seyri basında yer almazdı, fakat, örneğin İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesinde cereyan eden olaylar, Ankara Sıkıyönetim Mahkemesindeki olaylar, Türk soluna ilişkin duruşmalar basında etraflı bir şekilde yer alırdı. İddianameler, savunmalar, duruşmalarda gelişen olaylar verilirken fotoğraflar da kullanılırdı. Ocak komünü bu tür haberleri toplamaya özen gösterirdi.

Bilirkişi Profesörler

Ant dergisinde yayınlanan, Doğu Anadolu’da Geri Bırakılmışlığın Oluşumu yazımdan dolayı dava açılmıştı. Bu dava İstanbul’da  Basın Toplu Askeri Ceza Mahkemesinde görülüyordu. Bunun için daha önce henüz Ankara’dayken 1971 Nisanında talimatla ifadem alınmıştı. Sıkıyönetim mahkemesi bu dosyanın da Diyarbakır’a gönderilmesini istedi. Bu doysa İstanbul’dan geldi, yeni bir iddianameyle yeni bir dava açıldı. Ve bu yeni dava esas dava ile birleştirildi.

İstanbul’da yürütülen dava hem benim hakkımda hem de Doğan Özgüden hakkında açılmıştı. Doğan Özgüden, Ant dergisi yöneticisi olarak iddianamede yer alıyordu. Doğan Özgüden Ant dergisinin ve Ant yayınlarının sahibiydi. Sözü edilen yazı dolayısıyla, dosyada bilirkişi raporu da vardı. Raporda Ord. Prof. Dr. Recai Okandan’ın, Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer’in, Dr. Süheyl Donay’ın adları göze çarpıyordu. Hukuk profesörleri yazıda suç unsurları bulunduğunu iddia ediyorlardı.

Muhbir-tanıkların Mahkeme Huzurunda Dinlenilmeleri

Sıkıyönetim Mahkemesi 3 Şubat 1972 tarihli duruşmada, bazı muhbir-tanıkların ve bazı tanıkların mahkeme huzurunda dinlenilmelerine karar verdi. Atatürk Üniversitesi rektörü, Fen-Edebiyat Fakültesi dekanı, Tıp Fakültesi dekanı, bir sosyoloji profesörü, bir sosyal siyaset asistanı 9 Mart 1972 ve 10 Mart 1972 tarihli duruşmalarda mahkeme huzurunda dinlenildiler. Duruşmalar iki gün, üstüste kesintisiz yapıldı.

9 Mart günü, her zamanki gibi sabahleyin mahkemeye götürüldüm. O gün, 1 Nolu Sıkıyönetim mahkemesinde benim duruşmamdan başka bir duruşma yoktu. Kafes denen yere konuldum. O zaman mahkemenin nezarethanesine “kafes” deniyordu. 1 Nolu Sıkıyönetim mahkemesinin duruşma salonu, Kolordu binasının giriş katıydı. Kolordu binasına girdikten sonra, sağa dönüyoruz, duruşma salonu 7-8 metre kadar ileride, sağda yer alıyordu. Kafes denen nezarethane duruşma salona bitişikti. Kafesten çıkarılanlar hemencecik duruşma salonuna sokuluyorlardı. 2 Numaralı Sıkıyönetim mahkemesi de giriş katındaydı. Bu mahkemede duruşması olanlar binaya girdikten sonra biraz daha ilerliyor, sola dönüyorlardı.

O sabah avukatlar da erken gelmişlerdi. Avukat Şerafettin Kaya, Av. Yücel Önen, Av. Veysi Zeydanlıoğlu, Av. Fikri Yıldızhan o gün oradaydılar. Avukatlarla selamlaşmak mümkündü hatta avukatlar bazen kafese kadar geliyorlardı. Demir parmaklıklar önünde bir iki satır  konuşabilmek mümkündü. Bu konuşmalar çoğu zaman askerler tarafından engellenirdi. Ben kafesteyken, saat dokuza doğru, yargıçlarla, savcılarla birlikte muhbir profesörler de geldiler. Nezarethanenin önünden geçerek, onlarla birlikte, savcıların , yargıçların odalarının bulunduğu bölüme doğru yürüdüler.

Biraz sonra duruşma başladı. Muhbir tanıklar birer birer sırayla mahkeme huzuruna getirildiler. Yukarda İsmail Beşikçi Davası I diye bir kitaptan söz etmiştim. Bu kitapta duruşmaların seyri hakkında çok geniş bilgiler var.

Profesörlerin mahkeme huzurunda dinlenilmeleri üniversite yaşantımda çok önemli, çok köklü değişiklikler yaptı. Bilim kavramının içeriği konusunda yeniden düşünmek kaçınılmazdı. Profesörler “bilim” derken, “bilimsel düşünce gereği” derken “bilimin ışığı” derken, buna nasıl bir anlam yüklüyorlardı?. Bu anlamın resmi görüşten, resmi direktiflerden farkı neydi? Bunların olgulara dayalı bir şekilde irdelenmesi gerekiyordu. Bu konudaki olgular da durmadan zenginleşiyordu. Daha önceleri de birçok vesileyle belirttiğim gibi bu süreç karşısında nasıl düşünmem nasıl davranmam gerektiği, nasıl savunma yapmam gerektiği konusunda iç muhasebe, iç sorgulama, iç çatışma, tartışma, vicdan muhasebesi yapıyordum, sürekli olarak bunları yaşıyordum. Profesörlerin mahkeme huzurunda dinlenilmeleri, bu tartışmaları, sorgulamaları yoğunlaştırdı, keskinleştirdi. Nasıl düşünmem, nasıl tavır ve davranış sergilemem, nasıl savunma yapmam gerektiği konularında daha açık daha sağlıklı görüşlere ve niyetlere sahip oldum.

Profesörlerin düşünceleri karmakarışıktı. Özlemlerini duygularını, niyetlerini objektif düşünceler diye, bilimsel düşünceler diye sunuyorlardı. Bunların irdelenmesi gerekiyordu. Bilim, bilim yöntemi gibi kavramlar üzerinde zaten düşünüyordum. Bu süreç bu duruma yeni boyutlar da eklemiş oldu. Profesörler, öbür üniversite mensupları muhbirlik yapmışlardı. “Beşikçi’nin yazılarında, konuşmalarında, kitaplarında suç unsuru var. Bu kitaplar bu yazılar bu düşünceler hakkında neden takibat yapılmıyor” diye çeşitli savcılıklara, daha sonra da çeşitli sıkıyönetim komutanlıklarına ihbarlar yapmışlardı. Beşikçi’ye karşı cezai yaptırımların işletilmesi gerektiğini durmadan vurguluyorlardı. Mahkemede bu istemlerini, büyük sevinçlerle, coşkulu bir şekilde dile getirdiklerini de fark ettim. Profesörler, gayet rahat bir şekilde, uzun unvanlarını da kullanarak yalan söylüyorlardı. Somut olguları reddedebiliyorlar, inkar edebiliyorlardı. Çok çok yalan söylüyorlardı. Olguları inkar etmek, reddetmek, bilim yöntemiyle nasıl bağdaştırılabiliyordu. Bu, bilim yöntemiyle, bilimsel düşünceyle ilgili çok önemli bir konuydu.

Duruşmalar sırasında muhbir profesörlerin inkarcı, imhacı, asimilasyoncu söylemlerine karşı Kürtlerin ve Kürtçe’nin varlığının somut olduğunu vurguluyordum. “Bizim isteğimizin ve irademizin dışında objektif bir gerçek var. Bilim somut gerçeği sağlayarak işe başlar. Bilimsel önermeler ancak somut gerçeklikler, somut olgular üzerine kurulabilir. Bilimle uğraşanlar kendi isteklerini, olmasını istedikleri şeyleri, yani duygularını, sübjektif yapılarını somut gerçeklikler yerine koyamazlar. Somut gerçeklikleri, sübjektif yapıları, duyguları doğrultusunda yok sayamazlar, çarpıtamazlar. Bu çerçevede, bir Kürde Kürt diyoruz, Kürtçe’ye Kürtçe diyoruz. Bu neden suç oluyor. Kürtlerin ve Kürtçe’nin varlığından söz etmek, Kürtlerin Türk olmadıklarını, Kürtçe’nin Türkçe olmadığını söylemek neden suç oluyor? Bunların ilgili muhbir tanığa sorulmasını istiyorum” diyordum. Fakat mahkeme bu tür soruların profesörlere sorulmasına engel oluyordu. Bu tür istemleri “davayla ilgisi yok” diyerek reddediyordu. Profesörler konuşurlarken, ifade verirlerken bu tür sorulara da cevap verebilirlerdi fakat onlar bu tür sorulara cevap vermekten uzak duruyorlardı. Sadece “Beşikçi Kürtler vardır dedi. Kürtler Türk değildir dedi…” diye suçlama yapıyorlar fakat bu sorulara cevap vermemeye özen gösteriyorlardı.

Bütün bunlar zalimin kendini mazlum göstermesi gibi bir şeydi. Mazlum ise zalim olarak gösteriliyordu. Muhbir profesörler “siyasal ve tarihsel bilirkişi” sıfatıyla donatılmışlar gibi konuşuyorlardı. Bu tutum, resmi ideolojinin düşünce yasaklarının meşrulaştırılması bakımından çok önemli bir işleve sahipti. Biz de bu tür bilirkişilikleri durmadan reddediyor, özgür düşüncenin gereklerini vurguluyorduk. Bilim ancak özgür düşüncelerin ifade edilebildiği ortamlarda üretilebilirdi. Bunu anlatmaya çalışıyordum. Özellikle tarih, sosyoloji, siyaset bilimleri, iktisat, antropoloji gibi toplumsal bilimler için bu vazgeçilmez bir gereklilikti.

Rektör, mahkeme huzurunda dinlenilmesi sırasında, “Beşikçi’ye gelen mektuplarda ve  Beşikçi’nin yazdığı mektuplarda da propaganda yapılıyordu…” şeklinde konuşmuştu. Rektöre, bu mektupları nasıl elde edip gördüğünün sorulmasını istemiştim. Muhkeme de bu soruyu  sormuştu. “Ben rektörüm, ülkenin, üniversitenin güvenliğiyle ilgili her konuyu denetlerim…” gibi bir şeyler söylemişti.  Mahkeme bu beyanı zapta geçirmemişti. Çok ısrarcı olmama rağmen, avukatların da ısrar etmelerine rağmen, bu beyan zapta geçirilmemişti. “Görülen dava ile ilgisi olmadığından zapta geçirilmesine gerek yoktur,” deniyordu.

Bu ilişkilerin bir de ahlaki yönü vardı. Bir asistan, aynı odada beraber oturduğu, sohbet ettiği, arkadaşlarıyla yaptığı konuşmaları dinlediği bir kişiyi, oda arkadaşını, meslek arkadaşını nasıl ihbar edebilir? Bu tutumun dinamiği nedir? Neden ilgili kişinin düşüncelerini eleştirmiyor da ihbar yapıyor? Neden işini açık değil, gizli yürütüyor? Bu tutumlar nasıl oluşuyor, nasıl gelişiyor? Bu ilişkilerin farklı bir yönü daha vardı. Bu da bu kişilerin “biz bilim adamıyız, biz vatanperveriz, biz milliyetçiyiz, sanık Beşikçi vatan hainliği yapmaktadır…” diyerek bilim, bilim adamı, vatanseverlik, milliyetçilik gibi kavramları sıkı sık kullanarak karmakarışık bir düşünce, bir görüş, bir niyet ortaya koymalarıydı. Objektif düşünceleri,  sübjektif duyguları ve düşünceleriyle sık sık karıştırıyorlardı. Siz somut bir gerçeği dile getirdiğiniz için “vatan haini” oluyorsunuz, profesörler ise somut gerçeği reddettiklerinden, inkar ettiklerinden hem “bilim adamı” oluyorlar hem de “vatansever” oluyorlar. Somut gerçeklikleri dile getirdiğiniz için iradenizin ve isteğinizin dışında gelişen olguları saptadığınız ve açıkladığınız için sizin üniversite ile ilişiğiniz kesiliyor, birçok güçlüklerle, çeşitli mağduriyetlerle karşı karşıya kalıyorsunuz; inkarcı ve imhacı tutumlarından ve düşüncelerinden dolayı onların üniversitede önleri açılıyor, akademik basamakları kolayca ve hızlı bir şekilde aşıyorlar. O zaman bu kavramların, yani bilim yöntemine ve bilimsel düşünceye ilişkin kavramların somut olgular ve olgusal ilişkiler temelinde yeniden ele alınmaları ve irdelenmeleri gerekiyor.

Muhbir sosyal siyaset asistanından, bu duruşmadan 15 gün kadar sonra bir mektup aldım. Erzuıum’dan postaya verildiği anlaşılan mektup 25 Mart 1972 tarihini taşıyor. Muhbir asistan mektupta, zayıf bir kişiliğim olduğunu bu bakımdan Kürtlerin beni kolayca kandırabildiklerini yazıyordu. Mahkemedeki halime acıdığını, bu bakımdan bana yardım etmek istediğini de belirtiyordu. Askeri savcıların, askeri yargıçların çok iyi, adil insanlar olduğunu, kendisinin onlarla çok iyi ilişkiler içinde olduğunu, eğer istersem, onlar nezdinde girişimde bulunarak beni kurtarabileceğini yazıyordu. Bunun için benim de küçücük bir iş yapmam gerektiğini, bu saçma sapan düşüncelerden, bilimsel olmayan, hiç kimsenin hayrına olmayan, devletin hayrına olmayan düşüncelerden döndüğümü, pişman olduğumu açıklamam gerektiğini belirtiyordu. Kürtlerin beni kandırdığını ve benim bu halime acıdığını anlatıyordu. “Sana yardımcı olmak, eski bir arkadaş olarak, meslektaş olarak benim görevimdir” diyordu. “Duruşmadan sonra dikkat ettim, sen kelepçelenip, cezaevi arabasına bindirilip, zindanın kör karanlıklarına gönderilirken, avukatların cüppelerini, çantalarını sallayarak, gülüşerek, şakalaşarak, mahkemeden kendi özel işlerinin yolunu tuttular… Onlar seni kandırıyorlar. İleride Kürdistan kurulsa bile sana bir şey vermeyecekler. Tüm makamlar onlar tarafından doldurulacak….” şeklinde yazıyordu.

Muhbir asistan bu mektubu “… İşletme Fakültesi sosyal siyaset asistanı, üniversite, Erzurum” kimliğiyle yazıyordu.

Bu, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir mektuptu. Muhbir profesörlerin, savcıların, mahkemenin, yargıçların düşüncelerini ve tutumlarını açıkça ortaya seriyordu.

Profesörlerin mahkemede dinlenilmelerinden sonra ilk duruşma 14 Nisan 1972 tarihinde gerçekleşti. Mahkemenin yanlı ve politik tutumunu sergilemek ve deşifre etmek için bu mektubu bir dilekçe ile birlikte mahkemeye sundum. Muhbir profesörlerin düşüncelerini ve tutumlarını, mahkemenin tutumunu eleştirdim, mahkemenin davadan çekilmesini istedim. Mahkeme bütün bu görüşleri ve istekleri “görülen dava ile ilgisi yok” diyerek reddetmişti.

Profesör Dr. Suat Bilge, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde uluslararası ilişkiler okutuyordu. Suat Bilge aynı zamanda Adalet Bakanlığı’nda müsteşardı. Kendisine resmi ideolojiyi irdeleyen bir mektup göndermiştim. Bu mektupta, resmi ideolojinin Kürtleri ve Kürtçe’yi inkar eden tutumunu insan hakları açısından irdelemeye çalışmıştım. Mektupta somut gerçeklikler karşısında, askeri savcıların, yargıçların, Yargıtay’ın ve bilirkişi profesörlerin tutumları inceleniyordu. Somut gerçekleri inkar eden anlayışın bilimsel düşünce yöntemiyle hiç uyuşmadığı, demokrasi ilkelerine aykırı durumlar yarattığı belirtiliyordu. Kürtlerin somut varlığının, eşitlik, özgürlük, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerleri hiçe saydığı anlatılıyordu. Bu mektup el yazılıydı ve elden gönderilmişti, 12 sayfa kadardı. Bu mektubun Siyasal Bilgiler Fakültesinde  Prof. Bilge’ye ulaştırıldığını düşünüyorum. Mektup, daha doğrusu eleştirel yazı, 1972 baharında gönderilmişti. Çok makul olan bu mektubun, bu eleştirinin, fakültede, en azından bazı çevrelerde çok olumsuz etkiler yarattığını sanıyorum. Halbuki ben mektubu, inkarcı ve asimilasyoncu tutum konusunda, Prof. Suat Bilge üzerinde olumlu bir değişiklik yaratabileceğini düşünüyordum. Resmi ideolojinin üniversite çevresinde eleştirilebileceği, eleştirilmesi gerektiği gibi bir düşüncem de vardı. Fakat mektubun düşündüğüm etkileri yaratmadığı anlaşılıyordu. Siyasal savunmalardan sonra bir de böyle bir mektup, eleştirel yazı, fakültenin, benim hakkımdaki düşüncesini daha da olumsuzlaştırdı sanıyorum.

1972 yılı başlarında, Muş Lisesi’nden bir grup arkadaş getirildi. Bu arkadaşlar bir süre gözaltında tutulduktan sonra tutuklanarak tutukevine gönderildiler. Bu arkadaşlardan Kazım Baba, Hüseyin Topbaş, Erdal Şener öğretmendiler. Çetin Dayı, Ali Yalçın öğrenciydiler.  Öğrenciler gibi öğretmenler de çok gençtiler. Aynı dönemde Tatvan’dan, birkaç ortaokul öğrencisi de getirilmişti. Bu öğrenciler gözaltından bırakılmışlardı.  Bu öğrencilerin bayrağa selam vermekte kusur ettikleri, bu şekilde birçok suç işledikleri iddia ediliyordu. Muş’tan getirilen arkadaşlar da bizim komünde, yani Ocak Komünü’nde kalmaya başladılar.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları Savunması

DDKO duruşması 10 Aralık 1971 tarihinde başlamıştı. O güne kadar arkadaşlar, askeri savcıların iddianamelerinde dile getirdikleri görüşleri eleştirmek için çok büyük çaba sarf ettiler. Mümtaz Kotan, İbrahim Güçlü, Yümni Budak, Ali Beyköylü, Nezir Şemikanlı, Fikret Şahin 167 sayfalık bir metin hazırlamışlardı. 167 sayfalık daktilo metinde iddianameye cevap veriliyordu. Bu metinde Kürtlerin ulusal ve toplumsal varlığı, Kürtçe’nin Türkçe’den, Arapça’dan ve Farsça’dan ayrı, bağımsız bir dil olduğu ayrıntılı bir şekilde dile getiriliyordu. Bu siyasal bir savunmaydı.

Daha sonra bu gruba, esas hakkında savunma yapılırken Battal Bate, Ali Yılmaz Balkaş ve Mahmut Kılınç da katıldılar.

167 sayfalık metnin hazırlanması çok zor olmuştu. Devrimci Doğu Kültür Ocakları’na mensup arkadaşlar kendi aralarında sürekli bir tartışma yaptılar. Bazı arkadaşlar, daha doğrusu DDKO mensuplarının büyük bir kısmı böyle bir savunmayı “bu aşamada gereksiz” görüyorlardı. Aileler ziyaretlerde Kürtlerden Kürtçe’den, Kürtlerin haklarından söz eden savunmaların yapılacağından haberdar olmuşlardı. Bazı arkadaşlar bu düşüncelerini, niyetlerini, kendi ailelerine de anlatıyorlardı. Aileler bu tartışmalardan bilgi sahibiydiler. Fakat aileler genel olarak bu savunmaların yapılmasına karşıydılar. Bu savunmaların Kürtleri yeni yeni baskılarla karşı karşıya bırakacağını söylüyorlardı. Örneğin yeniden sürgünler yaşanacağını vurguluyorlardı. Aileler, en azından kendi oğullarının öyle bir savunmaya imza koymamasını tembih ediyorlardı. Bazı aileler, oğullarına, milli mücadelede ne kadar yararlı olduklarına dair olaylar anlatıyorlardı. Devletin bu yararlılıklardan dolayı kendi ailelerine gönderdiği yazılardan söz ediyorlardı. Bu yazılardan örnekler getiriyorlardı. Arkadaşlar  bu tür yardımlara pirim vermiyorlardı. 167 sayfalık iddianameye cevap metni, böyle bir ortamda, sancılı bir ortamda hazırlanmıştı. Bu metin daktiloyla çoğaltılmıştı.

İddianameye cevap metninin hazırlanması gibi, okunması da çok zor oldu. Yukarıda isimleri belirtilen altı arkadaş, kendi ifadeleri olarak, kendi savunmaları olarak bu metni hazırladıklarını, bunun, ortak ifadeleri, ortak savunmaları olduğunu söylüyorlardı. Fakat mahkeme, ortak savunmanın mahkeme huzurunda okunmasını istemiyordu, buna engel oluyordu. Arkadaşlar ise, bunu okumakta ısrarlıydılar. İfadelerinin bu olduğunu, aksi halde ifade vermeyeceklerini vurguluyorlardı. Mahkeme, “dilekçeyi bize verin, kaydedelim, biz sonra okuruz, duruşmalarda bunun tamamının okunması için gerekli zamana sahip değiliz” diyorlardı. Birkaç celse bu tür tartışmalarla geçti. Mahkeme ile arkadaşlar arasında gerginlikler yaşandı. Daha sonra, iddianamede, sanık sıfatıyla isimleri geçen bazı arkadaşlar, kendi eylemleriyle ilgili olarak ifade verdiler. Sıra, yukarıda isimleri belirtilen arkadaşlara gelince, onlar tekrar 167 sayfalık ortak savunmalarını okumakta ısrarlı oldular. Bu kararlı tutum karşısında mahkeme kararından dönmek zorunda kaldı ve savunma arkadaşlar tarafından okundu. Okunması birkaç celse sürmüştü.

Kürtlerin toplumsal ve ulusal varlığının, Kürtçe’nin, Türkçe’den, Arapça’dan ve Farsça’dan bağımsız bir dil olarak varlığının bilinçli ve sistematik bir şekilde ileri sürülmesi, kanımca, gerek mahkeme, dolayısıyla devlet üzerinde, gerekse Kürt halk yığınları üzerinde çok önemli etkiler yarattı.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları duruşmaları bütün gün sürerdi. Sabahtan akşama kadar bütün gün. Arkadaşlar öğle vakti yemek için tutukevine getiriliyorlardı, yemekten sonra tekrar götürülüyorlardı. Duruşmaların akşam geç saatlere kadar sürdüğü de olurdu. Arkadaşların mahkemeye gidişlerini, mahkemeden gelişlerini yakından izlerdim. Arkadaşlarla, mahkemede olup bitenler konusunda uzun uzun konuşmalarımız olurdu. Ben de iddianameye cevap metninin, ortak savunmanın mahkeme huzurunda okunması gerektiğini düşünüyordum.

Yukarıda, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın iddianamesinin 21 kişi hakkında düzenlendiğini belirtmiştim. Altı arkadaşın 167 sayfalık ortak savunma hazırladıkları anlatılmıştı. Bu altı arkadaştan ayrı olarak, sekiz arkadaş daha, iddianameye cevap niteliği taşıyan ayrı bir metin hazırladılar. Bu arkadaşlar da 25 sayfa kadar olan ortak savunmalarında, Kürtlerin ulusal ve toplumsal varlığından, Kürtçe’nin bağımsız bir dil olarak varlığından söz ediyorlardı. İkinci grup arkadaşlar arasında İhsan Aksoy, Faruk Aras, İhsan Yavuztürk, Sabri Çepik, Niyazi Dönmez, Nusret Kılıçaslan, Ferit Uzun, Zeki Kaya vardı.

Doktor Tarık Ziya Ekinci, yazar Musa Anter, Av. Canip Yıldırım, yazar Mehmet Emin Bozarslan, Mehmet Demir, İsa Geçit, Hasan Acar da 21 kişi arasındaydı. Bu arkadaşlar da kendi düşüncelerini, kendi eylemlerini anlatan savunmalar yaptılar.

Yukarıda, 167 sayfalık ve 25 sayfalık, iddianameye cevap metinlerinden söz ettim. Bu arkadaşlar, aşağı yukarı aynı imzalarla, esas hakkında savunmalar da yapmışlardı. Fikret Şahin, İbrahim Güçlü, Mümtaz Kotan, Ali Yılmaz Baltaş, Battal Bate, Mahmut Kılınç, Ali Beyköylü, Yümni Budak tarafından imzalanan savunma 489 sayfaydı. İhsan Yavuztürk, Faruk Aras, Niyazi Dönmez, Zeki Kaya, İhsan Aksoy ve Nusret Kılıçaslan tarafından imzalan savunma ise 202 sayfaydı. Bu gruplaşmalar, 1970’lerin ortalarında, 1974-1975 ortalarında, Komal-Rızgari ve Özgürlük Yolu olarak gelişmeye başladı.

Kürtler ilk defa, Türk mahkemeleri önünde, kitlesel bir şekilde savunma yapıyorlar, Kürtlerin ve Kürtçe’nin objektif varlığını vurguluyorlardı. Şakir Epözdemir’in 1969 yılında, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi Antalya Davası’nda yaptığı savunma sadece kendisi tarafından hazırlanmış ve mahkeme huzurunda da okunmuştu. Bu da siyasal bir savunmaydı. Bu savunmada da,  Kürtlerin ve Kürtçe’nin  objektif varlığı çok açık bir şekilde dile getiriliyordu. Fakat bu dava gizli olarak yürütülen bir dava olduğu için bu savunma kamuoyu tarafından gerektiği gibi bilinmiyordu. Şakir Epözdemir’in savunması 25.11.1969 tarihini taşıyordu. Kanımca, Şakir Epözdemir’in savunması ilk siyasal savunmaydı.  (bk.  Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi 1969/235 Antalya Davası Savunması, Hazırlayan Şakir Epözdemir,  Peri  Yayınları, Mart 2005,  s. 13-67)

Neden Kürtçe Savunma Yapılmadı?

DDKO savunmalarının çok zor hazırlandığını belirtmiştim. Kürtlerin ve Kürtçe’nin objektif varlığını ortaya koyabilmek için çok yoğun bir çaba sarfedilmişti. Kürtlerin Türk halkından ayrı bir halk olduğu, Kürtçe’nin Türkçe’den ayrı bir dil olduğu konusunda çok yoğun çalışmalar yapılmıştı. Bu düşünceleri isbat etmek için çok büyük bir emek harcanmıştı. Bu isbatı yapabilmek için şöyle bir tutum sergilemek de mümkündü. Örneğin mahkeme huzurunda Kürtçe konuşurdunuz, savunmalarınızı Kürtçe yapardınız. Askeri savcılar Kürtçe’nin dil olmadığını,  kelimeler yığını olduğunu,  bu kelimelerin % 40’ının, Türkçe kelimeler olduğunu iddia ediyorlardı.  Kürtçe konuşmadan, Kürtçe savunmadan sonra, “konuşmamızın, savunmamızın %  40’ını anladınız mı?”  diye sorulabilirdi. Arkadaşlara bu öneriler de yapılmıştı. Kürtçe bilen arkadaşlar da vardı. Hatta çoktu… Ama, Kürtçe bilmeyen arkadaşlar, böyle bir savunma yapmanın gerekli olmadığını söylüyorlardı.  Bu konuda psikolojik bazı baskılar da vardı. Arkadaşlar siyasal savunma yaptıkları için zaten baskı altındaydılar. Bir de Kürtçe savunma,  bu daha da artırabilirdi.

DDKO Davalarının Birleştirilmesi

1972 yılı Ocak ayı ortalarında, Diyarbakır, Silvan, Batman, Ergani ve Kozluk Devrimci Doğu Kültür Ocakları’na ilişkin iddianame geldi. Dr. Tarık Ziya Ekinci’nin ve Fikret Şahin’in isimleri bu iddianamede de vardı. Mehdi Zana, Niyazi Tatlıcı, Edip Karahan, Dr. Naci Kutlay, Av. Yusuf Ekinci, Av. Kemal Burkay, yazar Abdurrahman Uçaman, Dr. Nuri Sarmaşık, Dr. Ahmet Melik gibi arkadaşların isimleri bu iddianamede yer alıyordu. İddianamede yer alan diğer isimler şunlardı: Ferruh Ozaner, Vedat Erkaçmaz, Akif Işık, Fahri Evliyaoğlu, Zeki Bozarslan, Fikri Müjdeci, Mehmet Gemici, Mustafa Düşünekli, Ömer Kan, Abdurrahman Demir, Mehmet Emin Tektaş, İbrahim Erbatur, Ahmet Özdemir, Abdusselam Basutçu, Mehmet Şirin Balkaş. Bu arkadaşlar tutukluydular.

İddianamede belirtilen fakat tutuklu olmayan kişiler de vardı: Av. Ruşen Arslan, Av. Tahsin Ekinci, Zülküf Bilgim, Abdülhamit Karakoç, Nazım Sönmez, Abdurrahman Durre, Abdullah Beyik bu kişiler arasındaydı. Ahmet Eren, İrfan Bozgil, Mehmet Sözer, Sabri Yıldız, Ubeydullah Aydın yine bu kişiler arasında yer alıyordu.

Diyarbakır, Silvan, Batman, Ergani, Kozluk DDKO iddianamesinde 46 kişinin adı vardı. İddianamede Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi’nden sık sık söz ediliyordu. Partinin tüzüğü, programı, iddianamede yer almıştı. Bu dava, 1973 yılının Ocak ayının ilk günlerinde başladı. Daha sonra esas dava ile birleştirildi.

Mahmut Kılınç, Mehmet Tüysüz, Niyazi Dönmez, İbrahim Önen, Tayyar Alaca, Ahmet Zeki Okçuoğlu, Eyüp Alacabey, Ömer Bakal, Cimşid Bilek, Zerruh Vakıfahmetoğlu, Mahmut Fırat, Sait Pektaş, Battal Bate, Şakir Elçi, Ali Yılmaz Balkaş, Agah Uyanık İstanbul Devrimci Doğu Kültür Ocakları üyesiydiler. Bu arkadaşların büyük bir kısmı tutukluydu. Çeşitli iddianamelerle açılan bu davalar da esas DDKO davasıyla birleştirildi.

Süleyman Atay ve Nizamettin Barış Ankara DDKO mensuplarıydılar. Av. Fikri Yıldız Gürbüzhan Diyarbakır DDKO üyesiydi. Bu konularla ilgili iddianamelerle açılan davalar da esas dava ile birleştirildi. Feridun Yazar, Şeyhmus Aslan hakkında açılan dava, Nadir Yektaş, Abdülkadir Özışıklar, Halil Bülbül, Mehmet Emin Değer, İbrahim Babaoğlu hakkında açılan davalar yine, esas dava ile birleştirildi.

1972 yılı başlarında Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi iddianamesi de geldi. Halil Çiftçi, Musa Anter, Av. Zülküf Şahin gibi arkadaşlar bu iddianamede de sanıktılar. Diğer arkadaşlar arasında Av. Şerafettin Elçi, Sabri Vesek, Tahir Öktem, Abdülkadir Öktem, Hurşit Güneş, Agit Süleyman, Abdi Öner, Mehmet Hande, Süleyman Kayra, Şebap Bilgiç gibi kişiler vardı. İddianame kırk kadar kişi hakkında düzenlenmişti. Bu duruşmalarda siyasal savunma yapılmadı

Gülfer Taşer avukatımızdı. İbrahim Güçlü’nin nişanlısıydı. Duruşmaları, duruşma dosyalarını yakından izler, dosyadaki belgelerin, tutanakların fotokopilerini getirirdi. Bu süreçte diğer avukatlarla, örneğin Av. Şeraffetin Kaya ile, Av. Ruşen Aslan ile, Av. Yücel önen ile birlikte çalışırdı. Gülfer Hanım yiyeceklerimizle, giyeceklerimizle de yakından ilgilenirdi. Bazen mahkemeden mi geliyor, pazardan mı geliyor kestirmek zor olurdu. Fotokopiler, kitaplar, dergiler, yiyecek torbaları hep birbirine karışırdı. Mümtaz’ın nişanlısı Behiye, Ankara’da bir devlet dairesinde çalışıyordu. Diyarbakır’a ziyarete geldiği zaman Gülfer’i görürdü, ziyarete de birlikte gelirlerdi. Birkaç kere Leman da onlarla birlikte ziyarete gelmişti.

Tutukevi yönetimi, Kürtçe yapılan konuşmalardan çok rahatız oluyordu. Bir ziyarette Edip Karahan eşiyle Kürtçe konuşuyordu. Askerler konuşmasını engellemeye çalıştılar. “Türkçe’den başka dille konuşma yasaktır” dediler. Edip Ağabey Kürtçe konuşmaya devam etti. Bunun üzerine askerler komutana haber verdi. Binbaşı kalabalık bir grup askerle ziyaret yerine geldi. Türkçe’den başka bir dille konuşmanın yasak olduğunu binbaşı da vurguladı. Buna rağmen Edip Ağabey Kürtçe konuşmayı ısrarla sürdürdü. O gün tutuklularla, tutukevi yönetimi arasında çok büyük gerginlik olmuştu ama ziyaret de sürmüştü. Ertesi gün, havalandırmadaki bütün direklere, koğuşun giriş kapısına, vs. “Türkçe’den başka bir dille konuşmak yasaktır” şeklinde afişler asıldığını, pulların yapıştırıldığını  gördük. Buna rağmen ziyaretlerde Kürtçe konuşmalar sürmüştü.

1972 kışında bir akşam, Kürt melelerden biri Kürtçe Mevlid okumuştu. Kürtçe Mevlid okunmasını engellemek için idare çok büyük bir çaba sarfetti. Tutukevi yönetimi, Kürtçe Mevlid’ten rahatsızlık duymuştu. Mevlidin okunması sırasında bile cemaati dağıtmaya çalışıyordu, Mevlid okuyan hocayı tehdit ediyordu. Bütün tehditlere ve engellemelere rağmen, Kürtçe Mevlid okundu, mele okumayı sürdürdü, cemaat de dağılmadı.

Öğrenciler mevlide ilgi göstermiyordu fakat köylüler, esnaftan arkadaşlar mevlidi çok doğal bir şekilde dinliyorlardı. Koğuşta namaz kılan çok arkadaş vardı. Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi  dosyasında yer alan arkadaşların büyük bir kısmı namaz kılıyordu, oruç tutuyordu. Bu arkadaşlar arasında dengbêj gibi Kürtçe şarkı söyleyen arkadaşlar da vardı, dengbêjleri dinleyenler de vardı. Dengbêj gibi şarkı söylenmesi, şarkıların dinlenmesi bazen bir töreni andırırdı.

Koğuşta, Halil Ağa’nın, Feqi Hüseyin’in ve benim ranzam yan yanaydı. Bir tarafımda Feqi Hüseyin, bir tarafımda Halil Ağa yatıyordu. Ranzalar iki katlıydı. Halil Ağa ranzanın alt tarafında,  yatıyordu. Üstte de İbrahim Güçlü yatıyordu. Benim yattığım ranzanın alt katında da Kürdistan Demokrat Partisi davasında yargılanan bir arkadaş vardı. Hüseyin Ağabey de kendi ranzasının üst katındaydı. Benim yattığım ranzanın alt katında kalan arkadaş bir dengbêjdi. Halil Ağa’ya şarkılar söylerdi. Halil Ağa sırtüstü uzanarak dengbêji dinlerdi. Bu şarkılar bazen saatlerce sürerdi Şarkılar çok hafif bir sesle,  sessizce söylenirdi. Bitişik ranzada olduğum için ben duyardım. Ayrıca duymak için bir çabam da vardı. Bu şarkılar hoşuma giderdi. Ama üç ranza ötede duyulduğunu sanmıyorum.  Hurşit Ağa da bu dengbêji dinlerdi. O da Halil Ağa gibi sırtüstü uzanarak dinlerdi.

Eğitim çalışmaları çeşitli alanlarda sürüyordu, Kürtçe öğrenmek isteyenler için de dersler vardı. Bu dersleri Mehmet Gemici veriyordu. Mehmet Gemici’nin esas mesleği de öğretmenlikti. Türkçe öğretmeniydi. Kürtçe derslerine ben de devam ediyordum. Dersin sürekli izleyicisi 10 kişi vardı. Ders akşamları yemekhanede yapılıyordu. Tutukevi yönetimi Kürtçe derslerden de rahatsızdı. Dersleri engellemek için bahane arar bir tutum sergiliyordu. Kürtçe derslere 1972 sonbaharında başlanmıştı. 2 Mart 1973 operasyonuna kadar sürmüştü.

“Bizim üniversitemiz özerk değil”, “Bizim üniversitemiz özerk”

1971-72 döneminde tutuklu olan pek çok memur vardı. Bunlar nüfus dairesinde, İl tarım müdürlüğünde, sağlık müdürlüğünde, tapu dairesinde, çeşitli dairelerde çalışıyorlardı. Tutuklu olan öğretmenler de vardı. Bu arkadaşlar ilgili muhasebelerden maaşlarının üçte ikisini alıyorlardı. 657 sayılı Devlet Memurları Yasası gereğince, bu tür durumlarda, yani hüküm kesinleşinceye kadar maaşın üçte ikisini almak mümkün olabiliyormuş. Naci Gürşin, Atatürk Üniversitesinde asistandı ve bu olanaktan yararlanıyordu. Ben de somut örneklerden söz ederek, bağlı olduğum Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanlığına başvurmuştum. Bu başvuruya verilen cevapta şöyle deniyordu: “Biz özerk bir üniversiteyiz. Bu uygulamada devlet memurları yasasına bağlı değiliz. İleride, beraat ettiğiniz takdirde, ödenmeyen maaşların tamamını alabileceksiniz.”

20 Temmuz 1970’te, Atatürk Üniversitesi’ndeki görevime son verilmişti, bununla ilgili olarak Danıştay’da yürütülen davada üniversite kendisini şöyle savunuyordu: “Biz özerk bir üniversite değiliz. 4936 sayılı üniversiteler kanununa tabi değiliz. Bu bakımdan, istediğimiz kişilerin görevlerine, istediğimiz anda son verebiliriz.” Görüldüğü gibi, üniversite özerk olduğu zaman da, özerk olmadığı zaman da, biz bunlardan bir yarar sağlayamamışız. Atatürk Üniversitesi’nde “biz özerk bir üniversite değiliz” denerek göreve son veriliyor, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde ise “biz özerk üniversiteyiz” denilerek üçte iki maaş uygulamasına engel olunuyor.

Nazif Kaleli-İfadeler Arasındaki Çelişki

1972 baharında, bir gün öğleden sonra, duruşmaya götürüldüm. Dosyalardaki yazılı belgeler okunuyordu, onlarla ilgili bazı sorular soruluyordu. Yazılı belgelerin çok büyük bir kısmı, bana gelen mektupların ve benim gönderdiğim mektupların fotokopileriydi. Yasadışı yollarla bu mektuplar ele geçirilmiş, açılmış okunmuş, fotokopileri alınmış, suç delili denerek mahkeme dosyalarına konulmuş. Yasadışı yollarla ele geçirilmiş delillerin yasal bir delil olarak kabul edilmemesi gerektiğini belirtiyordum. Mahkeme bu itirazları dikkate almıyordu.

Mektuplar birer birer okunuyordu. Okunan mektuplar, benim elime geçtiyse “bana böyle bir mektup geldi” diyordum. Okunan mektup benim tarafımdan gönderilen bir mektupsa “ben böyle bir mektup yazdım” diyordum. Bu okumalar sırasında, bana gönderilen fakat elime geçmeyen mektuplar olduğunu da fark ettim. Benim elime geçmediği halde, suç delili olarak dosyaya konulmuş. Bu arada bir tane de benim ağzımdan, benim imzamla yazılmış ama benim yazmadığım bir mektup olduğunu gördüm. Karşı tarafı suçlayıcı, kışkırtıcı bir mektuptu. Benim o kişiyle aramı bozmak için, ufak tefek tartışmaları derinleştirmek için yazılmış bir mektuptu.

Fen-Edebiyat Fakültesinden mezun olan, Van Gölü çevresinde, bir şehirde öğretmenlik yapan bir arkadaş vardı. Erzurum’dayken o arkadaştan bir mektup almıştım. Mektubunda devrimden, proletarya iktidarından, sınıf mücadelesinin keskinleştiğinden söz ediyordu. Bu mektup da okundu. Mektubu alıp almadığım, bu kişiyi tanıyıp tanımadığım soruldu. Mektubu aldığımı, bu kişiyi tanıdığımı söyledim. Sosyoloji dersine devam eden öğrencilerden biriydi. O celse hep bu tür mektuplar okundu.

Duruşmaya bir süre ara verildi. Ben de nezarete, kafese götürüldüm. Nezaretteyken, bir ara, yukarıda mektubundan söz ettiğim arkadaşı gördüm. 2 numaralı mahkemede duruşması vardı, duruşması tutuksuz olarak sürüyordu. Arkadaş bir ara, nezarethaneye, demir parmaklıkların önüne kadar geldi. Askerler gelişine engel olmaya çalıştılar ama o yine de geldi. Selamlaştık. Onun mahkemesinde de duruşmaya kısa bir ara verilmiş. Askerlerin engellemesine rağmen iki üç satır konuşabildik. Bana çok alçak sesle, yavaş yavaş şunu söyledi “İsmail Ağabey, sana gönderdiğim mektuplar var ya, onların fotokopilerini dosyama da koymuşlar, biraz önce o mektuplar okundu. Ben de İsmail Beşikçi’yi tanıdığımı ama mektup yazmadığımı, o mektupların bana ait olmadığını söyledim…” dedi. Hatta el yazısından örnek alınarak, Adli tıbba gönderildiğini söylediğini de sanıyorum. Benim bir şey söylememe fırsat kalmadan, askerler demir parmaklıklar önünden arkadaşı çekip götürdüler. Arkadaş 2 numaralı mahkemenin duruşma salonuna doğru gitti. Ben de 1 numaralı mahkemenin duruşma salonuna alındım. Bana gönderilen mektupların, benim gönderdiğim mektupların okunması bu celsede de devam etti. Yukarıda sözünü ettiğim mektupla ilgili bir gelişme olmadı.

Olay beni çok şaşırtmıştı. Diyarbakır’da iki sıkıyönetim mahkemesi vardı. Her iki mahkemede de görülen davaların belirli bir aşamasında aynı olay gündeme geliyor. Bu mektubun okunması, okunan mektuplar hakkında sorular sorulması, her iki mahkemede de aynı zaman sürecine, aynı ana rastlıyor. Fakat bu konudaki ifadeler çok zıt. Bu da çok şaşırtıcı bir durum. Bu, beni, biraz endişeye düşürdü. Ertesi günü, arkadaşa benim ifadem hakkında bilgi iletmeye çalıştım. Daha sonra, tutukevindeki birkaç arkadaşla birlikte, ifadelerdeki bu çelişkinin nasıl giderilebileceği konusunda  konuşmuştuk. İfadelerdeki çelişkiler fark edilirse zor durumda kalabilirdik. Özellikle arkadaş bakımından sıkıntılar olabilirdi.

Bu ifadeler dosyalarda öyle kaldı. Endişelerimiz çerçevesinde herhangi bir gelişme olmadı. İfadelerdeki bu çelişkiler herhangi bir sonuç doğurmadı.1972 baharında Nazif Kaleli ile böyle bir durum yaşamıştık. Nazif Kaleli’yi sevgiyle anıyorum.

Hüseyin Musa Sağnıç

Sıkıyönetim tutukevinde yoğun bir eğitim çalışması vardı. Örneğin Ocak Komünü eğitim çalışmalarını sıkı bir şekilde sürdürüyordu. Serbest çalışmalar yanında grup çalışmaları da vardı. Grup çalışmalarında bazı kitaplar müştereken okunuyordu. Okunan kitaplarla ilgili tartışmalar yapılıyordu. Kitaplar, parça parça, bölüm bölüm okunur, her okumadan sonra ilgili bölüm tartışılırdı. Ocak komününde grup çalışmalarına 12-15 civarında arkadaş katılırdı.  Ocak komününde eğitim disiplin içinde geçerdi,  öteberi yenmezdi, sakız çiğnenmezdi, sigara içilmezdi. Eğitim çalışmalarının yapıldığı oturumlarda, sohbet yapılmazdı. Eğitim için gerekmiyorsa, anı vs. anlatılmazdı. Ocak komününde eğitim ciddiyet içinde yaşanan bir süreçti. Eğitim gündüz de akşam da yapılırdı. Akşam yapılan eğitim çalışmalarına ben de katılıyordum. Eğitime katılan arkadaşlar arasında, Zülküf Şahin,  Fikret Şahin, İbrahim Güçlü, Mümtaz Kotan, Ali Beyköylü, Nezir Şemikanlı, Yümni Budak, Battal Bate, Mahmut Kılınç, Ali Yılmaz Balkaş, Hüseyin Musa Sağnıç, (Feqi Hüseyin) Recep Maraşlı, Kazım Baba, Hüseyin Topbaş, Erdal Şener, Çetin Dayı, Ali Yalçın… vardı. Genç arkadaşlar için değişik programlar da uygulanırdı.

Eğitim yemekhanede,  masa etrafında, sıraların üzerine oturarak yapılırdı.

1972 kışında, bir akşam, Lenin’in, Devlet ve ihtilal kitabını okuyorduk. Bir arkadaş kitaptan 3-4  sahife kadar bir parça okudu. Hemen arkasından, oturumu yöneten arkadaş, “arkadaşlardan biri okunan bu bölümü anlatsın, açıklasın” dedi.  O akşam oturumu Mümtaz Kotan arkadaş yönetiyordu

“Arkadaşlardan biri okunan bu bölümü anlatsın” sözünün arkasından sessizlik oldu. Saniyeler geçti, kimsede bir kıpırdanma görülmedi. 50 saniye geçti, kimseden bir ses çıkmadı.  Geçen bu saniyeler sırasında, ben de çok karmaşık duygular oluşmuştu. Kendimi yokladım. Okunan bu bölümü anlayamadığımı farkettim.  Okunanları dikkatle dinliyordum, fakat kafam biraz da, ertesi gün gideceğim duruşmadaydı. Bununla beraber okunan bu bölümü rahatça anlayamamanın hüznünü yaşadım. Bu, duygularımın biraz daha karmaşıklaşmasına neden oldu. Bir dakika kadar geçti, kimseden ses çıkmadığı görülünce, Mümtaz arkadaş bu sefer:

  • Arkadaş yeniden okusun, dikkatli dinleyin, burası çocuk bahçesi değil, çocuk avutmuyoruz… gibi şeyler söyledi.

Söz konusu bölümü arkadaş yeniden okumaya başladı. Herkes dikkatle dinliyordu. Bu okuma sonrasında Mümtaz tekrar:

  • Okunan bölümü arkadaşlardan biri anlatsın, açıklasın, dedi.

Yine sessizlik oldu. Kimse öne çıkmıyordu.  Bu bölümle ilgili bazı şeyler söylenebilirdi, fakat yine de çok iyi kavrayamamıştım. Bu bakımdan ben de sesimi çıkarmadım.  Bu arada yine saniyeler geçmeye başladı. O akşam yanımda Zülküf Şahin oturuyordu. Zülküf beni zorda bırakmaktan çok hoşlanırdı.  Daha önceki oturumlarda, yarı şaka, yarı ciddi bir şekilde:

  • İsmail Ağabey anlatsın yahu, koskoca asistan. Üniversite okumuş, hem de üniversitede hoca… derdi.

Daha önceki benzer oturumlarda bunu zaman zaman yapmıştı.  Ben de havalandırmada gezinirken Zülküf’e:

  • Eğitim çalışmaları sırasında, “İsmail ağabey anlatsın” diyerek beni zor durumda bırakma, sıkıntılara sokma, derdim.. Ama Zülküf bunları sık sık yapardı. O akşam yine Zülküf’ün böyle diyeceğinden endişe ediyordum. Kendi kendimi sorgulamam da sürüyordu. Okunan metni neden kolay ve rahat bir şekilde anlamadığım sorusu üzerinde düşünüyordum. İkinci okumada da okunanları anlatacak, açıklayacak bir arkadaş çıkmadı. Aradan 50 saniye bir dakika kadar zaman geçti. Mümtaz arkadaş biraz söylenmeye, sitem etmeye başladı. İşte bu sırada Hüseyin Ağabey:
  • Ben anlatacağım diye ileri atıldı.

Onca okumuş kişi arasında, Hüseyin Ağabey’in, “ben anlatacağım” diyerek ileri atılması, çok şaşırtıcıydı. Hüseyin Ağabey marangozdu. Türkçe okuma-yazmayı kendi kendine öğrenmişti. Çok güzel Kürtçe konuşur, Kürtçe yazardı. Hüseyin Ağabey anlatmaya başladı. Ben de anlatılanları dikkatle dinlemeye başladım. Hüseyin Ağabeyin, okunanları nasıl kolayca kavradığını da irdelemeye çalışıyordum. Ayrıca benim kolayca, rahatça anlayamadığım bir konuyu anlatacaktı. Hüseyin Ağabeyi dikkatle dinliyordum. Çok şaşırtıcı şeyler söylüyordu.  İlkel toplum, köleci toplum, feodal toplum,  kapitalist toplum, sosyalist toplum, emperyalizm, emperyalizme karşı omuz omuza mücadele, devlet egemen sınıfın baskı aracıdır,  feodalizmden kapitalizme geçiş gibi kavramları, ibareleri, terimleri, anlamlı, anlamsız cümlelerde kullanıyor, belirli bir düşünce bütünlüğü aramadan bu cümleleri arka arkaya sıralıyordu. Bunların okunan metinle hiçbir ilgisi yoktu. Bu şekilde, iki dakika kadar konuştu.  Bir süre sonra oturumu yöneten Mümtaz arkadaş:

  • Feqi sadede gel. Biz bunları mı okuduk? Sen neler konuşuyorsun, neler anlatıyorsun? Konuştuklarının okuduklarımızla ne ilgisi var? şeklinde çıkıştı.

Hüseyin Ağabey de:

  • Müsaade et gözüm, giriş yapıyorum, esas konuya da geleceğim, dedi.

Mümtaz:

  • Girişi falan bırak, esas konuya gir, diye çıkışmasını sürdürdü.

Bu çıkışma üzerine, Hüseyin Ağabey, konuşmasını bıraktığı yerden sürdürmedi. Sanki söze yeni başlıyormuş gibi, biraz önceki konuşmasını ilk cümleden itibaren tekrarlamaya başladı. İki dakika kadar yine aynı şekilde ilkel toplum, köleci toplum, feodal toplum diyerek konuştu. Bu sırada Mümtaz yine araya girerek, Hüseyin Ağabey’in sözünü kesti:

  • Feqi sen neler söylüyorsun, neler konuşuyorsun? Okunan parçada bunlar mı yazılıyor? Sadede gel… Hüseyin Ağabey yine:
  • Anlatacağım gözüm, anlatacağım, müsaade et…Şimdi giriş yapıyorum, esas konuya da sıra gelecek, dedi.

Mümtaz da Feqi’ye:

  • Giriş miriş yok. Esas konuyu anlat. Sana bir dakika süre. Eğer bir dakika içinde anlatmazsan, esas konuya gelmezsen bu akşam çalışmaları durduracağım şeklinde kızgınlık ve öfke dolu bir sesle konuştu. Hüseyin Ağabey yine konuşmaya başladı. Bu, bıraktığı yerden, kaldığı yerden başlayan ve sürdürülen bir konuşma değildi. Üçüncü konuşmasına da ilk konuşmasına başladığı gibi, “toplumlar beş aşamadan geçmiştir, ilkel toplum, köleci toplum…” diyerek başladı. Mümtaz hışımla araya girdi. Hüseyin Ağabey’e sitemle karışık öfkesini dile getirdi. O akşam eğitim çalışmalarını durduracağını söyledi. Arkadaşlar da o akşam için çalışmaların bitirilmesinin iyi olacağını söylediler. Öyle oldu. O akşam, oturumu yöneten Mümtaz, Hüseyin Ağabey’e:
  • Feqi, budan sonra sen bir hafta süreyle derse gelmeyeceksin, dedi.

Dersten sonra Hüseyin Ağabey’e:

  • Hüseyin Ağabey, medeni cesaretinden dolayı seni kutluyorum. O sıkıntılı anda, “ben anlatacağım” diyerek öne çıkman medeni cesaret örneğidir, demiştim. Hüseyin Ağabey de:
  • Konuşmama izin vermedi ki anlatayım. Durmadan sözümü kesti… demişti.

Feqi Hüseyin’le ilgili bir olay daha anlatayım. Hüseyin Ağabeyle birbirine komşu iki ranzada yatıyorduk. Her ikimiz de ranzaların ikinci katında kalıyorduk. 1972’de bir sonbahar günü. İç koğuş…… Koğuşa güneş ışıkları da giriyor. Biz ranzalara oturmuş bir şeyler okuyorduk. Tam karşımızda da bir grup arkadaş eğitim yapmak için hazırlık yapıyordu.  Bu grup içinde, Sabri Çepik,  İhsan Aksoy, Ferit Uzun, Faruk Aras, Niyazi Dönmez,  Nusret Kılıçaslan, Hasan Acar, Mahmut Fırat, Mehmet Tüysüz, İhsan Yavuztürk, Cemşit Bilek, Eyüp Alacabey gibi arkadaşlar vardı. Arkadaşlar bir hasırın üzerinde oturuyorlardı. Bir kısmı sırtını koğuşun duvarına dayamıştı. Bu grubun eğitimi pek disiplinli değildi. Örneğin, eğitim sırasında sigara içiyorlardı. Öteberi yiyorlardı. Birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Birbirlerine anılarını anlatır, gülüşürlerdi. O gün, eğitim için otururken, en çok duyulan sözcükler, Asya Tipi Üretim Biçimi’ydi. Arkadaşlar, Asya Tipi Üretim Tarzı’nı anlamak çok zor, diyorlardı. İlkel toplumu, köleci toplumu, feodal toplumu, kapitalist toplumu, sosyalist toplumu anlamak, çözümlemek kolay, fakat Asya Tipi Üretim Biçimi’ni anlamak zor diyorlardı. Asya Tipi Üretim Biçimi’ni anlamak zor yollu yakınmaları o gün birkaç arkadaştan duymuştum.  Arkadaşlar, üç metre kadar ötemizdelerdi. Sesleri bizim ranzalara çok rahat bir şekilde geliyordu.

Bir ara Hüseyin Ağabey’in ranzasından inip eğitim yapan arkadaşlara doğru gittiğini gördüm. Hüseyin Ağabey, bu arkadaşların oluşturduğu kümeye kadar vardı. Onlara, çok küçük belki de bir cümle bir şey söyledi, ayrıldı. İç koğuştan öbür koğuşa geçti. Hüseyin Ağabey kümeden ayrılır ayrılmaz, arkadaşlardan biri,  biraz da öfkeli bir şekilde, benim bulunduğum ranzaya doğru geldi. Sitem dolu bir sesle:

  • İsmail Ağabey, Feqi çok küstah bir adam, dedi.

Ben de arkadaşa, Feqi’nin çok değerli bir kişi olduğunu söyleyip neden böyle konuştuğunu öğrenmeye çalıştım. Arkadaş şunları söyledi.

  • Biraz önce bizim eğitim yaptığımız yere geldi. Bize, “Çocuklar, siz Asya Tipi Üretim Biçimi’ne çalışın, anlamadığınızı bana sorun” dedi.  Peki kim oluyor da, bize, “anlamadığınızı sorun” diyor. Biz üniversite öğrencileriyiz, o da nihayet bir marangoz. Ancak medresede okumuş, onu bile bitirememiş, feqi kalmış. Böyle söylemesi yakışık olur mu İsmail Ağabey?

Ben de:

  • Hüseyin Ağabey size yardım etmeye çalışmış, “anlamadığınızı bana sorun” demek kötü bir şey değil. Arkadaşlar, Asya  Tipi Üretim Biçimi’nin çok zor olduğundan yakınıyorlardı, ondan etkilenmiş olmalı demeye çalıştım.

Hüseyin Ağabey’deki bu cüret beni çok şaşırtmıştı. Öğrenci arkadaş gittikten sonra hep bunu düşündüm. Hüseyin Ağabey, toplumların gelişimi hakkında, Marksizm hakkında yeni yeni bilgi sahibi oluyordu.  Hüseyin Ağabey feodalizm hakkında çok şey biliyordu. Aşiretlerin, şeyhlerin konumları, toprak mülkiyetinin hangi ailelerde, kimlerde biriktiği, toprağı fiilen kimin tasarruf ettiği gibi konularda çok değerli bilgileri vardı. Ticaret, para- banka,  kredi, faiz ilişkilerinden dolayı kapitalizm hakkında da bilgisi vardı. İlkel toplum, köleci toplum sosyalist toplum hakkında da bilgisi vardı.  Ama, Asya Tipi Üretim Tarzı kavramıyla ilk defa karşılaştığını sanıyorum. Hüseyin Ağabey çok zeki bir kişiydi. Kelimelerin kökünü, ekini irdeleyerek hangi toplumsal ilişkilere tekabül ettiğini kavrayabiliyordu. Fakat Asya Tipi Üretim Tarzı kavramlarını yeni duyduğu açıktı. Bu konuda ciddi bilgilere sahip olmadığı açıktı. Bu bakımdan, “Çocuklar, siz Asya Tipi Üretim Biçimi’ne çalışın, anlayamadığınızı bana sorun” demesi beni çok şaşırtmıştı.

Bir-iki gün sonra havalandırmada gezinirken Hüseyin Ağabey’e, arkadaşların sitemlerinden, şikayetlerinden söz ettim.

  • Gençlere yardım etmek istemiştim, dedi.
  • Hüseyin Ağabey, dedim, Arkadaşlar gelseler, “Feqi biz Asya Tipi Üretim Biçimi’ne çalıştık, fakat anlayamadık, öğrenemedik, bunu bize anlayacağımız şekilde anlatsana…” deseler ne dersin, nasıl anlatırsın? Demiştim.
  • Bir şeyler söylerim, demişti.
  • Hüseyin Ağabey, eğer arkadaşlar bana, benzer bir soru sorsalar, onlara, sorularına cevap olarak anlamlı birkaç cümle söyleyebilirdim fakat, daha çok şu şu kitaplar okunabilir, gerekirse o kitapların bazı bölümlerini birlikte okuyabiliriz, derdim. Fakat senin fazla bilmediğin, hatta hiç bilmediğin bir konuda, böylesine bir tutum sergilemen, beni çok şaşırttı. Böyle bir soruyla karşılaşırsan ne diyebilirsin?

Hüseyin Ağabey:

  • O zaman sen bana biraz yardım ederdin, gibi bir şeyler söyledi.

Hüseyin Ağabey’e:

  • Gerçekten böyle bir soruyla karşılaşırsan, arkadaşlar sana böyle bir soru sorsalar, yardım isteseler ne derdin? diyerek sorumda ısrarlı oldum.

Hüseyin Ağabey:

  • İlk önce dünyada beş kıta vardır, derim diyerek söze başladı.

Ankara Devrimci Doğu Kültür Ocağı’nda, 12 Mart tarihinde verilen bir konferansın dava konusu edildiğini belirtmiştim. Konuşma MIT tarafından gizlice banda alınmış ve kaset suç delili olarak dosyaya konulmuştu. Dosyada kasetin çözülmüş metni de vardı. Bu metinde birçok yerde (…) kısımlar görülüyor. Bazı anlamsız sözcükler de var. Mahkemede bu davayla ilgili  olarak yapılan sorguda, konuşmanın bana ait olduğunu, Ankara Devrimci Doğu Kültür Ocağında bir konuşma yaptığımı bildirmiştim. Buna rağmen, bu bandı yeniden çözümleme için teknik bilirkişi tayin edildi. TRT’den Rıdvan Çongur, Can Gürzap ve iki kişinin daha bulunduğu teknik heyet duruşmayı izledi. Kanımca bu duruşmada teknik heyet tarafından sesim banda alındı. Bu sese göre bant yeniden çözümlendi.

Hurşit Ağa’nın Milli Duyguları

Duruşmalara hazırlık yaparak gidiyordum. Dosyada pek çok belge vardı. Yukarıda belirttiğim gibi, benim gönderdiğim ve bana gelen mektupların fotokopileri, gelen giden telgrafların fotokopileri önemli bir yekun tutuyordu. Bu mektuplar, telgraflar üzerine ne diyeceğim ayrı ayrı soruluyordu. Bazen tanıkların, muhbir tanıkların ayrı ayrı ifadeleri geliyordu. Bunlara duruşmalarda makul cevaplar veriyordum. Ertesi duruşmalar için de dilekçeler hazırlayarak yazılı savunmaları sürdürüyordum. Duruşmalara hazırlıksız gittiğim hiç olmuyordu. O günlerde duruşmaların arası 30-40 gün oluyordu. Duruşmadan beş altı gün önce hazırlıklara başlıyordum. Yazıları önce sarı teksir kağıdına tükenmez kalemle, el yazısıyla yazıyor ondan sonra da daktilo ediyordum. Bunun için yoğun bir emek harcanması gerekiyordu. Arkadaşlar bazen metnin daktilo edilmesine yardımcı oluyorlardı. Savunma hazırlıkları, yazılar, daktilolar için genellikle yemekhaneyi kullanıyordum.

Sıkıyönetim tutukevinde yaptığım en önemli işlerden biri arşiv düzenlemekti. Günlük gazeteleri, dergileri, kitapları edinebiliyorduk. Ocak komünü kendi ihtiyaçları için bir arşiv yapıyordu. Aynı gazetelerdeki bazı haberleri, yazıları ben de kesip biriktiriyordum. Bu gazete kesikleri, dergiler, kitaplar, savunmalarımız için de gerekli oluyordu. Benim için, gazetelerden ilgili haberleri yazıları biriktirmek çok önemli bir işti. Bunu düzenli olarak yapmaya çalışıyordum. Gazete kesikleri ile ilgili pek çok dosya oluşmaya başlamıştı. Ankara ve İstanbul sıkıyönetim mahkemelerinde süren davalarla ilgili haberleri, yorumları düzenli bir şekilde topluyordum. Bu dosyaları özenli bir şekilde koruyordum.

Şırnaklı bir ağa vardı, Hurşit Ağa. Dürüst, terbiyeli bir kişiydi. Milli duygulara sahip bir kişiydi. Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi davası dosyasında yargılanıyordu. TKDP iddianamesinde Barzani hareketine yardım ettiği, “şoreş” e buğday, şeker, gaz, tuz, lastik ayakkabı gönderdiği vurgulanıyordu. Hurşit Ağa’nın “şoreş” e gittiği, mele Mustafa Barzani ile görüştüğü de anlatılıyordu. Hurşit Ağa’nın, 1971’de dava arkadaşlarıyla birlikte gözaltına alındığında çok yoğun işkencelerle karşılaştığı, örneğin ayakları tavana asılmış, tepesi aşağı bir vaziyette günlerce tutulduğu anlatılıyordu. Kalp rahatsızlıkları vardı. Hurşit Ağa’nın rahatsızlıkları herkes tarafından rahatlıkla izleniyordu. Fakat gördüğü yaşadığı işkenceleri, kötü muameleyi, örneğin bana anlattığını hiç anımsamıyorum. Hurşit Ağa milli duygulara sahip bir kişiydi, aynı zamanda dindar bir kişiydi, namaz kılardı, oruç tutardı, zaman zaman Kuran okuduğu da olurdu. Eğer bir Kürt genci koğuşta, havalandırmada vs. kendisiyle Türkçe konuşuyorsa onunla sohbet etmiyordu. Hurşit Ağa benim duruşmalarımla da biraz ilgileniyordu. Mahkemeye gidip geldiğim günlerde “duruşma nasıl geçti, savcı ne dedi, sen ne dedin, mahkeme ne karar verdi” şeklinde sorular sorardı.

Hurşit Ağa, yemekhanede savunmalar için çalışırken sık sık yanıma uğrar bana takılırdı:

– Senin yaptığın boş iş. Bizim davamızın tek bir çözümü var, derdi. Böyle derken eliyle tabanca işareti yapar, işaret parmağıyla da tetik çeker bir pozisyon alırdı. Bizim sorunumuzun bundan başka hiçbir çözümü yoktur derdi.

Bense:

– Yazı önemlidir, araştırma-inceleme önemlidir der, çalışmalarımı sürdürdüm.

Hurşit Ağa, gazetelerden haberleri yazıp, yazıları kesip, dosyalara, büyük zarflara yerleştirme çabalarımı da çok yadırgardı.

– Bu gazetelerle neden bu kadar çok uğraşıyorsun, biraz eğlensene, havalandırmaya çıkıp biraz volta atsana derdi.

Bazen yemek masasının üzeri kitaplarla, gazetelerle, gazete kesikleriyle, kağıtlarla, daktiloyla dopdolu olurdu. Hepsi karmakarışık, birbiri içinde, üstüste, yanana dururlardı. Yemek vakti geldiğinde şüphesiz bunları kaldırıp bir tarafa koyuyordum. Ben masa başında bunlarla didişip dururken Hurşit Ağa ile gözgöze geldiğimde gülümser “bu çabalar boştur” diye bir tavır sergilerdi.

Hurşit Ağa bana ara sıra böyle takılırdı: “havalandırmaya çık, dolaş, top oyna, eğlenmene bak, yazıdan bir şey çıkmaz” derdi. Bu çok sık yaşadığımız bir olaydı. Hurşit Ağa’nın bana karşı doğal bir sevgisi, vardı. Yapıp ettiklerimle çok ilgileniyordu. Haziran’da bir gün yemekhanede yine çalışıyordum. Masanın üzerinde kağıtlar, kitaplar, daktilo vardı. Hurşit Ağa bana bir bardak çay getirdi. Bir de her zaman yaptığı takılmaları yine yaptı. Takılmasını yaptıktan sonra muzaffer bir  eda ile savuşup gidiyordu. Bu sefer onu kolundan tutarak yanıma oturttum.

– “Hurşit Ağa, yazıdan bir şey çıkmaz, önemli olan silahtır” deyip, savuşup gidiyorsun. Bu sefer seninle ciddi olarak bazı şeyler konuşmak istiyorum” dedim. Şunları söylemeye çalıştım.

– Şoreşe, Mele Mustafa Barzani’ye, Kürtlere yardım ettiğin söyleniyor. İddianamede şeker, tuz, gaz, lastik ayakkabı gönderdiğin iddia ediliyor. Mele Mustafa Barzani Kürt, Kürt hareketinin lideri, sen de Kürtsün. Fakat aranızda bir sınır var. Sınırın iki tarafında da aynı aşiret var, akraba var, aileler var. Aşiretin bir kısmı güneyde kalmış bir kısmı kuzeyde. Aynı dil aynı töre egemen ama arada bir sınır var, sınırı gizlice geçmek zorundasın. Gözetleme kulelerine yakalanmaman gerekir. Kürtleri, Kürdistan’ı böyle bölen parçalayan sınır nasıl oluşmuştur Hurşit Ağa? Senin bu konudaki düşüncen nedir? Akrabalar, aileler, aşiretler neden bölünmüş? Kürtler akrabalarına varabilmek için neden sınırları geçmek zorunda kalıyor. Neden daha çok da gizli gizli geçmek zorunda kalıyor? Senin bu konudaki düşüncen nedir Hurşit Ağa dedim. Kürtleri kim bölmüş, nasıl bölmüş, nasıl olmuş, dedim. Sen bu konularda ne düşünüyorsun dedim. Hurşit Ağa bir süre sessiz kaldı.

– Ben tarihten anlamam. Okuryazarlığım da yoktur gibi bir şeyler söyledi.

– Akrabalarının bazı günlük ihtiyaçlarını, tuz, gaz, şeker gibi bazı temel ihtiyaçlarını karşıladığın iddia ediliyor. Bunu gizli gizli yapmak zorunda kalıyordun. Üstelik bunları, çok büyük tehlikeleri göze alarak, bu tehlikelerin üstesinden gelerek gerçekleştirmek zorundasın. Yolda, dağda bayırda, boğazda, geçitte her zaman tehlikelerle, ölümlerle karşı karşıyasın. İnsanın kendi ülkesinde öyle gizli gizli yaşaması, gizli gizli dolaşması nasıl bir duygudur Hurşit Ağa?. Senin duyguların, düşüncelerin nedir? Kendi yakınlarına akrabalarına gaz, tuz şeker, ayakkabı götürüyorsun. Bu çok doğal insanı davranışı çok büyük tehlikeleri göze alarak gerçekleştiriyorsun. Bu nasıl bir duygudur Hurşit Ağa diyordum. Güneyde cereyan eden bir savaş var. Sen bütün tehlikelere rağmen oradaki Kürtlere yardım etmeye çalışıyorsun, seni bu davranışa sevk eden nedir, seni çeken duygu-düşünce nedir diyerek konuşmayı sürdürdüm.

Hurşit Ağa, ezik mahcup dinliyordu.

– Daha önce de Kürt ayaklanmaları oldu, Şeyh Mahmut Berzenci, Şeyh Sait, Ağrı, Dersim, Kadı Muhammed, Mahabad, pek çok ayaklanma oldu. Bunların neden başarıya ulaşmadığı, Kürtlerin insanlık ailesi içinde neden onurlu bir yer alamadığı bilinmesi gereken bir durumdur. Kürtler dünyada herkesin sahip olduğu haklara neden sahip olmadıklarını iyi anlamlıdırlar. Bunlar da ancak yazıyla, araştırmayla, incelemeyle olur. Yazı önemlidir. İnsan eline neden silah aldığını, kimle savaştığını, niçin savaştığını bilmelidir, dostlarını düşmanlarını iyi tanımalıdır. Düşmanlarının gücünü iyi görmelidir. Yazı bunlar için gereklidir demiştim. Yazı, araştırma inceleme gelişmemişse, sağlıklı bir mücadele de gelişemez demiştim.

O gün Hurşit Ağa’yla epey sohbet etmiştik. Milli duygulara sahip, dürüst, terbiyeli bir kişi idi. Hurşit Ağa feodal toplumun şeref, onur gibi bazı değerlerini koruyordu. Aslında yazının değerini biliyordu. Kürtler için yazının, sözün yetmediğini vurgulamaya çalışıyordu. Sömürgecilik, koruculuk, Kürt toplumundaki şeref, onur gibi bazı değerleri tamamen yozlaştırdı, çürüttü.

Koğuşta bir ağa daha vardı. O da dindar bir kişiydi. Namaz kılıyor, oruç tutuyordu. Genç arkadaşlar ona Türkçe öğretmeye, okuma yazma öğretmeye, bu arada Marksizm-Leninizm, proletarya diktatörlüğü öğretmeye başladılar. Her şey yarım yamalak kaldı. Tutukevinde gruplar arasında zaman zaman tartışmalar oluyordu. Bu tartışmalar sırasında grupların birbirine karşı tavır koyması da söz konusu oluyordu. Falancalara filancalara tavır alma, tavır koyma sırasında bu ağanın da kendine rol biçtiği, bazı kişi ve gruplara karşı, özellikle Ocak komününe karşı tavır aldığı, tavır koyduğu görülüyordu.

Savunmalar sırasında çeşitli profesörler tarafından hazırlanan “bilirkişi raporları”nı reddetmiştim. Bunun üzerine mahkeme yeni bir “bilirkişi” tayin etti. Yeni bilirkişi Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk sosyolojisi profesörü Dr. Hamide Topçuoğlu’ydu. Prof. Topçuoğlu 13 Haziran 1972 tarihli duruşmada mahkeme huzurunda dinlendi. Prof. Topçuoğlu’ndan, derste anlatılanlar, sınav soruları, sınav kağıtları, kitaplar, yazılar hakkında mütalaası isteniyordu. Bunlarda suç unsuru bulunup bulunmadığı soruluyordu. Hamide Hanım “önemli olan eleştirinin kesintisiz bir şekilde sürebilmesidir. Bu ortam varsa, bir yanlış bile yapılsa, ileride o yanlış bir başkası tarafından veya yazarın bizzat kendisi tarafından düzeltilebilir. Genç araştırmacılara bu fırsatı vermek gerekir” gibi şeyler söylemişti. Prof. Topçuoğlu’nun açıklamalarının mahkeme heyetini rahatsız ettiği, bu beyanları hoş karşılamadığı kanısındayım.

Mahkeme, askeri savcıdan esas hakkında mütalaasını hazırlamasını istedi. Askeri savcı, 18 Temmuz 1972 tarihli duruşmada esas hakkındaki mütalaasını mahkemeye sundu. Bu 140 sayfalık geniş bir mütalaaydı. Bu mütalaada derste anlatılanların, sınav sorularının, sınav kağıtlarının, yazıların, geniş bir anlatımı, özeti vardı. Sonuçta bunları yazmanın konuşmanın suç olduğu vurgulanıyordu. Bu mütalaaya karşı geniş bir savunma hazırladım. Muhbir tanıkların ifadelerini teker teker kıyaslamaya çalıştım. Kürtlerin ve Kürtçe’nin somut varlığı konusunda sık sık vurgulamalar yaptım. Gerek iddianamede, gerek esas hakkındaki mütalaada ırkçılık yapmakla, Türk milli duygularını incitmekle suçlanıyordum. Ben de Kürtlerin ve Kürtçe’nin reddine ve inkarına dayalı devlet politikası uyguladığı için, Kürtleri Türkleştirmeye yönelik politika uyguladığı için devletin ırkçılık yaptığını, redde ve inkara dayalı bu uygulamanın, Türkleri incitmesi gerektiğini, bunların dava konusu yapılmaması gerektiğini anlatmaya çalışıyordum.

Hüküm

Bu yargılama sonunda mahkumiyet hükmü verildi. Komünizm propagandası yapma suçundan sekiz yıl dört ay yedi gün ağır hapis (TCK 142/1), Kürtçülük propagandası yapma suçundan dört yıl sekiz ay hapis (TCK 142/3), toplam olarak 13 yıl yedi gün mahkumiyet hükmü verildi. Ayrıca, üç yıl Çanakkale’de,  ‘genel gözetim altında tutulma’ yani sürgün cezası vardı. Başka hükümlerden dolayı, 1982-1984 yılları arasında  iki yıl kadar Çanakkale Özel  Tip Cezaevi’nde tutulmuştum. Bu da yaşamın bir ironisi…

Gerekçeli karar 130 sayfa civarındaydı. Gerekçeli kararın Kürtçülük propagandası ile ilgili bölümünde Kürtlerin ulusal ve toplumsal varlığını inkar eden geniş bir bölüm vardı. Sıkıyönetim mahkemesi Kürtlerin aslının Türk olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Kürt dilini de inkar ediyordu. “Bu ilkel dil, Türk dilinin ilkel bir ağzıdır” deniyordu. Kürtler ve Kürtçe inkar ediliyor, reddediliyordu. Bu düşünce ispat edilmeye çalışılıyordu. Bu ispatın kesin olduğu vurgulanıyordu. “Kürt denenler”in Türk olduğu, “Kürtçe denen dil”in aslının Türkçe olduğu uzun uzun anlatılıyordu. Bu anlatımda “ilmin en son verilerinin ışığında, objektif araştırmaların, incelemelerin ışığında açık bir şekilde ortaya konulmuştur ki, Kürtlerin aslı Türk’tür, Kürtçe de Türk dilinin bir ağzıdır…” deniyordu. “Beşikçi Kürtlerin Türklerden ayrı bir halk olduğunu, Kürtçe’nin Türkçe’den ayrı bir dil olduğunu söyleyerek suç işlemiştir” vurgusu yapılıyordu. “ Beşikçi bu düşüncelerini, yazılarında, kitaplarında, konuşmalarında sık sık dile getirmiştir” açıklaması yapılıyordu. Mahkemenin Kürtlerin ve Kürtçe’nin inkarı konusunda yürüttüğü bu gayretkeşlik beni çok şaşırtmıştı. Kürtlerin varlığıyla, yokluğuyla ilgili tartışma yapma şüphesiz mahkemenin görevi değildi. Bu tartışma ancak bilimin, üniversitenin alanına girerdi. Sıkıyönetim askeri mahkemesi kesin doğrunun ne olduğunu da gösteriyor, “bunun dışında bir görüş belirtmek suçtur” vurgusunu sık sık dile getiriyordu.

Askeri mahkemenin bu tutumunu temyiz dilekçesinde geniş bir şekilde eleştirdim. Somut gerçeklerin mahkeme kararlarıyla yok edilemeyeceğini vurguladım. Somut gerçeklerin ancak anlaşılması kavranılması gerektiğini, bunun için de tartışmanın esas olduğunu belirtmeye çalıştım. Bu sürecin yaşanacağı alanın da mahkemeler olmadığını, üniversiteler olduğunu, basın yayın organları olduğunu belirtmeye çalıştım.

Hikmet Bozçalı

1972 yılı yaz mevsimi sonlarına doğru sıkıyönetim tutukevine Hikmet Bozçalı getirildi. Hikmet Bozçalı, İstanbul Devrimci Doğu Kültür Ocağı’nın Necmettin Büyükkaya’dan sonraki başkanıydı. 1970 yılı ortalarından itibaren İstanbul DDKO başkanı Hikmet Bozçalı’ydı. 1970 yılı Temmuzunda Atatürk Üniversitesindeki görevime son verildiğinde bazı kişiler ve kuruluşlar tepki göstermişlerdi. Bunlardan biri de İstanbul DDKO idi. İstanbul DDKO o günlerde, Diyarbakır’da yaptığı bir basın açıklamasında bu işlemi kınıyordu. Hikmet Bozçalı’yı o günlerden tanıyordum, isim olarak.

1971 Haziranında Ankara’da tutuklanıp Diyarbakır sıkıyönetime getirildiğimde, oradaki arkadaşlara Hikmet Bozçalı’yı sormuştum. Hikmet’in 12 Mart’tan sonra firar ettiğini, güneyde olabileceğini söylemişlerdi. Bu arada arkadaşlara Muhterem Biçimli’yi, Abdülkerim Ceyhan’ı ve Mahmut  Okutucu’yu da sormuştum. Arkadaşlar onların da firar halinde olduklarını, güneyde olabileceklerini söylemişlerdi. İşte Hikmet 1972 sonbaharında, Siverek’te bir köyde yakalanmış. Sıkıyönetim tutukevine getirildi. Yardım yataklık yaptıkları iddiasıyla Hikmet’le birlikte 20 kadar köylü de getirilmişti. Hikmet köyde kaldığı süre içinde çobanlık yapıyormuş.

Hikmet ilk önce gözaltı bölümüne konuldu. Gözaltı bölümü, tutukevi bölümüyle bitişikti, sırt sırtaydı. Arkadaşlar birer ikişer, üçer beşer gidip Hikmet’le görüştüler. Ben de bir iki satır konuştum, tanıştık. Tutukevinin havalandırmasıyla gözaltının havalandırmasını dikenli teller ayırıyordu. Dikenli tellere yanaşarak görüşme mümkün oluyordu. Hikmet ve arkadaşlarına çeşitli ihtiyaç maddeleri, yemek vs. verilebiliyordu.

Bir hafta kadar sonra Hikmet ve arkadaşları gözaltından çıkarıldılar, tutukevine getirildiler. Hikmetin dosyası da DDKO davasıyla birleştirilmişti.

Tutukevine geldikten kısa bir süre sonra Hikmet’te bazı ruhsal dengesizlikler görülmeye başladı. 1972 sonlarına doğru bu ruhsal sıkıntılar çoğalmaya yüz tutmuştu. Arkadaşlara, hemen hemen herkese sözlü olarak sataşıyordu. Herkesin içinde yüksek sesle, sloganlarla bağıra bağıra sataşması vardı.

“… senin kim olduğunu bilmiyor muyuz, senin Amerika için çalıştığını, Amerikan ajanı olduğunu biliyoruz, bunları birer birer ortaya çıkaracağız.” “… senin Amerikan ajanı olduğunu biliyorum, senin bütün faaliyetlerini biliyorum, bilmediğimi sanma.” “… sen kendini gizleme, senin emperyalizmin ajanı olduğunu herkes biliyor.” Bu sataşmalar sürüp gidiyordu. Hikmet herkese, ütün arkadaşlarına sataşıyordu. Arkadaşlar bunu büyütmüyor, Hikmet’le tartışmaya girmemeye özen gösteriyorlardı. Bu sataşmaları bilmezlikten duymazlıktan, görmezlikten geliyorlardı. Öte yandan arkadaşlar Hikmet’e çok sıcak ilgi gösteriyorlardı; yemesine, içmesine, giyimine, kuşamına çok dikkat ediyorlardı. Her türlü işinde yardımcı olmaya çalışıyorlardı.

Hikmet’le havalandırmada sık sık gezi yapıyorduk. Konuşmalarımız, sohbetlerimiz çok makul bir şekilde devam ediyordu, diğer arkadaşlara karşı böyle değildi, onlara sık sık sataşıyordu, doktor arkadaşlar beni uyarıyorlardı “havalandırmada Hikmet’le yalnız dolaşma, yalnız volta atma, iyi değil, Hikmet’in ruhsal sıkıntıları var, saldırabilir, havalandırma kalabalıkken, başka arkadaşlar da havalandırmadayken bir sakınca yok ama sadece ikinizin olması sakıncalı olabilir” diyorlardı. Hikmet’le ilişkilerimiz, sohbetimiz normal bir şekilde sürüp gitti. 1972 sonlarında, aralık ayında bir sabah, havalandırmaya ilk önce ben çıkmıştım. Havalandırmanın en uç noktasında, Dicle nehrine, Silvan yoluna doğru bakıyordum. Sisli bir hava vardı. Ortalıkta su birikintileri, çamur kümeleri vardı, ufuk kapalıydı, hava soğuktu. Dicle üzerindeki köprü zar zor seçiliyordu. Köprüden geçerek Silvan’a doğru giden arabaları seçmek çok zor oluyordu.

Havalandırmada Silvan tarafını seyrederken, koğuş kapısının açıldığını, Hikmet’in bana doğru yöneldiğini gördüm. Doktorların uyarılarını hatırladım fakat doğal olarak Hikmet’in gelmesini bekledim. Havalandırmada henüz kimse yoktu. Sadece ben vardım. Hikmet’le beraber iki kişi olduk. Hikmet bana kadar geldi. Selamlaştık. Silvan yolunu seyrettiğimi söyledim. Hikmet de Silvan’ın güzelliklerini anlatmaya başladı. Birbirimize Silvan’ı anlatıyorduk. Gerek Silvan merkeze gerek köylere ilişkin epey bilgim vardı, bir kısmını gezip görmüştüm. Yönümüz Silvan’a dönük bir şekilde sohbetimiz sürüyordu, epey zaman geçti, yarım saat kadar…

Bu sırada, koğuştan havalandırmaya bir arkadaş daha çıktı. O da havalandırmada biraz gezindi. Bizi fark etti. Hikmet onu görür görmez biraz öfkelendi, makul tavrını bıraktı, hırçınlaştı, ismiyle hitap ederek:

-… Buraya gel, diye bağırdı. Arkadaş bize doğru yavaş yavaş gelmeye başladı, geldi, üçümüz bir grup oluşturduk. Arkadaş bizim aramıza katılır katılmaz ona hışımla:

-Sen bana Beşikçi emperyalizmin ajanıdır, ABD ajanı, ABD emperyalizminin ajanıdır demiştin. Şimdi bunu kanıtla bakalım. Neye dayanarak bu iddiayı öne sürdün?. İşte sen işte Beşikçi , seni dinliyoruz, dedi.

Bu sözlerini bir hükümranlık duygusu içinde ifade etti. Bu sözleri duyunca biraz şaşırdım. Benim hakkımda böyle şeyler söylenebileceğini, bu tür iddialar ileri sürülebileceğini hiç düşünmemiştim. Bu arkadaşla, diğer arkadaşlarla olduğu gibi dengeli ilişkilerimiz vardı, selamlaşır sohbet ederdik. Henüz üniversitede öğrenci idi. Tutukevinde herkesin olayı davası hakkında herkes bazı şeyler bilirdi.  Bu arkadaş için de yurtdışına mektup yazdığı, mektubunda bağımsız Kürdistan’ın kurulacağından bahesttiği, sorgusunda böyle bir mektubun olmadığını söylediği belirtiliyordu.

Hikmet’in iddiaları, sataşmaları üzerine arkadaş çok rahatsız oldu, rengi soldu, hiçbir şey söyleyemedi, hiç ağzını açamadı. Arkadaşın  sessizliği 50-60 saniye kadar sürdü. Bu sessizlik üzerine Hikmet tekrar araya girdi.

-… Bana Beşikçi’nin ajan olduğunu söylemiştin. İşte sen, işte beşikçi, düşüncelerini, iddialarını kanıtla, bu iddialar üzerine Beşikçi’nin de söyleyeceği şeyler olabilir…

Arkadaş yine susuyordu, suskunluğu sürüp gidiyordu. Rengi uçmuştu. Psikolojik olarak rahatsızdı. Bu düşünceler, bu iddialara beni de çok rahatsız etmişti. Hakkımda böyle şeyler söylenebileceğini hiç düşünmemiştim. Böyle iddialar, düşünceler, duygular karşısında kalmak hoş bir şey değildi. Bu bakımdan arkadaşın söyleyeceklerini ben de çok merak ediyordum. Fakat arkadaş ağzını açıp bir çift sözcük söyleyemiyordu. Bazen dudakları kıpırdar gibi oluyor fakat ses çıkmıyordu. Arkadaşın, içinde bulunduğu rahatsızlık beni ayrıca rahatsız etmişti, rahatsızlığı artırmıştı. Arkadaşın, biraz rahatlamadan, gerginliklerini atmadan konuşması olanağı da yoktu. Bu durum karşısında.

-… Arkadaş belki böyle söylememiştir. Sen yanlış anlamış veya yanlış algılamış olabilirsin Hikmet, dedim.

Bu sözlerim karşısında Hikmet çok sinirlendi.

– Ben hasta falan değilim İsmail ağabey, ben ne konuştuğumu biliyorum İsmail ağabey, demeye başladı.

Sağlığının, kafasının, zihin ve ruh yapısının iyi olduğunu söylüyordu.

– Bu konuda kafamda çok çelişki oluştu. Hazır bir araya gelmişken bu çelişkileri çözmeliyiz, çözümlemeliyiz, diyordu…

Arkadaşa şunları da söyledi:

– Beşikçi dürüst bir adam. Düşüncesi, tavrı, davranışı iyi. Ben bu adama saygı duymak istiyorum ama senin bu iddialarından sonra kafamda çelişkiler oluştu. Amerikan ajanı ise bizim aramızda ne işi var, cezalandıralım, değil ise saygı duyalım, bu çelişkiyi şimdi çözelim.

Arkadaş hala susuyordu. Psikolojik olarak rahatsızlığı yanında, suskunluğu da rahatsız ediciydi. Bu durum karşısında ben bir kere daha:

– Arkadaş böyle dememiştir, sen bu şekilde algılıyorsun, demeye çalıştım.

Hikmet yine çok kızdı, aklının başında olduğunu, ne dediğini bildiğini anlatmaya çalıştı ve kendisine bu sözlerin söylendiğini iddia ettiği gün hakkında etraflı bilgi verdi, şöyle dedi:

-… Ben gözaltında tutulduğum ilk günlerde arkadaşlar beni ziyarete geliyorlardı. Şurada duvarın dibinde, tel örgülerin iki tarafında konuşuyorduk. Ben koğuşta durumun nasıl olduğunu, arkadaşların düşüncelerinin nasıl geliştiğini soruyordum. Sen de beni ziyarete geldin, yalnız olarak. Bu soruları sana da sordum. Bir akşam üzeriydi. Bana bir kap yemek getirmiştin, pilav, üzerinde et de vardı, çatal kaşık da vardı. “Benim çatalım kaşığım var” dedim.  “Koğuşa gelirken geri getirirsin veya gözaltındaki arkadaşlara bırakırsın” dedin. Yemek tabağını alıp, şu ağacın dibine koymuştun. Havalandırmada volta atan birçok arkadaş da vardı. Sana da arkadaşların durumunu, düşüncelerini sormuştum. “Koğuşta iki komün var” dedin, “biri sosyalistlerin, devrimcilerin komünü, bizim komün…” dedin. “Öbürü, milliyetçilerin komünü” dedin. “Milliyetçilerin komünü iyi değil, aralarında Amerikan ajanı da var” dedin. Böyle deyince ben de meraklandım, “kim” diye sordum, “Beşikçi” dedin. “Kürtlerden, Kürt sorunundan başka bir şey bilmiyor, durmadan Kürt milliyetçiliği yapıyor” dedin… Hikmet’in konuşması böyle sürüp gitti.

Hikmet’in konuşmalarından, anlattıklarından büyük bir şaşkınlığa düşmüştüm. Arkamdan neler neler konuşuluyormuş, bu konuşmaları ilk defa o gün duyuyordum, inanılmaz şeyler, hüzün verici şeyler… arkadaş hiç konuşmadı, Hikmet’in ileri sürdüğü şeyleri onaylayan veya yanlış olduğunu ima eden şeyler söylemedi. Bu sırada havalandırma da epey kalabalıklaşmaya başladı. Kalabalıklaşma sırasında bizim üçlü grubumuz da dağılmaya yüz tuttu.

O günden sonra arkadaşımızın bu düşünceleri, iddiaları nasıl ortaya atabilmiş olduğu üzerinde, kendi kendime uzun uzun düşündüm, sonunda bulur gibi oldum. Bu olaydan yedi, sekiz ay kadar önce, 1972 baharında bir gün, öğleden sonra duruşmaya götürülmüştüm. Benimle birlikte Hikmet’in sözünü ettiği, yukarıda anlatmaya çalıştığım arkadaş da vardı. O gün öğleden sonra sadece ikimiz mahkemeye götürüldük. Kafese, yani nezarethaneye konulduk. Tutukevinden mahkemeye gelirken ve nezarethanede arkadaşla sohbet ettik. Bana biraz duruşmasını anlattı. Yukarıda belirttiğim gibi yurtdışına mektup yazdığı ve bu mektupta  bağımsız Kürdistan’ın kurulmasından söz ettiği iddiasıyla dava açıldığını anlatıyordu. Yargıçlar duruşmaya ilk önce arkadaşı aldılar. Duruşmaya, bildiğimiz, tanıdığımız, benim duruşmalarımı da izleyen avukatlardan biri girdi. Mahkemenin kapısı açıktı. Nezarethane ile duruşma salonu birbirine çok yakın olduğu için mahkemede, duruşma sırasında  konuşulanlar kafeste rahatça duyuluyordu. Bunun için hiç gayret sarf etmeniz gerekmiyordu. Siz otursanız da dikilseniz de, parmaklıklara yanaşsanız da, nezarethanenin dibinde de olsanız ses geliyordu. Bir ara konuşmalar sırasında Ziya Gökalp’in adı geçti. Ziya Gökalp adı benim dikkatimi çekti. Acaba neden Ziya Gökalp’ten söz ediyor diye konuşmaya dikkat ettim. Arkadaş şöyle konuşuyordu:

– Böyle bir mektup yazmadım. Biz Ziya Gökalp’in torunlarıyız. Türk bayrağı altında yaşıyoruz. Neden böyle bir mektup yazma ihtiyacı duyayım diyordu.

Askeri savcılığın iddianamesine göre arkadaş 10 Mart 1970’te Kürtlerle Irak hükümeti arasında yapılan anlaşmadan sonra yurtdışındaki yakınlarına zaman zaman mektuplar yazmış. Mektuplarında Kürtlerin ezildiğinden, haklarının çiğnendiğinden, Kürtlerin dilinin kültürünün baskı altında tutulduğundan, Kürtlerin kendi hükümetlerini kurması gerektiğinden, Kürtlerin bu hakları olduğundan, bu haklarına kavuşmaları gerektiğinden vs. söz etmiş. Arkadaş da duruşmalarda böyle mektuplar olmadığını, kendisinin böyle mektuplar yazmadığını anlatmaya çalışıyor. El yazısı alınarak, Adli Tıp’a gönderiliyor. Arkadaş da yukarıda belirtildiği gibi “biz Ziya Gökalp’in torunlarıyız” diye savunmalar yapıyor. “Ziya Gökalp’in torunlarıyız” sözü beni çok şaşırtmıştı. 1971’de Doğu Duruşmaları sırasında, DDKO’ya mensup arkadaşlar ve diğer bazı arkadaşlar, Kürt olduklarını, anadillerinin Kürtçe olduğunu çok rahat bir şekilde söylüyorlardı. Bunları savcılıkta, mahkemede dile getirmeye çalışıyorlardı. Herhangi bir kişinin Kürtlüğünü inkar etmesi de ayıp sayılıyordu. Arkadaşın duruşması biter bitmez salona beni aldılar. Benim duruşmam da bittikten sonra bizi birlikte tutukevine getirdiler. Mahkemeden tutukevine gelirken yol boyunca aracın içinde sohbetimiz olmadı. Arkadaşımızın “Ziya Gökalp’in torunlarıyız”  diyerek kendi kimliğini inkara kalkışması hoş bir şey değildi.  Bunu biraz da moral bozucu buldum, arkadaşla sohbet etmek içimden gelmedi. Arkadaşa kendimce tavır koyma gerektiğini hissettim fakat arkadaş benim mahkemedeki savunmalarını, konuşmalarını duyduğumu anladı.

Ben mahkemeden tutukevine geldiğim zaman, tutukevindeki arkadaşlar etrafımı çevirir, duruşmada olup biteni sorarlar “hakim ne dedi, sen ne dedin, savcı bir şey söyledi mi” şeklinde sorular sorarlardı. Bazı arkadaşlar bunu muhakkak yaparlardı. Benim duruşmaları da izlemeye çalışırlardı. Örneğin Şırnak’lı Hurşit Ağa benim duruşmalarımla, savunmalarımla çok ilgilenirdi. Ben de makul bir şekilde duruşmada olup biteni anlatırdım. O gün de öyle oldu. Bazı arkadaşlarla konuştuk, sohbet ettik. Ben arkadaşın mahkemede söylediklerinden, “Ziya Gökalp’in torunlarıyız” sözlerinden kimseye söz etmedim. Kendim, sözlerini tasvip etmediğimi belirten bir tavır koydum ama bundan hiç kimseye söz etmedim, söz etmemeye özen gösterdim. Kararım da buydu. Fakat arkadaşın, bunu herkese anlatacağımı düşündüğünü sanıyorum. Buna göre, kendisi de önlem alıyor. Eğer bunu anlatırsam, anlatılanlar da yaygınlaşırsa, bu olayın etkisini kırmak için, o da beni suçlayacak… “o emperyalizmin ajanı onun anlattıklarına güven olmaz” diyecek, bunun gibi bir şey. Arkadaşın bu iddiaları, bu söylemi beni daha sonra da düşündürdü fakat bunun ötesinde arkadaşın böyle bir iddiayı dile getirmesi için daha ciddi bir neden bulamadım.

1992 yılında,  Kasım ayı başlarında, İstanbul’da düzenlenen TÜYAB Kitap Fuarına Yurt Kitap-Yayın da katılmıştı. Yurt Kitap-Yayın tarafından,  yasak kitapların zincirlenmesinden dolayı,  kitap fuarında olay da çıkmıştı. İşte o fuardan söz ediyorum. Fuar sona erdikten sonra, İstanbul’dan Ankara’ya dönüyorduk. Ünsal Öztürk, Kocaeli’nde, devlet hastanesine uğrayalım, dedi. Orada, Süreyya’nın kızkardeşi, yani Ünsal’ın baldızı Canan çalışıyordu. Hemşireydi. Hastaneye girdik.  Giriş katında, Canan’ın nerede olabileceğini araştırıyorduk. Canan laboratuarda çalışıyordu.  Biz de o bölümü arıyorduk. Kalabalık bir gündü. Ellerinde dosyaları hastalar da dolaşıyordu. O kalabalıkta, kapılara bakarken, birden bire, arkamdan birinin bana sarıldığını gördüm. Güçlü bir şekilde sarılmıştı. Beni bir odaya doğru sürüklüyordu.  Ne oluyor, diye Ünsal da şaşırmıştı.  Bir ara arkaya dönüp baktım. Bu olayda sözünü ettiğim arkadaş… Beni orada görmekten çok mutlu olduğunu söylüyor.  Çeke çeke,  sürüye sürüye beni odasına götürdü. Arkadan Ünsal da geldi. Ünsal’ı ve arkadaşı birbirleriyle tanıştırdım. Odasında, bizlere, bana iltifat etmeye çalışıyordu. Neler söyleyeceğini, bizi nereye oturtacağını bilmiyordu. Canan’ı aradığımızı söyledik. Arkadaş da laboratuarda çalışıyormuş, laboratuarın sorumlusuymuş. Canan da orada çalışıyormuş. Canan’ı gördükten, bir süre sohbet ettikten sonra oradan ayrıldık. Ankara yolunda, 1972 sonlarında, Diyarbakır sıkıyönetim tutukevinde yaşadığımız bu olayı Ünsal’a da anlatmıştım.

Askeri Yargıtay Başsavcılığının Birbiriyle Çelişen İki Tebliğnamesi

Avukatlar davayı izliyorlardı. 1972 yılı Kasım ayı sonlarında askeri Yargıtay başsavcılığının dava ile ilgili tebliğnamesi geldi. Bu tebliğnamede başsavcılık birçok neden göstererek hükmün bozulmasını istiyordu. Tebliğname 23 Kasım 1972 tarihini taşıyordu. O zaman askeri Yargıtay başsavcısı hakim Tuğgeneral Sabri Kirişoğlu idi. Tebliğnamede onun imzası vardı.

Davayı bu çerçevede izlerken 1973 yılı Ocak ayı sonlarında tebliğbnamenin değiştirildiği haberini aldı. Kısa zamanda bu yeni tebliğname de geldi. Yeni tebliğname 25 Ocak 1973 tarihini taşıyordu. Yeni tebliğnamede hükmün onaylanması isteniyordu. İkinci tebliğnamenin yeni bir başsavcı tarafından hazırlandığı ve imzalandığı görülüyordu. Yeni tebliğname hakim tuğgeneral Numan Özdalga tarafından imzalanmış. Hakim general Sabri Kirişoğlu 1973 başında emekli olmuş, onun yerine geçen hakim general Numan Özdalga askeri Yargıtay başsavcılığına tayin edilmiş. Onun da ilk işi benimle ilgili tebliğnameyi değiştirmek olmuş.

Birbiriyle çelişen iki tebliğname ve hükmün onaylanması konusunda benim de bir duyumum var. Bunu da belirteyim. Değerli bir arkadaşım, dostum var. Küçük kızı hüküm açıklanınca çok üzülmüş. “İsmail amcayı nasıl kurtarırız?” arayışına girmiş. Bütün bunlar benim bilgimin dışında olan gelişmeler… Arkadaşımın, ordudan emekli olan subay akrabası vardı. Kanımca çok yakın bir akraba idi. Bu akrabanın, Askeri Yargıtay’da tanıdığı askeri savcılar, askeri yargıçlar varmış. Küçük kızın istemi üzerine emekli subay Askeri Yargıtay’a gitmiş.  Orada, tanıdığı bir askeri yargıç arkadaşıyla görüşmüş. Dava ile ilgili bilgi vermiş, dosyanın dikkatli bir şekilde incelenmesini rica etmiş.  Dosyaya bakacaklarını, yazıdan, kitaptan ciddi bir mahkumiyet hükmünün çıkmaması gerektiğini, bu istemle ilgilenmenin kolay olduğunu belirtmişler. Bütün bunların benim bilgimin dışında gelişen olaylar olduğunu söylemiştim.

Aradan bir aydan biraz fazla bir süre geçmiş. Askeri Yargıtay’da görevli yargıçlardan biri, kendilerine bu ricayı ileten arkadaşlarını bizzat aramış.  Hem telefonda hem de yüzyüze görüşmüşler. Dosyanın, davanın, düşündüğü gibi bir dosya, bir dava olmadığını söylemiş… Çok zor bir dava. Bu dava ile ilgilenmek çok zor. Burada, bizi çok aşan bazı kararlar var. Bunlar bizim gücümüzü çok aşıyor.  Devletin, ilgili kişinin, yani sizin ilgilenmeye çalıştığınız kişinin hakkında çok olumsuz görüşleri var. “Bu kişi devletin betondan temellerine dinamit koymuştur” deniyor.

Bu konuyla ilgili benim de bir anım var. 1978 yılında,  Komal Yayınevi tarafından yayımlanan  Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi ve Kürt Sorunu  kitabıyla ilgili olarak, bir dava görülüyordu. Bu davada 1978 sonunda mahkumiyet verildi. Bununla ilgili olarak hazırlanan temyiz dilekçesini Yargıtay’a kendim götürmüştüm. Kalemde, yani yazı işleri bürosunda, dilekçeyi, daire başkanı yargıca götürmem gerektiği söylendi.  Yargıca götürdüm. Yargıç odasında tek başına çalışıyordu. Evrak inceliyordu. Dilekçemi görünce davanın mahiyetini sordu. Basın davası, kitapla ilgili mahkumiyet dedim. Bunun üzerine yargıç, düşüncenin hür olması gerektiğini, bu konudaki mahkumiyet hükümlerinin çağdaş Türkiye’ye yakışmadığını söyledi. Düşüncenin özgür olması konusunda açıklamalar yaptı.  Kendisinin de bu doğrultuda çaba sarfettiğini  söyledi. Bunları söylerken oturmam için  yer gösterdi. Makul, dengeli, yumuşak, sevecen bir tavrı vardı. Bir ara kitabın ismini sordu. Söyledim.  Bunu söyler söylemez, yargıçtaki yumuşaklık, sevecenlik, dengelilik kayboldu. Yargıç gerginleşti. Ortam da gerginleşti. Sanki yargıç, biraz önce gösterdiği yumuşak tavırdan pişman olmuştu. Yargıçta böyle duygular, karmaşık düşünceler geliştiği kanısındayım. “Bu başka!..” gibi bir şeyler mırıldandı. Kalktım, dilekçeyi imzaladı kayıt için kaleme sevketti.

1979’da bu dava ile ilgili hüküm de onaylanmıştı.

Siverekli Öğrenciler

1972 yılının yaz aylarında ve aynı yılın sonlarına doğru güvenlik kuvvetleri Tunceli, Muş, Siverek, Tatvan gibi yörelerden öğrenciler getiriyorlardı. Bunlar lise ve ortaokul öğrencileriydi. Öğrencilerle birlikte öğretmen, berber, terzi, tamirci gibi serbest meslek sahipleri, din adamları, köylü işçi bazı kişiler de getiriliyordu. Bunların bir kısmı gözaltındayken serbest bırakılıyor, bir kısmı tutuklanarak tutukevine, yanımıza gönderiliyordu. Bu kişilere gözaltındayken sistematik bir şekilde işkence uygulanıyordu. Tutukevine konulan bu öğrenciler gözaltındayken, çeşitli merkezlerde kendilerine nasıl işkence yapıldığını ayrıntılı bir şekilde anlatıyorlardı.

1973 baharında tutukevinden bazı kişilerin, özellikle öğrencilerin aranarak, tekrar sorguya, bazı merkezlere götürüldükleri, tekrar işkenceye alındıkları gözlendi.1973 yılı Ocak – Şubat aylarında, bu tutum, çeşitli kişilere uygulandı. Halbuki bu yasal bir durum değildi, tamamen keyfi bir durumdu. Bir kişinin tutuklanmasından sonra bir daha güvenlik kuvvetlerinin çeşitli bürolarına götürülmesinin, tekrar sorguya alınmasının yasal bir dayanağı yoktu. Bu tür operasyonlar yasal dayanaktan yoksun bir şekilde, keyfi bir şekilde yapılıyordu. Arkadaşlar bu işe son verilmesi için tutukevi yönetimiyle epeyce görüşme yaptılar. Koğuşta bu konu arkadaşlar arasında çok konuşulan bir konuydu. Böyle bir sürecin engellenmesi konusunda sürekli tartışmalar yapılıyordu. Neler yapılabileceği konuşuluyordu.

Tutukevine, Şubat ayının sonlarında bir grup öğrenci getirildi. Bu öğrenciler 20 kadar vardı, çoğu da Siverekliydi. Öğrenciler arasında Mehmet Uzun’un olduğunu da hatırlıyorum. Mehmet Uzun o zaman ince, uzun, zayıf, dal gibi bir çocuktu. Bu öğrencilerle birlikte bir hafta kadar beraber kaldık. Gözaltındayken kendilerine yapılan işkenceleri anlatıyorlardı. Hemen hemen hepsinin de işkence gördüğü anlaşılıyordu. 2 Mart 1973 günü öğrencilerden birkaçı idare tarafından istendi. Bunların bir konuda kendilerinin bilgilerine başvurmak için emniyete götürülecekleri söylendi. Emniyete götürülenlerin tekrar sorguya alınacakları, işkence görecekleri biliniyordu. Bu bakımdan bu gençlerin idareye verilmemesi kararlaştırıldı. Gençler de tekrar emniyete götürülmek istemi karşısında korktular, endişeye kapıldılar, paniklediler. Saklanmak için ranzaların altına girenler, ekmek dolabının içine girmeye çalışanlar oldu. Tutukevi yönetimi bu gençlerin idare binasına gönderilmesi için haber üstüne haber gönderiyordu. Tutuklular da işkenceye kimseyi teslim etmeyeceğiz, arkadaşlarımızı işkenceye vermeyeceğiz şeklinde tepki gösteriyorlardı. Yönetim “hiç kimsenin kılına dokunulmayacak, emniyete sorguya gönderilenler koğuştan nasıl alındılarsa öyle teslim edilecek. Bunun garantisi de biziz….” şeklinde konuşuyordu. Tutukevi komutanı yarbay bunu ısrarlı bir şekilde dile getiriyordu. 2 Mart günü akşamı, tutukevi yönetimiyle tutuklular arasında büyük bir gerginlik yaşandı. Yönetim arkadaşları almak istiyordu, tutuklular vermemekte kararlıydılar. Bu kararlılığı sözle eylemle gerçekleştiriyorlardı. Bu mücadele, gerginlik akşama kadar sürdü. Akşam gerginlik biraz daha tırmandı. Tutukevi komutanı yarbay birkaç kere görevlilerini göndererek belirtilen kişilerin muhakkak alınacağını, zora başvurmadan teslim edilmeleri gerektiğini bildiriyordu. Tutuklular ilgili arkadaşları yönetime teslim etmemekte kararlı olduklarını vurguladılar. Arkadaşlar görüşmelerde hep bunu vurguluyorlardı.

Gece geç saatlerde tutukevi komutanı bizzat geldi, genç arkadaşlar konusunda kolordunun düşüncesini ve tutumunu anlattı, kolordunun zor kullanarak ilgili kişileri alacağını söyledi. Durumu kontrol edemediğini, istenmeyen şeyler olabileceğini, makul davranmalarını, makul düşünmelerini, bunu rica ettiğini söyledi. “Arkadaşların kılına zarar gelmeyecek, ben kefil oluyorum” şeklindeki sözlerini yine tekrarladı. Tutuklular da “devlete güvenmiyoruz. Arkadaşlarımızı da işkenceye teslim etmeyeceğiz” tutumlarında ve söylemlerinde ısrarlı oldular. Gece geç saatlerde yapılan görüşme bu şekilde sona erdi.

Yönetimin zor kullanacağı anlaşılıyordu. Bu açık bir şekilde belli olmuştu. Bunun üzerine arkadaşlar havalandırmadan tutukevine giriş kapısının arkasına barikat kurmaya başladılar. Kapının arkasına masalar, dolaplar, sıralar doldurulmaya başlandı. Kapının arkası iyice dolduruldu. Kapının açılması artık mümkün değildi. Barikat kurulabilmesi için çok büyük emekler harcandı, epey zaman harcandı. Barikat özenle kuruldu. Hiç kimse elbiselerini çıkarıp yatağa girme gereğini duymadı. Arkadaşların büyük bir kısmı ayaktaydı. Bazı arkadaşlar elbiseleriyle yataklarına uzanmışlardı. Herkeste belirli bir endişe vardı. Herkes küçük küçük gruplar halinde neler olup biteceği konusunda yavaş yavaş konuşuyor, tartışıyordu. Böyle bir ortamda 3 Mart günü, sabaha karşı, alacakaranlıkta, saat 04’e doğru, herkes çok güçlü bir anons ile kendine geldi. Anonsla birlikte yataklarına uzananlar yerlerinden fırladılar. Anonsta “dikkat dikkat! Koğuşun etrafı güvenlik kuvvetleri tarafından sarılmıştır. Beş dakikaya kadar koğuşu terk ediniz. Aksi halde zor kullanılarak koğuştan çıkarılacaksınız…” deniliyordu. Bu anons birkaç kere tekrarlandı. Herkeste büyük bir telaş vardı. Herkes pencereye doğru koşuyor, havalandırmada nelerin olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Ben de tuvaletin pencerelerinden koğuşun arka taraflarına bakmıştım. 15 metre kadar ötede iki tankın mevzilendiğini, tankların toplarının koğuşu hedef aldığını gördüm. Tutuklular bu telaş içindeyken koğuş kurşunlanmaya başladı. Henüz üç dakika bile olmadan koğuşa kurşunlar yağıyordu. Havalandırmaya bakan pencerelerden giren kurşunlar ranzaların demirlerine çarpıyordu. Kurşunların çoğu tavana isabet ediyordu. Havalandırma askerlerle doluydu. Kurşunlar koğuştaki telaşı, paniği daha da artırdı. Sözünü etmeye çalıştığım genç, liseli arkadaşlar daha çok panik içindeydiler. Ne yapacaklarını bilmez şekilde oraya buraya savrulup duruyorlardı. Bu ortamda arkadaşlar kendi aralarında ne yapmaları gerektiği konusunu yeniden konuşuyorlardı. Böyle bir ortamda, henüz üç dakika bile olmadan, koğuşa göz yaşartıcı bombalar atıldığını gördüm. Koğuşun içi dumanlarla doldu. Zehirli dumanlar tutukluları anında etkilemişti. Bazı arkadaşlar zehirli dumanların etkisinden kurtulmak için tuvalet tarafına doğru gittiler. O tarafta da aynı durumlar vardı. Göz yaşartıcı bombalar o taraftan da atılmıştı. Kendini zehirli dumanlardan koruyabilmek için ekmek dolabına girmeye çalışan arkadaşlar oldu. Göz gözü görmüyordu. Herkes öksürmeye, aksırmaya başladı. Göz yaşartıcı bombalarla ilk defa o sırada karşılaşmıştım. Kanımca arkadaşların çoğu da benim gibi ilk defa karşılaşıyorlardı. Göz yaşartıcı bomba atıldığında ne yapmak gerektiğini, bu bombalardan nasıl korunmak gerektiğini bilmiyordum. Arkadaşların çoğu da aynı durumdaydı.

Zehirli dumanlar koğuşta büyük bir kargaşa yarattı. Arkadaşlar birazcık hava alabilmek için pencerelere, kapıya koşuyorlardı. Pencerelerde asker vardı. Süngüleriyle pencerelerin önünde dikiliyorlardı. Kapıda barikat vardı. Barikat, arkadaşların dışarı çıkıp biraz hava almasına engel oluyordu. Bu durum karşısında, barikatı bozup havalandırmaya çıkmak tek çare olarak kalıyordu. Barikatı bozmak için telaşlı bir çaba başladı. Fakat o telaş için, o panik ortamında barikat kolay kolay bozulamıyordu, sökülemiyordu. Arkadaşlar kapıya yığılmışlardı. Bu yığılmalar da  çalışmaları güçleştiriyordu. Barikatı sökmek için epey çaba harcandı. Arkadaşlar havalandırmaya atlayıp biraz hava alabilmek için olağanüstü bir çaba sarf ediyorlardı. Havalandırmada da çok büyük bir gürültü vardı. Tehdit, küfür, öfke sesleri, bağırmalar her tarafı dolduruyordu. Hava henüz alacakaranlıktı, herşey açık seçik görülemiyordu. Barikat çok zor söküldü. Arkadaşlar, havalandırmaya çıkabilmek için çok büyük çaba sarfediyorlardı. Epeyce çıkanlar oldu, havalandırmadaki sesler daha da yoğunlaştı, daha da çoğaldı. Tehdit, öfke, silah şakırtıları, zincir şakırtıları, sopaların vınlamaları, durmadan yoğunlaşan seslerdi. Bir süre böyle sürdü. O hengame içinde ben de koğuştan çıkmaya çalıştım. Her taraf duman olduğu için kimse kimseyi seçemiyordu. Koğuşa giriş kapısından dışarıya, yani kışladan havalandırmaya giriş kapısına kadar askerler veya görevliler iki sıra halinde dizilmişlerdi. Tutuklular bunların arasından geçiyor, havalandırmadan dışarıya çıkarılıyorlardı, daha doğrusu dışarıya fırlatılıyorlardı. Bu görevlilerin kiminin elinde sopa, kiminin elinde silah, kiminin elinde zincir, kiminin elinde cop vardı. Bir tutuklu arkadaş koğuştan havalandırmaya fırladığı zaman bu görevliler tarafından sıkı bir şekilde oluşturulmuş bir koridorun içine düşüyordu. Arkadaşların buradan hızlı bir şekilde geçmesi gerekiyordu. Zira, görevlilerin hepsi, ellerindeki silah araç ve gereçlerini tutukluya karşı şiddetle kullanıyordu. Ellerinde silah, sopa vs. olmayanlar yumruklarını, tekmelerini kullanıyorlardı. Görevlilerin oluşturduğu bu koridordan geçen hemen hemen herkes bu şiddete maruz kalıyordu. Yoğun bir şiddet uygulanıyordu. Yaralananlar, kanı akanlar vardı. Yerde kan birikintileri, kan izleri seçilebiliyordu. Havalandırmada çok büyük bir gürültü vardı. Tehdit, aşağılama, sövgü çok yoğundu. Ben de böyle bir şiddete maruz kaldım. Koridorun dışında, kapıya yakın bir yerde tutukevi müdürü yarbayı gördüm. Eli kolu bağlanmış, insanlara karşı böyle bir zulmün yapılmasının çirkin olduğunu, yetkilerini kullanarak bu zulmü engellemeye çaba göstermesi gerektiğini söylemeye çalıştım. Bu makul bir söylemdi. Tutukevi müdüründe de, olayları artık kontrol edemediğini, onları engellemeye gücünün yetmediğini, çaresizliğini ifade eden bir bakış vardı. İşte bu konuşmanın yapıldığı sırada belimden şiddetli bir tekme yedim. O tekme darbesiyle ben de havalandırma kapısından dışarıya fırlatıldım. Yüzüstü yere çarpmıştım. Kısa bir sürede kendimi toparlayıp ayağa kalktım. Arkadaşların toplanmış olduğu yere doğru gittim. Bel tarafından aldığım darbe şiddetli bir ağrı veriyordu. Yere çarpınca dizlerimde, kollarımda bazı sıyrıklar da meydana gelmişti. Kan sızıntısı vardı fakat benim yaralarım arkadaşlarımınkinin yanında hiçbir şey değildi.

Arkadaşlar havalandırmanın dışında, askerlerin eğitim yaptığı bir alanda toplanmıştı. Hemen hemen bütün arkadaşlar oradaydı. Tarık Bey’in, Halil Ağa’nın, Hikmet Bozçalı’nın yaraları vardı, yaralarından hala kan sızıyordu. Benden önce pek çok arkadaşın orada birikmiş olduğunu da gördüm. Çömelmiş bekliyorduk. Etraftaki bazı görevliler arkadaşlarımıza küfür ediyor, sövüp sayıyorlardı. Özellikle İbrahim Güçlü arkadaşımıza çok çirkin küfür ve saldırıları vardı. İbrahim’in nişanlısı avukat Gülfer Taşer’e, avukatımıza durmadan laf atıyorlardı. Bu görevlilerin önemli bir kısmının asker olmadıklarını o zaman anladım. Bunların, asker üniforması giydirilmiş kontrgerilla mensupları, özel tim mensupları olması muhtemeldi. Askerlerin, erlerin o küfürleri etmesi, böylesine yoğun şiddet kullanmaları olanaksızdı.

Bir süre sonra, tutukevi yönetiminden bir görevli kırk kişinin ismini okudu. Bu kırk kişi “azılı” olarak değerlendiriliyordu. Olayları, bu kişilerin teşvik ve tahrik ettikleri, bu kişilerin yönlendirdikleri iddia ediliyordu. Kırk kişiye “olayın elebaşları” deniliyordu. Bu kırk kişi içinde ben de vardım. Mehmet Emin Bozarslan da kırk kişi arasında sayılmıştı. Mümtaz Kotan, İbrahim Güçlü, Yümni Budak, Hikmet Bozçalı, Sabri Çepik, İhsan Yavuztürk, Faruk Aras, Cemil Fazla, İhsan Aksoy, Mehmet Kalafat, Üzeyir Bağcı, eczacı Reşat, yakın döğüş uzmanı Mümtaz… kırk kişi arasındaydı. İsimlerimizin “azılı” diye okunduğu sırada, koğuştaki bütün eşyalarımız da battaniyelere konularak havalandırmaya çıkarılıyordu. Kitaplar, dergiler gazeteler daktilolar herşey dışarıya çıkarılıyor, sağa sola fırlatılıyordu. Kitapların gazetelerin gazete kesiklerinin, dergilerin vs. sulara, çamurlara atıldığını gördük. Daktilolar gelişigüzel fırlatılıyordu. Mahkeme belgeleri ile ilgili dosyalar yerlere atılıyor, yırtılıyor, çiğneniyordu. Ocaklar tüpler, kapkacak herşey dışarı çıkarılıyor, sağa sola fırlatılıyordu. Koğuşta ranzalardan başka hiçbir şey bırakılmamıştı. Yastıklar, battaniyeler, giysiler, çamaşırlar da çıkarılmıştı. Onlar da yünleri, pamukları boşaltılarak didik didik aranıyordu.

“Azılı” denen, olayların kışkırtıcısı, tahrikçisi, yönlendiricisi, elebaşı olduğu söylenen kırk kişi hücrelere götürüldü. Hücrelere götürülenler arasında ben de vardım. Hücrelere götürülmemiz ve hücrelere konulmamız yoğun bir terör ortamında gerçekleşti. Görevliler hakaret dolu sözler sarfediyorlardı. Hücreler tutukevine yakın bir yerdeydi. Tutukevinin uzantısındaki barakalardan birindeydi. Hücrelerin bulunduğu tek katlı yapıda, ortası boş bir alan vardı. Bu, kare biçimindeki bir boşluktu. Bu boşluğun etrafına hücreler dizilmişti. 15 kadar hücre vardı. Bu hücrelere ikişer üçer kişi konuldu. Bu hücreler karanlıktı. Hücrelere elektrik tesisatı kurulmamıştı. Hücreler ancak mum ışığı ile aydınlatılabiliyordu.

Ben eczacı Reşat ile aynı hücreye konulmuştum. Hücrelere konulduktan sonra ilk iş, sporcu olarak, yakın döğüş uzmanı olarak söz ettiğim Mümtaz boşluğa çıkarıldı. Bu arkadaş bizim karşımızda bulunan en baştaki hücreye konulmuştu, Trakyalı bir arkadaştı. Arkadaşlara sabah sporları yaptırıyordu. Yakın döğüş, karate taktikleri öğretiliyordu. Bir süre Filistin’de kaldığı da söyleniyordu. Urfa tarafında Suriye’den giriş yaparken yakalanmıştı. Davası Ankara’daki sıkıyönetim mahkemelerinde görülüyordu. Oraya götürülünceye kadar Diyarbakır sıkıyönetim tutukevinde tutuluyordu. Askerler, komutanları teğmenin direktifiyle, teşvikiyle ve yönlendirilmesiyle sporcu arkadaşa yoğun bir meydan dayağı çekmeye başladılar. Komutan da, yumruklarıyla, tekmeleriyle meydan dayağına bizzat katılıyordu. Arkadaş da inleyerek, hiçbir suçu olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Sesler hücrelere net bir şekilde geliyordu. Kapıdaki kıl kadar aralıktan, dışarıda cereyan eden olaylar izlenebiliyordu. Arkadaşın inlemeleri, ağlayan tavırları, imdat çağrıları, hücredekiler için yoğun bir moral çöküntüsü yaratıyordu. Bu teröre tepki koyamama, bu çöküntüyü daha da artırıyordu. Hücredekiler biraz sonra sıranın kendilerine geleceğini, yakından biliyorlardı.

Sporcu arkadaşı, yaralı bir şekilde, her tarafından kanlar sızarak hücresine gönderdiler. İkinci olarak İbrahim Güçlü’yü çıkardılar. Aynı şiddet, aynı meydan dayağı, hatta biraz daha yoğunlaştırılarak İbrahim Güçlü’ye de uygulandı. İbrahim müthiş bir direniş sergiledi. Tekmelere, tokatlara, yumruklara rağmen İbrahim’in hiç sesi çıkmıyordu. Şiddetli fiziki darbeler karşısında İbrahim’in yere yıkıldığı oluyordu fakat İbrahim kısa bir süre içinde kendini toparlıyor, ayağa kalkıyordu. İbrahim o günlerde ince uzun, zayıf, dal gibi bir arkadaştı. Küfür de ediyorlardı. İbrahim ses çıkarmıyor, öfkeli bakışlarla kendine işkence yapanları izlemeye, beynine yerleştirmeye çalışıyordu. İbrahim’in ah vah şeklinde ses çıkarmaması, inlememesi, işkence yapanları ayrıca hiddetlendiriyordu. İbrahim’in bu direnişinin hücredekilere kıvanç verdiği şüphesizdir ama burada da büyük bir yürek ezikliği vardı. Hücredekilerin ortalık yerde cereyan eden böyle bir teröre tepki gösterememesi ezikliğin başlıca nedeni oluyordu.

Beklenenin tersine, İbrahim’den sonra işkenceye alınan olmadı. İbrahim’in kararlı direnişinin işkenceyi durdurduğunu sanıyorum.

Arşivin imha edilmesi

Hücredeki yaşantı, ilk günlerde çok zordu. Günde bir kere tuvalete çıkarılıyorduk. Kapılar sürekli kapalıydı. Günışığı, hava almak olası değildi. Hücre karanlıktı ancak, gün ışığı ile aydınlatılabilirdi. Hücredeki arkadaşların birbirleriyle konuşmaları engelleniyordu. Fakat bu konuşmalar her zaman sürdü. Engellemeler, tehditler her zaman aşıldı.

Sabahleyin tuvalete birer birer çıkarılıyorduk. Tuvalete gidip gelen arkadaşları, kapıdaki kıl kadar incelikteki aralıklardan, yarıklardan izleyebiliyorduk. Bir süre sonra koğuştaki bazı eşyaların getirilmesine izin verildi. Bu arada, koğuşta olup bitenler hakkında da bilgi sahibi olduk. Bütün kitaplara, dergilere, gazete kesiklerine el konmuş, mahkeme belgelerinin konulduğu dosyaların büyük bir kısmına el konmuş. Daktilolara, tüplere, ocaklara el konmuş. Pek çok yasak gündeme getirilmiş. Koğuşta da durum zamanla biraz düzenle yoluna girmiş. Fakat 2 Mart’tan önceki durumun yaşanması artık söz konusu değilmiş. Koğuşta kalan arkadaşlar benzer haberler gönderiyorlardı. Daha önce de belirttiğim gibi, gazetelerden dergilerden, mahkeme belgelerinden arşiv oluşturmaya çalışıyordum. Pek çok gazete kesikleri, dergiler, kitaplar, soruşturmalarla ilgili yazılar, iddianameler, mahkemelere sunulan savunmalar, mahkeme kararları, Yargıtay içtihatları vardı. Bazı arkadaşların duruşmalarına ilişkin belgeler de vardı. Gazete kesiklerinin, dergilerin, kitapların tamamen imha edildiğini, mahkeme belgelerinden de sadece küçücük bir kısmının kaldığını öğrendim. 3 Mart sabahı, gazete kesikleriyle ilgili dosyaların dağıtıldığını, yırtılıp çamurlara atıldığını, çiğnendiğini öğrendim. Bunların bir kısmını zaten o sabah ben de gözlemlemiştim. Koğuşta kalan arkadaşlara, arşivin derlenip toparlanması için haber gönderiyordum. Mehdi Zana koğuşta kalan arkadaşlar arasındaydı. “Beşikçi’nin belgelerine ne oldu? Beşikçi’nin arşivine ne oldu?” diyerek tutukevi yönetimiyle epey görüşme yapmıştı. Fakat gönderilen haberlerde çok az şey bulunabildiği anlatılmaya çalışılıyordu. Arşivin böylesine imhası hiç hoş bir durum değildi. Büyük emeklerle oluşturulmaya çalışılan arşiv kısa bir süre içinde yok edilmişti. Ayrıca her zaman yararlandığımız, yararlanmaya çalıştığımız belgeler, dergiler, kitaplar, gazete kesikleri, mahkemedeki savunmalarımız, iddianameler vs. yok edilmişti. Tamamen silahsız, savunmasız bırakılmıştık.

Hücreye kitap, gazete verilmiyordu. Verilmesi yasaktı. Zaten karanlıkta, mum ışığında okumak da çok zordu. Arkadaşlar kendi aralarında sohbet edip şarkı söylüyorlardı. Bir gün tuvalete giderken Hikmet Bozçalı’yı görmüştüm. Tostoparlak olmuştu. “Hikmet ne bu hal, tosun gibi olmuşsun” demiştim. “Zamanımız çok, bir türlü geçmek bilmiyor, durmadan ekmek yiyorum İsmail Ağabey” demişti. Ekmeği, leblebi gibi ufak ufak parçalara ayırıyormuş, durmadan onları atıştırıyormuş.

Hükmün Onaylanması

 8 Mart 1973 günü, Askeri Yargıtay’da duruşma vardı. Bu duruşmanın sonucunu merak ediyordum. 9 Mart sabahı benim bulunduğum hücrenin mazgalına nöbetçi üsteğmen geldi. “dün gece radyoda, gece haberlerinde, seninle ilgili bir haber vardı. Senin dava dün Askeri Yargıtay’da görülmüş, hüküm onaylanmış” dedi. Bu beklenen bir sonuçtu. Beklenen durumlar da, kesin olarak ortaya çıktığı zaman belli bir burukluk yaratıyor. Üsteğmen bu haberi verirken “ceza onaylandığına, hüküm kesinleştiğine göre artık sıkıyönetim tutukevinde kalamazsın, yakında Diyarbakır Cezaevine sevkin yapılır” dedi. Diyarbakır Cezaevi de geçici bir yer. Oradan da hükümlülerin sürekli olarak kalacakları, yani cezanın infazının yapılacağı bir cezaevine sevk yapılacak. Bu haber arkadaşlar arasında üzüntü yarattı. Benim hüküm, sıkıyönetim tutukevinde ilk olarak onaylanan, kesinleşen hükümlerden biriydi. Halil Ağa’nın hükmünün de o günlerde onaylandığını sanıyorum.

İki üç gün sonra sıkıyönetim tutukevinden sevkimin yapılacağı bana resmen duyuruldu. Bu haber üzerine ben de dilekçeyle sıkıyönetim tutukevi yönetimine başvurdum. Dilekçede tashihi karar için Askeri Yargıtay’a başvuracağımı, bunun için 2 Mart operasyonunda el konulan mahkeme belgelerinin, savunmalarının hazırlanmasında gerekli olan kitapların, dergilerin, gazete kesiklerinin bana iade edilmesini istedim.  Yeni bir dilekçe yazabilmem için bunların gerekli olduğunu vurguladım. Bu belgeleri almadan, bunların akıbeti hakkında kesin bilgiler edinmeden, sıkıyönetim tutukevinden ayrılmayacağımı da belirttim. Yönetim bu dilekçeye karşı duyarlı davranmadı. Gerekli cevabı da vermedi. Sözlü olarak da belgelerle, kitaplarla ilgili isteğimi iletmeye çalıştım. Fakat yönetim olumlu davranmıyordu. Bir keresinde de, “yarın sabah sevkin gerçekleşecek, hazırlıklarını yap” demişlerdi. Ben de bunu söyleyen görevliye “ben tashihi karar için başvuru yapacağım. 2 Mart operasyonunda el konulan belgeleri almadan hiçbir yere gitmem. Bu belgeler olmadan dilekçe yazılamaz” demiştim. Ertesi gün, sabah, beni sevk için idareye götürecek görevliye de aynı şeyi söyledim. Bu istemde ısrarlı oldum. Bu belgeleri almadan gitmeyeceğimi söyledim, bunun üzerine tutukevi müdürü yarbay, bir görevliyle beni bir barakaya gönderdi. 2 Mart operasyonunda el konulan belgelerin, kitapların, malzemelerin bir kısmı orada tutuluyordu. Bana ait olan malzemeleri seçebileceğimi söyledi. Her şey çamura batmıştı, çiğnenmiş, yırtılmıştı. Sadece 373 sayfa tutarındaki temyiz dilekçesini bulabilmiştim. Bu dilekçe bir bütün halinde, dağıtılmamış bir şekilde duruyordu. Bunun dışında başka bir şey bulamadım. Bazı kitaplar, dergiler vardı fakat onların alınmasına yasak konulmuştu. Dergilerin, gazete kesiklerinin bulunduğu dosyaları aradım. Suya, çamura batan, çiğnenen, yırtılan belgeler arasında kullanılabilecek olan bir şey bulamadım. Temyiz dilekçesiyle geri döndüm.

“İsmail Ağabey beni iyi dinle, bir daha bunları duymak için beni nerden bulacaksın?”

Hükmün onaylanması, cezanın kesinleşmesi, başka bir cezaevine sevk gündeme gelir gelmez Hikmet Bozçalı, “İsmail Ağabey sana anlatacaklarım var. Senin sevkinden önce sana bunları muhakkak anlatmalıyım” dedi. Sevk edilmemden bir gün önce de, hücrelere bakan nöbetçi subaydan izin alarak benim bulunduğum hücreye geldi. Hücrelerdeki durum, ilk günlerdekine nazaran biraz rahatlamıştı. Hikmet, “İsmail Ağabey sana önemli şeyler anlatacağım. Bunları senin bilmende yarar var hatta zaruret var” diyerek söze başladı. Hikmet çok önemli şeyler anlatıyordu. Nasıl firar ettiği, firar sürecinde neler yaptığı en önemli konuydu. Suriye’ye firar etmiş, oradan Zaho’ya, güney Kürdistan’a geçmiş. Kürdistan Demokrat Partisi’nin karargahına, şoreşe, mele Mustafa Barzani’ye ulaşmak istiyormuş. Bunun için çok büyük çaba sarfetmiş fakat çeşitli engeller yüzünden bu gerçekleşememiş. Anlattıkları çok ilgimi ve dikkatimi çekiyordu. Fakat ertesi günün, telaşı ve endişesi yüzünden Hikmet’i rahat bir şekilde dinleyemiyordum. O akşam, hücrede mum ışığı da yoktu. Öbür hücrelerden gelen fersiz ışıkların akisleri vardı. Gözlerimde de yorgunluk vardı. Gözlerimdeki yorgunluğu gidermek için ara sıra kapamak ve öyle dinlemek gereğini hissediyordum. Hikmet o anlarda hemen tepki gösteriyordu “İsmail Ağabey beni iyi dinle, bir daha bunları dinlemek için beni nerede bulacaksın, bunları sana kim anlatacak” diyordu. Hikmet bu sözlerini o gece birkaç kere tekrarlamıştı, Hikmet biraz da küstahtı, hep kendisini ön plana koyuyordu. Halbuki şöyle söylese daha şık olabilirdi “İsmail Ağabey, bunları anlatmak için bir daha seni nerede bulacağım, nasıl bulacağım”. Kendisini dikkatle dinlediğimi söylüyordum. “Gözünü kaparsan uyursun” diyordu. Hikmet çok dikkate değer şeyler, ilk defa duyduğum şeyler anlatıyordu. Kürdistan Demokrat Partisi’ne sığınmasına, partinin ileri gelenleri memnun olmamış, hatta huzursuz olmuşlar. Bir an evvel orayı terk etmesini istiyorlarmış. Hikmet de “ben size yardım etmeye geldim” diyormuş. KDP’li yöneticiler, Hikmet’in bölgeyi terk etmesi için ısrar ediyorlarmış “ne düşünüyorsan git kendi ülkende gerçekleştir, bizim ülkemiz ayrı” diyorlarmış. Hikmet de, İstanbul Devrimci Doğu Kültür Ocağı başkanı olduğunu, ağır takibat altında bulunduğunu, Türkiye’ye gönderilirse idamla yargılanacağını, idam edileceğini anlatıyormuş… Hikmet bana bunları anlatıyordu. Dikkatimi, ilgimi çekmesine rağmen anlatılanları rahatça dinleyemiyordum. Farklı bir cezaevine sevk, orada ne gibi durumlarla karşılaşacağım, kimlerle karşılaşacağım gibi durumlar zihnimi karıştırıyordu. Bunları Hikmet’e de söylüyordum. Hikmet de “ben babama söylerim, seni Diyarbakır cezaevinde ziyarete gelir, bazı sıkıntılar olursa çözmeye çalışır” diyordu.

Mele Mustafa Barzani’ye ulaşmak için çok çaba göstermiş fakat her defasında engellerle karşılaşmış. Bir gün, bulunduğu yeri terk etmesi için kesin direktif verilmiş, eğer orayı terk etmezse Saddam Hüseyin’e bağlı güçler kendisini yakalayıp, Türkiye’ye teslim edebilirlermiş. Fakat kendileri sınıra kadar emin bir şekilde götürüp, sınırda karşı taraftaki kendi adamlarına emin bir şekilde teslim edebilirlermiş. Bu plan uygulanmış, Hikmet’i Silopi yöresinde sınıra kadar getirmişler. Orada, sınırdaki kendi adamlarına teslim etmişler. Hikmet oradan daha çok yürüyerek Siverek yöresine kadar gelmiş. Bir köyde çobanlık yapmaya başlamış, kimliğini bir süre gizleyebilmiş, sonra bir ihbar üzerine yakalanmış, kendisiyle birlikte, kendini saklayan, gizleyen kişiler de yakalanmış. Yirmi kadar köylü… Hikmet’le birlikte yakalanan köylülerin cezaevinde dengeli bir yaşamları vardı.

1992 yılı sonlarında, Yurt Kitap-Yayın’a genç bir erkek bir de bayan geldi. Yurt Kitap-Yayın o zaman Gazi Mustafa Kemal Bulvarı üzerinde, Onur İş Hanı’ndaydı.  İkisi de doktormuş, yeni mezun olmuşlar. Aynı zamanda birbirleriyle nişanlılar. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olmuşlar. Doğu’da görev yapmak istediklerini, tayinlerinin Kürt illerinden birine yapılması için çalıştıkların söylemişlerdi. Yurt Kitap-Yayın’ın kitaplarından almışlardı. O zaman Yurt Kitap-Yayın Beşikçi’nin kitaplarını yayımlıyordu. Bu genç doktorlarla bir saat kadar sohbet etmiştik.  Sonunda arkadaşlar yayınevinden ayrılmak için ayağa kalktılar. Genç erkek arkadaş, kapıdan çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı henüz kapının içindeyken şöyle dedi: “İsmail Ağabey, ben Hikmet Bozçalı’nın küçük kardeşiyim. 1972’de, 1973’de, sizler Diyarbakır sıkıyönetim tutukevindeyken babam beni de birkaç defa ziyarete getirmişti. O zaman 4-5 yaşlarındaydım.”

Bu çok şaşırtıcı bir gelişmeydi. Aynı zamanda sevindirici. Babasını sordum, vefat etmiş… Hikmet’i sordum. Hikmet’in sağlık durumunu sordum. İyi olduğunu, avukatlık yaptığını, evlendiğini, eşi ve çocuklarıyla birlikte, İstanbul’a yerleştiğini, siyasal davalarla da artık ilgilenmediğini söyledi. Hikmet’i beraber kaldığımız öbür arkadaşlara da sorardım. 1974’deki genel aftan sonra kaldığı yerden fakülteye devam etmiş, bitirmiş, avukatlık yapıyor. Sağlığı düzelmiş…

Hikmet’in babasını sevgiyle anıyorum. 1973’de, 70 yaşlarında, sevimli bir delikanlıydı. Bana bir ziyarette, Şeyh Sait ayaklanmasını anlatmıştı.

Mart sonlarında, sıkıyönetim tutukevinden Diyarbakır cezaevine sevk edildim. Benimle birlikte Halil Ağa da sevk edildi. Mart sonlarına doğru ortalık biraz daha yumuşamıştı. Her gün bir hücrenin kapısı açılıyordu. İçerideki arkadaşlar sahanlığa çıkabiliyorlardı. Sevk sabahı, arkadaşlar, hücre kapılarının önünden birer birer geçerek veda ettim. Sevk için beni idareye götürürlerken, Sabri Çepik’in hücre kapısı açıldı. Sabri dışarı çıktı. Spor olsun diye ip atlıyordu. Kırmızı eşofmanı vardı, Sabri o zaman ince uzun, filiz gibi bir çocuktu. Hücrelerin bulunduğu alanın kapısından çıkarken beni uğurlamaya gelmedi. Halbuki, beni sadece Sabri uğurlayabilirdi. Öbür hücrelerin kapıları zaten kapalıydı. Ben arkadaşlara veda ederken o da ip atlamayı sürdürüyordu. İdare binasına vardığımda Halil Ağa’yı da orada gördüm. Onun da sevk işlemi yapılıyordu. Sıkıyönetim tutukevinden Diyarbakır Cezaevine birlikte sevk edildik.

Kemal Burkay’ın Anılar, Belgeler Cilt I (Deng, 2002) kitabında, Beşikçi’yi eleştiren bir bölüm de var. Bu bölümde Burkay, birçok şeyin yanında şunları söylüyor: “tahliye olduğum gün dolaşarak koğuşta herkesle vedalaştım. Ama Beşikçi’yi hiçbir yerde bulamadım. Sanki yer yarılmış, içinde kaybolmuştu. Bana karşı bu derecede tavır almasının ne sebebi vardı?” (s. 334). Kemal Ağabey’in bu algılamaları yanlıştır. Bu tahliyeleri de büyütmemek gerekir. “Beşikçi bana tavır aldı, tavır koydu, beni uğurlamadı” demek doğru değildir. Bu tahliyeler, bu çıkışlar, özgürlüğe çıkışlar değildi ki. Kemal Ağabey’in bu eleştirilerini birkaç defa okudum. Son okumalarımdan birinde, Sabri Çepik’in yukarıda anlattığım durumu aklıma geldi. Üstelik Sabri Çepik, beni uğurlayabilecek tek kişiydi. Çünkü sadece onun hücre kapısı açıktı. Ama beni uğurlamadı diye Sabri’ye sitem etmek hiç aklımdan geçmedi. 1976 sularında Belasına Sevdalandığım Bebek şiir kitabının Komal Yayınevi tarafından yayımlanması için çok çaba sarf etmiştim. Bu kitaptaki şiirlerin çok değerli olduğunu düşünüyordum. Bir şiirde, Güney Kürdistan’da Qaladiz’in bombalanması, çocukların katledilmesi anlatılıyordu. Bir şiirde Diyarbakır surları, Dicle Nehri dile getiriliyordu. Belasına Sevdalandığım Bebek kitabındaki şiirleri okuduğumda her zaman duygularımda bir yükselme, yücelme, taşma olur.

1975-1976 sularında Sabri’ye bazı özel nedenlerden dolayı, arkadaşları tarafından eleştiriler yöneltiliyordu. Orhan Kotan, bu bakımdan bu kitabın yayımlanmasında biraz çekimserdi, ikircikliydi.

Doğal Tanıklıklar

Beşikçi, 1960’ların sonlarında yayımladığı Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo- Ekonomik ve Etnik Temeller kitabında Kürtlerde milli bir hareket gelişeceğini, bu durumun da en çok, küçük burjuva Kürtlerde, yani öğrencilerde, esnafta, küçük memurlarda, öğretmenlerde köylülerde vs. görüleceğini söylüyordu. Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın, 12 Mart rejiminde, Doğu Duruşmaları’nda sergilediği sağlıklı tutum, Beşikçi’nin bu görüşlerini doğruladı.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları da, örneğin 12 Mart’tan önce yayımladığı bültenlerinde, halktaki, köylülerdeki, işçilerdeki büyük uyanıştan, orman alevi gibi gelişen bir uyanıştan söz ediyordu. Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi veya Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi davaları, örneğin bu davalarda yapılan savunmalar,  bunun pek de böyle olmadığını gösterdi. Bu davalarda, sergilenen tutum, kanımca, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nı, ocak mensubu arkadaşları doğrulamadı.

Ağustos 2006

Kovara BÎR, Hejmar: 5