Üçüncü Bölüm

Ulusal-Demokratik Programın Teorik-Pratik Faaliyeti Pozitivist Siyaset Üzerinde Değil, Amaçlı Siyaset Üzerinde Yükselmelidir.

Ezilen-ulusların kurtuluş hareketlerinin mücadelelerini hangi siyaset tarzı ile yürütmeleri konusunu incelemeden önce, günümüzde küresel düzeyde yaşanan kaotik ortamda ezilen-ulusların ulusal kurtuluş mücadeleleri yerinin ve konumunun ne olduğuna bakalım.

1- Günümüzde Ulusal ve Uluslararası Çatışmaların Önemli Bir Nedeni de Ulusal ve Etnik Grupların Egemenlikleri ve Özgürlükleri İçin Yürüttükleri Mücadelelerdir.

 Günümüzde tek bir etnik, dilsel ya da dinsel gruptan oluşan bir devlet yoktur. Devletlerin tümü farklı düzeyde olmak üzere, çok etnikli, çok dinli ve birden çok dilin konuşulduğu nüfusa sahiptirler. Zaman içinde bu çeşitliliğin azalmayacağı ve artacağı öngörülmektedir.  Buna karşın devletlerin çoğu çok etnikli, çok dilli ve çok dinli olmaktan kaynaklanan bu çeşitliği hukuki güvence altına almaktan kaçınmaktadır. Ne var ki, yapılan incelemelere göre, dünyada 5.000-7.000 değişik azınlık grubu bulunmaktadır. Bu azınlık gruplara mensup bir buçuk milyardan fazla bir nüfusun yaşamakta olduğu tespit edilmiştir. Demek ki, dünya nüfusunun yaklaşık dörtte ya da beşte birini (1/4-1/5) azınlıklar oluşturmaktadır. Bu nedenledir ki, günümüzde ulusal ve uluslararası anlaşmazlıkların ve savaşların çoğu ulusal ve etnik sorunlardan kaynaklanmaktadır.[1]

Ulus-devletlerin çoğunda, baskı altında olan ulusal gruplar kendi kaderini tayin hakkını ele geçirmek için farklı düzeylerde mücadelelerini sürdürmektedirler. Gurr tarafından yürütülen ampirik bir çalışmanın sonuçlarına göre, 1993 itibariyle, dünyada 233 ulusal grup ve etnik azınlık örgütlenerek kendi topluluklarının çıkarlarını ve kimliklerini korumak amacıyla aktif siyasi mücadele sürdürmektedirler.[2] Günümüzde egemen ulusun ulusal talepleri meşru olmakta ve devleti temsil etmektedir. Diğer etnik ve ulusal grupların ulusal talepleri zor ve şiddet yoluyla bastırılmakta ya da en fazla özel alanda gerçekleştirilmesine izin verilmektedir. Buna karşılık baskı altında olan ulusların büyük çoğunluğu kendi kaderini tayin hakkını eskiye göre daha çok talep etmekte ve bu hak için mücadelerini sürdürmektedirler. 1946 yılında dünyada 74 devlet var iken, yüzyılın sonunda bu sayı 193’e, günümüzde ise gözlemci devlet statüsünde bulunan Vatikan ve Filistin de dâhil olmak üzere bu sayı 208 devlete ulaşmıştır. 1980’den sonrası için küreselleşme (neo-liberalizm) ve bölgesel entegrasyon dönemi olarak tanımlanmakta ve ulus-devletlerin zayıflanacağı öngörülmekteydi.  Ancak söz konusu olan küreselleşme insanları ortak kimlikler ve ortak değerler etrafında toplayamadı. Oysa ulus ya da ulus-devlet kimliği hala güçlü ve etkili olup ve her ayrılma sonucunda kurulan yeni devletler, ulus-devlet ideolojisinin yeniden üretilmesine katkıda bulunmaktadır. Bu nedenle 20’nci yüzyıl ve içinde yaşadığımız süreçte başat ve baskın ideolojinin ulus-devlet ideolojisi olduğunu söylemek bir abartı değildir. Üstelik günümüzdeki siyasal-toplumsal gelişmelerin yönünü belirleyen neomerkantilist politikalardır. Çünkü neoliberalizm, siyasal ve ekonomik olarak tıkanmış ve kriz içine girmiştir.  Siyasi ve ekonomik güçler;  siyasi ve ekonomik krizlerini çözemeyen ve tıkanan neoliberalizm yerine ne merkantilizmi ikame etme gayreti içine girmiştir. Siyasal, ekonomik ve sosyal altüst oluşların yaşandığı bu kaotik dönemin asıl nedeni, neoliberalizmden neomerkantilizme geçiş süreci ile yükselen ulusçuluk ya da ulus-devlet ideolojisinin çakışmasıdır.  Rusya-Ukrayna Savaşı, İsrail-Filistin Savaşı, Çin-Tayvan gerginliği gibi gelişmeler hem neoliberalizm dönemden neomerkantilizme hem de kaotik ve hatta felaket dönemine geçişin işaretidir. Zaten merkantilist dış politikaların işaretleri verilmeye başlandı bile. Bu işaretlerden biri, 28-30 Haziran 2022 NATO Madrid zirvesinde verilmişti.  Şöyle ki; 24-25 Nisan 1999 NATO Washington zirvesi ve stratejik konsepti, demokrasi, insan hakları ve hukuk devletine bağlılık üzerinde inşa edilmişti. 28-30 Haziran 2022 NATO Madrid zirvesi ve stratejik konsepti ise, kendini sadece üye ülkelerin topraklarının savunulmasıyla sınırlamayacak, NATO, gerekli gördüğü durumlarda coğrafî alan dışındaki bölgesel ve etnik çatışmalara da müdahale yapabilecektir. Böylece NATO, ortak savunma sisteminden ortak güvenlik sistemine geçmiştir. Artık NATO, Avrupa eksenli güvenlik anlayışından uzaklaşarak küresel çapta bir güvenlik görevini üstlenmiştir.

Günümüzdeki devlet daha önceki dönemlerin devletlerine göre çok daha geniş ve güçlü olanaklara sahip olması nedeniyle, gelmekte olan neomerkantilist yönetimleri de daha önceki merkantilist yönetimlere göre hem farklı kılmakta hem de daha etkili yapmaktadır. Devlet yöneticilerinin sahip oldukları iletişim, ulaşım, yazılım ve dijital takip, ileri veri merkezleri ve araştırma yöntemleri, silah teknolojisi vb. olanaklar, toplumu ve toplumsal olayları kontrol etme konusunda oldukça etkilidir. Sürekli gelişen bu olanaklar sayesinde neomerkantilist devlet, insan haklarını ve özgürlüklerini sınırlayacak ve toplumu daha sıkı kontrol ve baskı altına alabilecek kabiliyete sahiptir.  Batı demokrasisi bu süreçte ciddi bir sınamayla karşı karşıyadır. Batılı küresel güçlerin demokrasisi, konsensüs demokrasisi değil, demokratik elitizmdir. Batı dünyasında farklı demokrasi görüşleri yaygın olmakla birlikte, XX. yüzyılda ve günümüzde Batı Dünyasının siyaset üretme, yasa yapma ve uygulama ilişkisini belirleyen, demokratik elitizmdir. Demokratik elitizm yerine çağdaş demokrasi, liberal demokrasi, siyasi demokrasi kavramları da kullanılmaktadır. Batı demokrasisini diğer demokratik olmayan yönetimlerden ayıran en açık özellik, bu demokraside elit kadroların birden çok siyasi partilerde örgütlenebilmeleri ve siyasal iktidar için serbestçe yarışma hakkına sahip olmalarıdır. Bu yarışma sayesinde partilerin vatandaşların çıkarlarını gözeten programlar oluşturduklarını iddia ederler. Böylece vatandaşlar; çıkarlarını gözetmediğini düşündüğü partiyi yani yönetici elit kadroyu, düzenli aralıklarla yapılan seçimler yoluyla değiştirebilirler. Ülkeyle ilgili siyasal üretim, yasa yapma/bozma ve uygulanması ve bu siyasetlere karşı alternatif programlar ortaya koyması, elit kadroların görevidir. Vatandaşların asıl siyasal görevi ise, kendilerine sunulan siyasal programlardan birini tercih etmeleridir. Zaten elitist yönetim; sürdürülebilir bir ekonomik büyüme, yeni iş olanaklarının oluşturulması, işsizliğin azaltılması, ücret ve fiyatların kontrolü, sosyal güvenlik hakkı, parasız öğrenim ve eğitim görme hakkı, sağlık hakkı, konut hakkı gibi bazı olanakları sağlamaktadır.  Demokratik elitist yönetim, yukarıda belirtilen olanaklar sayesinde toplumu çok daha kolay denetleyebilmekte ve manipüle edebilmektedir. Otokratik, despotik ve benzeri yönetimler, zaten hâlihazırda neomerkantilist politikaları, benimsemiş ve uygulamaya geçirmişlerdir.

İçinden geçtiğimiz bu kaotik süreçte küresel güçler ve bunların çeperlerinde yer alan bölgesel güçler, ekonomik ve askeri güçlerine denk düşen nüfus alanlarını ele geçirmek için, dünyayı yeniden paylaşma mücadelesine girmişlerdir. Süreç içinde bu paylaşım mücadelesi iki blok ya da cephe şeklinde ayrışabilir. Bir tarafta temsili demokrasiyle yönetilen devletler, diğer tarafta otokratik, despotik yönetimle yönetilen devletler şeklinde iki bloka dönüşebilir. Ancak her iki blokta yer alan devletlerin ortak özelliği; kendi egemenlikleri altında olan ulusal toplulukların özgürce kendi kaderini tayin hakkını tanımayışlarıdır. Evet, bu mücadelelerin yanı sıra bir de boyunduruk altında olan ezilen uluslar (Kürdler, Beluçlar gibi) ile kısmi egemenlik haklarına sahip olan (Katalan, Bask, İskoç, Quebec, Çeçenistan, Dağıstan, Tibet, Güney Kürdistan Federe yönetimi, Filistin yönetimi, Sincan Uygur Özerk yönetimi, vb.) ulusal toplulukların kendi kaderini tayin hakkına sahip olmak için yürüttükleri mücadeleler vardır. Ayrıca kısmi egemenlik hakkına sahip olan ulusal grupları bekleyen akıbet de aynı değildir. Gelişmiş liberal demokrasi ve hukuk devleti geleneğine sahip devletler ile liberal demokrasi ve hukuk devleti geleneği olmayan devletlerin, kısmi egemenlik hakkına yaklaşımı farklıdır. Demokrasi ve hukuk devleti geleneği olmayan devletlerin, imkânlarının oluşması halinde kısmi egemenlik haklarını budar ve hata ortadan kaldırır. Örneğin, sözde bir hukuk kurumu olan Irak Federal Mahkemesi’nin, ikinci bölümde belirtilen ve evrensel bir yasa olan ““bütün halklar… kendi doğal zenginlik ve kaynaklarından özgürce yararlanabilirler. Bir halk hiçbir durumda kendi varlığını sürdürmesi için gerekli kaynaklardan yoksun bırakılamaz” hükmüne rağmen, Kürdistan petrolleriyle ilgili aldığı bir kararla, Kürdistan Federe Yönetimi’nin kendi doğal zenginlik kaynakları üzerindeki mülkiyet ve tasarruf hakkını tanımamakta ve bu kaynaklarından yararlanmasını yasaklamaktadır.  Bilahare Irak Federal Mahkemesi, Irak Anayasasının Kürdistan Bölgesine tanıdığı kısmi egemenlik yetkisini kısıtlayan kararlar almıştır. Irak Federal Devletinin en üst hukuk kurumu, Kürdistan Bölge halkını açlığa, sefalete sürüklemeye ve kısmi egemenlik yetkisini kısıtlamaya yönelik kararlar alabiliyorsa, gücü yettiğinde bu devletin siyasal ve askeri kurumlarının ne yapacağını geçmişte yaptıklarıyla bilmekteyiz.

Rusya’nın Ukrayna’ya olan müdahalesi ve Ukrayna coğrafyasını parçalaması, artık Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (ESKHS) ile Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin (MSHS) pratik bir değeri kalmamış ve büyük bir ihtimale iki kutuplu bir dünyada tamamen geçerliliğini yitirecektir. Çünkü iki kutuplu bir dünyada ‘istikrar’ ve BM’nin ‘ülkenin bütünlüğü ilkesi’ artık küresel güçler için bir öncelik olmayacaktır. Herhangi bir devletin, özellikle de periferideki devletlerin toprak bütünlüğü, artık iki kutuplu dünyanın küresel güçleri için temel bir kaygı olmayacaktır. Aksine, iki kutuplu dünyanın küresel güçleri, karşıt devletlerin içindeki ulusal, etnik ve dini gerilimi kendi küresel çıkarları ve hegemonik mücadeleleri için kullanmaya çalışmakta ve çalışacaklardır. Onun için, ezilen-ulusların siyasi özneleri ve aktörleri, küresel güçlerin manipülasyona yönelik politikalarını öngörerek teorik- politik, pratik-politik faaliyet sürdürmelidirler

2- Kürdistan Siyasi Akımları; ulusal-Demokratik Mücadelelerini pozitivist siyaset üzerinde değil, amaçlı siyaset üzerinde inşa Etmelidir.

Devletlerin özellikle de Batı dünyası dışındaki devletlerin siyasi istikrarsızlığının asıl nedeni, ekonomik ve sınıfsal mücadeleden ziyade baskı altında tutuğu ulusal ve etnik grupların egemenlikleri ve kimlikleri için yaptıkları mücadelelerdir. Bundan ötürü birçok ulus-devletin siyasi krize girmesine neden olmaktadır. Kürd ulusu da egemenliğini ve özgürlüğünü ele geçirmek için mücadelesini sürdürmektedir.  Ve bu mücadeleden dolayı sömürgeci devletler olarak Türkiye, İran, Irak ve Suriye hep siyasi ve ekonomik kriz içinde yaşamaktadırlar. Ne var ki, ezilen ulusların sorunun çözümü, zannedildiği gibi kolay bir iş değildir. Bunun iki nedeni vardır. Biri dış dünya koşulları, diğeri ise ezilen-ulusların siyasi yapılarının pozitivist siyaset anlayışından kaynaklanmaktadır.

2.1- Dış Dünya Koşulları

 Bir kere günümüzdeki sömürge sorunu, daha önce yaşanan Batılı sömürgeci devletleri ile sömürgeleri arasındaki sorundan farklıdır. Batılı sömürgeci devletler ile sömürgeleri sınırdaş değildi ve sömürgelerine nüfuz alanı olarak bakıyorlardı. Günümüzdeki sömürgeci devletler, genellikle gelişmekte olan devletler ve azgelişmiş devletler olup, sömürgelerini bir sömürge ülke bir nüfuz alanı olarak değil, vatan toprağı görmekte ve bu doğrultuda siyaset yürütmektedir. Örneğin, Ortadoğu ve Orta Asya coğrafyasının imparatorluk geleneğinden gelen Rusya, Türkiye ve İran’ın siyasal-toplumsal zihniyetin motivasyon bağıntısı, modern çağın ürünü olan sermaye birikimin çıkarı değil, toprakları genişletme olarak kavrama şeklidir. Onun içindir ki, egemenliğinin altındaki ulusların coğrafyasını kendilerine ait coğrafya olarak idrak etmektedir. Hatta geçmişte egemen olduğu coğrafyaları bile, kendilerine ait mülk olarak düşünmektedirler. Bugün Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmeye kalkışmasının bir nedeni de budur. Türkiye’nin Güneybatı ve Güney Kürdistan’a yönelik askeri müdahalelerin bir nedeni de budur. İkincisi de Batılı küresel güçler; ulusal sorunu etnik-kültürel kimlik sorununa indirgeyerek, ezilen ulusların devletleşmelerinin önünü kesmek ve yerine ulusal-azınlık haklarını ikame etme gayretinde olmuşlardır. Günümüzde ise, küresel güçlerin ezilen-ulusların kurtuluş mücadelesine yaklaşımını belirleyen, hegemonya mücadelesinin çıkarlarıdır. Bundandır ki, ezilen-ulusların kurtuluş mücadelesi ile hegemonya mücadelesi karşılıklı etkileşim içindedir. Ezilen-ulusların kurtuluş hareketinin tarihsel görevi; dünya üzerindeki hegemonya mücadelesini ulusunun devletleşmesi için bir araç haline getirebilmesidir. Çünkü ezilen-ulusların sorunu, ulusal kimliği üzerinde bir modern toplum olmakla çözülür. Modern toplumlar, bir ulus-devlet sistemi içerisinde yaşayan ulus-devletlerdir. Günümüzde ulus devlet sistemi Birleşmiş Milletlerdir. Ezilen ulusun bir modern toplum olarak Birleşmiş milletlere üye olabilmenin yolu, kendi coğrafyasının üzerinde egemen olmaktan geçer. Ancak bu siyasi koşulla diğer uluslarla eşit bir konuma gelebilir. Aksi durumda modern toplum olamayacak ve siyasal, ekonomik, kültürel, toplumsal eşitsizliği devam edecektir. Ezilen ulusun kurtuluş mücadelesinin gücü ve başarısı, ulusal-demokratik siyaset üzerinde örgütlenebilmesine bağlıdır. Ulusal -demokratik siyaset; ortak hak ve görevler anlayışı temelinde devletleşmeyi hedefleyen bir siyasi faaliyettir. Bu durumda tüm siyasal ve toplumsal örgütlenmeler ortak hak ve görevler anlayışı temelinde inşa edilmelidir.

Ulus-devlet sistemi, bir dünya sistemine dönüşmesinden dolayı ezilen ulusun kurtuluş mücadelesinin başarısını mümkün kılan, önde gelen etkenlerden biri de tarihsel dönemdeki uluslararası güç dengeleridir. Dünyada siyasi istikrar olduğu dönemlerde ezilen ulusların kurtuluş mücadelesi, kurtuluşunu mümkün kılan uluslararası güç dengelerini kolay kolay bulamaz. Ancak dünyada siyasi istikrar bozulduğunda ve özellikle dünyanın yeniden paylaşım süreçlerinde ezilen ulusun kurtuluş mücadelesi, bağımsızlığını mümkün kılan uluslararası güç dengelerini yakalayabilir. İçinden geçtiğimiz kaotik süreçte, Batı dünyası pozitivist siyasal gelişme paradigmasının iflasından ötürü, “istikrar ve düzen’’in alternatifi olarak ezilen-ulusların başka bir deyişle baskı altında olan ulusların devletleşmesine yönelik mücadelelerine destek verebilirler. Söz konusu olan alternatif yakın tarihte Balkanlar’da başarılı bir biçimde uygulanmıştır. ABD ve Avrupa Birliği, Balkanlar’daki baskı altında olan ulusların sorununu, bir egemenlik sorunu olarak ele alıp bu doğrultuda çözmeye yönelmişlerdir. Böylece Balkanlar’da 19’uncu yüzyıldan beri devam eden çatışmalar ve siyasi istikrarsızlık sonlandırılmış ve siyasi istikrar sağlanabilmiştir. Balkanlar’da en büyük iç savaşı yaşayan Bosna-Hersek’te Hırvat, Boşnak, Sırp ulusları eşitlik temelinde federal Konsensüs demokrasisinde barış ve birliğini sağlayabilmiştir.

Zaten içinde yaşadığımız modern dünyada nerede olursa olsun ezilen-ulusların sorunu, kültürel ve demokratik sorundan ziyade, bir egemenlik sorunudur. Bu nedenle içinden geçtiğimiz süreçte, Balkanlar’a uygulanan modelin benzeri Ortadoğu’da da uygulanması olasıdır.

2.2- Ezilen-Ulusların ve Dolayısıyla Kürd ulusal Hareketin İkinci Sorunu, Siyasi Akımlarının Pozitif Siyaset Anlayışından Kaynaklanmaktadır.

Kürd ulusal hareketlerini ve aşamalarını anlamak için, Batı dünyasında 19. yüzyılın ortalarından bugüne, tarihe ve topluma yönelme konusunda tartışan iki büyük felsefe ya da epistemoloji anlayışı olarak pozitivizm ile historizm anlayışın belirtilmesi gerekir. Pozitivizm felsefesi; tarihe ve topluma yönelecek bir bilgi ve bilimin, doğa bilimini örnek alacağını varsayar. Nasıl doğal olaylarının bağlı olduğu yasalar varsa, tarihsel ve toplumsal olayların da bağlı olduğu yasalar bulunmalıydı. Bu yasalar öğrenildikçe toplumsal çatışmaların, sarsıntıların nedenleri bilinebilir ve bunlara karşı tedbirler alınabilirdi. Böylece 19. yüzyılda ortaya çıkan pozitivizm felsefesine göre, tarihin ve toplumun zorunlu yasaları vardır. Hegel ve Marx’ın düşünceleri ve yönelimleri Comte’an farklı olsa da tarihte ve toplumda zorunlu yasalar olduğu düşüncesinde ortaktırlar. Marksizm, burjuva ideolojisinin bir ürünü olarak kabul ettiği pozitivizme birçok yönden karşıdır. Bununla birlikte, Marksist bilim anlayışı ile pozitivist bilim anlayışı arasında, yasacı, determinizm, evrenselcilik, öndeyicilik olmaları nedeniyle epistemolojik anlamında çok sayıda ortaklıkları vardır.

Historizm ya da tarihselcilik felsefesi ise, tarihe ve topluma ya da sosyal bilimlere doğabilimsel yöntemle yönelmenin sakıncalı olduğunu belirterek, tarihsel ve toplumsal olaylara farklı epistemolojik öncülerle ve farklı metodolojik ilkelerle yönelmek gerektiğini ileri sürmüştür. Historizm felsefesine göre, doğal gerçeklik ve toplum-tarih gerçeklik; konu ve yöntem bakımından birbirinden farklı iki bilim grubudur. Yani doğa bilimleri ve sosyal bilimleri konu ve yöntem bakımından birbirinden ayrı iki bilim grubudur. Böylece bilgi ve bilimin öncellikle sosyal bilimlerin boyutunu yani insan yaşantısını anlamayı esas almalıdır. Historizm felsefesine göre, tarihsel-toplumsal gelişmeler, tarih ya da doğa yasaların değil, insanların iradesinin ve amaçlı faaliyetinin ürünüdür. Historizm felsefesi, Herder ve Alman Tarih Okulu’ndan başlamakla birlikte, geliştireni Wilhelm Dilthey’dır. Dilthey’dan sonra gelen yazarlar tarafından historizm felsefesini farklı yönlerde geliştirilmişse de, farklı yönlerden yürüyenlerin de temel referans kaynakları Dilthey olmuştur

Ancak günümüzde Batı dünyasına ve dolayısıyla dünyaya egemen olan Pozitivist bilgi ve bilim teorisidir. Pozitivist bilgi ve bilim teorisi, doğa bilimleri, sosyal bilimleri ayrımını kabul etmez ve “bilimin tekliği” anlayışını savunur.  Bu tek bilimin de bilimsel bilgi olduğunu iler sürer. Bilimsel bilgi, bilgisi edinmeye çalışılan alanın doğa ya da toplum olmasına göre herhangi bir değişiklik göstermez. Pozitivist epistemolojiye göre, doğa bilimleri ile sosyal bilimler arasındaki fark esasa ilişkin bir fark olmayıp, yalnızca konuların farklı olmasından ibarettir. Bilimsel bilgiye varmak açısından aynı metodolojik ilkeler ve aynı ölçütler her iki alan için de geçerlidir. Onun içindir ki pozitivist epistemoloji, insani ve toplumsal olaylarla ilgili olan normatif (kural koyucu) bilimleri yani sosyal bilimleri (tarih, sosyoloji, ekonomi, hukuk, politika, antropoloji, psikoloji, sanat, ahlâk, din gibi öğretileri) ayrı bir bilim olarak kabul etmemiştir. Çünkü normatif disiplinler olması gereken kuralları koymayla uğraştığından ötürü bilim değildir. Oysa bilim, olması gereken ya da değer ile değil, olan ya da olgu ile uğraşır. Yani bilim normatif (kural koyucu) değil, nomotetik (yasa ortaya koyan) bir etkinliktir. Bu etkinlik, tarih ve durumundan bağımsız olarak ve doğa bilimlerinde olduğu gibi, değişmez ilişkileri tanımlamaya çalışır ve bu tanımladığı ilişkilere yasa adını verir.[3]

Bu açıklamadan sonra Kürd milli hareketlerine damgasını vuran siyaset anlayışına bakalım. Kürd milliyetçiliği, 20. yüzyılın başlarından itibaren pozitivizm anlayışından etkilenmiştir. İlk Kürd milliyetçilerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra bağımsız bir Kürdistan’ı gerçekleştirememelerinin ardındaki temel nedenlerden biri, pozitivist fikirlerin sığ algısıydı. Erken Kürd milliyetçileri bağımsız bir Kürdistan devletinin kurulması için yapmaları gereken siyasi faaliyetlerin bilime dayanması gerektiği fikrindeydiler. Bu kaba pozitivist anlayış, erken Kürd milliyetçilerinin ve entelektüellerin yayınladığı Jin dergisinde (1919) açıkça görülebilir. Örneğin: “Şunu da unutmayalım ki uluslar topluluğu arasına, bir elde tarih, diğerinde ulusal sözlük bulunduğu halde girilebilir. Oraya giriş için gerekli olan kimlik belgesi yalnız bunlardır” (Jin, sayı: 3, Yazı Kurulu 21. Kasım 1918). “Hifza heqî bi du usulan dibit. Yan dê bi qeweta destan, yan jî bi wasita tifing, top, bomba, dabançe bit; yan ji bi wasita îlmê, huquqê, bi tarîxê dibit. Wextê top û tifingan çû… Şerê topan xilas bû. Vê carê hemîyan zanî, heq bi wasita alımîyê, qelemê dê bête safîkirin. (û nifisandina xwe bi van gotinan dide encam.) Em jî hındek xwedanqelem rêkine Awrupayê; bi qelema xwe bixebıtin, heqê me îsbat bikin”. (Jin, Sayı:7) (Hak arayışı iki şekilde olur. Ya bilek gücü yani top tüfek bomba tabanca aracılığıyla ya da tarih hukuk ve bilim aracılığı ile. Top tüfekin zamanı geçti. Top savaşları da bitti. Bu sefer hepiniz biliyorsunuz ki hak: âlimlik, kalemle çözülür. (Yazısını şu sözlerle sonuçlandırıyor.) Biz de bazı mürekkep yalayanları Avrupa’ya gönderelim: Kalemlerini kullanıp hakkımızı ispat etsinler.)[4]

Erken dönem Kürd milliyetçisi yayınlarında buna uygun çok örnekler bulunmaktadır. Bu “bilimsel yöntem”, yani ‘âlimlik ve kalem’ onları, insanın amaçlı faaliyetinin başka deyişle insan failliğinin tarih yapımındaki rolünü görmelerini dolaylı olarak engelledi. Böyle bir anlayış, kitlesel siyasi faaliyetlerin ve kitlesel direnişin ulusun kurtuluşu için olan önemini görmelerini engellemiştir. Bunun yerine, Kürd seçkinleri tarafından ulusal hakların gerçekleştirilmesinin evrimsel bir sürecin ve bilimin işleyişinin sonucu olacağı varsayıldı. Dolayısıyla Kürd seçkinlerinin dünya görüşünde, ulusal bilincin gelişmesine vesile olacak olan siyasi faaliyetler değil, bilimsel yöntemdi. Tıpkı Kürd seçkinlerinin savaş öncesi dönemde Osmanlı kurumlarında reform yaparak Kürd toplumunun iyileştirilmesini amaçladıkları gibi, aynı kurumlar çöktüğünde, umutlarının arzularının gerçekleşmesi için bir kanal olarak küresel güçlere çevirdiler. İlk Kürd milliyetçileri hatalı bir şekilde, savaş sonrası dönemin demokrasi, adalet ve barışın ana ilkeler olacağı yeni bir çağ olduğunu varsaydılar. O zaman Kürdlerin ve diğer ulusal sorunların yukarıda belirtilen ilkelere göre çözüleceğini öngördüler ve siyasi faaliyetlerini buna göre belirlediler. Bir ulusal direniş hareketinin benimsenmesinin temel gerekliliğinin farkına varılamaması, önde gelen Kürd seçkinlerini, Kürdistan devleti için mücadele edecek olan ülke çapında siyasi ve askeri örgütler kurmak için kitlelerle ilişki kurmaktan alıkoydu. Söylenilenin somutlaşması için şunu da belirtmekte fayda vardır. Erken Kürd milliyetçileri Sevr Anlaşması’nı da yeteri kadar sahiplenmediler. Donemin etkin, saygın ve kitleleri harekete geçirebilecek ailelere mensup olan ve Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucuları arasında bulunan Seyid Abdülkadir Efendi, Kamran Ali Bedirhan ve diğerleri, İstanbul’da değil de Kürdistan’a gelip kitlesel ve askeri örgütlenmeyi hedef olarak belirleyip o doğrultuda faaliyet yürütselerdi Sevr Anlaşması’nın belirttiği sınırlar içerisinde Kürdistan devletini kurabilirlerdi. Bu devletin meşruiyetine ve gücüne dayanarak daha önce Osmanlı sınırları içinde bulunan Kürdistan coğrafyasını da kurtarabilirlerdi. Bu durumda Lozan Anlaşması, mevcut haliyle olmayacaktı. Sonunda, Kürd seçkinlerin küresel güçlerden iyimser beklentilerinin, umutlarının tersine gelişmeler yaşanacaktır. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise, Kürd milliyetçi düşüncesi, Marksizm’in ve tarihsel materyalizmin bir versiyonuyla aşılandı. Sadece 1970’lerin Marksist ve sol yönelimli Kürd hareketleri değil, o yıllarda Doğu (İran) ve Güney (Irak) Kürdistan Demokrat Partileri gibi milliyetçi örgütler bile bu tür determinist tarih algısının etkisi altındaydı. Yukarıda belirtildiği gibi, Marksist düşünce, özellikle de tarihsel materyalist yorumu, özünde, pozitivizminkinden çok da farklı değildir. Tarihsel materyalizm, toplumsal ve tarihsel olguyu şekillendiren ve belirleyen belirleyici faktör olarak yapıya vurgu yapar. Pozitivizm ve Marksizm epistemolojilerinin ortak paydası, her iki algının da tarihi yaratabilecek, değiştirebilecek ve şekillendirebilecek özneler olarak insanın amaçlı faaliyetine diğer bir deyişle insan failliğine alan sağlamamasıdır. Kürd ulusal-siyasi hareketleri, “bilimsel yöntem”e ve yapının siyasi düşüncelerindeki rolüne gereğinden fazla önem verdiler.

Kürd siyasi öznelerinin insanın toplumsal amaçlı faaliyetinin tarihsel ve nesnel koşulları değiştirmedeki etkin rolüne vurgu yapmalarının zamanı artık gelmiştir. İnsanların toplumsal amaçlı faaliyeti, başka bir deyişle, faillik, kişilerin eylem biçimlerini seçme ve seçimlerine göre hareket ederek, bunu yapma kapasiteleri nedeniyle belirli toplumsal ve politik değişiklikler yaratma yeteneklerini ifade eder. Yapı ya da nesnel koşullar, insan failliğinin üzerinde faaliyet gösterdiği tarihsel olarak yaratılmış toplumsal ve ekonomik temeller olarak tanımlanır. Bu metin, insanların sosyal yapıların pasif taşıyıcıları olmadığını, ancak sosyal koşullarını değiştirmede aktif olarak yer alan failler olduğunu savunur. Bu hiçbir şekilde failliğin etkileşime girdiği toplumsal yapıların kısıtlamalarından özgür olduğunu göstermez. Söylenilen, insan failliğin, yapılardan bağımsız olarak, belirlenen amaçlar için sosyal ve politik koşulları değiştirme kapasitesine sahip olmasıdır.

İnsan failliğin ile ulus ve uluslaşma olgusuyla olan ilişkisinin tartışılması da önemlidir. Genel anlamda ulus ve uluslaşma konusunda iki görüş vardır. Primordial olarak da tanımlanan birinci görüş, ulusu çok eski zamanlardan beri var olan doğal bir varlık olarak kabul eder ve ulusu tarihsel-kültürel ölçülerle ele alır. Bu görüşe göre, böyle bir varlığın yaratılmasında bilinçli insan faaliyetinin ya da insan failliğinin rolüne gerek yoktur veya tali olarak görür. Çünkü her toplumun tarihsel evrimle bir ulus aşamasına varıp ve bu aşamanın ulusal devletle neticeleneceğini ileri sürer. Böylelikle ayrı ayrı toplumların uluslaşmaları ve ulusal devlet kurmaları, tarihsel evrimin kaçınılmaz gereğidir. Bu bakış açısına göre, ulus ve uluslaşma da insan öznesinin rolü sınırlıdır.  Çünkü bu görüş, tarihsel-toplumsal gelişmelerin kaynağını doğa ya da ekonomi yasalarında arayan Pozitivizm ve Marksizm epistemolojilerinin izdüşümüdür.

Modernite olarak da tanımlanan ikinci görüş ise, ulus ve uluslaşma olgusunu siyasal bir sorun olarak ele alır.   Bu bakış açısına göre, İnşa edilmiş bir siyasi varlık olarak ulus ve böyle bir inşaya yönelik siyasi bir hareket olarak milliyetçiliğin oluşumu ve evrimi, öncelikle failliğin ya da öznel ögenin rolüne atfedilir. Bu nedenle modernist ulusalcılığın teorisi ile failliğin tarih yapımındaki rolü arasında yadsınamaz bir bağ vardır. Ancak bu, ulus ve ulusalcılığın inşasında ve oluşumunda yapıya yer olmadığını iddia etmek olarak anlaşılmamalıdır. Bu nedenle ulus ya da ulusal kimliğin ne olduğuna bakmakta fayda vardır.

“Belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan belli bir insan topluluğunu bir ulus durumuna getiren bağlar, iki unsurun bütünselliğinden oluşmuştur. Bu unsurlar, nesnel ve öznel niteliklidir. Nesnel Unsur: belli bir toplum ve bu toplumun üzerinde yaşadığı belli bir coğrafyadır. Başka bir deyişle belli bir toprak parçası olarak ülke, bu ülke üzerinde ortak dille/dillere ve tarihe, gelecekte birlikte yaşama iradesine ve aidiyet duygusuna sahip olan bir insan toplumun yaşamasıdır. Öznel Unsur: belli bir insan topluluğunun ülke olarak tasarımladığı belli bir toprak parçası üzerinde egemenliğini yani devletini kurabilme ve devam ettirebilme niteliğinde olan bir faaliyettir. Bu nitelik; belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insan topluluğunu meydana getiren bireyleri, egemenlik amacı doğrultusunda birbirine bağlı kılan siyaset ve ideolojidir. Bu siyaset ve ideoloji, ortak hak ve görevleri anlayışı üzerinde egemenliğini kurmasını ve sürdürmesini amaçlayan faaliyettir. Demek ki öznel unsur, egemenliği amaçlayan bir siyasi/ideolojik faaliyettir.

Uluslaşmanın veya devletleşmenin nesnesi; insan topluluğu ve üzerinde yaşadığı coğrafyadır. Öznesi; bu insan topluluğunun ülke olarak tasarımladığı coğrafya üzerinde siyasal egemenliğe sahip olma amacıdır ve bunun için mücadele etme kararıdır. Ulusu oluşturan öznel unsurdur, yani egemenliği hedefleyen siyasal/ideolojik faaliyettir. Belli bir insan topluluğu ancak ulusal siyaset ve ideolojik araçla egemenliğini yani devletini kurabilir ve devam ettirebilir. Modern çağda ancak devlet sahibi olan insan topluluğu bir ulustur.”[5]  Yani ulusun üç temel ögesi vardır. Bunlar; nesnel ögeleri olarak insan ve toprak ögeleri, öznel ögesi olarak egemenlik ögesidir.

Oysa Kürd tarih yazımının büyük bir kısmı, pozitivist ve Marksist bilgi teorisinden etkilenmesinden ötürü, ulus ve ulusalcılık kavramına, evrimsel ve determinist bir tarihsel anlayışla birleşerek tarihsel-kültürel paradigması içinde yaklaşmıştır. Bu, Kürd tarih yazımı ve siyaseti içinde failliğin tarihteki rolü hakkında köklü bir tartışma olmamasının ardındaki nedeni açıklamaktadır.  Onun için Kürd siyasi özneleri ve aktörleri; failliğe yani insanın iradesine ve amaçlı faaliyetine birincil bir rol atfederek, kendi ulusal sorununa yönelik politik-teorik, politik-pratik çözümler üretebilmeli ve geliştirebilmelidir.

Bu açıklamadan sonra, ulusal-demokratik programdan ne anladığımıza bakalım. Ulusal-demokratik programın iki ögesi vardır. Bunlar; siyasi öge ve demokratik ögedir. Siyasal ögenin hedefi, ulusal egemenlik yetkisini gerçekleştirmektir. Demokratik ögenin hedefi, demokratik hak ve özgürlükler, kadın hakları gibi en geniş anlamıyla insan haklarını içermektedir.  Bunun içindir ki, ulusal-demokratik programın siyasi ögesinin muhatabı dış güçler olarak ezen-ulus devleti ya da devletleridir. Demokratik ögesinin muhatabı ise, siyasal, toplumsal örgütlemelerin ve mücadele yöntemin işleyişin ve kurulacak müstakbel ulus-devletin demokratik hak ve özgürlüklerin modelini belirlediğinden dolayı içeriye yani kendine dönüktür.

Günümüzde Kürdistan dört devlet arasında paylaşılmış olduğundan ötürü, Kürdistan bir sömürge, Kürdler ezilen-ulus statüsündedir. Kürdler bir ezilen-ulus olarak ulusal-demokratik programın siyasal ögesi, egemenlik yetkisini ele geçirmeyi yani bağımsız bir ulus-devletini kurmayı amaçlaması meşrudur. Kürdler,  her ulus gibi bir devlet sahibi olma hakkına sahiptir. Kürdistan toplumu, homojen bir toplum değil, heterojen bir toplumdur. Bunun yanı sıra Kürdistan parçaları dört devletin işgali altından oluşundan ötürü, tarih, toplum vb. algılamaları bakımından aralarında kısmi farklılaşma ortaya çıkmıştır. Onun için, ulusal demokratik programın demokratik ögesinin hedefi, müstakbel Kürdistan devletinin yönetim biçiminin federal konsensüs demokrasi olmalıdır. Anti-sömürgeci mücadelenin siyasal, toplumsal örgütlemelerin ve mücadele yöntemin işleyişin de federe konsensüs demokrasi modeliyle uyumlu olmalıdır. Bu nitelikteki bir ulusal-demokratik programın üzerinde yükselen siyasi ve toplumsal örgütlemeler; Kürdistanlıları ulusal kurtuluş mücadelesinin özne ve nesnesine dönüşebilmesi için siyasallaşmasına ve örgütlenmesine önderlik edebilirler. Bu da partizan veya gerilla eylemlerine dayalı mücadele yöntemi ya da stratejisiyle olabilecek bir şey değildir. Bunu ancak kitlesel siyasal mücadele yöntemiyle yapabilir. Onun için, ezilen ulusların siyasi yapıları, kitlesel siyasal mücadele yöntemini hedeflemelidir. Partizan silahlı mücadele yöntemin önde gelen olumsuzluklarını şöyle belirtebiliriz: 1- Ulusal kurtuluş mücadelesinin çıkarını, parti çıkarına tabi tutar. 2- Parti, ezilen-ulusun öz-eylemi yerine, gerilla ve benzeri gibi kendi eylemlerini egemen kılmayı dayatır. 3- Öncü örgüt olduğu gerekçesiyle ezilen-ulusun tüm kesimlerin üzerinde bürokratik yöntemle buyruk verme hakkını kendisinde görür. 4- Ulusal hareketin içindeki diğer siyasal akımlara karşı mücadelesinde bürokratik, ikameci ve sekter yöntemlere başvurur. Başka deyişle diğer siyasal akımlara karşı mücadelesinde, örgüt çıkarlarını esas alan siyasetinin gereği olarak ültimatom, şiddet gibi siyasal olmayan yöntemlere başvurur.  Aynı anlayışla örgüt çıkarı gerekçesiyle kadrolarına da aynı yöntemle yaklaşır. 5-  Partizan silahlı mücadelenin kusuru silahlı direnişe başvurması değil, bu direnişin; devrim, partizanların başka bir deyişle gerillaların girişimiyle olacağı tasarladığından, ezile-ulusun çoğunluğunu mücadelenin dışında tutmakta ve edilgen, seyirci ya da en fazla pasif destekçi konumuna indirgemektedir. Bu sayılan özelliklerin tümü PKK ve YNK’nin teorik-pratik faaliyetlerinde sarih bir biçimde görülmektedir. 6- Kürdistan’ın özgül konumundan dolayı Kürd ulusal hareketinin karşısına her zaman dört ezen-ulus devleti dikilmektedir. Bu devletler bazen açık, bazen gizli anlaşmalarla birlikte hareket etmekteler. Kürdistan’ın dünyaya açılan bir penceresi olmadığından ötürü, partizan silahı mücadele yöntemine başvuran bir siyasal yapılanma bu devletlerden birine karşı mücadelesinde, diğer bir devletle ilişkiye ve yakınlaşmaya girmektedir. Bu durum partizan stratejiye dayalı Kürd ulusal hareketinin hep yaptığı bir hatadır. Ancak hata olmakla kalmamaktadır, sonuçta kurtuluş hareketin yenilgisi de bu siyasi kavrayışta saklıdır. 7- Tüm bu olumsuzlukların yanı sıra günümüzün ulus devletleri, dijital, askeri ve gözetim teknolojinin ilerlemesi sayesinde eskisinden çok daha güçlü. Bu tür teknolojik gelişmeler, özellikle despotik, otokratik ve diktatörlük rejimlere, kendi yetki alanları altındaki nüfuslarını kontrol etmek için güçlü imkânlar veriyor. Askeri teknolojideki ilerleme, onlara iç tehditlerle başa çıkma konusunda üstünlük sağlıyor. İnsansız hava aracı ve uzay askeri teknolojilerindeki gelişmeler, 20’inci yüzyıl süresince ulusal grupların, kendilerini ezen-ulus devletin saldırılarına karşı savunmak ve korumak gerekçesiyle partizan silahlı mücadele başlatmalarını çok daha zor, neredeyse imkânsız hale getiriyor. Partizan silahlı mücadele yöntemi, ezilen-ulusun egemenliğini ve özgürlüğünü ele geçirmenin önündeki engellerden biri olup, her yönüyle ulusal kurtuluş mücadelelerin zararına ve ezen-ulus devletlerin yararına işleyen bir mekanizmaya dönmüştür. 8- Partizan silahlı mücadele yöntemin belirtilen olumsuzlukların yanı sıra Kürdistan’ın özgül koşullarından ötürü, dört parçada da partizan silahlı mücadele yöntemine dayalı siyasi öznelerin süreç içinde vardıkları program; farklı düzeylerde olmak üzere kısmi siyasal, kültürel ve demokratik haklar çerçevesinde, ezen-ulus devletlerine entegre olmadır.

Sonuç olarak, günümüzde doğa bilimlerdeki devasa gelişmelere ve sosyal bilimlerde teorik alandaki gelişmelere karşın, hem ulus-devletler hem de ezilen-ulusların siyasi özneleri ve aktörleri demokratik programını çözebilmiş değillerdir. Çünkü gerek ulus-devletlerin gerekse ezilen ulusların toplumu, homojen değil, farkı kültürel kimlikleri bağrında taşıyan heterojen toplumlardır. Bugüne kadar liberal demokrasiyle yönetilen devletler de içinde olmak üzere ulus-devletler, baskı altında olan ulusal ve etnik grupların kimlik sorununu, uzlaşmayla çözemediler. Ezilen ulusların da ulusal-demokratik programın demokratik ögesi yeteri kadar sarih değildir.  Çağımızda ezilen-ulusların ulusal demokratik programın, demokratik sorununun çözümünü sağlayabilen demokrasi modelleri içinde konsensüs demokrasidir. Aynı şekilde baskı altında olan ulus ve etnik grupların kimlik sorununu uzlaşma yoluyla ve eşitlik esasında çözebilmeyi başaran demokrasi modeli, Bosna-Hersek örneğinde görüldüğü gibi konsensüs demokrasi olmuştur. O zaman ezilen-ulusun bağımsız devlete yönelik ulusal-demokratik programın demokrasi ögesinin sorununu çözebilen ya da ezen-ulusla eşitlik temelinde yeniden federal bir devletin kurulmasının imkanını yaratabilen konsensüs demokrasisine bakalım.

Diyarbekir/19.02.2024

[1] Akbulut,  age, s. 1

[2] Gurr ve Harff, Ethnic Confticts in World Politics Oxford, 1994, aktaran Balı, Ali Şafak, Çok kültürlülük ve Sosyal Adalet, “Öteki” ile Barış İçinde yaşamak, Çizgi Y, Konya, 2001, s. 196

[3] Doğan Özlem, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, Notos Kitap Y. 2015 s. 15. Özlem, Kavram Ve Düşünce Tarihi Çalışmaları Kavramlar Ve Tarihleri, İnkılap Yayınları, s. 19-21, 2006, İstanbul. Özlem, siyaset, bilim ve tarih bilinç, İnkılap Yayınları, 1999, s. 80.

[4] Aktaran, Mehmet Emin Aslan, Kürd Ulusal Hareketin Değerlendirilmesi ve Ulusal Siyaset, Ray Y. 2007, Diyarbakır, s. 353-354

[5] Mehmet Emin Aslan, Devlet ve Egemenlik Teorisi, Dara Y. Diyarbakır, 2019, s. 438