İnsanlık için diller ve anadili ile eğitim, insanın eğitimi ve gelişimi için yerine getirilmesi gereken temel insan hakkıdır ve bunun gerçekleştirilmesi onurlu bir vazifedir. “Anadili, bireyin içinde doğup büyüdüğü aile ya da toplum çevresinde ilk öğrendiği dildir. Anadili, insanın bilinçaltına inen, kimliğinin temel taşı sayılan ve bireylerin toplumla en güçlü bağlarını oluşturan öğedir.”[1] Dil hakkı, kendi dilini ve kültürünü öğrenme hakkı, temel insan haklarından olup tek başına uygulanamaz, mutlaka diğer kültürel haklarla beraber ele alınır.

1900’ün başından itibaren Osmanlı bünyesindeki farklı Müslüman unsurların kültürel ve dil hakları çerçevesinde, Kürdçe eğitim ve öğretim talebi gündeme gelmiş ve bir asırdan fazla bir süredir ki farklı dönemlerde gündemin önemli konularından biri durumuna gelmesine rağmen, halen de Kürdlerin bu meşru hak talebi karşılanmamıştır.

Bu konuyla ilgili mevcut bilgi ve belgeler ışığından geçmişe bir göz atığımızda, Harputlu Ömer Avni Efendi’nin 1900’de yazımını tamamladığı “Kavaid-i Lisanı Kürdi” adlı Kürdçe öğretme kitabının bu amaçla hazırlandığını görüyoruz. Yazarın talebi üzerine “Kavaid-i Lisanı Kürdi”ye önsöz yazan Kemaleddin Harputî, bu eserin yazılış amacını şöyle açıklamıştır: “Sultan’a bağlı memleketlerde Kürtler’in yaşadığı yerlerin ilkokullarında ders programlarına alınması düşüncesiyle, Kavaid-i Lisan-ı Kürdî konusunda ilk defa münhasır (özel) bir risale hazırlanmıştır. Bu risalenin eğitim ve öğretimde yayılmasıyla, Kürt çocukları Türk dilini öğrenecekleri gibi, Türk çocuklarının da Kürt diline vakıf olacakları beklenmektedir.

Dil konusunda gençliği eğitmek amacıyla hazırlanan bu bağımsız ve özgün kitapçığın, eğitim ve aydınlanma konusunda büyük bir arzu besleyen Kürt insanında büyük bir memnunluk yaratacağına ve eğitimine önemli bir katkı sunacağına olan inancımla, yazarını kutluyorum. 25 Eylül 1317/1901.”[2] 1900’de hazırlanmış olan ve vilayet Yüksek Maarif Kurulu’nda basım için gerekli izin alınmasına rağmen adı geçen kitap ancak 1910’da basılabilmiştir.

İkinci Meşrutiyet’ten sonra ardı ardına kurulan yeni Kürd cemiyetleri vasıtasıyla bu süreç daha da hızlanmıştır. İlk başta bu cemiyetlerin temel amacı; Kürdçe eğitim, basın-yayın ve kültürel çalışmalar yoluyla Kürd toplumunun gelişmesini ve ilerlemesini sağlamaktı. Basın-yayın ve dil çalışmalarına özellikle önem verilmiş; dili, “milliyet ve milli varlığın temel taşı” olarak belirlenip Kürdçenin standartlaştırılması ve müşterek dil (ortak dil) haline getirilmesi amacıyla kurulan cemiyetler bünyesinde ayrıca “Encümen-i Lisan” ve “Kürd Eserleri Tetkik Komisyonu” gibi birimler kurulmuş ve bu birimler yönetiminde bir iş taksimatı yapılarak alfabe, dilbilgisi ve bütün Kürd lehçelerini içermek üzere bir lügat, Kürdçe eğitim için ders materyallerini hazırlama, edebiyat, tarih, coğrafya ve folklor alanında yapılacak çalışmalar belirlenmiş. Kurulan cemiyetler vasıtasıyla bu çalışmalar programlaştırılmış, özelikle Kürdçe eğitim ve dil çalışmaları, konu taksimatına dayalı planlı bir çerçevede yürütülmüştür, ilgili resmi kurumlara Kürdçe eğitim yapılması talebiyle başvuruda bulunulmuştur.

Bu başvuruların en önemlilerinden biri de, Bediuzeman Mela Seîdê Kurdî’nin “Mabeyne” (ilgili daireye) Kürdistan’da eğitimin Türkçenin yanısıra Kürdçe de yapılmasına dair verdiği dilekçedir. “Şu dünya medeniyetinde ve şu terakki (ilerleme) çağı ve müsabakatında diğer kardeşler gibi yek ahenk ilerlemek için hükümetin gayretle Kürdistan’ın kasaba ve şehirlerinde okulların yapımı ve inşası buyurulmuş olduğunu aynı şükranla şahit isek de, bundan yalnız Türkçe diline aşina olan çocuklar istifade ediyor. Bu dile aşina olmayan Kürd çocukları, kemalat kaynağı olan ilim medreselerinden yoksun olmaları ve bu okullardaki öğretmenlerin mahalli lisana vakıf olmamaları vesilesiyle eğitimden mahrum kalmaktadır.”[3]

Kürdistan’daki biricik eğitim kurumu olan medreseleri bu süreçten ayırırsak, modern anlamda Kürdçe eğitim veren ilk kurum, Kürd Neşr-i Maarif Cemiyeti tarafında 1910 yılında İstanbul’da kurulan “Meşrutiyet Mektebi”dir. Dönemin Maarif Nezaretinden maddi destek de alabilmiş bu ilk Kürdçe eğitim yapan mektep (okul), yaklaşık bir yıl sonra İttihat ve Terakki yönetimi tarafından kapatılmıştır. Abdülhamit’in istibdat rejimine karşı dönemin Kürd aydınları ve ulemasının desteğiyle de mücadele ederek İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesine öncülük eden İttihat ve Terakki rejimi iktidarı ele geçirdikten sonra istibdat rejimini aratan bir ortam yaratmıştır. İttihat ve Terakki içerisindeki Türkçü kanat güçlenip iktidara tam olarak hakim olunca, Kürdlerin artarda kurmuş oldukları cemiyetleri kapatmış, basın, kültürel ve dil çalışmaları üzerinde de büyük baskılar kurmuş. Benmerkezci, tekçi, komplocu ve ötekine hiçbir koşulda tahammül etmeyen totaliter bir zihniyete sahip İttihatçılar, muhalif kesimleri susturmak ve kendine katılmaya zorlamak için, suikastlar da dahil her nevi baskı yöntemine başvurmuşlar. Bunların etrafında toplanan dönemin Osmanlı aydınlarının büyük çoğunluğu da bu zihniyetten pek uzak değildi.

Burada Dr. Abdullah Cevdet’in aktardığı bir anısını hatırlatarak, daha o zamandan beri gelen bu Kürd ve Kürdçe karşıtı zihniyeti hatırlatıp somutlaştırmaya çalışayım. Abdullah Cevdet, 19 Temmuz 1913’te Rojî Kurd dergisinin 2. sayısında yayımlanan “İttihad Yolu [Birlik Yolu]” başlıklı yazısında, dönemin Osmanlı aydınının zihin ve yargı şeklini yansıtan çok önemli bir örnek vererek şöyle yazmaktadır: “Rojî Kurd mecmuasını masamın üzerinde gören saygın ve aziz dostum birdenbire: “Nedir bu mecmua?” dedi.

Ben “Kurdolocya organı” yani Kürdlük hakkındaki toplumsal ve ırksal araştırmanın yayın organı, dedim. Arkadaşım mecmuayı açtı, gözü bir makaleye ilişince: “Madem Türkçe değil, mademki Kürdçe’dir “ayrılık” gazetesi demektir dedi ve Rojî Kurd’ü masamın üzerine bı­raktı. Bu yargı şekli, çok sıradan ve geneldir. Buna çok teessüf ederim. Bu sahte felsefenin, aydınları dahi içine almış olmasına çok yanarım.”[4]

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, İttihat ve Terakki yönetimi tarafından Kürdlerin bütün basın-yayın faaliyetleri, kültürel çalışmaları durdurulmuş ve Kürd cemiyetleri kapatılmıştır. Çıkartılan seferberlik kanunuyla Kürd cemiyetlerinin kadrolarının büyük çoğunluğu savaş cephesine gönderilmiş. Dört yıllık savaş süresi boyunca Kürdlerin kurumsal hiçbir çalışması olmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, Kürdlerin siyasal, kültürel, basın-yayın ve dil çalışmaları yeniden başlamış.

Savaştan sonra “Ermeni tehciri” nedeniyle İttihat ve Terakki’nin öncü kadrolarının bir kısmı yargılanmış, Enver Paşa başta olmak üzere diğer bir kısmı da yurtdışına kaçmış. İttihat Terakki çizgisinin bir versiyonu ve devamı olarak Mustafa Kemal’in liderliğinde başlayan Anadolu Hareketi, 1920’de Heyet-i Temsiliye’yi oluşturdu, peyderpey itilaf devletlerinden Fransa, Bolşevik Rusya ve İngiltere ile anlaşma sağlayıp Yunanistan’ı mağlup ettikten sonra, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’ndan sonra 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan etti. Beş yıllık mütareke dönemi boyunca Kürdler yoğun bir şekilde İstanbul’daki siyasal ve kültürel faaliyetlerini sürdürdüler. Fakat Ankara Hükümeti’nin 1922’nin sonlarına doğru İstanbul’un denetimini ele geçirdikten sonra, Kürd cemiyetleri, kadroları ve aydınları İstanbul’u terketmek zorunda kaldılar. Böylece Kürdlerin örgütsel, siyasal ve kültürel faaliyetleri tekrar kesintiye uğradı.

Kürdler Cumhuriyet’in ilanından beklediği ilgi, alaka ve hak talebinin karşılığını bulamadı. Cumhuriyet’in ilanından sonra, daha sistematik bir şekilde başta Kürdler olmak üzere diğer etnik kimliklerin ve ulusal toplulukların varlığı inkar edilmiş, her nevi yönteme başvurularak asimilasyon ve Türkleştirme politikalarına hız verilmiş. Dönemin artarda gelen siyasi iktidarları, politikalarını diğer etnik ve ulusal toplulukların asimilasyonu, reddi ve inkarı üzerine kurduğu için Kürdçe yasaklanmış, Kürdlerin millet olarak varlığı inkar edilmiş, kısmen Kürdçe eğitimin olduğu Kürdistan’daki medreseler kapatılmış. Kürd dili alanındaki her nevi çalışma ve araştırma da tamamen engellenmiş ve yasaklanmıştır.

Cumhuriyet Hükümetleri, Türk etnik kimliğine dayalı ulus-devlet projesini gerçekleştirebilmek amacıyla Türklüğü tek egemen etnik kimlik ve Türkçeyi de tek egemen eğitim dili kılmak için, saha çalışmasına dayalı Kürdlere ve Kürdçeye dair çeşitli raporlar hazırlamışlar. Bu raporları incelediğimizde, Cumhuriyet hükümetlerinin meseleye bakış açısını ve zihinsel yaklaşımını çok iyi bir şekilde yansıttığı görülmektedir. Bunlardan ilki, dönemin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı olan Sinop mebusu Dr. Rıza Nur’un Ziya Gökalp’e 1922-1923 yılları arasında Kürd aşiretlerine ve diline dair hazırlattığı rapordur. Ondan sonra 1924’te mülkiye müfettişi Derviş Hüseyin Hüsnü’ye hazırlatılan rapor vardır ki bu raporda, o zaman Kürdçenin belirtilen altı vilayette baskın dil olduğunu ve vilayet merkezlerinde dahi Türkçe konuşanların nadir olduğunu belirtir. “Herkes mahalli lisanın (yerel dili), Kürdçeyi tekellüm eder (konuşur). İçerilere gidildikçe Türkçe konuşanlar vilayet merkezlerinde bile nadir rastlanılır. Köylerde ise hiç kimse yoktur. Lisan-ı Türki’nin talimine (öğretimine), ilim ve marifetin yayılmasına çalışmak şöyle dursun Türkçenin men-i intişarı (yayılmasını engellemek) için rüesa-yı mahalliye (yerel reisler) arasından şiddetli cereyanalar mevcuttur. Mevcut kurulu mekteplerden de istifade edilmemekte olduğu görülüyor. Çünkü muallimleri yerlidir ve tedrisat elsine-i mahalliye (yerel dillerle) üzere cereyan etmektedir. Dolaştığım beş altı vilayetin pek mahdûd kuryesinde (pek sınırlı köylerinde) mektep mevcut ise de bunlarda mahalli dillerle ve eski tarzdan başka tedrisât yoktur.”[5] Bu süreçten sonra, Kürdler ve Kürdçeye dair hiçbir faaliyete müsaade edilmemiştir. Bütün yönetimlerin amacı yukarıda tespit edilen durumu tersine çevirmek olmuştur.

Özellikle 1925 Şeyh Said, Ağrı ve Dersim hareketleriyle birlikte Kürdlerin yaşadığı vilayetler üzerindeki kontrol sağlandıktan sonra, Kürdler ve Kürd diline dair her şey yasaklanmıştır. Devletin “Türkçe konuş çok konuş” söylemi, bu politikanın sloganlaşmış halidir. Özellikle 1950’lerden itibaren Kürdistan’ın kırsal kesimlerinde yapılmaya başlanan ilkokullar ve daha sonra da askeri bir mantıkla idare edilen bölgesel yatılı okulların yaygınlaştırılması, esas itibarıyla bu politikayı uygulamaya yönelikti. Kürdlerin anadiline karşı izlenen bu inkar, yasaklama ve asimilasyon politikası 1990’ların başlarına kadar devam etmiştir. Bu satırların yazarının kendisi de bu politikaya maruz kalanlardan biridir. 1975’li yıllarda ilkokulda okurken, bugün sosyal faaliyetler yürütmek amacıyla okullarda var olan kulüp çalışmaları, o zaman “kol faaliyetler” olarak adlandırılıyordu. Kırsal alandaki okullarda yürütülen “spor”, “gezi”, “temizlik” vb. kol faaliyetlerinin yanısıra “Kürdçe konuşmama” kolu da vardı. Bu kulüpte (kolda) yer alan öğrencilerin görevi; köy içinde, sokakta, evde veya köyün herhangi bir alanında Kürdçe konuşan çocukları öğretmene bildirmekti. Öğretmen de Kürdçe konuşmadan dolayı şikayet edilen bu öğrencileri kaba dayak başta olmak üzere çeşitli şekillerde cezalandırırdı.

Bu uygulama farklı şekillerde Kürdistan’ın birçok yerlerinde vardı. Örneğin kendisi bugün İsviçre’nin Zürih kentinde tanınan bir Psikiyatr olan Dr. Fikret Zengin, Bingöl Karlıova ilçesinin Tuzluca köyünden olup oradaki uygulamayı şöyle anlatıyor: “Öğretmen evde anne-babamızla Kürtçe konuşmamızı yasakladığı gibi, sabah okula geldiğimizde ilk olarak dil kontrolü yapılırdı. Dilimizi çıkarırdık. Öğretmen kimin dil ucu çatallıysa o kişinin evde Kürtçe konuştuğunu söyler ve buna göre de öğrenciye ceza verirdi.

Bir çocuk anadilinden dolayı cezalandırılıyor! İnsan böyle bir şeyi nasıl unutabilir? En büyük travma bir çocuğun anadilinden koparılışıdır; hiçbir şey bu travmayı iyileştirmeye yetmez! Köyde okula gittiğim iki yıl boyunca bir nevi sağır ve dilsiz oyunu oynadık ve o yılları hiç unutamadım.”[6]

Yaklaşık yüz yıldan fazla bir süredir Kürdlere ve Kürd diline yönelik yürütülen politikalar ve uygulamalar, Kürd çocuklarında büyük travmalar yaratmıştır, Kürd çocuklarını ve ebeveynlerini kendi dilini konuşmaktan çekinir ve utanır hale getirmiştir. Bir dilin yasaklanması ve konuşanlarının çeşitle şekillerde cezalandırılması, horlanması, dışlanması çocuğun akademik gelişimini engellemek bir yana, o dilin sosyal itibar ve prestijini yerle bir eder, sözkonusu dil topluluğu üyelerinde büyük travmalar yaratır, onları dilini konuşmaktan uzaklaştırır, “diline küstürülen”[7] bir duruma getirir. Zengin’in deyimiyle “hiçbir şey bu travmayı iyileştirmeye yetmez”. Yaklaşık bir asırdan fazla zamandır Kürd dili ve lehçelerine yapılan muamele de budur. Kürd dili (Kurmancca ve Zazaca), devlet eliyle uygulanan yüzyıllık dil politikalarıyla itibarsızlaştırılmış ve sosyal prestiji en dip dereceye düşürülmüştür. Bugün anadili ve Kürdçeye dair yaratılan yüz yıllık tahribatı, çok kısıtlı olanaklarla nasıl onarabiliriz ve Kürd çocuklarını ikna edip Kürdçe (Kurmancca-Zazaca) seçmeli ders tercih etmelerini sağlayabiliriz.

Seçmeli Kürdçe dersi ve sonuçları

“Cumhuriyet’in İlk Kürt Raporu” yazarı Derviş Hüseyin Hüsnü’nün ta 1924’te belirtiği gibi; “Dolaştığım 5-6 Kürd vilayetlerinde, “Herkes mahalli lisanı (yerel dili), Kürdçeyi konuşur. İçerilere gidildikçe Türkçe konuşanlar vilayet merkezlerinde bile nadir rastlanılır. Köylerde ise hiç kimse yoktur.” Bundan bir asır önce devletin bir müfettişi tarafından Kürd diline dair çektiği röntgen, hali hazır böyle tespit edilmiştir.

Bundan yüz yıl önce durum bu iken, önceki yazıda da belirtildiğim gibi, Cumhuriyet hükümetleri tarafından Kürd dili ve lehçelerine karşı devlet eliyle yoğun bir şekilde uygulanan yaklaşık bir asırlık inkar, yasak, asimilasyon ve itibarsızlaştırma politikalarına rağmen 1980’lere kadar Kürdlerin yaşadığı coğrafyada özellikle köy ve kasabalarda Kürdçe (Kurmancca ve Zazaca) egemen dil konumunda idi. Bu egemen ve çoğunluk avantajıyla, genel olarak Türkçe konuşanlara neden “şılmdim”, “bildım” diliyle konuşuyorsunuz kendi dilinle konuş diye tepki gösterilirdi. Ancak Kürdler ve Kürd diline karşı uygulanan inkar, cezalandırma, itibarsızlaştırma ve sınırsız asimilasyon politikalarıyla son 45-50 yılda durum tamamen tersine döndü, bugün Türkçe Kürd toplumunun her biriminde egemen dil haline geldi ve kadim Kürd dili lehçeleriyle birlikte büyük bir tehlikeyle yüz yüzedir.

1992 yılında Turgut Özal’ın müdahalesiyle Kürdçe konuşma, müzik ve yayın özerindeki baskılar hafiflese de, başta Anayasa’nın bazı maddeleri olmak üzere işlevsel olan veya olmayan mevcut kanunların birçoğunda dolaylı veya dolaysız bir şekilde varolan maddeler, deyim yerindeyse “Demokles’in kılıcı” gibi sürekli Kürd dili üzerinde sallandırılmıştır.

Kürdçe eğitim-öğretim talebi yaklaşık bir asırdan fazla süredir gündemde olmasına rağmen, Osmanlı son döneminde 1910’da açılan “Meşrutiyet Mektebi”nden Cumhuriyet’in 2010 yılına kadar, resmi bir devlet kurumunda hiçbir şekilde Kürdçe öğretim ve eğitim olmamıştır. Dil hakkı gibi diğer kültürel haklar da yasaklanmıştır. Kürd çocuklarının Türkçe öğrenmesi ve Türkçe eğitim alması kanunla zorunlu hale getirilmiş. Sadece öğrenim ve eğitim değil, Kürdçe her halükarda; okulda, basında, pazarda, kışlada ve bütün resmi kurum ve kuruluşlarda yasaklanmış, bu yasaklara uymayanlar da şiddetle cezalandırılmıştır.

2010 yılına geldiğimizde, AKP hükümeti döneminde, yetersiz ama devletin geleneksel dil politikasını da yumuşatan ve kısmi olarak değiştiren bir adım atıldı. TRT’nin bir kanalı TRT-Kurdî adıyla Kurmancca ve Zazaca lehçeleriyle yayına başladı. Kurulan Yerel Diller Enstitüleri bünyesinde, Kürdçe (Kurmancca-Zazaca) dil kursları verilmeye başlandı. Daha sonra başta Mardin Artuklu Üniversitesi olmak üzere peyderpey diğer bazı illerdeki üniversitelerde toplam beş ilde Kürd Dili ve Kültürü Bölümleri açıldı, lisans eğitimi düzeyinde öğrenci alınmaya başlandı, Kürd dili ve kültürü alanında yüksek lisans ve daha sonra da doktora yapabilmenin yolu açıldı. 2012 yılından itibaren de bölgedeki ilkokullara haftada iki saatlik seçmeli Kürdçe dersleri uygulaması getirildi.

Bu açılım ve uygulamayla, egemen Türkçe dilinin gölgesinde Kürd çocuklarına kendi anadilleri öğretilecekti. Seçmeli Kürdçe dersi uygulamasının yaklaşık on bir yıllık pratik tecrübesine baktığımızda; bu hakkın nasıl tatbik edildiğini, anadili öğreniminde ne derce başarı sağladığı ve ne tür kazanımlar elde edildiğini verilere dayanarak doğru bir şekilde değerlendirmek gerekir.

Mevcut durumda Kürdçe seçmeli ders uygulamasıyla ana dili öğrenimi, egemen ve resmi dil olan Türkçenin gölgesinde gerçekleştirilmektedir. Doğrusu egemen dil olan Türkçe, anadilinin yerini almış ve özellikle şehir merkezlerindeki Kürd çocuklarının büyük çoğunluğunun repertuarında anadilini çıkartmıştır. Çünkü aile ve çocuğun rızası alınmadan, Türkçe öğrenme ve okuma zorunluluğu getirilmiştir. Diyebilirsiniz ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan her birey gibi, Kürd çocuklarının da Türkçe öğrenmesinde ne mahsur vardır? Elbette ki dil öğrenmesi açısında bir mahsuru yoktur ve bir çocuk ne kadar fazla dil biliyorsa kavrayışı ve ufku da o oranda gelişir. Sözkonusu ülkenin resmi dili ise onu öğrenmesinde bir sorun da yoktur. Ancak anadili yok sayılarak çocuğa sadece egemen resmi dilin dayatılması, çocuğun eğitimi, kişisel gelişimi, kavrayışı, dili, psikolojisi, özgüveni, sosyalleşmesi ve akademik gelişimi açısında önemli aksaklıklara ve tahribatlara neden olabilir. Bu konuda sıralanabilecek binlerce örnek vardır, önceki yazıda sadece iki örnekten bahs etmiştim. Bu durumu daha somutlaştırıp açıklığa kavuşturmak için, iki kavrama değinmek istiyorum; “artırıcı eğitim” ve “eksiltici eğitim”[8].

Türkçe ve Kürdçe pratiğinde düşünürsek, egemen dil Türkçenin yanısıra anadili Kürdçe ile de eğitim yapılırsa, hiçbir sorun olmaz, bu çocuğun eğitimi ve repertuarının gelişimine olumlu yönde etki eder. Fakat çocuğun anadili ile eğitim-öğrenimi yasaklanarak sadece egemen resmi dil dayatılırsa, bu durumda egemen dil ile eğitim eksiltici bir rol oynar; çocuğun zihniyetinde kavrayış,  psikolojik, dilsel ve eğitimsel hasarların oluşmasına neden olur ve buna bağlı olarak toplumsal, kültürel, akademik ve siyasal aktivitelere katılımında sıkıntılar meydana getirir. Bu durumda egemen dil anadilinin yerine geçer ve anadilini çocuğun repertuarında çıkarmış olur. Bu çerçevede, “Türkiye’deki bütün Kürd çocukları, uygulanan eğitim programlarıyla eksiltici eğitim görmektedirler. Eğer temel olarak anadili aracılığıyla egemen dil ikinci dil olarak iyi bir şekilde öğretilirse, artırıcı bir eğitimle, çocuğun dil repertuarını büyütür ve onları üst düzeyde iki dilli ya da çok dilli hale getirir.” [9]

Tekrardan seçmeli Kürdçe dersine dönersek, bölgedeki beş üniversitede Kürd Dili ve Kültürü Bölümlerinin açılması ve ortaöğretimde 5. sınıftan 8. sınıfa kadar “Seçmeli Kürdçe Dersi” uygulaması yaygın söylemle yeterli değil ancak olumlu bir adımdır. Yeterli değil diyoruz çünkü yaklaşık 20 milyon nüfusu olan Kürdlerden alınan vergilerle Türkiye’deki yüzlerce üniversitede bulunan Türk Dili ve Edebiyatı Bölümlerine veya diğer Türkoloji çalışmaları için harcanmaktadır. Eğer eşit vatandaşlık haklarından bahs edeceksek, aynı şekilde Kürdoloji çalışmalarının geliştirilmesi, ilk ve orta öğretim düzeyinde eğitimin Kürdçe de yapılması çok önemli ve gereklidir.

Yaklaşık on yıllık Seçmeli Kürdçe Dersi uygulamasına dair şimdiye kadar Milli Eğitim Bakanlığı’nın bizimle paylaştığı bilgiler çok sınırlı, mevcut bilgilere göre, ilk yıl yani 2012’de toplam 25.000 öğrenci Seçmeli Kürdçe dersi talebinde bulunmuş. 2015-2016 eğitim ve öğretim yılına dair yapılan açıklamaya göre ise; 71.616 öğrenci Kurmanci ve 6.315 öğrenci de Zazaca seçmeli ders talebinde bulunmuştur. Yani toplam olarak 77.931 öğrenci Seçmeli Kürdçe Dersi talebinde bulunmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı 2021 yılına kadar Seçmeli Kürdçe dersi için toplam 79 öğretmen tayin etmiştir. Bakanlığın paylaştığı bilgilere göre 2021’de toplam 20.265 öğrenci “Seçmeli Kürdçe Dersi”ni tercihi etmişler ve yine 2021 yılında 2’si Kurmanci biri de Zazaca için olmak üzere 3 Kürdçe öğretmeni tayin edilmiştir.

Mevcut durumda her yıl toplam olarak yüzlerce öğrenci Kürdçe Lisans eğitimini tamamlamakta ve bu alanda büyük bir boşluk olmasına rağmen, sadece 3 Kürdçe öğretmenin tayin edilmesi, Kürd nüfusuyla mukayese edildiğinde büyük bir haksızlık ve mağduriyettir. Tayin edilen öğretmenlerin büyük bir kısmı da rastgele okullara gönderilmekte, yeterince Seçmeli Kürdçe dersi tercihi olmadığı için sınıf oluşturulamıyor ve sınıf oluşturulamadığı için öğretmen asli branşında değil boş olan başka derslere yönlendiriliyor. Bunun yanısıra yeterli tercihin olduğu bazı okullarda da öğretmen olmadığı gerekçesiyle, öğrenci başka dersleri tercih etmeye yönlendiriliyor. Ayrıca bu mesleği icra etmiş bir öğretmen olarak da şahit olduğum yasal olmayan olumsuz girişimler ve tablolar da gördüm. İşgüzar veya ideolojik davranan okul idarecileri de vardır, bunlar öğrencileri çeşitli gerekçelerle yönlendirerek Kurmanca ve Zazaca dersleri tercih etmekten uzaklaştırıyorlar. Bunun yanısıra Eğitim-Sen, HDP ve bileşenleri, diğer bazı şoven eğitim sendikalarının ideolojik ve siyasi gerekçelerle “Seçmeli Kürdçe Dersi” uygulamasına yönelik karşı propaganda yürütmesi sonucu terci yönünde velilerin kafasında karışıklık yaratılmıştır. Bu açılımı ileri taşımak ve sorunları aşmak için, ilgili makamlar konuyu yeniden değerlendirmelidir.

Bu uygulamanın başarılı olup daha geniş kapsamlı ve ileri dereceye taşınması için, 12 kişilik sınıf sınırlaması kaldırılmalı, okullun bulunduğu bölgesel nüfus çoğunluğuna göre belirlenmeli. Sınıf öğrenci sayısı sınırlaması ancak Kürdlerin yoğun yaşadığı batı illerinde uygulanabilir. Kürdçe öğretmen tayini de, tıpkı Türkçe öğretmeni gibi bir sınır konulmadan vergi mükellefi Kürd nüfusunun miktarı göz önünde bulundurularak yapılmalı. Böylece belki yüz yıllık asimilasyon politikaları sonucu biraz hafifletilir, Türkiye’deki yaklaşık 20 milyon Kürdün anadili olan Kürdçe (Kurmancca ve Zazaca) “Seçmeli Ders” olarak değil, anadili hakkı çerçevesinde zorunlu olarak öğretilir, ilk ve ortaöğretimde de eğitim ve öğretim dili olur. Aksi durumda, 21. yüzyılda dahi, Kürd dili lehçeleriyle birlikte büyük bir tehlikeyle yüz yüzedir.

Bugün dahi Kürdlerin kendi anadiliyle eğitim-öğretim hakkı talebine çeşitli gerekçelerle ve özellikle de bu talebin “Türk ulus-devlet projesine” ters olduğunu söyleyerek karşı çıkan önemli bir kesim vardır. Aslında bunlar “siyasal İslamcı” ya da “seküler”, kendini nasıl tanımlarsa tanımlasınlar halen tekçi, mutlakıyetçi, anti demokratik İttihat ve Terakki zihniyetinin devamıdır. Bu zihniyetin öncülleri de yaklaşık yüz yıl önce böyle bir talebin Osmanlı bünyesindeki unsurların birliğine ya da ümmetin birliğine uygun olmadığını söylüyorlardı. Demek yaklaşık bir asır zamandır bu kesimin zihniyetinde pek bir değişim olmamıştır ve değişmek niyetinde de değildir. Bugün dil hakkı genel bir insan hakkıdır ve diğer kültürel haklardan bağımsız olarak da düşünülemez. Çünkü bugün Dünya’da tehlike altındaki dillerin ve dil topluluklarının çoğunluğu ne şekilde olursa olsun kendi kendini yönetme hakkından mahrum bırakılan ve egemenliğine sahip olmayan halkların dillerdir. Bu halklara baskı ve tahakküm yoluyla egemen bir dil dayatılmıştır.

Sonuç olarak, çocuklar tarafından öğrenilmeyen, konuşulmayan ve yazılmayan bir dilin varlığını sürdürmesi tehlike altındadır. Çocuk kendi evinde Kürdçe konuşmayı öğrense de, Kürdçe okuma ve yazmayı öğrenmesi için, iyi bir öğretmenin rehberliğinde en az 2 yıl eğitilmesi gerekiyor. Bu amaca ulaşmak için, bugün yeterli olmasa da “Seçmeli Kürdçe Dersi”nin tercih edilmesi önemlidir. Kürd velilere ve Kürd çocuklarına çağırım; Kürdçe (Kurmancca ve Zazaca) öğrenmek, okumak ve yazmak için bu ayın sonuna kadar mutlaka Kürdçeyi seçmeli ters olarak tercih etsinler.

-Zimanê xwe yê Kurmancî hîn bibe, binivsîne û bixwînin!

-Ziwanê xo yo Kirdkî/Zazakî/Kirmanckî/Dimilî bimûse, binûse û biwane!

[1] Avrupa Birliği Sürecinde Dil Hakları, Akt. Pulat Tacar, Anadil Yönünden Çeşitlilik Arzeden Toplumlarda Çokdilliliğin Yönetişimi, Helsinki Yurttaşlar Derneği, 2003, s. 21

[2] Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Uleması, Cilt 4, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul 1996, s. 208

[3] Molla Saîd-î Meşhur, Kürdler neye muhtaç?, Şark ve Kurdistan, sayı: 1, 20 Kasım 1908

[4] Seîd VEROJ, Cemîyeta Hêvî ya Telabeyê Kurd (Kürd Talebe Hêvî Cemîyetî) û Rojî Kurd (1913), Dara Yayınları, Dîyarbekir, 2020, s. 82

[5] Derviş Hüseyin Hüsnü, Cumhuriyet’in İlk Kürt Raporu 1924, Derin Tarih Yayınları, İstanbul,2016, s. 36

[6] https://kovarabir.com/faik-bulut-zurihte-yasayan-unlu-psikiyatr-fikret-zengin-insan-100-yasindayken-bile-beynini-canli-tutup-gelistirebilir-1/

[7] Kejê Bêmal, https://kovarabir.com/keje-bemal-diline-kusen-cocuklar/,14.01.2023

[8] Bn. Dr. Tove Skutnabb-Kangas, Tehlike Altındaki Dilsel ve Kültürel Çeşitlilik ve Tehlike Altindaki Biyoçeşitlilik, Kovara Bîr, Dîyarbekir, hejmar: 3, 2005, s. 12

[9] Bn. Dr. Tove Skutnabb-Kangas, Tehlike Altındaki Dilsel ve Kültürel Çeşitlilik ve Tehlike Altindaki Biyoçeşitlilik, Kovara Bîr, Dîyarbekir, hejmar: 3, 2005, s. 12