Hindistan’ın bağımsızlık hareketinin önemli liderlerinden Nehru, Isaiah Berlin’le yaptığı bir söyleşide İngilizleri kardeş olarak görmediğini, tüm açık sözlülüğüyle ve samimiyetiyle dile getirir. Örneğin, Japonya’ya gittiğinde, Japon ulusunu kardeşi olarak gördüğünü, keza Ruslara karşı da aynı kardeşlik duygusunu beslediğini, ama bu duyguyu İngilizlerle yaşamadığını belirtir.

Onun, İngilizlere karşı bu negatif duygusunun nedenini, sömürge ulus ile sömürgeci ulusun fertlerinin birbirine bakışının doğal bir yansıması olarak okumak gerekiyor. Çünkü, Nehru, İngilizlerin; devletlerinin bir sömürgesi olduğu için Hint ulusunu hor gördüğünü ve yine İngiliz toplumunun Hintlilerle, sırf bu nedenden ötürü içten ve samimi bir empati bağı kuramadığının gerçeğindedir.

Ama, diğer yandan, ne Nehru’nun, ne de başta Gandhi olmak üzere Hindistan’ın diğer liderlerinin, hiçbir zaman İngiliz ulusuna karşı bir nefret söyleminde bulunmadığı herkesin malumu. Onların sorunu İngilizlerle değil, ülkelerini tahakkümü altında bulunduran İngiliz sömürgeciliğiyleydi.

Sömürgeci ulusun, demokratlık iddiasında olanlar da dahil tüm kesimlerinim, kendi devletlerinin tahakkümü altında bulunan sömürge ulusu ile hiçbir zaman bir dayanışma bağı kuramadığı bilinen bir gerçeklik.  Bu durum; sömürgeci ulusun, kendisini, tüm ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunan ve enternasyonalist olma iddiasıyla hareket eden, bu söylemiyle de en insancıl olması beklenen sol hareketlerinde de bariz bir biçimde ortaya çıkıyor. Örneğin, Fransa’da, dönemin hükümetinin, Fransız meclisine sunduğu, Cezayir’in bağımsızlık mücadelesini bastırmak için bu ülkeye daha fazla asker yollanması konusundaki önergesinin Fransız Komünist Partisi tarafından desteklendiği bilinen bir gerçeklik.

Maalesef bu nesnel gerçekliğe dünyanın dört bir tarafından, bunun gibi onlarca örnek verebiliriz. Sonuçta Fransız ulusunun, kendi içinden bir Sartre’ın çıkmasını da, bu gerçekliğin salt bir istisnası olarak görmek gerekiyor.

Bu noktadan hareketle, sözü, Türkiye’deki “Hâkim Kürt Siyaseti”nin ve bu “siyaset” e bir nevi kayyum olarak atanan kimi Türk solcularının, ince bir siyaset mühendisliği eseri olduğu son derece aşikâr bir biçimde, Kürtlerin özgürlük talebinin yerine ve yine bu talebi gölgelemek adına yaratıkları “Halkların Kardeşliği” söylemine getirmek istiyorum.

Öncelikle şunu peşinen vurgulamalıyım: “Halkların Kardeşliği” söylemi, Türkler açısından bir “Hâkim Ulus Kibri”, Kürtler açısından da bir eziklik ifadesidir.

Türkler açısından bir “Hâkim Ulus Kibri”dir, çünkü, kendisinde mevcut olanı, devletinin tahakküm altında bulundurduğu bir ulusa hak görmemek, bu hakkaniyeti dillendirmemek, bunun yerine içi boş ve demagojik bir söylemle, kardeşlik sloganıyla bu sorunu sulandırmak ancak bir hâkim ulus kibrinin ifadesi olarak tanımlanabilir.

Bu kardeşlik söyleminin sloganlaştırılmasına itiraz, Türk toplumuna karşı hasmane bir tutum olarak tanımlanmamalı, tersine bu itiraz, Türk toplumuna bir samimiyet çağrısı olarak okunmalıdır.

Her şeyden önce, iki ulus arasındaki kardeşlik bağının oluşması, Türklerin de; Kürtlerin ayrı bir ulus olduğu gerçeğini kabullenmeleri ve bu bağlamda onların da bir ulus olmaktan doğan haklarının tesisini samimi bir biçimde savunmalarından geçiyor. Bu yaklaşım, Türk toplumunun hümaniterlik ve demokratlık iddiasında olan her bir Türk partisi ve örgütü ile her Türk bireyi için bir samimiyet testidir. Bu basit gerçeği kabullenmeyen bir Türk toplumunun, gerek parti ve örgütleri gerekse de sivil toplum kurumlarıyla;  bunun yerine kardeşlik söylemini ikame etmeleri onların bu konudaki samimiyetsizliğinin en bariz dışa vurumudur.

Diğer yandan Kürtler açısından da, kendisinin bir ulus olmaktan doğan haklarını talep etmek yerine iki halkın kardeşliğini vurgulaması tam anlamıyla bir eziklik ifadesidir.

Kürtler olarak, kadim bir ulusun gerek tüm parti ve örgütlerinin gerekse de fertlerinin yapması gereken, yerküre üzerindeki tüm özgür ulusların sahip olduğu hakları kendi ulusu için de talep etmek ve uğraşısını bu temelde yürütmek olmalıdır. İki ulus arasındaki gerçek kardeşlik ancak iki ulusun da aynı milli haklara sahip olmasıyla mümkündür.

***

Yine bu noktadan hareketle, kendi milli kimliğini ve bu doğrultuda ulusunun özgürlüğünü esas alan her bir Kürt bireyi de sorunun Türk toplumuyla değil, Türk devletinin Kürtlere karşı kolonyalist ve tahakkümcü paradigmasıyla oluştuğunu kabullenmeli ve gerek politik gerekse de kişisel söylemlerini ve tepkilerini bu temelde dile getirmelidirler.

Sonuçta, Kürtlerin de; şovenizmin ve ırkçılığın, hiçbir ulusun genlerinde içsel olarak bulunmadığı, tersine kolonyalist rejimlerin, kendi paradigmasına meşruiyet sağlamak adına, bunu kendi toplumlarına zerk ettikleri bir zehir olduğu gerçeğini görmeleri gerekiyor.

Bunun aşılmasının yolu da, Türk toplumuna yönelik hasmane bir tutum ve onları aşağılayıcı bir üsluptan değil, bu sorunun ve bu sorunu yaratan yüz yıllık köhnemiş paradigmanın inatla devamının, Türk toplumunu da sıkıntıya soktuğu ve onların da, kendi kurucularının deyimiyle “muasır medeniyeti” ıskaladığı gerçeğini vurgulamaktan geçiyor.

Büyük Kürt lideri Mella Mustafa Barzani’nin, konuyla alakalı tüm söylemlerinde, Arap halkıyla bir sorunun olmadığını ve mücadelesinin Arap halkıyla değil, Kolonyalist Irak devletiyle olduğunu sürekli vurgulaması herkesin malumudur.

Ayrıca onun bu prensibinin, gerek kendisinin mücadeleye önderlik ettiği dönemde, gerekse de vefatından sonra, başta ardılları olmak üzere, Güney Kürdistan’da özgürlük mücadelesi veren tüm parti ve örgütlerce benimsendiğini ve titizlikle uygulandığını vurgulamak gerekiyor.

Bu süreçte, bir bütün olarak Güney Kürdistan’daki özgürlük hareketinin; bırakın Irak’ta Arap toplumuna yönelik bir terör eylemini, sivil bir Irak askerinin bile hedef alındığı bir eyleminin de olmadığı gerçeğini görmemiz gerekiyor. Keza, yine bu minvalde, Güney Kürdistan’daki tüm parti ve örgütlerce, Arap toplumuna yönelik herhangi bir hasmane söylem de oluşmamıştır.

Sonuç olarak; Türkiye sınırları içerisinde yaşayan Kürtler, haklılıklarından doğan meşruiyetlerini, kırk yıldan bu yana devam eden şiddete dayalı mücadele yöntemiyle yeteri kadar kaybettiler. Hiç olmazsa en azından artık, söylemlerini ve üsluplarını, bu meşruiyetlerini korumak doğrultusunda gözden geçirmelidirler.

Şirazi’nin vurguladığı gibi “Yanlış üslup doğru sözün celladıdır.”

Bu söz, haklılığından doğan meşruiyetini kaybetmemeyi önemseyen her bir Kürdün temel rehberi olmalıdır.