Orhan Kotan öldüğünde, en başta onun sevgili eşi, biricik kızları Hêlîn, Sînem, Dîlan ve o zaman henüz hayatta olan sevgili annesi ve diğer aile fertlerinin yürekleri düşen ateşle yangın yerine dönmüştü.

Ve onun arkadaşları, dostları olan bizlerin de.

Diyebilirim ki onun ölümünü, aramızdaki coğrafik uzaklığa rağmen ilk öğrenenlerden ve dostlara iletenlerden birisi ben olmuştum.

Nerden başlamalı bilmiyorum. Kürt tarihinin ve acılarının şifrelerini çözmek için didinen bir Kürt şairi ve teorisyeni Orhan Kotan’ı yitireli tam tamına dokuz yıl olmuş.

Orhan Kotan’ın ölümü Kürt dostu çevrelerde de üzüntü yarattı.

Orhan Kotan’ın Şairliği

Orhan Kotan’ın güçlü dizeleri vardı. İnsanı önce kederlendiren, sonra kedere alıştıran ve en sonunda da içinde barındırdığı dirençle coşturan bir omurgası vardı şiirinin.

Melih Pekdemir Orhan Kotan’la tanışmasını anlatıyor:

‘Her Newroz geldiğinde 1998 yılında kaybettiğimiz “Orhan abi”mi hatırlarım. Orhan ağabeyim; yani Orhan Kotan, Kürt halkının her daim kavgacı, her daim aşık, her daim öfkeli şairiydi… Bıyıklarım henüz yeni terlemekteydi ve ben onun şiirlerini okudukça daha bir ajite olmaktaydım. Solculuğun elifbasını bir Kürt sosyalistinden de öğrenmekteydim. Bir de o yaşımda beni öyle gönendirirdi ki… Her yazdığı yeni şiirini mutlaka mektupla bana gönderirdi. Saklamam için… Iyi ki göndermiş… Yoksa “Sancı” kitabındaki şiirlerin bir bölümü yitip gidecekti; hani Ahmet Kaya’nın   Şarkılarım Dağlara albümünde seslendirdiği şiirler..

Elimde kitabının 1984 Stockholm baskısı var. Girişinde “bu şiirin bugün yayınlanabilir duruma gelmesinde büyük emekleri geçen dostlarım Melih, Ahmet, Gültekin dilerim çok yaşasınlar” diye bir not düşmüş. Ağabeyim Gültekin, 12 Mart döneminde Muş’ta avukatlık yapıyordu. Orhan Kotan ise Malazgirt’teydi. Sonradan müebbet avukatım olacak olan Ahmet ağabeyle (Atak) Orhan ve Gültekin’in yanına gitmiştik, 12 Mart şehirlerinin boğuculuğundan azıcık kurtulabilmek ve Kürt tarihini öğrenmek, 1930 Zîlan deresi katliamından arda kalan canlı tanıkları dinlemek için. Orhan Kotan karlı dağların gecelerinde bize Sancı’sını dile getirmişti. Ahmet Atak ile birlikte bu destanı şairin kendi sesinden teybe kaydetmiştik. Sanırım en sahici stüdyo kaydını biz gerçekleştirmişizdir: “değil mi ki / güneşin karnında ateşle yoğrularak mayalanıyor devrim / değil mi ki / ekmek ve bağımsızlık uğruna kabuğunu çatlatacak çekirdek.” Evde Kürtçe ağıt plakları vardı; bunları da Orhan Kotan şiirlerini okurken, sesini alçaltıp yükselterek fon müziği yapmıştık. Birlikte Newroz’u kutlamıştık, şaraplarla, türkülerle, şiirlerle. Orhan Kotan bizlerden daha Türk idi; bizler ise onunla yarışırcasına daha fazla Kürt; o günlerde solculuk böyle bir aşktı… Malum, Newroz, sistem tarafından içselleştirilmeye çalışılıyor. Önce “w” harfine taktılar. Sonra çiçek böcek bayramı, bahar şenliği olarak sunmaya çalıştılar. Oysa bilen bilir; Newroz, haksızlıklara, zalimliğe karşı kavgada yeniden doğuşun ve kardeşliğin simgesidir; ve dilerim hep böyle anılır. Tarih boyunca zalimler ve zulme boyun eğmeyenler var oldu. Bu arada ‘Dehhak’lar da çağdaşlaştı; Büyük Ortadoğu Projesi’nde görev yapıyor, yani şimdi de ‘Türk, Kürt, Arap Dehhak’lar zulmü temsil ediyor. Karşılarında yine Türk, Kürt, Arap Demirci Kava’lar saf tutuyor; tutmalılar. Tutmalılar ki kavgalar boşa gitmesin, destanlar, şiirler boşluğa okunmuş olmasın.…

Üretken Bir Dava Adamıydı

Orhan Kotan hem şair, hem siyasetçi, sanatla, bilgiyle içli dışlı bir Kürt entellektüeliydi. Üretken ve direngen bir dava adamıydı. Yeniliğe açık, sözünü çekinmeden söyleyen, konuşma diliyle yazma dili arasında büyük bir tutarlılık sergileyen, en zor politik yazılarını bile şiirsel bir dille anlatmakta zorlanmayan bir yazı cambazıydı.

Tarihi güncelleştiren ve bu bağlamda tartışmakta büyük bir becerisi vardı. Ilk yazdığı Boyunduruk adlı şiir kitabının ebatına bakıldığında, daha o dönem kitabına reklam alma gibi bir esnekliğe sahip olduğu dikkate alınırsa, onun pratik bir zeka sahibi olduğu görülür. 1965 yılında yazdığı şiirler çok güçlü imgelere dayanan, belkemiği sağlam şiirlerdi.

Orhan Kotan’ın Gururla Bakıyorum Dünyaya ve Sancı adlı şiir kitabında yer alan bir çok şiiri Ahmet Kaya tarafından şarkılaştırıldı. Bugün dillerde dolanan şiirlerdir bunlar.

Orhan Kotan’ın Komal yayınevinin yönetilmesinde ve Rızgari dergisinin çıkarılmasında da çok büyük katkıları, hatta bazı durumlarda belirleyiciliği sözkonusuydu.

1979’da yurt dışına çıktığında ilk gittiği yer Hollanda’da Ali Saltık adlı bir arkadaşın eviydi ve sonra oradan Hemreş Reşo tarafından alınmış ve Almanya’ya geçmişti. Yurtdışındaki zorlu sürgün yıllarında da Orhan Kotan üretkenliğinden, çok ciddi sağlık sorunlarına karşın, bir şey kaybetmedi. Önce Kürdistan Kominist Partisi/Yekiti’nin teorik ve programsal çerçevesi üzerinde çalışma, ardından ise Kürdistan Press gibi önemli bir iz bırakan bir gazetenin çıkarılması Orhan Kotan’ın belli başlı çalışmalarıydı.

1994 yılında ise ağır sağlık sorunlarına aldırmadan Türkiye’ye döndü. Istanbul’da zor koşullarda 7 sayı bile olsa Realite adlı bir gazete çıkardı. 1991 yılından aramızdan ayrıldığı 9 Temmuz 1998 yılına dek kendisiyle sürekli ilişki içinde olan kişilerden birisiyim.

Kendisiyle birçok konuda, tabii Kürt sorunu ve Türkiye ekseninde, sık sık görüştük. Görüş alışverişinde bulunduk, bilgi kaynaklarımızı destekledik.

Bu inceleme yazısı dar bir zamanda ve biraz da aceleye getirilerek kaleme alınmak zorunda kaldı ve bu da benim sorumluluğumla ilgilidir.

Bu inceleme yazısında benim Orhan Kotan ile birebir ilişkimizle, onunla ilgili görüşlerimi açıklamaya çalışacağım. Bunun yanısıra onun okuyucu tarafından anlaşılması için onun belge niteliği taşıyan bazı yazılarından bölümler sunacak, onu yakından tanıyanların, yakınlarının ve arkadaşlarının yazdıklarını da okuyucunun dikkatine sunarak, ölümü Kürtler için büyük bir kayıp olan bu yenilikçi, şiir atına binmiş korkusuz süvarinin tanınması çabası içinde olacağım. Orhan Kotan’ı incelerken, onun düşüncelerini ele alıp tartışırken dönemlere dikkat etmek gereklidir.

Onun hakkında çok şey yazıldığı söylenemez.

Öldükten, bizleri kendi küçük dünyalarımızla baş başa bırakıp eyvallah bile demeden gittikten sonra..

Ben uzun bir yazı yazmıştım. Ibrahim Güçlü, Koray Düzgören, Ayşe Önal bir yazı yazmışlardı. Şükrü Gülmüş de sıcağı sıcağına duygularını aktarmıştı. Merhum Mahmud Baksi de cenaze törenine katılıp bir konuşma yapmıştı. Baksi’nin cenaze töreninde yaptığı konuşmada ne kadar objektif olduğu konusunda kuşkular olsa da Baksi’nin samimi olduğunu düşünüyorum. Daha sonra Orhan Kotan ile ilgili olarak kardeşi Serdar Kotan tarafından Kürdistan Press anı sayısı çıkarılmıştı. Bu sayıda abisi Mümtaz Kotan’ın mesajı ve kardeşi Serdar Kotan’ın yazıları da yer alıyordu. Istanbul’da Nesimi Karakutal bir radyo programında Orhan Kotan’ı dinleyicilere ulaştırmıştı. Tüm bunlara karşın, Orhan Kotan ile ilgili çok fazla şeyin yazıldığı veya yapıldığı söylenemez. Geçtiğimiz yıl Ibrahim Güçlü yeni bir yazıyla Orhan Kotan’a olan hasretini, hasretlerimizi yeniden depreştirdi.

Bu inceleme yazısında mümkün olduğunca Orhan Kotan’ın farklı dönemlerde neler yazıp neler söylediklerini aktarmaya çalışıp, onun düşüncesinin bir panoramasını çizmeye çalışacağım.

Orhan Kotan’ı anlatmak, onun asiliği ve asaletini, doğrusuyla yanlışını kantara vurmak çok zordur.

Ölümüne sevinenler de oldu

Maalesef Orhan Kotan’ın ölümüne sevinenler, onun kavgayla dolu hayatının son yıllarında Türkiye’ye dönüp orada 7 sayı bir gazete çıkarmasını ya da onlarca kitabın çıkarılmasına emek vermesini, üç şiir kitabı, gazeteler ve dergiler yayınlamış olmasını ‘pasiflik’ olarak gören ‘Kürtler’ de vardı.

Orhan Kotan Diye Biri..

Benim onunla yüz yüze görüşmüşlüğüm hiç olmadı. Ama onunla uzun yıllar daha çok telefonla ve bazen de yazışarak, bazen birbirimize bilgiler aktararak, sözlü ve yazılı bir ilişkinin içinde olduk. Bizim ilişkimiz bir abi-kardeş ilişkisi olduğu kadar bir dost ilişkisiydi. Savunduğumuz kimi ‘aykırı’ düşünceler nedeniyle ‘dayanışma ve bilgiyi paylaşma’ kaygısı içinde olan, onun deyimiyle ‘kelaynak kuşlarıydık.’

Ben onu ilk kez onun ismiyle ne zaman yüz yüze geldim anlatmak istiyorum.

1970’li yılların başlarında ben Ergani Dicle Öğretmen Okulu’nda öğrenciydim. Daha ilkokul yıllarında iken Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bir iki kitabını okuduğumu hatırlıyorum. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş beni de çok etkilemişti. Ondan önceleri abim bana DDKO’nun Ergani şubesinde yapılan toplantılardan söz ederdi. Abimim anlatımlarından akılımda kaldığınca o dönem Ergani DDKO başkanı Ömer KAN’dı. DDKO Ergani Şubesi Piran (Dicle) yolu üzerindeydi. Dr. Tarık Ziya Ekinci adını da ilk kez ondan duymuştum. Öğretmen okulunda biz bir kısım Kürt öğrenci bir arayış içerisindeydik. Okulda ‘Doğulular’ ve ‘Batılılar’ diye bir bölünme vardı. Ben ‘Doğulular’ grubu içindeydim, ki bu ayrılık bizden önceki devrelerden kalan ve devam eden bir ayrılıktı. Daha doğrusu devraldığımız bir ayrışmaydı. Kürt ve Türk ayrılığı bu şekilde kategorize edilmişti. O yıllarda üzerinde durduğum ve beni düşündüren en önemli şeylerden birisi neden bütün Kürtlerin Kürtçe bilmemesi ve hem ana hem de baba tarafından Kürtçenin Zazaca/Dimili lehçesini konuşan bir geçmişimiz olmasına karşın bizim evde neden Kurmanci veya Zazaca konuşulmadığıydı. Bir ablam ve bir abim iki lehçeyi de konuşuyorlardı. Bizler de Kürtçe biliyorduk ama ninemden ve dolayısıyla annemden kaynaklı nedenden dolayı babam da annemle hep Türkçe konuşmuş ve böyle devam etmişti. Ben Kürtçeyi iyi biliyor ve konuşuyordum. Asimilasyonu çok erken yaşlarda fark ettim ve öfke duydum. Bir düğünde yanılmıyorsam bir kaç gece Mem û Zin dinledik. Çok etkilendim.

Ne zaman bir erkek elini kulağının arkasına koyup bir ‘kılam’ söylemeye başlasa gider onu dinlerdim. Bir yandan öksüzlük, bir yandan yoksulluk ve bir yandan 12 Mart’ın zulüm cenderesi beni on yaşlarında iken isyankar etmişti. Mardin Öğretmen Okulu’nda okuyan bir ablamın sömestri karnesine 1973 yılında, türkçe yazılmış ders notlarının karşısına Kürtçe karşılıklarını yazdım. O karne halen bizde durur. Böyle bir arayış içerisindeyken okuldaki TKP eksenli öğrencilerle kimyamızın uyuşmadığını anlamaya başladık- ki bunlar bizden yaşça büyüktü- ve bu nedenle gizli gizli Ergani’ye gitmeye ve orada kendimize kanallar aramaya başladık. O sırada Ergani’de sık sık Ibrahim Güçlü adından sözediliyordu. TKP’lilerin onun aleyhinde yürüttüğü bir izolasyon ve karalama kampanyası vardı. Biz işin içyüzünü bilmiyorduk tabi. Ibrahim Güçlü’nün hapisten çıktığı ve Kürtçü olduğu söyleniyordu. Sonradan onunla birlikte Gülfer Taşer (Güçlü)’in adını da duyunca bir hayli meraklanmıştım. Gülfer Taşer’i çok önceden görmüş, tanımış ve halkına aşık birisi olduğunu anlamıştık.

Bizleri Komal ile buluşturanların başında ise sevgili Hasan Çakır (şu anda Komal’ın Diyarbekir temsilciliğini yürütüyor) ve Cemil Inci geliyordu. O dönem Rızgari yayınlarını dağıtanlardan birisi ise sevgili dostum ve arkadaşım merhum Öehmed Iz’di ( 13 ya da 14 nisan 2001’de bir trafik kazasında kaybettik). Aşağıdaki satırlarda bu konuda başka bilgiler de vermeye çalışacağım.

1975 yılında art arda Komal’ın iki kitabıyla tanıştım. Abim Koçgiri Halk Hareketi kitabını getirmişti. Orada geçen ‘her ağacın altında bir Rıza vardır’ sözü çok hoşumuza gitmişti. Kitabı kollektif okuyor, kollektif bir haz alıyorduk. Sonraları da Orhan Kotan’ın ‘Gururla Bakıyorum Dünyaya’ adlı şiir kitabı elime geçti. Orhan Kotan’ı okumadan önce belki de 7-8 yıl önce Ahmed Arif’in şiir kitabını okumuştum. İlkokul yıllarımda Ahmed Arif’i baştan sona ezbere okurdum. Ahmed Arif’ten sonra bir başka şiire ısınmak, bir başka şairi sevmek çok zordu. Ama Orhan Kotan şiirlerindeki özgünlük ve isyankarlıktan etkilenmemek elde değildi. Orhan Kotan’ın bu şiirleri yayınlandığı zaman talihsiz bir dönemdi. Sanat ve şiirin siyasetten kovulmaya başlandığı, sadece propagandada kullanıldığı, bunun dışında kovulduğu bir dönemdi.

Bu dönemde benim Komal çevresi ile ilişkilerim başladı. Ergani’deki önde gelen Komalcılardan ikisi Hasankeyf (Çakır) bizim köylüydü. Abdurrahman Demir’in akrabaları da bizim köylüydü. Cemil İnci de komşu köyümüzdendi ve abimle devre arkadaşıydılar. Hasankeyf sinemacıydı, yani o zamanın deyimiyle makinistti. Okula gitmemişti, ama gece kurslarında okuma yazma öğrenmişti.

Bu bağlamda şunu söyleyebilirim ki, ben ve birçok Erganilinin ilk liderleri de Hasan Çakır ve Cemil İnci’dir. Frekanslarımızın çatışma gösterdiği sevgili Abdurahman Demir de bu lider kadronun içinde yer alıyordu.

Yavaş yavaş Komal ile ilişkilerim organik bir hal almaya başladı. O dönem eğitim çalışmaları vardı. Yaptığımız ilk eylemlerden birisi Selahattin Cizrelioğlu’nun Buğday Pazarı’nda Berber Cuma’nın bitişiğindeki kahve önünde yaptığı miting sırasında ‘Ji kurda ra azadi’ diye slogan atmaktı. Cemil Inci bizi idare ediyordu ve o gün sırılsıklam olmuştuk yağmur altında. Büyük tantanalar çıkmıştı. Derken bizim okulda da Komal’ın sempatizan bir çevresini oluşturduk.

İşte bu sırada Vartolu bir arkadaş ve başka arkadaşlarla Ergani Kültür Derneği’ne gidip oradaki tartışmaları izlemeye başladık. O zaman üç Eğilim vardı. Derneği elinde bulunduranlar TKP ekseninde olanlardı ve aralarında Şeref Yıldız’ın akrabaları etkindi. Haklarını yememek lazım. Bu çevre içinde de militan Kürdler vardı. Heybed Adsız bunlardan birisiydi. Heybet, bir defasında AP’liler tyarafından yaralandı. Kendisi Mehmed Iz ile de akrabaydı. Bir dönem sonra Apocular olarak tanınmaya başlayan PKK TKP’yi de hedef almıştı. Diyarbekir’de TKP’ye ait bir yayınevine yapılan saldırıda yanlış hatırlamıyorsam Ömer Ağın ağır yaralanmıştı. Bu olaydan sonra PKK’liler arasında bulunan Duran Kalkanı’ın yaralanması olayı ile ilgili olarak Heybet’in adı dageçiyordu. Duran Kalkan, o gün tesadüfen geçen Rızgarı sempatizanları olmasa büyük olasılıkla kan kaybından ölmüş olacaktı. Ikinci eğilim bizlerdik. Üçüncü eğilim ise Maoculardı. Sömürge sorunu tartışmalarında biz Stalin’in sömürge tahlilinden yola çıkarak Kürdistan sorununun bir ülke ve sömürge sorunu olduğunu anlatmaya çalışırdık. Karşılığında da ‘Bundçu’ olmakla suçlanırdık.

Uzatmayayım. Bu süreç böyle devam ederken artık doğallıkla önce Gülfer abla vasıtasıyla İbrahim Güçlü ile, sonra da onun vasıtasıyla Orhan Kotan ve diğer arkadaşlarla aynı gelenekte buluşmuşuz.. 1976 Newroz’ unda Rızgari’nin ilk sayısı yayınlandığında Ergani’de de bir deprem yarattı. Rızgari, Komünist manifestodan daha etkili oldu. Dilsiz bırakılmış bir halka, el yordamıyla da olsa siyasal talepler oluşturmaya başladı.

Bu arada Ergani’de Rızgari, Ülkü Ocakları’nın tabelasını indirdi ve çok güçlü olduğu Ergani’den attı. 1976 yaz başlarında ben komünizm ve bölücülük propagandası yapmak suçlarından tutuklandım. Önce Ergani cezaevine konuldum. Ilk ziyaretçim sevgili dostum ve arkadaşım Mehmed Iz ve Kareteci Fevzi idi. Bana biraz para getirmişlerdi. Sonra Resul Üstün geldi. Ondan Rızgari’nin ilk iki sayısını, Beşikçi’nin Bilim Yönetmi adlı kitabını, Orhan Kotan’ın şiir kitabını ve Kemal Bilbaşar’ın “Cemo” adlı romanını istedim.

Daha 16 yaşlarındayım. Hırsızlıktan, kız kaçırmadan, cinayetten, harman kundaklamadan, tecavüzden yatanlar var. Zamanımı hep kitap okuyarak geçiriyorum. Fakat bir ay sonra Diyarbakır Ağır Ceza’da yargılanmak üzere Diyarbakır’a nakledilirken önce askeri karakol merkezine götürdüler, eşgal tesbiti yaptılar, resim çektiler vs. Bu arada ‘siyah valizimi’ de aradılar ve varolan bütün kitaplarıma el koydular. Dolayısıyla cezaevi sonrası Komal arşivimi yenilemek zorunda kaldım ve en son bunları da 1980’de yitirdim.

Sonraları Komal’ın afişleri ve kartları elden ele dolaşmaya başladı. Hepsinde ince bir duyarlılık ve estetik vardı. Bunlarda Orhan Kotan ve Recep Maraşlı’nın katkılarının olduğunu çok sonradan öğrenecektik.

Diyarbekir cezaevinde, eskiden kadınlar koğuşu olarak kullanılan bölümde yatarken Muhterem Biçimli’nin tahliyesinden sonra ‘Boksör’ lakaplı Hayrettin Bozkurt adlı DDKD taraftarı bir arkadaş anti-sömürgeci komünümüzün başkanı olmuştu. Koğuşta bir de Maoist komün ve fraksiyonları olduğu için onlarla tartışma halindeydik. Iki komünün ortak spor saatleri vardı. Daha önceleri ortak eğitim çalışmamız ve tartışma seansımız da vardı ama Melle Potin lakaplı bir abimizin bir Maocu’yu kovalamasından sonra ilişkiler gerilmişti.

Komünde Hayrettin, Bitlisli Orhan Kokum ve Burhan ve ben o günün deyimiyle ‘kemikleşmiştik’. Onlar KIP sempatizanıydılar. Onlardan daha genç olmama rağmen bana saygı duyuyorlardı. Bir süre sonra bizim bir arkadaşımız daha, merhum Hacı Yıldırım da tutuklandı ve yanımıza geldi. Hacı da benim çocukluk arkadaşımdı ve komşu köydendi. Ben olmadığım zaman bizim köyle benim sorumlu olduğum köylerden de o sorumluydu. Hacı’nın gelişinden sonra Bitlis grubundan olup aranmakta olan Medeni Avcı da mahkeme gününden çok kısa bir süre önce gelip teslim olunca, artık bizi ziyaret eden olmaktan çıkıp koğuş ve komün arkadaşımız oldu. Hem Hacı hem de Medeni konuşma yetenekleri olan, çeneleri güçlü, teoride iyi ezberciydiler. Onların gelişiyle bizim komünde biraz rekabet başladı. Hayrettin biraz da boksörlüğüne güvenerek, Koçgiri Halk Hareketi adlı kitabın önsözünde yazılanlardan dolayı bizi sert şekilde eleştiriyordu.

Orada şöyle bir belirleme vardı:

“Kürt halkının geniş yığın ve tabakaları ile, bu uydu-aracı sınıf ve tabakalar arasındaki ortaya çıkan ikincil çelişki kutupları baş çelişkinin çözümünde hedef değil engeldirler.”

Bizim Hacı bu paralelde iyi bir savunma yapıyordu. Ne var ki Rızgari, KIP ve Özgürlük Yolu’nun solculuk yarışında, ‘solculuk bayrağını yere düşürmemek için’, bugün herkesin temel doğrusu haline gelen o doğru tutumdan vazgeçti. 1977 yılında ‘Hedef ve Engel üzerine’ adlı bir broşür yayınlayarak özeleştiri verdi.

Yıllar sonra, Koçgiri kitabının önsözünde yapılan o belirlemenin de Orhan Kotan tarafından yapıldığını Ibrahim Güçlü’den öğrendim.

1978 ayrılığından sonra, Ergani’de, Diyarbakır’da, Bitlis’te, Istanbul’da gelişen bazı olaylardan sonra kafamdaki Orhan Kotan imajı zedelendi.

Orhan Kotan ile Şlk Görüşme

Uzun bir süre sonra Orhan Kotan ile telefonda görüşme imkanım oldu. 1986 yılında Kuzey Kıbrıs’ta gazetecilik yaparken, aralarında Bekir Yıldız, Oktay Akbal, Rıfat Ilgaz, Salah Birsel ve eşi, Muzaffer Buyrukçu, Atilla Özkırımlı, Cem yayınları sahibi Ali Uğur (aynı zamanda Bekir Yıldız’ın da damadıydı) Kuzey Kıbrıs’a gelmişlerdi. Hemen hemen her akşam beraberdik. Muzaffer Buyrukçu (geçen yıl vefat etti) bir gün bana ‘Türkiye’de iyi muhalif bir dergi çıkacak, oraya yazar mısın?’ diye sordu. Ben de kimlerin çıkaracağını sorunca, ‘Doğu Perinçek’ dedi. Onların yayınına yazamayacağımı söyledim. ‘Yok. Yok. O eski Aydınlık gibi olmayacak, öyle olsa ben de yazmam. O da değişti, özeleştiri verdi’ türünden şeyler söyledi.

Yanılmıyorsam 1986 sonbaharı veya 1987 başlarında ‘2000’e Doğru’ dergisi yayınlanmaya başladı ve ben de Kıbrıs temsilcisi oldum. Derginin bir sayısında Isveç’te Kürdistan Press adlı bir gazetenin çıkmaya başladığı duyuruluyordu ve gazetenin ilk sayfası kupür olarak verilmişti. Gazetenin telefonu da verilmişti. Bir gün sabahleyin gazeteyi açar açmaz Kürdistan Press’i aradım ve bir bayan çıktı. Yanılmıyorsam Orhan Kotan’ın eşi Mehtap Kotan’dı. Bana ‘Orhan şu anda karanlık odada’ dedi.

‘Karanlık oda’ gazete film ve montajlarının yapıldığı yerdir. Daha sonra yine aradım ve bu kez Orhan Kotan ile görüştüm. Mesafeli davrandı, Ibrahim Güçlü’nün telefonunun kendisinde olmadığını söyledi.

1989’da Ingiltere’ye geldikten sonra Kürdistan Press’i düzenli olarak takip etme imkanım oldu.

Mahmut Baksi Ve Orhan Kotan

Kürdistan Press’in yazarlarından birisi de Mahmut Baksi’ydi. 1994 yılında Isveç devlet kurumu SIDA’dan alınan parasal destek nedeniyle Orhan Kotan ile Mahmud Baksi’nin arası açılmıştı. Orhan Kotan’ın bu arada Kürdistan Press’teki eski mesai arkadaşlarıyla da arası açılmıştı. Orhan Kotan hakkında acımasız bir kampanya yürütüldüğüiddia ediliyordu. Sevgili Orhan Kotan da iddialar karşısında çok sert cevaplar veriyordu. Tüm bunlar elbette çok üzücü şeylerdi. Orhan Kotan’ın eşi, SIDA tarafından verilen yardımın Mahmud Baksi’nin İsveçli eşinin banka hesabına yatırıldığını iddia ediyordu. Fakat Orhan Kotan’ın Realite‘yi çıkarırken SIDA’dan ne kadar yardım aldığı konusunda benim bir bilgim yok. Orhan Kotan Rızgari’den ayrıldığı esnada o ve diğer arkadaşlar hakkında olmadık şeyler söylendi. Realite gazetesi çıkarmak için Türkiye’ye gittiğinde Kürdistan Press’teki arkadaşlarından da ayrılmıştı ve kendi projesini kendisi yürütmek istiyordu. Sonradan edindiğim bilgilerden edindiğim bilgilerden Orhan Kotan’ın Mümtaz Kotan ve Recep Maraşlı ile bir protokol yaptığı ve Realite‘yi birlikte çıkarma kararı aldıklarını öğrendim. Kuşkusuz bu da çok şaşırtıcıydı ve her iki tarafın da ilkeli davranmalarını gösteriyordu.

Orhan Kotan’ın sık sık söylediği sözlerden birisi ‘Politikada kin olmaz’ idi. Öldükten sonra Mahmud Baksi’nin onun cenaze töreninde söyledikleri de gösteriyor ki Orhan Kotan öldüğü son ana dek insani değerlerden ve bunların en önemlisi olan duygularından uzaklaşmamıştı.

Mahmut Baksi’nin, ölmeden önce Orhan Kotan ile Karolinska hastahanesindeki karşılaşmasını belki bir takım abartılarla veya saptırmalarla anlatmış olabilir, ki bu onun mizacına çok uygundu.

Ama Mahmud Baksi’nin gözyaşları sahidir. Bundan hiç kuşkum yoktur.

Kurdistan Press

Kürdistan Pres modern bir Kürd gazetesiydi. Ibrahim Güçlü bende çeşitli defalar oraya yazı yazmamı istedi. Fakat bu, ancak Kürd siyasetindeki buzul çağının zayıflamaya başladığı dönemde gerçekleşebildi.

Orada önemli röportajlar yayınlandı. Bu noktada sevgili Abdo’nun hakkını teslim etmek gerekir. Tabii Ali Rıza, Çeko ve diğer arkadaşiları.. halen sırtlarında PKK kurşunlarını taşıyan Ekrem Bingöl, Ali Saltık ve diğer arkadaşların fedekarlıklarını da unutmamak gerekiyor.

Bir süre sonra da oraya haber-röportajlar göndermeye başladım. Doğu Perinçek ile yaptığım bir röportaj, Kürt Federe Devleti’nde yapılan seçimler, Cemşid Bender ile yaptığım bir röportaj (Kürdistan Press yayın hayatına son verdiği için yayınlanmadı. Maalesef bu uzun ve önemli röportajın bir kopyası da olmadığı için, ileride çok ilgi uyandıracak bu röportaj kayboldu) gönderdiğim materyaller arasındaydı.

Bu arada sık sık telefonla görüşüyorduk. Haziran 1991’de yazdığı ve Rızgari’nin 1. Konferansı’nda tartışılmak üzere kaleme aldığı ‘Büyük kararlar için küçük düşünceler’ başlıklı metin bana gönderildiği zaman, biz Ala Rızgari Birlik Platformu olarak kendi dışımızda kimlerle birleşebileceğimizi tartışıyorduk. Bizim dışımızda da böyle arayışlar sözkonusuydu.

Aklımıza ilk gelenlerden birisi de Rızgari ile birlikti. Ruşen Aslan gibi arkadaşların da buna sıcak baktıkları biliniyordu. Ruşen Aslan’ın Mürsel Delen’in öldürülmesi olayı nedeniyle bir özeleştiri verilmesinden yana olduğunu duymuştuk.

Kürdistan Press’in ilk sayısı 24 Eylül 1986’da yayınlandı. Kürdistan Press o günün koşullarında çağdaş bir görünümü olan, Kürt ulusal gazeteciliği açısından başarılı bir çalışmaydı. Kürtçenin Kurmanci ve Sorani lehçelerinin yanısıra Türkçe yayınlanıyordu. Kürdistan Press’in Kürt tarih ve kültürüne büyük katkıda bulunduğu, ufuk açıcı bir yayın yaptığı yadsınamaz. Gazetenin çıkışını sırf Orhan Kotan ile sınırlamak doğru olmasa bile, gazetenin onsuz çıkamayacağı, çıksa bile o performansı gösteremeyeceği de yadsınamaz. Kürdistan Press bugün bile incelendiğinde sayfalarındaki Orhan Kotan’ın sanatsal, artistik ve estetik özellikleri kendisini göstermektedir.

Orhan Kotan ilk başlarda üçüncü sayfada Türkçe başyazılar yazıyordu ve bu yazıları genelde Cıwan Batu gibi arkadaşlar tarafından Kürtçeye de çevriliyordu. Ilk yazdığı, 24 eylül 1986 başlıklı başyazısını, ‘Kürdistan Press’e destek olun, eleştiri ve özeleştirilerinizi iletin. Kürdistan Press’i ulusal bir yayın organı haline getirelim’ çağrısıyla bitiriyordu.

Gazetenin ilk sayısında Doğan Özgüden, M. Ferzende Baran, C. Kamil, Nihat Behram, Kirve Kalender, Celal Aydın, Süheyla Güngör, M. Öztürk, Temurê Xelil Muradov, Pervin,  Arif Özserin gibi yazarların yazılarının yanısıra, KDP’nin 40. kuruluş yıldönümü nedeniyle Mesud Barzani ile yapılmış uzun bir röportaj yer alıyordu. Gazetenin manşetinde ise ‘Zilm û zordariya Tirkan dom dike’ haberi yer alıyordu ve Kuzey Kürdistan’daki zulmün yanısıra Güney Kürdistana yapılan harekata dikkat çekiliyordu.

Gazetenin ikinci sayısındaki başyazısının sonunda yine bir öneri ve sahiplenmeyi seslendiren bir yakarış vardı:

‘Özetle, bize kalıcı, üretken kurumlar gerekli. Yeni kurumlar yaratmaya mecburuz. Yeni kurumlar yeni güçlere, yeni ilişki biçimlerine, yeni çalışma yöntemlerine ihtiyaç gösteriyor. Kürdistan Press’e biraz da bu pencereden bakmak gerekiyor. Bu pencereden bakınca kahredici ve kısır ilişkilerden, verimli ve üretken ilişkilere geçmek sanıldığı kadar zor olmayacak..’

Orhan Kotan Güney Kürdistan’daki gelişmeleri sıcağı sıcağına izleyen, oradaki gelişmelerin öneminin ayırdında olan bir aydındı ve elinden geldiğince okuyucuyu orada olan bitenler konusunda duyarlılaştırmaya çalışıyor, analitik değerlendirmeler yapıyordu.

22 ekim 1986 başlıklı üçüncü başyazısı da işte bunlardan birisidir:

‘..Güney Kürdistan pratiğindeki gelişmeler, Kürt halkının bağımszılık ve özgürlük mücadelesinde bugün, hayati önem taşıyan olayların cereyan ettiği bir alan durumundadır. Türk devletinin ısrarla Güney Kürdistan’daki kurtarılmış alanlara saldırması, ileri sürdüğü gibi, sınırda meydana gelen bir takım olaylarla ilgili değildir. Inandırıcı da değildir. Sistemli bir biçimde sürdürülen bu saldırılar, gerçek hedeflerin gizlenmesine yaramaktadır.’

İlerleyen bölümlerde Kürdistan Press’teki yazılarına tekrar döneceğim.

Hevgırtın-KDP’nin Kuruluşu Ve Orhan Kotan

Birliğin gerçekleşmesi mümkün müydü? Bunu öğrenmek ve tartışmak için İbrahim Güçlü, Mümtaz Kotan ile görüşmek için Yunanistan’a gitti. Bu arada Mümtaz Kotan’ın birlik fikrine sıcak bakmadığı gibi bir izlenim edinilmişti. Tabii bizim kampta da Hatice Yaşar gibi şahsiyetler Rızgari ile birlik fikrine sıcak bakmıyordu. Yeri gelmişken bunu da belirteyim. Çünkü bir telefon görüşmemizde Hatice Yaşar bana, ‘İbo çok tezcanlı, Mümtaz ile hemen birlik yapalım diyor. Düşünmek lazım’ babından şeyler söylüyordu.

Rızgari ile birlik olmadı ama ondan ayrılan önemli bir kadro birikimi, Bergeh grubu ve TKDP ile ortak bir örgüt kurulması kararlaştırıldı. O arada Orhan Kotan ile sık sık görüşüyorduk. Yanılmıyorsam Ekim 1992’de Hevgırtın-KDP kuruldu. Pasaportum olmadığı için kuruluş kongresine katılamamıştım. Orhan Kotan ile kongreyi konuştuğumda bana ‘Kürdistani bir program yapmışlar’ diyerek olumlu bir tepki verdi.

Bu arada Orhan Kotan’ın Kürdistan Press’i reorganize çalışmaları vardı. 1993 yılına gelindiğinde Orhan Kotan ile Kürdistan Press’te birlikte çalıştığı arkadaşları arasındaki ilişki kopmuştu.

Hevgırtın-KDP’nin kuruluşunda Orhan Kotan’ın yeniliğe ve değişime açık düşünsel tartışma ve egzersizlerinin de bir payı vardır. Orhan Kotan’daki kendiyle, zamanla ve düşünceyle hesaplaşma 1991’de başlamadıysa da, bence Orhan Kotan’ın gerçek potansiyelinin ortaya çıkma işaretleri Haziran 1991’de yazdığı o metinle başlar.

‘Büyük Kararlar İçin Küçük Düşünceler…’

Orhan Kotan yukarıdaki başlık altında yazdığı 30 sayfalık metinde kendisinde meydana gelen değişiklikler, Kürt hareketinin evrimleşmesi ve zamana ayak uydurması gibi bir çok önemli noktada görüş belirtiyordu. Tartışma metnine şöyle girmişti:

“Söze doğrudan girmek istiyorum. Yaşadığımız çağ, sürat çağı. Olaylar izleyemeyeceğimiz bir hızla üst üste düşüyor. Uzun, derin, dolambaçlı ifadelerle oyalanacak zaman yok. Söze doğrudan girmek istiyorum. İdeolojide gerilla mücadelesi yapılmaz. Cephe savaşı yapılır. Ideolojik mücadelede, açık ve kararlı olmak, söylenmesi gerekeni doğrudan söylemek gerekir. Bu bağlamda Kürt hareketi, daha doğrusu kuzey Kürdistan’daki Kürt hareketi çözmek zorunda olduğu iki sorunla yüzyüzedir. Bunlardan birincisi, Türkiye’de legal çalışmanın teorisini yapmak ve buna uyarlı yeni politikalar üretmek ve ikincisi, son 30 yıllık siyasi kültürümüzün muhtevasını oluşturan Marksizmi-Leninizmi sorgulamaktır. Düşüncelerimizde köklü değişiklikler oldu. Ancak bu köklü değişiklikleri ifade edemiyoruz, ya da ifade etmekte zorlanıyoruz. Düşüncelerimizdeki köklü değişiklikleri ifade edecek yeni kavramlar henüz ortaya çıkmadı. Sahip olduğumuz siyasi kültür, yeni kavramların ortaya çıkmasını engelliyor.”

Orhan Kotan değişen zamanla birlikte Kürt sorunun da ihtiyaç duyduğu değişik ve yeni açılımlara, döneme denk düşen bir perspektife kavuşması gerektiğinin farkındaydı. Bu nedenle dar örgütsel yapılarla da böylesi bir hamlenin yapılamayacağını görüyor ve makro projelere yol açıcı olacak önermelerde bulunuyordu:

“Türkiye’de ve Kuzey Kürdistan’da son 30 yıldır üzerinde hareket ettiğimiz zemin değişmiştir. Ya da daha tedbirli bir ifade ile şöyle diyelim: değişmeye başlamıştır. Dün üzerinde hareket edilen zemin, bize, kitlelere ulaşılması oldukça zor çalışma biçimlerini dayatmıştı. Bu zemin, yasakların, tabuların kuşattığı bir zemindi. Dolayısıyla, bu atmosfere uyarlı örgüt biçimleri bulmak gerekiyordu. Bu yapıldı. Yukarıdan aşağıya illegal örgütlenmelerimiz böylece ortaya çıktı. Siyasi kültürün belirlediği öncü örgüt anlayışı da, buna uyarlı olarak biçimlendi. Bu süreç ve bu anlayışlar hataları ile, sevapları ile beraber bugün artık tarihsel görevlerini bitirmişlerdir. Aynı anlayışlarla, aynı örgütsel yapılarla biraz daha yürüme olanağı kalmamıştır. Gerek komünist hareket için ve gerekse Kürt hareketi için yeni duruma uyarlı yeni ilişki biçimleri yaratmak, yeni politikalar üretmek, yeni ve sürece uyarlı örgüt biçimlerine ulaşmak kaçınılmazdır. Ancak, sahip olduğumuz siyasi kültür, bu yeni yapılanmaya hala yetmiyor ve hem de izin vermiyor. Siyasi kültürümüzün ürettiği kavramları -ki insanlar düşüncelerini özellikle bazı kavramlar aracılığıyla ifade ederler, bu bağlamda son 30 yıllık siyasi kültürümüzün ürettiği kavramları- sorgulamak, içi boşalan ve artık fazla bir şeyi açıklamayan kavramları atmak zorundayız.

‘..Türkiye’deki bu değişimin, dönüşümün tesadüfi olmadığına özellikle vurgu yapmak gerekli değişimin, dönüşümün temelini kapitalizmin ayakları üzerine oturması yaratıyor. Buna bağlı olarak dünyada ve özellikle Doğu Bloku ile Sovyetler Birliği’ndeki sarsıntılar Türkiye ve Kuzey Kürdistanı da doğrudan etkiliyor ve sarsıyor, değiştiriyor.

‘..Türkiye pratiğinde Enver Paşa’nın beyaz atı ile Babı ali baskınını düzenleyip, saltanattan kelle kopardığı eylemle, yüzyılın başlarında bıçaklanan demokrasi, günümüzde henüz yeni yeni filizlenmeye başlıyor. Bu filizlenme, gürbüz ve doğurgan değil elbette. Nedeni de, yüzyıllık bir tahribatın içinden çıkmak zorunda bırakılışındandır. İttihatçıların, toplumu emir komuta ile hizaya getirme politikaları, kapitalizmi-Doğu Bloku ve Sovyetlerde uygulanan devletçi anlayışlarla-asker sivil bürokratların emir komutası ile sürdürme gayretkeşlikleri 80 yıllık, 90 yıllık bir tökezlemeden sonra, ancak, bugün aşılabiliyor. Kemalistlerin ve ardı ardına gelen darbelerin ve darbeci generallerin müdahale ederek doğal gelişim sürecini kırdıkları kapitalizm, bugün artık kendi özgünlüğü içinde gelişme şansını yakalayabilmiştir. Demokrasi ve sosyalizm mücrimlerinin bugün bile ısrarlı bir biçimde darbe kışkırtıcılığı yapmalarının artık fazlaca bir kıymetiharbiyesi kalmamıştır. Bunlar, 20, 30 yıl önceki siyasal ve toplumsal durumun özneleridirler. Değişmemişlerdir. Eski siyasi kültürün kalıntıları ile bugünün öznesi olma gibi gerici bir ısrarın fosilleridirler.”

Orhan Kotan bu uzun metinde komünizm ve işçi sınıfı gibi olgular üzerinde durarak, bu olguları da güncelleştirerek kendine has üslubuyla tartışmaya açıyordu:

“Komünist Manifesto, bugünün proleteryasına çok fazla bir şey söylemiyor. Komünist manifesto, günümüzden 150 yıl önce yazıldı. İşçilerin 16 saat çalıştıkları, kadın ve çocuk emeğinin insafsızca sömürüldüğü, sosyal haklardan yoksun, geleceği ile ilgili güvencelerden yoksun bir dönemin ürünüdür. Yoksulluk devrimciydi. Devrimci politikalara ihtiyaç vardı. Bugün durum farklı. İşçi sınıfı toplumun imtiyazlı bir kategorisini oluşturuyor. Kazanılmış hakları yanında, neredeyse mülk sahibi. Zincirinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan 19. yüzyıl proleterlerinin yeri, kaybedecekleri bir hayli şeyi olan, ve kazanımlarını kolay kolay geri vermeyecek bir sınıfa terketmiş durumda. Bu somut gerçeklik, işçi sınıfına teorik olarak yüklenen politik görevleri tümü ile ya da hemen hemen tümü ile dıştalıyor.”

‘..Türkiye pratiğinde Enver Paşa’nın beyaz atı ile Babı ali baskınını düzenleyip, saltanattan kelle kopardığı eylemle, yüzyılın başlarında bıçaklanan demokrasi, günümüzde henüz yeni yeni filizlenmeye başlıyor. Bu filizlenme, gürbüz ve doğurgan değil elbette. Nedeni de, yüzyıllık bir tahribatın içinden çıkmak zorunda bırakılışındandır. İttihatçıların, toplumu emir komuta ile hizaya getirme politikaları, kapitalizmi-Doğu Bloku ve Sovyetlerde uygulanan devletçi anlayışlarla-asker sivil bürokratların emir komutası ile sürdürme gayretkeşlikleri 80 yıllık, 90 yıllık bir tökezlemeden sonra, ancak, bugün aşılabiliyor. Kemalistlerin ve ardı ardına gelen darbelerin ve darbeci generallerin müdahale ederek doğal gelişim sürecini kırdıkları kapitalizm, bugün artık kendi özgünlüğü içinde gelişme şansını yakalayabilmiştir. Demokrasi ve sosyalizm mücrimlerinin bugün bile ısrarlı bir biçimde darbe kışkırtıcılığı yapmalarının artık fazlaca bir kıymetiharbiyesi kalmamıştır. Bunlar, 20, 30 yıl önceki siyasal ve toplumsal durumun özneleridirler. Değişmemişlerdir. Eski siyasi kültürün kalıntıları ile bugünün öznesi olma gibi gerici bir ısrarın fosilleridirler.”

Orhan Kotan bu uzun metinde komünizm ve işçi sınıfı gibi olgular üzerinde durarak, bu olguları da güncelleştirerek kendine has üslubuyla tartışmaya açıyordu:

“Komünist Manifesto, bugünün proleteryasına çok fazla bir şey söylemiyor. Komünist manifesto, günümüzden 150 yıl önce yazıldı. İşçilerin 16 saat çalıştıkları, kadın ve çocuk emeğinin insafsızca sömürüldüğü, sosyal haklardan yoksun, geleceği ile ilgili güvencelerden yoksun bir dönemin ürünüdür. Yoksulluk devrimciydi. Devrimci politikalara ihtiyaç vardı. Bugün durum farklı. İşçi sınıfı toplumun imtiyazlı bir kategorisini oluşturuyor. Kazanılmış hakları yanında, neredeyse mülk sahibi. Zincirinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan 19. yüzyıl proleterlerinin yeri, kaybedecekleri bir hayli şeyi olan, ve kazanımlarını kolay kolay geri vermeyecek bir sınıfa terketmiş durumda. Bu somut gerçeklik, işçi sınıfına teorik olarak yüklenen politik görevleri tümü ile ya da hemen hemen tümü ile dıştalıyor.”

Türkiye’deki değişime ilişkin bazı istatistiki bilgiler verip, Türkiye’deki değişimin ekonomik boyutuna değinip bu değişim ile dış sermaye yatırımlarının artan hacmi arasındaki organik ilişkiye dikkat çektikten sonra şu görüşleri öne sürüyordu:

“Dolayısıyla mesele sadece AET’ye girmek olayı değildir. Türkiye’ye yatırım yapan dünyanın dev tekelleri, bu yatırımları polise ve orduya teslime edemezler. İşyerlerinin etrafını dikenli tellerle çevirip, ordularla koruma riskini göze alamazlar. Bu yatırımların güvencesi olarak siyasette liberal bir yapılanmanın kaçınılmazlığı kendisini dayatmaktadır. Özal’ın şu ya da bu şekilde devreye soktuğu politikaların ardında duran temel dinamik budur. Özal, tutarlı bir demokrat olarak bu politikaları üretmiyor. Ama, sistemin içinden gelen bir ekonomist olarak, sistemin işlerlik kazanmasının devlet despotizmi ile militarist politikalarla değil, ekonominin ve politikanın liberalleşmesinde durduğunun bilincindedir. Bilincinde olmadığı varsayılsa bile bu liberalleşme Özal’a ve Türkiye’ye dayatılmaktadır. Sosyalistler Boğaz Köprüsünün yapılmasına karşıydılar. Satışa çıkarılmasına da karşı oldular. Burjuvazinin kapitalizmin rasyonelleri içinde sürdürdüğü talepleri, Kemalist devletin kurumlarını koruyarak engellemeye kalkanlar, Türkiye’deki despotizmin, militarist müdahalelerin başlıca kışkırtıcılarıdırlar. Asker sivil bürokrat iktidar elitinin varlık nedenleri bunlara dayanıyor.

‘Kimse, omuzu kalabalık generallerin, kasaturaların sırtında Çankaya’ya gelecekleri zehabına kapılmasın. Bu dönem tarihsel olarak bitiyor. Asker sivil bürokrasisinin siyasi iktidar üzerindeki gasp eylemi ömrünü çoktan doldurdu. Genelkurmay’dan Çankaya’ya giden yol çoktan kapanmak üzere. Bu politik değişme sürecini en yakından izlemesi gerekenler Kürtlerdir. Bu politik değişime her yanından destek vermek Kürtler için hayati dönem taşıyor, kapı aralanmıştır. Görev, aralanan kapıları sonuna kadar açmaktır. Aralanan kapıları sonuna kadar açmak için de mücadelenin merkezinde yer almak gerekir. İdeolojik endişelerle, değişime kapalı donuk jargonlarla, hayatın canlı gerçekliğinden kopuk formülasyonlarla, ancak süreci dışarıdan izlemek olasıdır. Seyirci statüsünden, sahada aktif oyuncu statüsüne geçmenin biricik yolu ise, bugün Türkiye’de hayatın her alanına açık, doğrudan ve aktif politik çalışmaların içinde yer almaktan geçiyor. Demokratik kitle örgütleri, mesleki kuruluşlar, sendikalar, siyasi partiler… her yerde ve her alanda, aralanan kapıları ardına kadar açmak için çalışmalara girmek kaçınılmazdır.”

Orhan Kotan bu saptamaları yaptıktan sonra konuyu yine Kürtlere, kendi öznelinde içinde bulunduğu siyasi yapı ve diğer Kürt yapılarının durumuna getiriyor ve şöyle diyor:

“Bizim mevcut örgütlenmelerimiz, devrim anlayışlarımız, sahip olduğumuz politikalar bu yükü kaldırmaya elverişli de değil, hazır da değil. Bu nedenle köklü bir dönüşüme girişmek için kendimizi tümü ile tepeden tırnağa değiştirmeye girişmekten korkmamayı öğrenmeliyiz.

Korkuyu, Türkiye’deki değişimden zarar gören iktidar sahipleri üretiyor. Militarizmi bir hayat anlayışı olarak benimseyenler ve devlet içinde devlet olanların ürettiği ve toplumu terörize eden korkunun arkasında ezenlerin, hükmedenlerin felsefesi duruyor. Takrir-i Sükun kanunları ile oluşturulan resmi ideolojinin en katı, en çağdışı tezleri duruyor. MIT’in bir kanadı duruyor. Kontrgerilla duruyor. Ve bunlar, korku üreterek toplumu terörize ederlerken, ellerinin altında her zaman ‘devrimci örgüt’ malzemesi bulundurmaktadırlar. Son yılların politik cinayetlerinin hemen hemen tümü provakatiftir. Militarizmi kışkırtan bilinçli cinayetlerdir. Türk aydınının ve Türk basınının dünyanın en sorumsuz grupları olduğunu da vurgulamak gerekli. Anti-komünizm ve anti-Kürdizm kozlarını kaybetmeye başlayan militarist iktidar eliti, politik cinayetlere bir can simidi gibi sarılmış durumdadır. Militarizmin panzehiri ise demokrasidir. Toplumun sivilleşmesidir. Kürt hareketi,, militarizmin programı içine girmemelidir. Bunun biricik yolu ise, açık politik çalışma biçimlerinden geçiyor.”

Orhan Kotan Marksizm-Leninizme yönelme ve hayatla kopuşma arasında ilişki kurarken de şunlara vurgu yapıyordu:

“Biz, Marksizm-Leninizm’i öğrenme eğilimi ile, eleştirisiz, önyargısız irdeledik. Öğrendiklerimizin doğrular olduğunda daha başından yargılarımız vardı. Daha iyi öğrenmek, daha derinliğine öğrenmek çabası ağır basıyordu. Süreç içerisinde birçok konuya cevap vermekte zorlandığımızı gördük. Hayatın somut pratiği ile kopuştuğumuzu, elit kadrolar durumuna geldiğimizi gördük. Berlin Duvarı yıkıldığı zaman, bizim değerlerimizdeki sarsıntılar oldukça boyutlanmıştı. Fakat her şeye rağmen, yıkımın bu kadar erken hayata geçeceğini de beklemiyorduk. Doğu Bloku ülkeleri, insanlığın beyninde bir urdu. Kesilip atılması, insanlık açısında ileriye doğru atılmış bir adım oldu. Bu halkların hangi taleplerle ayağa kalktıkları biliniyor.”

Orhan Kotan sözkonusu metinde kendisinde ve sahip olduğu düşünce sistematiğindeki değişikliklerin arka planına da değiniyor:

“Benim düşüncelerimdeki köklü değişimler 1984-1985 yıllarında baş- ladı. Bu dönemde Kürdistan Kominist Partisinin teorik ve programatik sorunları ile uğraşıyordum. Aynı dönemde Türk devletinin Kürdistan’da yoğun militarist tecavüzleri sürüyordu. Hürriyet gazetesinin -tarihini hatırlayamadığım- bir nüshasında, gazetenin ön sayfasının yarısını boydan boya kaplayan bir fotoğraf yayınlandı. Sınır bölgesinde sürdürülen devlet terörünü bütün boyutları ile sergileyen bir fotoğraftı bu. Mağaradan bozma evlerinin önünde, elleri başlarının üstüne kenetli insanlar ve bunları silahları ile tehdit eden askerler… Fotoğraf beni çok derinden etkiledi. Üzerinde olduğumuz teorik ve programatik çalışmalar, bu fotoğrafta olan bitene cevap vermiyordu. Teorik ve programatik saptamalarımız çok yüksek düzeyde saptamalardı, evrensel doğrulardı. Somut durumun somut tahlilini içermiyordu. Oysa somut durum çok canlı, çok dinamik politikalara ihtiyaç gösteriyordu. Tepeden tırnağa silahlı askerlerin önünde perişan bir biçimde elleri başlarına kenetli insanların mücadelesinin örgütlendirilmesi farklı yaklaşımları, farklı politikaları, farklı örgütlenmeleri gerektiren çıplak bir gerçeklikti. Oysa bizim bilincimizin hareket noktası bu değildi. Bizim bilincimizin hareket noktası gelişmiş bir kapitalizmin ve onun ürünü olan modern sanayi proleteryasının politik eylemine tekabül ediyordu. Bunu da yüz yıl öncesinin düşünce biçimleriyle, yüzyıl öncenin çalışma metodlarıyla yapmaya özeniyorduk. Bu düşünce biçimleri ve çalışma metodlarının ürünü olan siyasi kültürün sorgulanması kaçınılmazdı. Hegel iredelenmeden Marks okunmuştu. Kautsky, Lenin’in eleştirilerinden tanınmıştı. Troçki, ‘faşizmin orospusu’ydu, ama Stalin ezberlenmişti. Siyasi kültür tek boyutluydu. Statikti. Teorik çalışmaların tümü birbirine benzer alıntı ve çalıntılarla dolu tekerlemelerden farksızdı. Biraz yakından bakın, solda yaratıcı bir çalışma bulamazsınız. Bundandır ki, ’Türkiye’nin Düzeni’, bir dönem solun stratejisini belirledi. Halk savaşı teorileri uzak Asya’dan, şehir gerillası tezleri Latin Amerika’dan ithal edildi. Stalin despotizminin Üçüncü Enternasyonal’deki sözcülerinin tümü ile Sovyet politikalarına teori yapan faşizm çalışmaları, Türkiye’de sosyalist hareketin on yıllarını boğdu.”

Orhan Kotan, Macar polisinin Kurtuluş siyasetine mensup bir kişiyi gözaltına almasının Paris’te protesto edilmesinin pro-Sovyetçi gruplar tarafından engellenmesi, ardından da Macaristan’ın sözkonusu kişiyi 12 Eylül rejimine teslim etmesi olayına değindikten sonra sözü önce Doğu Bloku’na ardından da onun öncülü Bolşeviklere getirerek şöyle çarpıcı bir durum saptaması yapıyordu:

“..Macarlar ise önce Lenin’in heykelini vinçle devirip Japonlara sattılar, sonra da Macaristan’ı Batı Avrupa’nın kerhanesi haline getirdiler. Aynı dönemde Bulgaristan darbeci Evren’i çiçeklerle karşılıyor ve Romanya da bu darbeci generale ulusal kahramanlık nişanını veriyordu. Esasen temelde değişen bir şey yoktu. Bolşevikler de, Ermenileri biçtikten sonra, Kürtleri katleden Osmanlı paşalarının ceplerini altınla doldurmuşlardı. Bolşeviklerin, Osmanlı paşalarına yaptıkları yardım, devrimci lafızlarla, özellikle Türk sosyal-şovenlerinin devrimci lafızları ile perdelendi. Oysa, Kızıl Ordu Varşova’ya devrim ihraç etmeye giderken, İngilizlerin donattığı Vrangel’in orduları Kırım’dan Rusya içlerine doğru saldırıya geçmişti. Bolşevikler açısından sorun, Osmanlı padişahlarıyla İngiliz mukavemetini kırmaktı. Taktik bir sorundu. Taktik, geri tepti. Osmanlı paşaları İngilizlerle anlaştılar. İngilizler, Yunan Genelkurmayının savaş planlarını Türk Genelkurmayına sattılar. Karşılığında da Ortadoğu’daki  petrol alanlarını aldılar. Türkiye Cumhuriyeti bu uzlaşmanın ürünü olarak ortaya çıktı. İşin ilginç yanı, aynı dönemde Yunan işgali Ankara’nın kapılarına dayanmıştı ve Ankara hükümeti işgale karşı direnmeyi örgütleyeceğine, ülkenin karşı ucunda, Sivas’ta kurdukları merkez ordusu eli ile Kürtleri ve Karadeniz Rumlarını yok etme mücadelesi veriyorlardı. Bolşevik desteği, İngiliz emperyalizminin taraf değiştirmesi ile sonuçlandı. Arkasından Ingiliz desteği çekilen Yunan orduları püskürtüldüler.”

Orhan Kotan’a göre ‘Marksizm-Leninizm eklektik bir kavramdı’ ve Leninizm ise ‘kabaca Marksizm’in geri ve despotik bir ülkeye uyarlanması ve bozulması’ydı. Peki bunun Kürtlerle olan ilişkisi neydi? Veya Orhan Kotan sözü nereye getirmek istiyordu?

“Geri ve despotik bir ülkede öncü örgütün çelik çekirdeğinin illegal yapılanması, merkezi yanın öne çıkmasının başlıca kaynağını oluşturuyor. İllegal, öncü ve merkezi bir yapılanma… Stalin ile beraber kurumlaşıp, özellikle geri ülkelere ihraç edilen bu örgüt anlayışını biz tümü ile devraldık. Bu da bizim tarihsel talihsizliğimizin başlıca nedeni oldu. Bu anlayışın tepesinde her zaman küçük Stalinler durmaktadır. Bu bizim için de böyledir. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki diğer pek çok örgüt için de.. Ekim devrimi yolumuzu aydınlatmıyor artık. Tersine ekim devriminin insanlık için büyük bir talihsizlik olduğunu kabul etmek gerekiyor..(…) Büyük Ekim devrimi derken, insanlığın gelişmesinin bir yerde müdahale ile durdurulduğunu anlamak gerekir.”

Ve Orhan Kotan sonra sözü Kürt hareketlerine getiriyor:

“Son 30 yılın siyasi düzeyi Kuzey Kürdistan’da TKSP’lerle, Rızgari’lerle, DDKD-KIP/Pêşenglerle, TKDP’lerle, KUK’larla, KAWA’larla, TEKOŞIN’lerle ulaşılan düzeydir. Askeri düzey ise PKK ile en üst noktasındadır. Bu düzeyleri küçümseme durumunda değilim. Tersine yapılması gerekenler yapılmıştır. Ideolojide Rızgari’nin, silahlı mücadelede PKK’nin ulaştığı noktalar doruk noktalardır. Bu siyasi, ideolojik ve askeri düzeylerin Kürt ulusunu kurtuluşa götüremeyeceği ise açıktır.

Bir şeylerin değişmesi gerekiyor.

Değişmesi gereken birinci olgu ise kafa yapılarımızdır.

En azından 30 yıldır Kuzey Kürdistan’da Kürt hareketleri -istisnaları saymazsak ise- Stalinler, Çavuşeskolar tarafından iğfal edilerek kahpeleştirilen bir sosyalizmin savunucuları oldular. Bu nedenle de Kürt halkının üstüne bomba yağdıran Sovyet jetlerinin katliamlarının suç ortaklığına kadar gittiler. Kendi halklarına, kendi mücadelelerine yabancılaştılar, yer yer düşman oldular. İdeolojiler, hayatın somut gerçeklerinden çok daha önemli sayıldı. Çemişgezek’te proleterya partisi, Colamerg’de anti-emperyalizm, Kürt ulusunun ekmek ve özgürlük mücadelesinin önünde gitti. İki milyon insan sınırlara dayanınca, sorunun, bütün düşünceleri, bütün politikaları, bütün ideolojik yaklaşımları alt üst eden gerçekliği ile yüz yüze gelindi. Türk solunun büyük bir kesimi, bu yıkıcı sorundan, 1960’lı yılların öğrenci gençliği kafası ile, siyasi hedefleri olmayan sakat ve silik bir anti-emperyalizm gürültüsü ile kurtulmaya girişti. Bir bölümü düpedüz Saddam Hüseyin’in işbirlikçiliğini yaptılar.”

Orhan Kotan daha sonra ‘anti-emperyalizm’ ve ‘ezen ulus milliyetçiliği’ hakkındaki görüşlerini açıklıyor:

“Mevcut sunuluşu ile anti-emperyalizm, siyasi hedefleri olmayan boş bir milliyetçi hezeyandır. Milliyetçilik ise -ne kadar sosyalizm ile cilalanırsa cilalansın- ezen ulus açısından namussuzların son sığınağıdır. Günümüzün hiçbir sorusuna cevap vermiyor. Her siyasi hareketin temel hedefi siyasi iktidar mücadelesidir. Anti-emperyalizmin, hele hele Türkiye gibi ülkelerde hiçbir siyasi iktidar talebi yok.”

1991’deki 1. Körfez savaşı ve sonrasında yaşanan Kürt göçü Orhan Kotan’daki değişimlerde tetikleyici durumdadır. Türk solunun -istisnalar hariç- Saddam yanlısı tavrı ve bazı Kürt çevrelerinin de onların dümen suyunda olması Orhan Kotan’ı çok öfkelendiriyordu:

“Bazı Kürt yayınları, yayın politikalarının ana çizgisini Güney Kürdistan’daki siyasi hareketlere ve o siyasi hareketlerin liderlerine küfretme anlayışı üzerinde şekillendirmiş bulunmaktadırlar. Böylece, bu Kürt yayınları esasta, Türk sosyal-şovenlerinin açık sözcüleri durumuna düşmüşlerdir. Sosyal-şovenizmin uç çizgilerinde yer alan siyasi gruplar, söylemek istedikleri her şeyi, Kürtlere söyletme gibi yeni bir taktik uygulamaktadırlar. Buysa, sömürgeci güçlerin Kürdü Kürde kırdırtma siyasetlerinin, sosyal-şovenler tarafından ideolojide ve politikada bire bir sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Sosyal-Şovenizm Kürt hareketinin en nazik sorunlarına sokulmakta ve karıştırmaktadır. Ve açıkça teslim etmek gerekir ki, sosyal-şovenizm, Kürt hareketinin bir bölümünü ideolojik hegemonyası altında tutmaktadır. Oysa, Kürt hareketi bu gruplara göre rota belirleme yanlışlığından ilkesel olarak kurtulmalıdır.”

Kürtlerin statü sahibi olması olasılığı ile Israil arasında parallelik kurmak Türk solunda ve egemen siyasette devamlı yer alan bir motiftir. Orhan Kotan, Türk solunun ve egemen devlet anlayışının Filistin sorunu konusundaki duyarsızlığına değinip Kürtler konusunda izlenen iki yüzlü politika konusuna ise şöyle değiniyor:

“Bu gerçeklik içinde Israil’e küfretmek serbest olduğu için, Kürt hareketlerini de hep Israil bağlamında tartışmak adeta bir kural olmuştur. Israil, emperyalizmin uydusu, oyuncak bir devlettir, Kürdistan da ikinci bir Israil olacaktır. Bu açıkça yapılmaktadır. Burada bu iddiaların sahiplerini, Türk militarizminin, Fars ve Arap sömürgeciliğinin sözcüleri olarak gördüğümü ve gerçek kimliklerinin de suç ortaklığı olduğunu ilan ediyorum. Benim kişisel kanaatime göre, Ortadoğu’daki tek demokratik toplum, Israil toplumudur. Ayrıca, ABD emperyalizminin elinde bir uydu, bir oyuncak olduğu tezine de katılmıyorum. Tersine, ABD, Israil politikalarını çoğu zaman kabullenmek durumundadır. Türk ve Kürt solunun Israil ile ilgili yargıları geçersizdir ve bu yargılar tümü ile gerici Arap milliyetçiliğinin ürettiği anti-siyonizmin direk sözcülüğünden başka bir şey değildir. Ortadoğu’da gerici Arap milliyetçiliği, şeyhlikler ve emirlikler tarafından Çingene’leştirilen Filistinlilere, şimdiye kadar biri çıkıp da, niçin Yahudilerle, barış içinde bir arada yaşamıyorsunuz deme cesaretini gösterememiştir. Türkiye’de ortak örgüt, ayrı örgüt diye kıyamet koparanlar, Yahudi proleteryası ile, Filistin proleteryasının ortak örgütlenmesinden hiç mi hiç söz etmezler.”

“Siyasi hareketimiz açık politik programlarla önümüzdeki sürece müdahale edecek niteliklere açılmalıdır. Bu diğer siyasi hareketler için de bir çıkış noktası olacaktır. Unutmayalım ki, Kuzey Kürdistan’da halen bir kişilik, iki kişilik siyasi hareketler, mutfaklarda inşa edilen politik partilerimiz var. Bu siyasi hareketler ve partiler gelişmenin önünde birer engel durumundadırlar. Yeni politik yapılanmalar için bu engellerin temizlenmesi gerekiyor. Geçmiş çalışmalarla ilgili bir ret ve inkar eğilimi içinde değilim. Tersine, bilgimiz ve bilincimiz dahilinde olan her şey yapılmıştır. Eğer geçmiş çalışma sürecimiz olmasaydı, Marksist birikimden gelmeseydik, çok sığ aydınlar olurduk.

En çok ihtiyacımız olan şey ise, entellektüel bilgi birikimidir. Entellektüel bilgi birikimi, bürokratik ilişki biçimlerine, monolotik saplantılara, donmuş ideolojik formüllere karşı en etkili yoldur..”

Orhan Kotan, ‘bağımsız-birleşik Kürdistan’ konusunda ise şunları öne sürüyordu:

“Bağımsız-Birleşik Kürdistan olgusunun bir tek çıkış yolu vardır, o da ülke temelinde politik örgütlülüktür. Ülke temelinde ortaya konmayan bağımsızlık ilkesinin, pratik olarak hiçbir değeri yoktur. Bu anlayışın en doğru ve tutarlı teorisi, bugün çalışmalarını donduran Kürtistan Komünist Partisi Örgütleme Komitesi tarafından yapıldı. Dört parçada tek ve merkezi proleterya partisi ve tüm anti-sömürgeci güçlerin içinde yer alacakları ulusal kurtuluş cephesi. Bu politik perspektifin ihtiyaç duyduğu askeri örgütlenme de, tüm halkın silahlanmasına tekabül eden ulusal kurtuluş ordusunda ifadesini bulacaktı. Bu teorinin bu gün de doğru bir teori olduğunu söylüyorum. Ancak, teorik doğrular bir şey, somut pratik ile uyum içinde olmak başka şeydir.

(…)

‘Kürt hareketinin demokratik muhtevası bu nedenle günün en yakıcı sorunudur. Kürt hareketinin aktif politika ve diplomasi yürüten kadrolarının mecburiyetlerin ve gerçeklerin ürünü olan taleplerini, kültürel özerklik, siyasi özerklik, federasyon gibi talepleri, birer ihanet ilişkisi gibi değerlendirmek ve ihanet olarak suçlamak, Kürt gerçeğinden bir şey anlamamak demektir.”

Dokuz Yıl Önce Yazdıklarım..

Dokuz yıl önce sıcağı sıcağına, ağır bir duygusallıkla Orhan Kotan’ı Rojbaş dergisinde yazmaya çalışmıştım.

‘Düşüncelerini açıklama, harbice savunma, kendisinin de bir dönem savunduğu bazı görüşlerden veya yanlışları-yanlışlarımızı- “milattan kalma tezler” diye değerlendirerek kendisini “ti”ye alma ve arınma gibi medeni cesarete sahip bir Kürt aydınıydı. Konuştuğu gibi yazıyordu. Yazdığı gibi konuşuyordu. Değişmekten korkmuyordu. Bir gün onu Hêlîn, Sînem ve şen şakrak sesiyle “baba!” deyip telefona çağıran Dîlan’dan da dinlemek istiyorum. Eşine sormuştum ve o da “Düşündüğü gibi de yaşıyordu kardaş. Yalanı hiç sevmezdi.” demişti.’

Abisi Mümtaz Kotan’ın Görüşleri

Orhan Kotan’ın ölümünden sonra yazdığım yazıdan yaklaşık 18 ay sonra, abisi Mümtaz Kotan bana bir mektup göndermişti. Mektubun içinde Orhan Kotan’ı ilgilendiren bölümler de bulunuyor. Mümtaz Kotan, 3 Kasım 1999 tarihli mektubunda benim Orhan Kotan ile ilgili yazdıklarımda bazı eksik ve yanlışlar olduğunu söylüyor. Mümtaz Kotan’ın anlatımlarında Orhan Kotan’ın Dr. Şıvan’ın partisi Türkiye’de KDP ile olan ilişkisi hakkında da önemli bilgiler, iddialar var:

“Sana bazı bilgi eksiklikleri ile ilgili iletmek istediğim şeyler var. Örneğin, Orhan ile ilgili metinde onun FKF, DDKO ve TIP ile ilişkileri konusunda önemli bilgi eksiklikleri var, ama bu belki de anlatımı etkilemiyor. Ancak, bilimsel çalışmalarda, siyasi belirleme ve önerilerde bu tür bilgi eksiklikleri hem yanlış sonuçlara neden olabiliyor, hem de önümüzdeki süreçte kullanılabilir diye düşünüyorum. Kısaca belirlersek, DDKO dönemi Orhan ne kurucu oldu, ne de fiili çalışmalara katıldı. Tersine daha sonra öğrendiğim gibi ‘Şıvan’ın partisinde aktif bir çalışandı. DDKO döneminde bölge sorumluluğuna kadar gelmişti.. ‘Şıvancılar’ adına bizimle hareket eden Neco ve birkaç unsur ile ilişkileri sürüyordu. Onların egemen olduğu bölgelerde DDKO’nun aktivitesi olmadı. Ama, hep arkadan DDKO ile ilişkilerini sürdürdüler ve bizi kendi yanlarına çekmeye çalıştılar. Bunu da diğer KDP ile olan çelişki ve çatışmaları nedeniyle bir süre sonra açık yaptılar. Hatta, yayın politikasına rağmen benim olmadığım bir sırada Komal’da küçük bir darbe de gerçekleştirdiler. Hatırlarsın DDKO dava dosyası ertelenerek araya ‘Kürt Halk hareketi ve BAAS ırkçılığı’ kitabı alındı. Kitabın salt ‘Şıvan’a ait olmaması için birçok ekler yaparak çıkmasını sağladık. Daha sonra Orhan partinin genel sekreterliğine (Şıvan’ın partisinin) getirildi, İstanbul’da yapılan bir toplantıda Neco ile aralarındaki çatışmada bir darbe ile düşürüldü ve parti de böylece son buldu sayılır. Çünkü, Kürdistan’da hemen hemen tüm aydınları içine alan ‘Şıvan’ hareketi bir tek bana ve Ruşen’e teklif getirmemişti.. Elbette bu kısa belirlemeleri dolaylı tartışmak mümkün, çünkü geniş bilgilerim var. Geçiyorum.

(…)

1970 dönemi cezaevi sürecine dönersek şunu görürüz, Şıvancılar bizim grubu (DDKO olarak adlandırılan) desteklediler ve hatta bizzat Şıvan, mektup gönderdi(!) ve maddi yardım da yaptılar. Kaçırılmamızın bile planlandığı söyleniyordu. Elbette bütün bunlar başta Orhan’ın aracılığı ile yapılıyordu. Gerek Iddianameye Cevap ve gerekse savunmalarda Ş. Kaya ve Ruşen Arslan’ın ortak oldukları (yanlarında Dev-Yolcu olduğunu bildiğimiz G. Pekdemir de stajyerdi) yazıhaneden destek verildi. Buna karşılık diğer KDP de aynı düzeyde bizimle dirsek temasını kaybetmemeye uğraşıyordu. Ama, onların desteği ‘Şıvancılar’ kadar örgütlü değildi. Yine FKF ve TIP ile ilişkilerde de Orhan yoktu, hiç bir zaman bu düzeylere katılmadı. Ankara’da bulunduğu sıralar bazı eylemliliklere benim ve Zülküf Şahin’in yanında katılmış olsa da örgütlü değildi. Zaten Şıvan da TIP’e karşıydı, özellikle T. Z.ekinci ve N. Kutlay grubunu sevmiyordu. Ankara’da yaptığımız bir görüşmede de bizlere TIP ile ilgili eleştirilerini iletmişti(!) Kendisi TIP’e karşı olan Sosyalist Kültür Derneği’nde seminer ve konferanslar vermişti.

(…)

Evet, Orhan iyi bir şairdi, yalnız şiir dizesi ya da duygu ve anlatım bakımından değil, kültür, tarih ve coşku açısından da, zamana denk düşmesi açısından da iyi bir şairdi ve güçlü mısralarla dolu bir çok eser de verdi. Aynı zamanda iyi bir yazardı, iyi bir entellektüeldi, aydındı. Kürdistan’ı tanıyordu, bilgi hazinesi doluydu, sivri kavramlarla açıkladığı şeyler bile derin anlamlar ifade etmekteydi. Hiç savunulmadı, özellikle Türkiye’de adı edilmedi, buna hayret ediyorum. Belki biz de sunamadık. Gazeteci olarak, yazar olarak bizimle birlikte olduğu zaman daha iyi ürünler verdi. Çünkü, bilgi kaynağı ve metinlerin tashihi onu daha kollektif kılıyordu, tekil olduğu zamanlar ile öncekileri karşılaştırdığın zaman bunu görürsün.

(…)

Çok acı çekti ve ölümü kötü oldu. Duygulara ve anılara saygı duyuyorum, şaibe ve saldırıları savunmanın gereğine inanıyorum, ama gerçekleri dile getirmekten korkmamak gerekiyor, çünkü Orhan böyle biriydi, korkusuz ve cesurdu. Örneğin eşi özel sayıda onun ‘siyasetten siyaset adamlarından hoşlanmadığını’ açıklıyor, onun siyaset yapmadığını ima ediyor, oysa o siyasetin ortasındaydı illegal örgüt yönetti, bizimle de yönetti. Merkez Komitesi’nde görev yaptı, söylendiği gibi değildi.”

Mümtaz Kotan’ın söyledikleri ilginç şeyler. Onun söyledikleriyle ilgili bilgi sahibi olanlar vardır, Komal’da bir darbe yapılıp yapılmadığını bilebilecek durumda değilim. Koray Düzgören, Orhan Kotan’ın FKF’de yer aldığını yazmış ve şahsen söylemişti. Orhan Kotan’ın Şıvancılar ile olan ilişkisi konusunda somut olan bir şey var ki, o da Şıvan’ın partisinde görev aldığıdır. Bugün Ziya Avcı, Osman Aydın ve Ömer Çetin gibi eski Şıvancılar hayattalar. Bu konuda daha fazla bilgi sahibi olması gereken de onlardır. Daha geçtiğimiz ay (20 Nisan) Diyarbekir’de Ömer Çetin ile konuştuğumda bana ‘Kotanları ve Rızgaricileri tanımadıkları için aramızda bir ilişki olmadı’ demişti. Ömer Çetin Diyarbakır DDKO başkanı olarak, DDKO’ları üstten idare eden bir kurulun varlığından da haberdar olmadığını anlattı.

Şıvan öncesi ve sonrası Şıvancıların durumu da çok tartışmalı, karmaşık bir konudur. Bu nedenle bu konuları şimdi bu yazı kapsamında tartışmak istemiyorum.

Benim yazdıklarımda Orhan Kotan’ın 1967 Doğu Mitinglerine katıldığı gibi yanlış bir bilgi yer alıyor. Bunu da yeri gelmişken düzeltmek istiyorum.

Orhan Kotan-Şıvancılar İlişkisi

Rızgari grubunu oluşturan çekirdek kadronun Şıvancılar ile ne tür ilişkiler içinde olduğunu burada tartışmanın bir anlamı yok. Şahsen bildiğim Şıvan’ın Türkiye partisi sekreterliğini O.A.’nın yaptığıdır. Orhan Kotan’ın da bölge sekreteri olduğu yolunda çeşitli bilgiler mevcut. Bir süre önce Said Aydoğmuş (6 ocak 2007) tarihinde yazdığı bir yazıda, Necmeddin Büyükkaya’nın arşivini kaynak göstererek bir deklarasyon yayınladı ve bu deklarasyonun Orhan Kotan tarafından kaleme alındığını söyledi. O deklarasyonun dili ve muhtevası, üslubu, coşkusu incelendiğinde bunun Orhan Kotan’ın kaleminden çıkmış olabilme olasılığı bir hayli yüksektir:

Realite Deneyine Dair…

Orhan Kotan ağır hastalığına rağmen 1994 yılında Türkiye’ye döndüğünde kafasında Realite gibi bir gazete yayınlamak vardı. Ben tam olarak bundan haberdar değildim. Ama bir gazete çıkarma projesi çok önceden vardı. Istanbul’a gittiğinde tam bir izolasyonla ve tekleştirmeyle karşılaştı desem haksızlık yapmış olmam. Recep Maraşlı, kendisi ve Mümtaz Kotan’on Orhan Kotan ile bir görüşme yapıp Realite Press’i çıkarma konusunda bir protokol yaptıklarını, ama kendisinin tutuklanması ve Komal’a yapılan operasyonlar sonucu bunu gerçekleştiremediklerini söyledi. Orhan Kotan öte yandan da devlet tarafından tekleştirilmiş, diğer yandan da Kürtler tarafından izole edilmişti.

Ama o buna rağmen, bu çemberi yardı ve sesini duyurmayı başardı.

Ruşen Aslan’ın Hamburg’daki evinde 1996 başlarında yaptığımız bir sohbetten biliyorum ki, Orhan Kotan ile Kürdistan Press’te çalışan arkadaşlar  arasında arasında sert ve kırıcı tartışmalar olmuştu. Orhan Kotan, çok yakın çalışma arkadaşlarının haklarını teslim etme konusunda sekter bir tavır içine girmişti. Bu da haliyle bazen gazeteyi korumak için gazetede silahıyla nöbet tutan Abdo ve diğer arkadaşlarda bir düş kırıklığına yol açmıştı. Bu kopuşma Rızgari ile yapılan prtokolden mi, yoksa Orhan Kotan’ın bu kez yalnız yürüme isteğinden mi kaynaklanıyordu, karar vermek çok zor.Ruşen Arslan’a göre, Isveç makamlarından yardım alındığında Çetin Çeko ve diğer arkadaşlarla birlikte olma önerisini, Orhan Kotan, ‘Bu kez yalnız yapacağım’ diye geri çevirmişti.

Realite’nin 5, 6 ve 7. sayıları toplatıldı. Yazıişleri Müdürü Mahfuz Sürgit hakkında da Orhan Kotan, Murad Civan ve Yekiti Gulbaran imzalı yazılardan ötürü davalar açıldı ve mahkum oldu. Orhan Kotan hastalığı sırasında Mahfuz’a yardım etmek istediğini söylemişti. Fakat sonradan anladım ki Realite projesinden eline geçen Isveç yardımının tümünü Realite’ye harcamıştı. Orhan Kotan Isveç’e döndükten sonra da hakkında gıyabi tutuklama kararı verilmişti. Orhan Kotan son üç sayının toplatılmasından sonra devleti ve DGM’yi protesto için Realite’nin yayınını durdurdu. Gerekçesi buydu. O ara yaptığımız görüşmelerde gazeteyi Hevdem’e devretme önerisi kulak ardı edildi ve gazete teknik altyapısıyla birlikte DKP’ye verildi.

Realite tüm önyargılara karşın o günün koşullarında içeriği itibariyle önemli bir yankı uyandırdı. Orhan abi kısa sürede farklı tv’lerde tartışma programlarına katıldı ve kendisiyle çeşitli röportajlar yapıldı.

Son

Belki bu yazıyı, onu en iyi tanıyanlardan biri olan İbrahim Güçlü’nün ona dair yazdığı bir yazıdan şu alıntıyı yaparak bitirmek daha doğru olacaktır:

“Orhan KOTAN, üretken bir yazar, dava adamı, bir aydın ve siyasetçiydi. Orhan KOTAN’ın hem öğrencilik yıllarında, hem de öğrencilik yıllarından sonra, tek işi, devrim yapmak ve Kürt Milletinin ulusal demokratik haklarına kavuşması için, amatör bir ruhla profesyonel bir çalışma yürütmekti. O, günde onlarca sayfa yazacak kadar pratik, yazılarını içerikli kılan entellektüel bilgi birikimine sahip bir insandı. Orhan KOTAN her konuda konuşan ve görüş belirten bir aydındı.

O, yenilikçi, yenilikleri önceden yakalayan bir aydındı. Soğuk Savaş sonrası Kürt Rönesans’ının öncülerinden biriydi.”

HAZIRAN 2007