Musul’u IŞİD’pesmerge-li-musilein elinden  kurtarmak için operasyonun başladığı bir sırada, bu konuyu ön plana almadan, Türkiye-AB ilişkilerini son yapılan Brexist referandumuyla masaya yatırmanın yerinde olmayacağını düşünerek yazı konusu zorunlu bir değişime uğradı.

Ancak yine de bu konuda bir özet vermem gerekirse, başlıklar içinde şunlar olabilirdi:

Bugüne kadar dirsek temasıyla AB içinde olan İngiliz hükümetleri, AB’den istedikleri hakları elde etseler de, Avrupa’ya göç dalgasının İngiliz kamuoyunda yarattığı etkileri de arkasına alan David Camerom hükümeti  yine de referanduma gitme kararında ısrarlı oldu. Güç dengelerinin, ekonomik-siyasi ve askeri olarak birkaç kutupta yoğunlaşacağı açık bir dünyada, İngiliz diplomasisinin bu sürecin geleceğini kamuoyunun hissiyatına bırakmayacak kadar uzun vadeli düşündüğü kanısındayım.

Bunun brinci nedeni stratejiktir; Tarihte kendilerini hiç bir zaman kara Avrupalısı olarak görmeyen İngilizler, ABD ve Nato’nun gücünü zayıflatacak olan, AB’nin, NATO’ya karşı olmamakla birlikte, ondan  ayrı bir blok olarak “Avrupa Savunma Ajansı” kurma girişimine şüpheyle bakıyorlardı. Ayrıca Birliğin Rusya’ya yaptırımlar konusunda ABD ve İngiliz işbirliğini takip etmemesi diğer sorunlardan biriydi.

Diğer taraftan, Büyük Britanya’da yapılan referandum sonuçu  AB’de sarsıntı yaratırken, esas sarsıntıyı  kendi içinde yaşadığını ve Britanya’nın birliğini tehlikeye attığını göstermeye çalışıyordum. Çünkü İskoç halkı %62 ve Kuzey İrlanda %55,8 oyla AB’de kalma isteklerini gösterdiler. Daha da önemlisi İskoçya meclisi İngiltere’nin AB’den çıkma takvimini resmen başlatması halinde, yeniden bir referanduma giderek Büyük Britanya’dan ayrılıp AB’ye girme istemlerini dile getirdiler. Kendi birliğini tehdit etme pahasına İngilizlerin AB’den ayrılma ısrarını, halkın hissiyatlarıyla açıklanamayacak kadar stratejik derinliğe sahiptir.

Kara Avrupasında ise sular durgun değildi; Katalanlar, Basklar, Flamanlar, Valonlar, Korsikalılar, Brötonlar demokratik önlemler alınmadığı taktirde ulusal devletlerin istikrarlarını tehdit eden boyutta dinamiklere sahip olduklarını gösteriyorlardı. 2003 Roma sözleşmesiyle hazırlanan anayasa metnine asıl ruhunu kazandıran eski Fransız cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing, “Avrupa Federal Devletler Birliği” esprisi içinde “yerel” sorunların da barışcı yollarla çözülebileceğini öngörüyordu. ABD örneği alınsa da, buradaki ana sorun, ABD’nin tersine, kara Avrupasında yüzyıllarca birbirleriyle savaş halinde olmuş devletleri üniter bir yapı içinde tutma zorluğundan kaynaklanıyordu. Fransa ve Hollanda’da 2005 yılında yapılan referandumda çıkan “hayır” oylarıyla  bu anayasa  yürürlüğe giremedi. Yine de çekirdek bir yapıyla Avrupa’da federasyon projesi ilerki dönemlerde mutlaka gündeme gelecektir. Ulus devletin en köklü temsilcisi red oyu verdi ama, Korsika meclisini bağımsızlık yanlılarının yönetmesine engel olamadı.  Çağdaş dünyanın sorunlarını XIX. yüzyıl mantığıyla okuyan Türkiye’deki “ulusalcı cephe” savunucuları, sınırların parçalanacağı savından –korkusundan- hareketle, Türkiye’nin yönünü Avrasya’ya, Şanghay Altılısına dönerek bütünlüğünü sağlayacağını iddia etmektedirler.  Gözden kaçan nokta ise, yüksek teknolojiden yoksun, ara malları üreten bu ülkelerin küresel sermayeye bağımlı olduklarıdır. En büyük tehlikeye açık ülke, demokratik planda büyük eksiklikler gösteren bizzat Çin’in kendisidir. Çin bugün için ucuz iş gücüne dayanarak dünyada alım gücü düşük milyarlarca insana hitap etmesinin kendisine kazandırdığı sermaye birikimini en iyi şekilde kullanma eğilimindedir. Özellikle Afrikada’daki yatırımları dikkate değerdir. Yine de Çin ekonomisi yüksek teknolojide Batı’ya ihtiyaç duymakta ve yeni Çin burjuvazisi lüks tüketimini yine Batı’dan karşılamaktadır. Ancak batı teknolojisinin (güneş-rüzgar-deniz) her alanda yenilediği elektrifikasyon hareketinin alt yapısı (özellikte otomotiv sektöründe) bitirildiğinde, Çin aynı ihtiyacı karşılayabilecek midir?  Büyüme hızı gittikçe düşen Çin, komşuları için de bir tehlike arz edecektir. Ve bu tehlikeye karşı ABD ordusunun en yoğunlaştığı alanın Ortadoğu değil, Çin denizi  ve  Pasifik Okyanusu’nda olduğu dikkatlerden kaçmaktadır.  Uygur ve Tibet bölgesinde görülen ulusal hareketlenmelere karşı küresel sermaye sesini çıkarmamakta, Çin’i ürkütmek istememektedir. Bugün Ortadoğu’da kaynatılan kazanın zamanla uzak Asya’da yaygınlaştırılacağının izleri, Kuzey Kore’nin provokasyonları üzerinden oynanan oyunlarla gözlemlenebilir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi demokratik bir kurumun etki alanından çıkıp,  demokrasinin yerlerde serildiği  İran, Rusya, Çin gibi geleceğin en sorunlu bölgelerinin yükünü sırtlamaya hangi ideolojik saplantının neden olduğunu anlamak oldukça güçtür.

Türkiye’yi AB sürecinden kopma noktasına getiren AKP iktidarı suçu AB’ye atmadan önce,  demokratikleşmeyi  neden yeterince geliştiremediğini kendisine sormalıdır. 15 Temmuz gibi bir darbe girişimine maruz kalan Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısının ne kadar istikrarsızlıklarla dolu olduğunu  gören AB,  bu konudaki kaygılarını saklı tutmasında ne kadar haklı olduğunu göstermiş oluyor. Demokratik bir devlettin olmazsa olmazı olan kuvvetler ayrımı yerlerde sürünüyorken, AB hangi nedenlerle Türkiye’ye olumlu yaklaşacak. Eğer 17-25 Aralık operasyonları olmasaydı Ergenekon, Balyoz operasyonlarının kumpas ayağı hiçbir zaman söylenmeyecek ve mahkeme süreci devam etmiş olacaktı. Dolaysıyla ortada hukukun bir zaferi yoktur. Ve AB açısından Türkiye’nin hukuk sistemi baştan aşağıya sorunludur.  Öte yandan, Avrupa’da yarım asrı geçen Türk toplumsal varlığının hâlâ entegrasyon sorunu yaşadığı da bir gerçeklik olarak ilgili bütün devletlerin önünde durmaktdır. Kiliselerde papazların kullandığı barış dilini camilerde imamlar, müezzinler  kullanamıyorlar. Özellikte Suudi Arabistan bütçesinden beslenen selefist ve entegrist imamların vaazları kamuoyunda infial yaratacak düzeydedir. Bu, müslüman Türkiyelileri de etkilemektedir.

Ekonomik planda Türkiyeli girişimcilerin yarım asır boyunca yarattıkları zenginlik, yüzde doksan ölçeğinde küçük işletmeler olan gıda ve tekstil alanıyla ilgilidir. Oysa,  Avrupa’ya son yirmi yıldır yerleşen, dini  inanışlarıyla tek  tanrılı dinlerden kökten ayrılan Çin toplumunun Batı değerleriyle entegrasyonu çok daha yapıcı ve hızlı olmuştur. Ekonomik alanda  daha geniş sektörlere el attıkları gibi, büyük sermaye yatırımlarına da girebilmektedirler.

***

Konu başlığımıza dönersek; Geçmişte zaman zaman gündeme gelen Musul sorunu bu kez, yaşanan sıcak savaş nedeniyle, tarafların bütün kozlarını oynama durumunda kalacaklarını göstermektedir.  Bu nedenle ellerinde ne kadar belge ve bilgi varsa belki de son kez masaya yatırılacaktır.

Musul’u Misak-ı Milli ve Lozan tartışmaları içinde anlayabilmek için 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkesinden, 5 Haziran 1926’da İngilizlerle imzalanan Ankara anlaşmasına kadar geçen sürede geçen olayları bütün yönleriyle analiz etmek gerekir. Formasyonu tarih bilimi olmayan bir gazetenin köşe yazarının, okuyucusunu tatmin etmek için tarihsel bir belgeye spekülatif bakışı gibi bakamaz tarih bilimi… En kötüsü de bu argümanları kendi seçmen kitlesi için kullanan politikacıların tarihe sahip çıkma adına yaptıkları yıkımdır. Tarih bilimi bir olayı, bir dökümanı incelerken ona sorulması gereken doğru soruları formüle eder. Adeta onu konuşturur, döneminin sıcaklığını yaşatır ve ona adeta ter döktürür.

Sanayi devriminden nasibini almamış, gelişen dünya karşısında kendi toplumunu feodal ilişki ağlarıyla başbaşa bırakmayı modernizme karşı savunma aracı olarak görmüş bir imparatorluğun, savaş sonunda bıraktığı yıkıntının ve sefaletin üzerine yeni bir dünya inşa etmenin zorluklarını yaşayanların ruh hallerini açıklayabilmek, o günleri yaşamamış en yetkin tarihçi gözleminde bile eksik kalır.

 Misak-ı Milli kararlarına bakarak bu güne gönderme yapanların atladıkları bir şey varsa; O da, bu maddelerin sadece Bağlaşık devletler için değil, dünyanın geri kalanı için de hiç bir anlam ifade etmediğini görememeleridir. Çünkü Mondros Ateşkesi imzalandığında (30 Kasım 1918)  henüz ne Kemalist hareket vardı, ne de Misak’tan-Ant’tan-  bahsediliyordu.  Tam tersine Ateşkesin 7. maddesi Bağlaşık devletlere “güvenliklerine yönelik bir durumda” sorunlu bölgeyi ele geçirme hakkını veriyordu. Ve bu karara Osmanlı delegeleri bir çekinge koymadan  imzalamışlardı. 3-6 Kasım 1918 aralığında  Musul’un işgali bu kapsamdadır. Yine 13 Kasım’da  işgal kuvvetlerinin gemileri İstanbul önlerindeydi.  15 Mayıs 1919’da İzmir’in, 16 Mart 1920’de İstanbul’un resmen işgaliyle birlikte birçok olayı ard arda sıralayabiliz. Bütün bunlar olurken irdelenmesi gereken konu, Misak’ın yazılı metni değil, kimlerin sessiz kaldığı, kimlerin tepki gösterip direnişe geçtiğinde düğümlenmektedir. Bugün koltuğunda oturup, hayran oldukları püsküllü şapkalarıyla tarih adına yargı yetkisini kendisinde görenler, “Yunan işgalini” halkın direnişine tercih ediyorlarsa, İstanbul’un Bağlaşık kuvvetlerince işgalini de bu direnişe tercih etmiş oluyorlar. Tarihin tam da “tekerrür” dediği şey işte budur. O günlerde de Yunan, İngiliz, Fransız işgalini alkışlarla karşılayanların  tarihsel izdüşümlerini, bu açıklamayı yapanlar çıplak olarak göstermektedir. Bunu bir de “hilâfeti” kurtarma adına yaptıklarını söylüyorlar. Yedi düvelin katıldığı bir savaşta verdiği fetvalara hiçbir yanıt alamayan ve İslam toplumu üzerinde hiçbir pozitif etki yaratmayan hilâfetin, İngiliz emperyalizminin eline geçtikten sonra ne işe yarayacağını kendilerine sorsalardı, bugünün “Arap baharı” denen, İslam dünyasını birbirine düşüren emperyalist oyunların kendisine ulaşmış olacaklardı.

Misak-Milli’nin ne anlama geldiğini, ne anlaşılması gerektiğini en açık biçimde Mustafa Kemal  İzmit Mebusu Sırrı Bey’e verdiği yanıtta  tartışmasız şekilde söyle açıklar “ Bazı arkadaşlar, mesela Sırrı Bey gibi arkadaşlarımızın dayanakları Misak-ı Milli oluyor. Türk Heyeti Misak-ı Milli’yi mahvetmiş, Bakanlar kurulu Misak-ı Milli’yi feda etmiş. Ben diyorum ki, Sırrı Bey Misak-ı Milli’nin ne olduğunu anlamamıştır… Efendiler, arazi sorunu ve hudut sorunu, Misak-ı Milli’nin bildiğiniz gibi birinci maddesinin içindedir. Misak-ı Milli, şu hat bu hat diye hiçbir vakitte hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey, milletin çıkarı ve Büyük Kurul’un bakışıdır. Yoksa bir haritası mevcut bir hudut yoktur.”

Mustafa Kemal yine bu görüşmelerde Musul’un ilhakının Türkiye’ye nasıl sorunlar yaratabileceği sorunları üstü kapalı bir şekilde açıklamaya çalışır. Askeri olarak Musul’a kolayca girip alınabileceğini söyler ama, sonrasında neler olabileceğini anlatırken özellikle Kürt mebuslarının dikkatlerini çekmemek için sorunu İngilizlerle olan ilişkide düğümlemeyi tercih eder. “Musul meselesini bugünden halledeceğiz ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız desek bu mümkündür. Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u aldığımızı müteakkip muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız. Yani bunu ayrıca mevzubahis etmek isterseniz mahsurlar kendi kendine meydana çıkar.” (27 Şubat 1923)  (1)

Bu kaygıların kapsadığı alanları çok önceleri, Temmuz 1922’de Elcezire cephe komutanı Nihat Paşa’ya gönderdiği raporda çok açık bir şekilde görmekteyiz. Bu belgeden de anlaşılacağı gibi, Irak’taki ana sorun İngilizlerle ilişkiler olduğu kadar, bölgedeki Kürt isyanlarının aldığı ulusal  karekterdir. Bağımsız bir Kürdistan projesiyle itham edilen İngilizlerin, bunu gerçekleştirmek için önlerinde hiçbir engel yokken, ve hatta Kürtler de zaten bu yönde ayaklanıyorken(!),  şaşırtıcı biçimde yine bağımsızlık isteyen Kürt isyanlarıyla başı beladaydı!.. (2)

Buradan çıkan sonuç şudur: Mustafa Kemal, İngilizlerin bir Kürt devleti projesi olduğu şeklinde bilinen yaygın görüşün aksine, savaş sırasında yazılanlarla uygulama alanındaki farklılığı tesbit eden ender kişilerden biriydi ve ona göre strateji tayin edilmesi gerektiğini biliyordu.  Eğer Musul alınmış olsaydı, Arap milliyetçiliğini körüklemek bir yana, İngilizlere karşı bir cephe açılmış olacaktı. O günlerde süren Kürt isyanlarının istemlerine somut bir yanıt verilemeyeceği gibi, onların taşıdıkları dinamizmin Misak-ı Milli sınırları içine çekilmesi de ayrı bir tehlike olarak görülecekti. Bu konuda Kuzey’de, bölgesel bazda rahatsızlıklar görülse de, nisbeten ılımlı bir havada devam eden Türk-Kürt kardeşliği söylemini tehlikeye atacak dinamiklerin oluşmasına yol açabilecekti. Musul’un alınmasıyla bütün bu dinamikler birleştirilmiş olacağı gibi, Musul’u kaybeden İngilizlerin hem taktik, hem de stratejik anlamda Kürt isyanlarına gerçek anlamda destek vermemeleri için de hiçbir neden kalmıyordu. (3)

Yıkım savaşının içinden çıkan yeni bir devletin, kendisini güçlendirme sorunları ortada duruyorken, var olanı korumak yerine, bunu da tehlikeye atacak ve sonu bilinmez genişletilmiş bir savaş cephesi açmanın ne askeri, ne de siyasi anlamda bir karşılığı olmadığını belki, o günleri yaşayanlardan başkası anlayamazdı.

Ve gerçekten de bu strateji içinde kaybeden sadece Kürtler oldu. Püsküllü tarihçilerin bu kadar veriyi bir araya toplayıp, geleceği belirleyebilmesi elbette mümkün değildir. Ancak Kürtler açısından da sorun hiç te iyi sonlanmıyordu. İngilizlerin bu topraklardaki politiklarını iyi okumaktan yoksun olan, aydın tabakasını kaybetmiş  Kürt hareketi, İngiliz diplomasisiyle olması gereken ilişkiye giremiyordu. Onlarla adeta bilek güreşine girer gibi karşılık veriyorlardı.  Çünkü Şeyh Mahmut Berzenci’nin etrafını saran elit tabaka, ya Kemalistlerin gönderdiği “danışmalar”, ya da Bağdat’taki hükümette görev almaya yatkın Süleymaniye’nin ileri gelenleriydi. Oysa, aşiret güçlerini arkasına alan Berzenci, milli bir konsept içinde İngilizlerle uzlaşma noktalarını bulabilecek bir siyasetin sonunda, Irak’ta otonomi elde edebilecek askeri güce sahipti. Siyaseti kullanma yerine milis güçlerinin eylemleriyle, İngiliz politikasını Irak’ta zora sokmanın bedelini, Irak Anayasası’nda Kürtlere hiç yer verilmemesiyle aldı!.. Londra’da yapılan ilk Irak anayasası, Musul görüşmelerinin İstanbul’da devam ettiği,  21 Mart 1925’te kabul edildi. Irak’ta nasıl bir devlet kurulacağı konusunda  şüpheler taşıyan Kemalistler’in kaygıları böylece giderilmiş oldu. Güney’de bırakalım bağımsız, Kürt otonom bölgesinden bile bahsedilmiyordu. …  Anayasanın bu şekliyle kabulü Kemalistlere ve dolaysıyla Türkiye’ye  verilmiş bir taviz olarak algılanmalıdır.

Güney Kürdistan’da kurulacak bir Kürt devlet varlığının Türkiye için ne kadar çok tehlikeli örnek olduğu eğer bugün bile sorgulanıyorsa, o yıllarda bunun ne kadar büyük bir “facia” olabileceği ve İngilizlerle düzelme yoluna giren ilişkilerin tekrar eskisine dönebileceği anlaşılmalıdır.

Türkiye’nin Irak topraklarına müdahale hakkının ne Musul, ne de Türkmen sorunundan kaynaklanamayacağını kavrabilmek için Lozan’a giden süreci iyi okumak gerekecektir:  Osmanlı yönetiminde Musul vilayetinin sınırları kuzeyde Hakkari sınırından güneyde Irak’ın içlerine kadar inen Süleymaniye sancağına kadar uzanmaktadır. Dolaysıyla Kerkük ve Erbil idari olarak Musul’a bağlıdır. İngilizler daha 9 Mayıs 1918’de Kerkük’ü ele geçirmişler ama daha ileriye gidemiyorlardı. Çünkü o bölgedeki Kürtler topraklarının” Hıristiyanlaştırılacağı” korkusuyla İngiliz birliklerine karşı ayaklanıyorlardı. Bu da birliklerin  ilerlemelerine engel oluyordu.

 Mezopotamya’daki olayları izleyen sadece tarihçiler değildi. Askerlik sanatına siyaseti ve toplum bilimini de katan Mustafa Kemal, Sivas Kongresi’nden hemen sonra, 8 Ekim 1919 tarihinde III. Kolordu Komutanı Refet Bele’yi, Ortadoğu’yu İngiliz-Fransız (Sykes-Picot anlaşması)  paylaşım alanına bölen anlaşmayı   imzalamakla bilinen Fransız elçi Georges Picot ile görüşmek üzere Konya’ya gönderir. Burada Refet Bele, Kemalist hareketin ilgisinin Arap halkın yoğun olarak yaşadığı yerlerin dışında olduğunun garantisini veriyordu. Yani Kürt nüfus alanlarını  Misak-ı Milli içinde, Türk-Kürt birliği bünyesinde görüyordu.  Ancak Mezopotamya’yı  Fransızlara bırakmayan İngilizlerin, Musul’u Türklere bırakmayacakları da ortada idi. Bunu en iyi gören Mustafa Kemal, jeopolitik yapıları göz önünde bulundurarak strateji uygulamanın gerekli olduğunu eylemleriyle gösteriyordu.  Bu nedenle Meclis görüşmelerinde  Misak-ı Milli’yi açıklarken sınırları kesin haliyle çizilmiş bir harita  üzerinde değil, ana gövdeyi koruyarak, siyasetin elverdiği ölçüde gidebileceği alana kadar sınırları genişletmeyi düşünüyordu. O yıllarda, bugünkü Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Kürdistan mebusları milli mücadeleye gönülden katılıyorlardı ve bağımsız Kürdistan yönünde en küçük bir girişimleri dahi yoktu. Daha da ileri giderek Lozan görüşmelerinde Musul’un İngilizlere terkedilmesi riskine karşı en şiddetli tepkiyi onlar gösteriyorlardı.(4) Ancak Osmanlı idaresi altındaki Kürdistan bölgesi ne ekonomik olarak, ne de idari olarak bir bütünlük göstermiyordu. Kuzey Kürdistan’da çok güçlü olmasa da, kayda değer bir varlık gösteren bürokratik yapının sağladığı  olanaklarla merkezle olan ekonomik ve toplumsal ilişkisi, Güney Kürdistan’a oranla çok daha gelişkindi. İngilizlerin Mezopotamya’yı ele geçirmeleriyle kendilerini boşlukta gören Güney Kürtleri, Mustafa Kemal hareketi başlamadan çok önceleri İngilizlere karşı ayaklanmalara girişmişlerdi. Kemalist hareket Anadolu’da askeri ve siyasi yönetimi ele aldığını gösterdiğinden itibaren, bağımsızlık ile otonomi arasında gidip gelen düşüncelerle İngilizlere karşı mücadele veren Şeyh Mahmut Berzenci’yi para-cephane ve danışmanlarla destekleyerek İngilizleri zor duruma sokuyordu ama, Berzenci’nin istemlerinin de Türkiye için çok tehlikeli olduğunun bilincindeydi. Yine Barzan bölgesinde süren İngiliz karşıtı ayaklanma  Kemalistlerin istemleriyle uzlaşmayacak  ulusal temalar taşıyordu. Kuzey ve güney arasında bir sınır olmasa da, Kuzey Kürtlerinin siyasal duruşları ve dinamikleriyle, Güney’de yaşayanların durumu faklılık gösteriyordu. Bu nedenle Misak-ı Milli cephesini İngilizlerin aleyhine  genişletmenin önünde çözülmesi gereken ciddi sorunlar duruyordu. Mustafa Kemal’in daha o günlerde Kürt bölgelerinde “Bir çeşit yerel yönetimlerin” oluşturulacağını söylemesi bu nedenledir. Yani İngilizlerin atacağı adıma göre “yerel yönetim” söylemini uygulamaya koyup koymayacağını gösteriyordu.

Türk tarih araştırmalarında çok önemli bir konu gözden kaçırılmaktadır: 20 Kasım 1922’de başlayan Lozan görüşmelerine kadar  Kemalistleri ilgilendiren en önemli konu  azınlıklar kavramı içinde ulusal haklar oluyordu. Azınlıklarla ilgili oturumun yapıldığı 12 Aralık 1922 tarihinde, oturum başkanı Lord Curzon, İngiliz diplomasi tarihi incelendiğinde tesadüf olmayacak bir formülü ortaya atmış ve bütün heyetleri heyecanlı tartışmalara sevketmiştir. Bu kavramın üzerine Türk heyeti önce şüpheyle yaklaşmış, sonra da bir başyapıt gibi adeta sarılmıştır. Lord Curzon  “Nasıl Hıristiyan azınlıkların Asya’da ve başka yerlerde korunmaları zorunlu ise Müslüman azınlıkların da Avrupa’da korunmaya hakları olduğunu bilinçli olarak düşünmekteyim”(5) diye genelleştirdiği sorun, bir anda ulus ve soy kavramından din kavramı üzerinden yapılacak  tartışmalara neden olur.  Bu beklenmedik durum karşısında Türk heyeti içinde hararetli tartışmalar olmuş ve “ne soy, ne sop” hiç bir azınlık kavramını kabullenmeyen, sert eleştirileriyle tanınan Dr. Rıza Nur, “Dil tabiri ile Müslüman olup başka dil konuşanları da ekalliyet yapacaklar. Din tabiri ile halis Türk olan iki milyon Alevi’yi de ekalliyet yapacaklar”(6) diyerek tepkisini koyar. Ve gerçekten de sorun dinsel azınlıklar kavramı içinde tartışmalarla devam eder. İsmet İnönü ince bir diplomasiyle “Müslümanların çoğunlukta olduğu bir yerde Müslüman azınlıktan bahsedilemeyeceğini” söyleyerek, Türkiye’deki  Hıristiyan azınlığın haklarına karşılık, Balkan ülkelerindeki Müslüman azınlıkların korunmasında hak sahibi olduklarını tartışmanın doğal seyri içinde açıklar. Batı Trakya Türklerinin “ulusal” hakları konusunda kaygı içinde olan Yunan heyeti, Türklerin sahiplenebileceği  iki yasal haktan biri olan, soy kavramından kurtuldukları için bu yaklaşıma sıcak bakar.  Ancak kendi iç işlerine haksız olarak karışılacağı için, Bulgar, Sırp-Hırvat-Slovak temsilcileri,  Slav kökenli Müslümanlara Türk koruyuculuğunun verilmesinin doğru olmadığını söyleyerek karşı çıkarlar. Öyle ki Lord Curzon dışında herkes ulus kavramı yerine din kavramının ön plana alınmasına şaşkınlıkla bakmaktadır. Türk heyeti bile kendi içinde bunun ne anlama geleceğini uzun uzun tartışmıştır. Katılımcı devletler azınlıklar sorununa “soy” değil de, “dini” bir yaklaşımın getirilmesini İngilizler’in Türk heyetine verdikleri bir taviz olarak görmektedirler.  Antlaşma metninin bu yönde olacağı karar altına alındığında İsmet Paşa yaptığı konuşmayla “Azınlık terimine sınırlı bir anlam verilmesi Müttefiklerce Türk Temsilci Heyetine yapılmış önemli bir taviz gibi gösterilmektedir. Türk Temsilci Heyeti durumu öyle görmemektedir. Türkiye’de hiçbir Müslüman azınlık yoktur; çünkü kurumsal olduğu kadar, uygulamada da Müslüman nüfusun çeşitli unsurları arasında hiçbir ayırım gözetilmemektedir.” diyerek kaygıları gidermeye çalışmıştır. Yani bu metin ile Türkiye’de Kürtler yok sayıldı. Ama Uğur Mumcu’nun da kayda düştüğü gibi “Gerçek te öyle değildi”.

Ve gerçekten de Lozan Antlaşmasına göre Türkiye’de herhangi bir soy azınlığı olmadığı gibi, Yunanistan’da da soy olarak bir Türk azınlığı değil, Yunan kökenli, ama Türkçe konuşan Müslüman bir azınlık vardı. Bu tanım 1998  yılında başbakan Mesut Yılmaz tarafından “Türkiye’de  soy azınlığı yoktur, Lozan’a baksınlar” açıklamasıyla da kanıtlanmaya çalışıldı.

Lozan Antlaşması kararları bu mantık içinde Irak ve Suriye devletini de aynı kavram içinde ilgilendirmektedir. Böylece Türkiye, ne Suriye, ne de Irak’ta bulunan Müslümanlarla ilgili herhangi bir koruyuculuk hakına sahip olmadığını kabul etmektedir. Çünkü kendileri de birer Müslüman devletler olan Suriye ve Irak’ta  -Türkiye’de olduğu gibi- Müslüman bir azınlıktan söz edilemezdi. Soy olarak azınlık kavramı metinlerden çıkartıldığı için, devlet sınırları içinde soy olarak ne Türkmen, ne Kürt, ne Rum, ne Ermeni, ne de Asuri vardır. Bunların hepsi Hıristiyan-Müslüman olarak guruplandırılmıştı.

Tersi bir durumda Türkiye, azınlıklara yüklenecek olan soy kavramıyla İstanbul’da yoğunlaşan Ermeni ve Rum halkına zorunlu olarak verme durumunda kalacağı dinsel haklar yanında, çok daha siyasi nedenlere yol açabilecek soydan gelen ulusal haklarını tanımak zorunda kalacak idi. Bu durumda asıl tehlike Ermeni ve Kürt halkı üzerinde yoğunlaşmış oluyordu.

Bütün bu veriler, Misak-ı Milli’nin uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan bir metin değil, sadece Türk yönetimini ilgilendiren tek yanlı bir belge olduğunu açıklamaya yeterlidir.

Türkiye’nin Irak’a yönelik askeri ve siyasi müdahalesi  ancak BM’nin 51. maddesi gereğince olabilir. Bu maddeye göre, Irak topraklarına  yerleşmiş Türkiye kökenli bir örgütün, sınırlarına ve toprak bütünlüğüne yönelik eylemleri nedeniyle Irak hükümetine  yaptırım uygulayabilir,  müdahale edebilir, BM’leri göreve çağırabilir. Türkiye bugüne kadar merkezi Irak yönetimiyle anlaşarak müdahale hakkını kullanıyordu. Peki, PKK eylemlerinin en yükseldiği dönemlerde bile hiçbir Türk hükümetinin BM’lere başvurduğunu ve 51. Maddeyi uygulama hakkını kullandığını duydunuz mu? Acaba bu hakkı kullanmayı neden saklı tutuyor?

(Siyaset Felsefesi Uzmanı)

(1) TBMM Gizli Celse Zabıtları, cilt 3 s. 1318

(2) Hasan Yıldız, 20. Yüzyıl Başlarında Kürt Siyasası ve Modernizm, Doz yn. s. 125

(3) Şeyh Said Ayaklanması’nda İngiliz yardımının kanıtlanamadığını Uğur Mumcu araştırmalarında ve  İsmet İnönü anılarında belirtmektedir. Oysa günümüzde hâlâ bu konuda ısrarcı tarihçiler var. Hatta Dersim gibi kapalı ekonominin en yoğun olduğu, sınırlara uzaklığı yüzlerce km olan bu bölgede, Fransız yardımıyla isyana gidildiği bile tarih tezi olarak ileri sürülebilmektedir. Devletin vatandaşıyla  olan ilişki kopukluğunu sorgulamayan bu görüşler, isyanlarda yabancı parmağı arama kolaylığını, sorgulama yerine almaktadırlar.

(4) TBMM Gizli Celse Zabıtları cilt 4 s. 90; 110-112

(5) Seha L. Meray , Lozan Barış Konferansı Cilt 1 s. 180

(6) Dr Rıza Nur, Lozan Barış Konferansı’nın Perde Arkası  1922-1923, Örgün yn.  s. 129