“Lozan Antlaşması’nın 100. Yılında Türkler ve Kürdler” başlıklı üç bölümlük yazıda ağırlıklı olarak bir özet şeklinde Sevr’den Lozan Antlaşmasına kadar uzanan süreç ve olaylar üzerinde durmuştuk. Aslında Birinci Dünya Savaşı’ndan Sevr’e kadar olan dönem de gözönünde bulundurulmadan, bu sürecin doğru okunmasında ve anlaşılmasında eksiklikler olabilir. Bu maksatla, okumakta olduğunuz ve gelecek haftaki yazıyı da bu süreci kısaca değerlendirmek üzere ayırdım.

Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce, Afrika ve Balkanlar’daki birçok millet Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılarak bağımsızlığını elde etmişti. Diğer etnik toplulukların birçoğu da I. Dünya Savaşı sürecinde ayrılıp kendi ulusal devletini kurmuştu. Birinci Dünya Savaşı arifesinde İstanbul’da faaliyet gösteren Kürd cemiyetleri seferberlik ilanı gerekçesiyle kapatılarak örgütsüz, siyasetsiz ve tavırsız bir durumda bırakılan Kürdler, dört yıllık savaş süresini maddi, manevi ve büyük insan kaynakları kaybıyla geçirdiler.

Değişik kaynakların belirtiğine göre Birinci Dünya Savaşı sürecinde, Ermeni tehcirine yakın bir derecede Kürd tehciri de yaşanır. Yaklaşık 600-700 bin Kürd yerinden edilerek Batı illerine göç ettirilir. Başta Süreyya Bedirhan olmak üzer dönemi inceleyen farklı kaynakların belirtiğine göre, Birinci Dünya Savaşı sürecinde, Ermeni tehcirine yakın bir derecede Kürd tehciri de yaşanmış. Yaklaşık 600-700 bin Kürd yerinden-yurdundan edilerek Batı illerine göç ettirilmiş ve bu Kürd sürgünlerinin büyük bir bölümü yolda açlıktan, soğuktan, hastalıktan oldü; hatırı sayılır bir bölümü de askerlerin, jandarmaların ve çetelerinin saldırıları sonucunda yaşamını yitirdi.[1]

Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), İttifak ve İtilaf güçleri olarak saflaşan dönemin Emperyal güçleri ve bunların tarafında yer alan bölgesel-yerel güçler arasında Dünya’nın yeniden bölüşümü amacıyla gerçekleşmişti. Bu çerçevede, savaş sürecinde özellikle de Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’daki topraklarının bölüşülmesi için, galip emperyal güçler arasında açık gizli çeşitli anlaşmalar yapılmıştı. Bu anlaşmalardan en önemlisi ve birinci derecede Kürdleri ve Kürdistan’ı ilgilendireni de Sykes-Picot anlaşmasıydı. Sykes-Picot anlaşması İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanmıştı. Rusya, Bolşevik devrimin gerçekleşmesiyle birlikte 1917’de anlaşmadan çekildi. Kürdistan, paylaşımı sözkonusu olan coğrafyanın içinde ve de merkezinde bulunmakta idi. Bu anlaşma gereğince; Irak-ı Arab ve Güney Kürdistan dahil olmak üzere Arabistan’ın önemli bir bölümü Britanya’nın nüfus etki alanında olacaktı, Suriye, Beyrut ve Klikya da içinde olmak üzere Doğu Akdeniz bölgesi Fransa’nın nüfus alanı olacaktı. “Van’ın Güneyi ve Bitlis’i kapsaya Kürdistan bölgesi Rusya’ya dahil edilecekti.”[2] İttihat ve Terakki yönetimindeki Osmanlı İmparatorluğu, Almanya’nın yanında savaşa katıldı ve müttefikleriyle birlikte kaybetti.

Birinci Dünya Savaşı sonucunda, imparatorluk sistemi tamamen çöktü ve yerini peyderpey kurulan ulus-devlet sistemine bıraktı. ABD başkanı Woodrow Wilson, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmasını istediği dünya düzenine ilişkin olarak Kongrenin 8 Ocak 1918 tarihli oturumunda açıkladığı 14 ilkenin 5. ve 12. maddelerinde: “5. Dekolonizasyon sağlanmalı ve sömürge topraklarında uluslara kendi kaderini belirleme hakkı verilmelidir. 12. Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarına egemenlik hakkı tanınmalı, fakat Türk olmayan halklara bağımsızlık verilmelidir….” deniliyordu. Bu ilkeler, KTC başta olmak üzere mütareke sonrası kurulan tüm Kürd cemiyetleri ve örgütleri için büyük bir umut kaynağı olmuştu. Dönemin Kürt örgütleri adına yabancı misyon temsilcileriyle yapılan açık-gizli birçok görüşmelerde, Kürd temsilcileri sürekli Wilso Prensipleri’nin Kürdler için de uygulanması talebini dile getirmişler. Ancak bu dönemde Kürdistan meselesi, sürekli büyük güçlerin masası üzerinde bulunmasına rağmen, uluslararası ilişkilerde gerekli siyasi desteği bulamamış, Kürdlerin de tek başına zayıf parçalı örgütlülükleri ve sosyal yapısı bunu gerçekleştirmeye yetmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki halklardan biri olduğu halde, Wilson’un ilkeleri uyarınca ulus-devletini kuramayan, ya da buna destek verilmeyen tek halk Kürt halkıydı.

30 Ekim 1918’de Mondros Antlaşması imzalandı, ondan çok kısa bir müddet sonra Kürdler tarafından bir şemsiye örgüt olarak 17 Aralık 1918’de de Kürdistan Teali Cemiyeti (KTC) kurulur ve onu takiben Mısır’da Süreyya Bedirhan başkanlığında Kürdistan Bağımsızlık Komitesi kurulur. Güney Kürdistan’da da reformcu Kürd lideri Şeyh Abdüsselam’ın Aralık 1914’teki idamından sonra, 1919’un başlarından itibaren Şeyh Mahmud Berzenci liderliğinde İngiliz işgal kuvvetlerine karşı yeni bir hareket başlar.

Daha Mondros Antlaşması imzalanmadan İngiliz kuvvetleri güneyden Irak topraklarına girmişti ve kuzeye doğru ilerliyordu. 7 Nisan 1918’de General Marshall komutasında Kerkük ve Süleymaniye şehirlerine de girerek kısa bir süre içerisinde Güney Kurdistan’ın tümünü denetim altına aldılar. Yeni durum değerlendirmesi yapmak üzere, bölgenin ileri gelen aşiret reisleri, din adamları ve aydınları Şeyh Mahmut Berzenci’nin öncülüğünde toplandılar. Bu toplantıda alınan ortak karar gereğince, Kerkük’te bulunan İngiliz askeri yetkilisine, “Kürdistan hükümetinin kurulması ve bu hükümetin başına da Şeyh Mahmud’un getirilmesi” talebinde bulunulur. İlk başta Kürtlerin bu talebi olumlu karşılanır ve Şeyh Mahmud 22 Mayıs 1919’da ilk Kürt hükümetini oluşturup kendini Kürdistan kralı olarak ilan eder. Ancak bir yandan İngilizlerle var olan çelişkiler nedeniyle ve diğer taraftan da Mustafa Kemal’in özel temsilcileriyle İslami vurgularla Şeyh Mahmud’u İngilizlere karşı kışkırtması sonucu, Şeyh Mahmud’un birinci hükümetinin ömrü çok kısa olur. İngiliz kuvvetleriyle Kürtler arasında çatışmalar başlar, 19 Haziran 1919’da Şeyh Mahmud İngiliz güçleri tarafından yaralı olarak yakalanır ve Hindistan’a sürgüne gönderilir. Bu süreçte Kürdleri kontrol etmekte zorlanan İngilizler, yaklaşık iki yıl sonra 1922’de Şeyh Mahmud’un geri dönmesine müsaade etmek durumunda kalıyorlar.

Bu süre zarfında İngilizler Irak’ta bir manda yönetimi oluşturur ve bu manda yönetimi tarafında 23 Ağustos 1921’de Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal Irak kralı olarak ilan edilir. Bu süreçten sonra Kürdlerin, yeni Arap yönetimi ve işgalci İngiliz güçleriyle ilişkileri zaman zaman çatışarak ve bazen de anlaşarak ilerler. 1925’te Irak Anayasası kabul edildi ve Türkiye’nin de girişimleriyle Anayasa’da Kürdler için hiçbir hak ve statü tanınmadı. Yeni Irak Anayasası’nda Kürdlere bir siyasal statünün tanınmaması Türkiye Cumhuriyeti yönetimini de memnun etti ve “Musul Meselesi” çözümünün de anahtarı oldu.

Bundan sonra Şeyh Mahmud liderliğindeki Kürtlerle İngiliz-Arap yönetiminin yıldızı hiç barışmadı, inişli-çıkışlı da olsa 1930’lara kadar devam etti. Sonuç olarak Güney Kürdistan, 1932 yılında Milletler Cemiyeti tarafından “Mahkeme ve okullarda yöneticilerin Kürtlerden olması ve Kürtçe’nin resmi dil olarak kabul edilmesi” kararıyla İngiliz mandasına bırakılır ve İngilizler de bölgeyi Irak-Arap yönetimine bağlar. Ancak Milletler Cemiyeti tarafından Kürtlerle ilgili alınan kararlar uygulanmadığı gibi, Kürt-İngiliz ilişkisinin bozulması, genel olarak Şeyh Mahmud’un mutaassıplığı ironisine bağlanarak, Kürtlerin bir devlet kurmaya yeterli olmadıkları dile getirilirse de, özünde İngilizlerin Ortadoğu ve Arap politikasının öncelikleri, Türklerle anlaşmaları, petrol denklemi ve bölgesel nüfus yoğunluğu endeksi üzerine kurulmuştu ve bundan dolayı politikalarında bir bağımsız Kürdistan devleti yoktu.  Bu tespitte bulunurken Kürtlerin sosyal-politik durumunu gözardı edilmemeli, elbetteki Kürdlerin de yanlış ve eksiklikleri vardı. Ancak şunu da görmek gerekir ki İngilizlerin devletleşmesini sağladığı Arap toplulukları sosyal-kültürel yapısıyla Kürdlerden çok farklı ve ileri bir düzeyde değildi. Viladimir V. Minorsky’nin de belirtiği gibi: “Savaş sırasında müttefiklerin ilan edilen hedefi, Mezopotamya’da bir Arap devletinin kurulmasıydı.”[3] Ancak Arap toplumunun tarihsel, sosyolojik ve mezhepsel yapısı, birleşik bir tek devlet kurmaya uygun olmadığı için birçok Arap devleti kuruldu.

(Devam edecek.)

https://www.rudaw.net/turkish/opinion/13082023

[1] Dr. Bletch Chirguh, Kürt Sorunu (Kökeni ve Nedenleri), Avesta Yayınları, İstanbul, 2009, r. 50

[2] Vladimir F. Minorsky, Musul Sorunu, Avesta Yayınları, İstanbul, 1998, s. 28

[3] Vladimir F. Minorsky, Musul Sorunu, Avesta Yayınları, İstanbul, 1998, s. 31