- Şeyh Abdurrahim bulunduğu bölgede bir taraftan kendini ve beraberindeki arkadaşlarını korumaya çalışırken diğer yandan da pasif direnişte bulunur
Geçen bölümde de kısaca belirtiğim gibi, dönüşten sonra yaklaşık iki yıl nispi bir sükûnet yaşanır fakat iki tarafın da birbirine pek güveni yoktur ve tedbiri elden bırakmazlar. Özellikle de Agirî Kürd Ulusal Hareketi’nin bastırılmasından sonra, cumhuriyet devletinin, aftan yararlanarak geri dönen Kürd kadrolarına ve özellikle de Şeyh Said ailesine karşı olan kin ve güvensizliği, izlenen politikadan ve yaşanan pratik olaylardan açıkça görülmektedir. Bu yazıda diğer aile bireylerinin başına gelenlere fazla değinmeden, yazının asıl mevzusu olan Şeyh Abdurrahim’i anlatmaya çalışacağım.
Dönüşten sonra Şeyh Said’in kardeşlerinden Mehmed Mehdi, Mehmet Tahir ve Abdurrahim Palu kazasına bağlı Bağin ve Sêrîn köylerine yerleşirler. Şeyh Abdurrahim Palu’nun Sêrîn köyüne (mezrasına) yerleşir fakat hem mevcut durumdan memnun değil hem de devlete güveni yoktur. Zamanı ve günü geldiğinde, devletin ondan 1925 Hareketi’nin hesabını soracağının bilincinde, aynı zamanda olası beklenmedik gelişmelere karşı da daima bir tedbir ve hazırlık içerisindeydi. Bu düşünce ve tasavvur nedeniyle, başta kayınbiraderleri olmak üzere etrafında sürekli 10-15 silahlı adam bulundurmaktaydı. Çevre köylerden ve bölgelerden sürekli ziyaretçileri gidip gelmekteydi. Geçimini sağlamak için de aynı zamanda tarım ve hayvancılıkla uğraşır.
Şeyh Abdurrahim’in ziyaretçileri hiç eksik olmuyordu. Bölgedeki hükümet yetkilileri bu gidiş gelişlerden rahatsız oluyordu, bu durumu izlemek üzere bölgedeki yetkililer ve milisler görevlendirilmişti. Yapılan izlemelerle ilgili belirli aralıklarla Karabegan nahiye müdürlüğüne bilgi veriliyordu. Toplanan bilgiler nahiye müdürü Vehbi Bey tarafından değerlendirildikten sonra, daha derli toplu bir şekilde rapor haline getirilip üst mericilere bildiriliyordu. 1930’un sonlarına doğru gelen emir üzerin Şeyh Abdurrahim’in yakalanması için, nahiye müdürü Vehbi Bey ve tabur komutanı Yüzbaşı Hurşit Bey’e operasyon hazırlığı emri verilir. “Operasyon hazırlığından sonra, mevcut jandarma kuvveti ve milis güçlerinin katılımıyla Sêrîn köyüne doğru harekete geçilir. Sabaha doğru Sêrîn köyü çevresinde, kayalıklar arasında gerekli mevziler tutulur. Güneş doğar doğmaz Şeyh Abdurrahim’in evine doğru saldırı ateşi başlar. Şeyh Abdurrahim ve beraberindeki silahlı arkadaşları da buna karşılık verir. Bu çatışma sonucunda Miriva köyünden milis başı Mehmet Ali ve Karabegan’ın Kedak köyünden de Kara Ali ve üç asker öldürülür, bir kısım da yaralanır. Bunun üzerine askerlerin paniklemesi nedeniyle komutan operasyonu durdurur ve geri çekilmek durumunda kalır.”[1] Bu ilk operasyondan sonra, artık yetkililer daha sıkı bir şekilde bölgeyi izlemeye alırlar.
Şeyh Abdurrahim’in bölgede kalan ve kendini savunmak için aileleriyle birlikte Koyo Sipî gibi tenha dağlık bölgelere yerleşmiş olan silahlı guruplarla da iletişimi vardı. Yerel kaynaklardan edinen bilgilere göre, “Olağanüstü bir karın yağdığı 1932’inin şubat ayında soğuklar eksi 10-15 dereceyi bulduğu bir günde, bu guruplardan birinin başını çeken Zaza Huso (Hüseyin Ağa), Şeyh Abdurrahim’e Mele Hesen aracılığıyla bir haber gönderir ve derki; yanımdaki silahlı arkadaşlarla birlikte, kadın ve çocuklardan oluşan bir gurupla birlikte Bağin dağından inmişiz, şimdilik Sêrîn köyünün doğusunda bekliyoruz ve askerler de bizim izimizi takip ediyorlar, bizi yanınıza kabul eder misiniz. Bu durum kendisine bildirildiği zaman, arkadaşlarıyla bir değerlendirme yaptıktan sonra dönüp Mele Hesen’e diyor: Mele Hesen, bizim kadın ve çocuklarımız onların çocuklarından daha değerli değildirler. Kışlık mevzilerini yitirdikleri ortadadır. Şimdiye kadar yaptıklarımıza sırt çevirmemiz, vefasızlık etmemiz doğru olmaz. Kaldı ki biz onların harekete katılmasını istedik. Bu karın üstünde birlikte ölürsek hiç değilse kimse arkamızda söz etmez.”[2] Böylece tüm aileler mart ayına kadar korunmak üzere köye yerleştirilir. Bu olaydaki tutumu aynı zamanda onun davaya ve milletine olan bağlılığını, her türlü riski göze alarak sivillerin korunmasına ne derece önem verdiğinin göstergesidir.
Adı geçen gurubun gidip Sêrîn köyüne yerleştiğinden alay komutanın haberi olur. Mart ayında karlar erimeye başlar başlamaz, bölgedeki milislerle birlikte yeni bir operasyon başlatılarak ölü ya da yaralı olarak Şeyh Abdurrahim ve beraberindekileri yakalamak ister. Ağır silahlarla köyün çevresi sarılır ve iki taraf arasında şiddetli bir çatışma başlar. Bu çatışmada da milis ve askerden toplam dokuz kişi öldürülür, birçoğu esir alınır, Şeyh Abdurrahim’in İbrahim adında arkadaşlarından da biri öldürülür bir diğeri de yaralanır.[3]
Yukarıda bahsedilen operasyon ve çatışmaların bir benzeri de, Mayıs 1932’de yaşanır. Adıgeçen kitapta Faris Ağa’nın aktarımına göre, “Şeyh Abdurrahim iki arkadaşıyla beraber Mayıs 1932’de Gomey Şekî köyünde bulunan Mustafa Ağa’ya misafirliğe giderler. Köylülerle buluşup, yemek yenip sohbet ettikleri anda bir de bakıyorlar ki asker köyün etrafını sarmış, ölü ya da yaralı Şeyh Abdurrahim’i yakalamak istiyorlar. Ogün askerle aralarında şiddetli bir çatışma olur, bu çatışma akşam saatlerine kadar devam eder fakat kendisi bu çatışmada da sağ olarak kurtulur. Binbaşı Tahsin Bey askerleriyle birlikte onları Xelefan köyüne kadar takip eder fakat bir şey elde edemez.”
1933 yılına gelindiğinde Şeyh Abdurrahim, Sêrîn köyünün artık hedef haline geldiğini, burada barınmanın koşullarının zorlaştığı düşüncesiyle oradan Piran’a bağlı Qorçik köyünün Xeraba mezrasında bulunan kayınlarının yanına yerleşir. O, Xeraba’dan Sefer Ağa’nın büyük kız kardeşiyle evlenmişti, kayınbiraderleri de aynı köyde oturuyorlardı. Diğer eşi Zühre Hanımı ise Qorçik köyüne yerleştirmişti. Xeraba ve Qorçik köyleri arasında yürüyerek yaklaşık bir yarım saat mesafe varıdır. Sêrîn’deki son çatışmadan sonra, 1925’ten bu yana bölgedeki kırsalda bulunan guruplardan birçok Kürd savaşçısı etrafında toplanmıştı, sivil halka zarar vermemek için artık cehd ve zamanının büyük kısmı dağlarda geçiyordu fakat bazen de ihtiyaçlarını karşılamak için arkadaşlarıyla beraber köye gidiyorlardı. Arkadaşları içerisinde kayınlarından Ağa, Osman, Ubeydullah, Muhyedin ve Mehmed Sabri Beyler de vardı. “Xereba köyüne gidiş gelişleri, bir şekilde Piran’daki (Dicle) tabur komutanı Hasan Hüsnü’ye ulaşıyordu. Yine Haziran ayında bir gün bazı arkadaşlarıyla birlikte aileleri görmek, ihtiyaçlarını gidermek üzere, köye geliş haberleri hızlı bir şekilde Piran’daki askeri komutana ulaşır ve hazırlıklı olan askerler büyük bir kuvvetle Xeraba köyüne operasyon yapmak üzere harekete geçerler. Gece yarısından itibaren köyün etrafını sarıp mevzilenirler ve sabahın aydınlanmasıyla birlikte silahlar köye yönelir. Mehmed Ağa etrafın askerlerce sarıldığını Şeyh Abdurrahim’e bildirir. O, abdest almak için Mehmed Ağa’dan su ister, namazını kıldıktan sonra göğsünü boydan boya kaplayan fişekliğini giyer, mavzer silahın ve dürbünü de alıp çıkmak üzereyken, o anda haber gelir ve kendisine bir erkek çocuğu doğduğunu bildirirler. O da getirin göreyim de öyle çıkayım der. Çocuğu getirirler, yüzüne bakar, adını da babasının ismi olan Mahmud Feyzi olarak koyar ve çatışmaya girmemek için köyün altındaki ekili buğday tarlasına girerek uzaklaşmak ister. Güvenlik güçleri durumu farkedince hemen ağır silahlarla ateş etmeye başlarlar. Abdurrahim ve yakın iki arkadaşı tarlayı geçip taşlık bölgede mevziye oturarak karşılık vermeye başlar ancak çatışmayı sürdürmek istemez. Bölgeden uzaklaşmak için Mehmed Ağa’dan atını getirmesini ister ve dönüp der ki ben Tılek mevkiine doğru gidiyorum, orada görüşürüz. Mehmed Ağa diyor, ben atla birlikte söylenen mevkiye ulaştığımda, Şeyh Abdurrahim yüksek bir kayanın üstünde oturuyordu, mavzeri kucağında düşünüyordu. Oturduğu yer konum itibarıyla stratejik bir yerdi ve buradan her tarafı izlenebiliyordu. Dönüp bana dedi yaran falan var mıdır? Hayır dedim. Ve ben kendisine dedim sizde bir yara var mıdır? Yok dedi ancak şalvarını gösterdi, şalvar kalbur gibi delik deşik olmuştu. Burada dönüp Mehmed Axaya diyor ki; Cumhuriyet hükümeti artık beni rahat bırakmıyor, hanımlarım ve çocuklarıma sahip çık, benim artık savaşmaktan başka herhangi bir seçeneğim yoktur.[4]
Bu operasyondan sonra kendisi artık bölgeden uzaklaşır, askerler köye girer, yeni doğum yapmış olan eşi Medine Hanım’ı ve çocuklarını alarak oradan da Qorçik köyüne giderek diğer eşi Zühre Hanım ve çocuklarını da alarak kendileriyle birlikte Dicle’ye götürüyorlar. Oradan Edirne Şarkköye bağlı Kirazlıya sürgün ediyorlar.
Bu olaydan sonra Şeyh Abdurrahim, bölgedeki kırsalda bulunan diğer küçük gurupları da bir araya getirerek dağlık bölgeye çekilirler. Fakat bulundukları bölge ve manevra alanları çok dar, lojistik sağlamak ta sorunlu olduğu için, hareketleri kendini koruma ve pasif bir direniş çerçevesinde kalır. Aynı dönemde Kürdistan’ın farklı bölgelerinde, askeri operasyonlar ve milis baskılarına karşı kendini korumak amacıyla pasif bir direniş gösteren farklı guruplar da bulunmaktaydı. Bu guruplardan biri de Şeyh Fahri Bokarki’nin gurubuydu ki 1933 yılının sonlarına kadar Hevêdan mıntıkasında mücadelesini sürdürmüştü ve bu yılın sonlarına doğru bölgedeki askeri birliklerin Xiyan ve Badikan milislerinin desteğiyle düzenlediği operasyonda, Goderan köyünde 17 arkadaşıyla birlikte öldürülmüşlerdi. Şeyh Abdurrahim, mücadele arkadaşları arasında “Şêrê Pîran” (Pîran Aslanı) lakabıyla tanınıyordu.
Şeyh Abdurrahim ve diğer benzer guruplar, bu koşullar altında 1935 yılına kadar bölgedeki varlığını sürdürürler. Bu süreçteki asıl amaç, zayıf bir şekilde de olsa varlığını korumak ve 1925 hareketinin yenilgisinden sonra halk üzerinde artan milis saldırılarını önlemek ve cezalandırmaktı. Cumhuriyet devletinin oluşturduğu yeni kolordu ve özel alaylarla Kürdistan’daki askeri etkinliğini ve gücünü artırmasına karşı, geniş kapsamlı bir siyasi ve askeri örgütleme olmadan başarı elde edilemeyeceğini düşünen Şeyh Abdurrahim, Xoybûn’la yeni bir toparlanma ve süreç değerlendirmesi yapmak amacıyla Hat’ın dibine yani Fransa Suriye’sinin egemenliğindeki Güneybatı Kürdistan’a geçerler.
(Devam edecek.)
kaynak: https://www.rudaw.net/turkish/opinion/17092023
[1] Feyzi Bilgin (Abdurrahimoğlu), Yakılan Şeyh, Ekovizyon Yayıncılık, 2006, s. 238-239
[2] Age, s. 240-241
[3] Age, s. 243
[4] Age, s. 246-247