Beş kısımdan ve toplam olarak 143 maddeden oluşan anlaşma metninin “Azınlık hakları” bölümünde, Kürdler için de bazı dil ve kültürel haklar aranabilir. Ancak Ankara Hükümeti Kürdleri azınlık olarak kabul etmediği için, sözkonusu hakların Kürdlere tanınmasını kabul etmemiş. Çünkü varılan anlaşma gereğince azınlık hakları Müslüman olmayanlar için geçerliydi. Fakat alt komisyon belgelerinde Müslüman azınlıklardan bahsedilirken, parantez içerisinde “Kürdler, Çerkezler ve Araplar” sıralanmaktadır. Antlaşmanın 39. maddesinin 4. paragrafında bahsedilen haklar ise Türkiye’de yerleşik olan herkesten bahsetmektedir: “Herhangi Türkiye tebaasının münasebatı hususiye ve ticariyede, gerek din, matbuat veya her nevi neşriyat hususunda ve gerek içtimaatı umumiyede herhangi bir lisanı serbestçe istimal etmesine karşı hiçbir kayit vaz’edilmeyecektir.”[1] paragrafından hareket ederek Kürd dilinin basın yayın alanında kullanılabileceği yorumu yapılmaktadır ve yapılabilir de. Ancak Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından yaklaşık iki yıl sonra, 25 Eylül 1925 tarihinde hazırlanıp gizlice uygulamaya konulan Şark Islahat Planı’nda “Malatya, Elazığ, Diyarbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Besni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananlar hükümet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktır.”[2] Bu uygulamayla Kürd dilinin sözlü kullanımı dahi yasaklanmış, pazar yerlerinde görevlendirilen zaptiyeler Kürdçe konuşanları cezalandırmıştır. Ayrıca iç hukukun antlaşma maddelerine uygun olması gerekirken, Türk tarafının bu paragrafta kastedilen dillerin, “T.C. tarafından kabul edilen resmi diller” olarak iç hukuka bağlamasıyla, bu madde de Kürtlere uygulanamayacaktır. Böylece Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte Kürdçenin konuşma dili olarak kullanılması yasaklandığı gibi basın-yayın alanında kullanımı da yasaklanmış ve bu yasak Cumhuriyet yönetimi boyunca uzun bir müddet devam etmiştir. Böylece Şark Islahat Planı vb. diğer plan ve uygulamalarla, BM Soykırım Sözleşmesi’nin 2b ve 2e maddelerindeki tanımlara göre, Kürdlere karşı zamana yayılmış “dilsel ve kültürel soykırım” politikası uygulanmıştır.
Türkiye’deki resmî ideoloji savunucularının daima dillendirdikleri, “Emperyalist güçler bölgede bir Kürdistan devleti kurmak istiyordu” iddiası temelsiz bir savdı. Yukarıda da belirtildiği gibi, emperyalist güçlerin böyle bir amacı ve politikası yoktu. Kemalist yönetim tarafından “Emperyalist güçler” söyleminin öne çıkartılmasının bir amacı da, bölgedeki işgal güçlerinin Müslüman olmadığını ve dolaysıyla Müslüman Arap ve Kürdleri bu güçlere karşı dini söylem üzerinden harekete geçirerek pazarlıkta elini güçlendirmek idi. Eğer Emperyalist güçler (İngiltere ve Fransa) bağımsız bir Kürdistan devletini kurmak isteseydi, kolaylıkla Güney Kürdistan’da veya Güneybatı Kürdistan’da bir Kürd devletini kurabilirdiler ancak değil bağımsız bir Kürdistan devleti, dünyanın hiçbir yerindeki sömürgelerinde yapmadıklarını Kürdistan’da yaptılar, Kürdler için otonomi dahi tanımadılar. Eğer İngiltere ve Fransa devletlerinin bir Kürdistan devleti kurma politikası olsaydı, Erzurum ve Sivas kongrelerinin gerçekleşmesi dahi mümkün olmayabilirdi. Aslında Mustafa Kemal bahsedilen bu emperyalist güçlerin bölgesel siyasetinde bağımsız bir Kürdistan devletinin olmadığını biliyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal’in bütün çabası, yeni Irak devleti bünyesinde oluşma ihtimali olan bir otonom Kürdistan bölgesinin önüne geçebilmekti. Bu bağlamda İngiltere’yle sürünceme bırakılan Musul meselesi, Türk yönetimi açısından aslında petrol meselesi değildi, Kürdistan’ın o bölgesinin geleceği meselesi idi.
Sevr’i kaçırmış olan Kürdler, Lozan süreci başlamadan önce, Yunanların yenilgisiyle birlikte Ankara’nın Emperyalist İtilaf devletleriyle anlaşma sağladığını farkeder ve ihtiyatlı da olsa yeni bir toparlanma sürecini başlatırlar. Rus Konsolosu Pavloski’nin aktarımına göre: “Erzurum’daki Kürd Komitesi ile İstanbul Kürd Komitesi (Kürdistan Teali Cemiyeti) Nisan 1922’de ortak bir çatı altında birleşir”[3] ve bu iki grubun yanısıra diğer siyasi Kürd grupların katılımıyla da Cibranlı Halid Bey’in başkanı ve Yusuf Ziya Bey’in de yardımcısı olduğu Kürdistan İstiklal Komitesi (Azadî) adıyla yeni bir illegal örgüt kurulur. 1925’te Şeyh Said’in sahadaki liderliğini yaptığı Kürd milli hareketi de bu örgüt tarafından hazırlanmıştır. Kürdistan İstiklal Komitesi; aynı zamanda hem Güney hem Güneybatı ve hem de Doğu Kürdistan’daki Kürd örgütleri ve şahsiyetleriyle de ilişki içerisindeydi. Bir tarafta içerideki örgütsel çalışmalar yürütülürken aynı zamanda bölgedeki büyük güçlerle de ilişkiler kurmaya çalışmışlar. Fakat Bolşevik Rusya (Sovyetler Birliği), İngiltere ve Fransa gibi büyük ülkelerin yönetimleri Kürdlerin mücadelesine destek vermek yerine, yeni Türkiye rejimini desteklemişler. Özellikle Bolşevik Rusya yönetimi, Kürd ulusal mücadelesine hiçbir şekilde destek vermediği gibi, Kürdleri “Emperyalist devletlerle işbirliği yapmak, Sovyet ve Türk devrimine karşı olmakla” suçlamıştır. Aslında “19. Yüzyıldan itibaren başta İngiltere olmak üzere Avrupa kapitalist devletleri ve Rusya Çarı, bu mecalsiz Osmanlı İmparatorluğu’nu, ayanlara ve Kürdistan mirlerine karşı hep koruyacaktır. 20. yüzyılın başında da tekrar başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletleri ve Rusya Sovyet’i bu sefer Türkiye Cumhuriyeti’ni Kürdistan bağımsızlık hareketlerine karşı desteklemişler.”[4]
Kürdistan İstiklal Komitesi yöneticileri ve Şeyh Mahmut Berzenci bizatihi Lenin’e gönderdikleri mektuplarda ‘Kürt halkının kendi kaderini Bolşevik Rusya halkının kaderiyle birleştirmeye hazır olduğunu’ bildirerek Bolşevik Rusya’dan yardım talebinde bulunurlar. Ancak beklenilen karşılığı bulamadıkları gibi, tam tersine karşıt bir duruş sergilenerek işgalci güçler desteklenir. Özellikle Bolşevik Rusya yöneticileri Kürt ulusal mücadelesini, “Emperyalist devletlerin ajanları tarafından idare edilen ve yalnız Türkiye’ye değil, SSCB’ye de karşı yönelmiş anti-devrimci bir mahiyette” olduğunu belirtilmekteydi. Sosyalist-Komünist teoride “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” olmazsa olmaz bir temel ilke olarak kabul edilmesine rağmen Bolşeviklerin ve Sovyetlerin ulusal kurtuluş mücadeleleriyle ilgili siyaseti ve söylemi, pratiğiyle tam zıt bir seyir izlemiş. Ezilen ulus milliyetçiliğine karşı ezen ulus milliyetçiliğini desteklenmiş olup Kemalistlere para, silah ve malzeme yardımı sağlanmış. Komünist amaç ve ilkeler, Sovyetler Birliği (SSCB) devlet çıkarlarını esas alan dış politikaya indirgenmiştir.
Bu süreçte ve daha sonrasında Bolşevik Rusya Kemalist harekete adeta açık bir çek vermiş. Özellikle de “Sevr anlaşmasının uygulanmaması için Moskova ile M. Kemal beraber çalışmıştı.”[5] Çok kısa da olsa bir-iki cümleyle bu ilişkilerin amacına da değinmek gerekir. Bolşevik Rusya ve Kemalist-İttihatçı hareketin ilişkileri, sadece Bolşevik Rusya’nın güney sınırlarını kontrolüne yönelik değildi, Bolşevikler, aynı zamanda Osmanlı paşalarının eliyle Bolşevik iktidarına mesafeli duran Kafkas milletlerini de terbiye etmek istiyordu. Bu bağlamda Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’ın Sovyet sistemine katılmasını sağlamak için Kemalist-İttihatçı sopası kullanılmıştır. Nihayet bu baskı ve tehdit ile sözkonusu ülkelerin Sovyetler Birliği’ne katılması sağlanmıştır. Bolşevikler ve Kemalistler arasındaki bu simbiyotik ilişki sonucudur ki, Sovyet heyeti Lozan’da, Türkiye’nin bütünlüğü ve çıkarlarını Türk heyetinden daha fazla savundu.
İngiltere ve Fransa gibi emperyalist güçler de, bölgede geri kalan Osmanlı bakiyesi üzerinde batı değerlerini referans alan ve çıkarlarını koruyabilecek otoriter bir rejimin gerekliliği üzerinde anlaştıktan sonra, gerisi her biri farklı yöntemlerle ulusal çıkarlarını gözeterek kendi pozisyonunu güçlendirmek için çeşitli taktiksel girişimlerde bulunmuştur. Bu ilişkileri ve antlaşmaları dikkate aldığımızda Musul Meselesi, 1925 Kürd Milli Ayaklanması ve sonrasına dair İngiliz parmağını ya da başka bir dış destek aramak abestir ve gerçekleri saptırmaktan başka bir şey ifade etmez.
Lozan’da Musul tartışmaları olduğu sırada Musul’u Türkiye toprakları içinde görmek isteyenler Kürt vekillerdi. Mustafa Kemal ise Meclis gizli görüşmelerinde “Musul’u almanın kolay ama kontrol etmenin zor olduğunu” belirtirken bölgenin Osmanlıdan beri devam eden zor kontrolüne de dikkat çekiyordu. “Buradaki asıl hedef o günlerde hazırlanan Irak Anayasası içinde Kürt sorununun siyasallaşmasını sağlayacak gelişmelere engel olmaktı. En basitiyle otonomiye bile engel olmaktı. Ve sonuçta Musul sorunu da elde tutularak, Irak Anayasasında Kürtlere siyasi anlamda hiçbir hak verilmedi. Musul sorunuyla Irak Anayasası hazırlıkları birbirine paralel ele alınan politikalardı.”[6] Nitekim, 1925 yılında kabul edilen Irak Anayasası’nda Güney Kürdistan Kürtleri de siyasi bir statü sahibi olamadılar ve 1926 yılında Musul sorununda anlaşma sağlandı.
(Devam edecek.)
https://www.rudaw.net/turkish/opinion/30072023
[1] http://ua.mfa.gov.tr/detay.aspx?88
[2] Mehmet Bayrak, Kürtlere Vurulan Kelepçe Şark Islahat Planı, Özge Yayınları, 2. Baskı,Ankara, 2013, s. 38
[3] www.Newroz.com, Federal Rusya Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Arşivi, Ortadoğu Bölümü, Dosya no: 106, 11.11.2009
[4] Mehmet Emin Aslan, BÎR (Araştırma İnceleme Dergisi), Sayı: 11, Diyarbakır, 2009, s. 131-176
[5] Prens Sureyya Bedirhan, Kürt Davası ve Hoybun, Med Yayınları, İstanbul, 1994, s. 45
[6] Hasan Yıldız, BÎR (Araştırma İnceleme Dergisi), Sayı: 11, Diyarbakır, 2009, s. 177-190
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.