– I –

“Kendi ülkeleri olmaksızın, bağımsızlık cesareti olmaksızın, Kürtlerin kaderi daha büyük güçlerin kaprislerine bağlı olacaktır.”

Jeffrey Fleishman

“Farklılıklarla birlikte yaşamak bütün toplumların başlıca ilkesi olmalıdır, ama bu ilke tekrarlanan soykırımlara neden olduğunda da, terk edilmelidir.”

Makau Mutua

Birinci Bölüm

Ulusların Öyküsü 

Tarih boyunca, halklar kendi geleceklerini belirleme hakları için mücadele etmişlerdir. Bu demokratik hakka karşı çıkış, şiddet ve istikrarsızlıklara yol açmıştır. Kürtler, seksen yılı aşkın bir süredir yabancı yönetimlerin baskısı altında yaşamaktadır. Dünya toplumlarının, Kürtlerin içinde bulunduğu durumu görmesinin ve bu halkın kendi kaderinin efendisi olmasına izin vermesinin zamanı gelmiştir.

Irak’ın ABD öncülüğünde işgal edilmesiyle birlikte, Kürtlerin selfdeterminasyon mücadelesi de, dünya basınında daha önce eşi benzeri görülmedik biçimde manşetlere taşınmaktadır; bu olgu, bize, ulusal baskının ve etnik çatışmaların, uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkiler bakımından sürekli bir kararsızlık yarattığını bir kez daha hatırlatmaktadır.

Kürt meselesi, eski Yugoslavya, SSCB ve Endonezya’da 1990’lı yıllarda cereyan eden ve günümüzde de, Sri Lanka’da devam etmekte olan birçok büyük etnik çatışmadan yalnızca en sonuncusudur. Dünya, İkinci Dünya Savaşından sonraki en korkunç soykırıma, 500.000’i aşkın insanın etnik çatışmalarda katledildiği Ruanda soykırımıyla tanık oldu. Elbette ki, yerkürenin daha pek çok yerinde sayısız etnik kargaşa örneği de bulunmaktadır. Eskiden bir denge unsuru olan Soğuk Savaş mekanizmasının artık olmadığı böylesi bir dönemde, bu sorunun daha da şiddetli bir şekilde patlak vermesi beklenebilir. Bunun bir sonucu olarak, uluslararası hukuk düşünürleri tarafından bu on yıl içinde konu üzerine yapılan bilimsel araştırmaların sayısında, ciddi bir yükseliş yaşanmış ve bunlar geniş çeşitlilik içeren görüşler ifade etmişlerdir.

Selfdeterminasyon hakkı üzerine yapılan bölük pörçük bir liberal tartışma, ağırlıklı olarak uluslararası barış ve güvenlik üzerinde yoğunlaşırken, milli ve etnik çatışmadan kaynaklanan baskıların, insanlara yaşattığı muazzam acılar da, yasal uluslararası İnsan Hakları  yapıları bu disipline yansımıştır.

Paradoksal biçimde, selfdeterminasyon hakkının inkârı, liberal düşünce mantığı tarafından destekleniyormuş gibi görünmüyor; ama tartışma, ağırlıklı olarak bu hakkın uygulanabilirliği üzerinde yoğunlaşmıştır. Şimdilik, selfdeterminasyonun yalnızca bazı sınırlı durumlarda bir hak olduğu konusunda, liberal disiplin içinde bir konsensüse varılmış gibi görünüyor. Geleneksel uluslararası hukuk, hem iç hem de uluslararası hukuki yapılar ve BM anlaşmalarına dayalı yasalar da bu görüşü desteklemiştir.

Bu makalede, selfdeterminasyon hakkına getirilen yorumlar konusundaki görüş ayrılıklarını ve dünyanın geri kalan kısmıyla kıyaslandığında, bu hakkın Batıdaki çelişkili uygulanışını aydınlığa çıkarmak üzere, tarihsel bağlamları içinde uluslaşmanın ve milliyetçiliğin izini sürülecektir. Bunu yapmakla, BM doktrininin ve bazı liberal selfdeterminasyon teorilerinin bir portresini çizmiş olacağız. Bu makale, liberal görüşü esas alan bir BM yaklaşımı ile sınırlıdır; BM selfdeterminasyon konusunda üst organ, ya da tek hakem olduğu için değil, tersine liberal değerler uluslararası hukukun ve ulusdevlet sisteminin normatif temelleri olduğu için.

Liberal uluslararası hukukun, yalnızca sınırlı bir selfdeterminasyon hakkına izin verdiği olgusu, her bir durumun kendi niteliklerine göre değerlendirilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Bu analizin sonunda, Kürtlerin selfdeterminasyon elde etmek üzere verdiği mücadeleyi konu alan bir değerlendirme yapılacaktır ve bu değerlendirme, selfdeterminasyon hakkı yönündeki iddiaların ve karşı iddiaların üzerinde ele alınabileceği sağlam bir zemin sağlayacaktır. En önemlisi de, böyle bir çalışma, bu hakka yönelik mevcut yaklaşımın liberal demokratik normları göz ardı ettiğini ve konuya kaynaklık eden demokratik ilkelerin tarihsel gelişimine aykırı olduğunu açıkça gösterecektir.

Bu alanda uluslararası yasal normların bulunmayışı, aynı zamanda güçlü devletlerin uluslararası politikaları istismar etmelerine de izin vermektedir. Bununla birlikte, Kürt örneğinin, dar anlamdaki selfdeterminasyon hakkı sınavından geçtiği de not edilmelidir. Dolayısıyla bu çalışma belirsiz durumlar için uygun olan bir çalışma değildir.

Stratejik çıkarlar, bu dar ve istisnai selfdeterminasyon hakkını kolaylıkla istismar edebilmektedir; zira bu hak, hali hazırda uluslararası hukukta yalnızca insan haklarına dayandırılmış olarak mevcuttur. Tabii burada, insan hakları paradigmalarının bu alanda bir rol oynamaması gerektiğinden söz etmiyoruz. Açıkçası, dışsal bir selfdeterminasyon hakkının uygulanabilir olmayacağı birçok durum olacaktır. Böylesi durumlarda insan hakları değerleri hayati bir rol oynayacaktır.

Örneğin, azınlık haklarını konu alan BM Bildirgesinin 27. Maddesi, böylesi koşullarda çok etkilidir. Ancak, aşağıdaki analizde de göreceğimiz gibi, selfdeterminasyon hakkı, kendi başına pozitif bir hukuk yasası olarak, liberal teorik ve pratik temellerin tarihsel gelişimiyle daha uyumludur. Etnik çatışmalar, ancak bu şekilde uluslararası barış ve güvenliğe giden yolu döşeyebilir. Daha da önemlisi, böyle bir yaklaşımı benimsemekle, hâlâ uluslararası ilişkilerdeki başlıca oyuncular olan Batılı güçler, kendi baskı miraslarından bir kısmının sorumluluğunu almaya başlayabilirler.

1.Ulus Nedir?

Bugüne kadar “ulus”un içeriğini yeterince açıklayan hiçbir açık seçik ulus tanımı yapılmamıştır. “Ulus”, en iyi ihtimalle yanıltıcı bir kavramdır. Jozef Stalin’in bu kavrama getirdiği tanım birçok disiplin için bir hareket noktasını teşkil etmektedir. Stalin şöyle der;

“Ulus, dil, toprak, ekonomik yaşam ve ortak kültür biçiminde ortaya çıkan ruhsal biçimlenme birliğiyle tarihsel süreçte oluşan insan topluluğudur” (8 Stalin). Ne var ki, bu tanım da, beraberinde bazı ciddi sorunları getirmektedir.

Bu tanım, ulusun doğal bir öze sahip olduğunu ve objektif niteliklerle tanımlanabileceğini farz etmektedir. Başka araştırmacılar da Stalin’in bu tanımına subjektif bir unsuru enjekte etmeye çalışmışlardır. Örneğin, Diane F. Orentlicher de ulusu, “Dil, soy, etnisite, kültür ve/veya din ve kendi grup kimliklerinde kök salmış bir siyasal cemaat anlayışı temelinde belli bir grup dayanışması duygusunu paylaşan gruplar” olarak tanımlar (Orentlicher 7). Buradaki sorun da, bu tanımın “ulus”u durağan bir kavram olarak varsaymasıdır.

Ulusların değişken yapısını tanımlamaya çalışan Otto Bauer gibi kimi diğer araştırmacılar da, ulusu “ortak tarihi yazgı” olarak tanımlamışlardır. Bauer şöyle devam eder; “evrensel değişkenliğin orta yerinde, o [ulus] artık süreklilik arzeden bir varlık değildir, tersine sürekli bir oluş ve kayboluş sürecidir” (Lowy, P.47). Böylesi bir ulus tanımı beraberinde bir dizi pratik zorluk getirmektedir. Tarih içinde ulusların oluşumunun izi sürdürülerek bu iddia desteklenebilir. Ne var ki, böyle bir tanım pratikte kendi öznesini daha başından göz ardı etmektedir.

Ulusların sosyal yapılanmalar olduğu ve uluslar ilk kez ortaya çıktıklarında “oluş” sürecinin görece çabuk olduğu doğrudur. Ne var ki, bugün “ortak tarihsel yazgı” olarak var olan şey, önümüzdeki birçok yüzyıl içinde “kaybolmayabilir”. Böylece, milliyetçilikten kaynaklanan çatışmaların ifade ettiği tehlikeler, hemen yanı başımızda ve uzun erimlidir ve bu yüzden, gerektiği gibi ele alınmak durumundadır.  Bauer tarafından dile getirilen ulus tanımında da örtülü olarak görüldüğü üzere, oldukça gerilere giden köklülük eleştirileri, baskının toplumsal realitelerini ve etnisiteden kaynaklanan demokrasi inkârını göz ardı etmektedir.

Çoğu araştırmacının günümüzde ulusun anlamının betimlenmesi olarak kabul edeceği şey, şu terimlerle tanımlanabilir; dil, toprak, kültür gibi objektif karakteristikleri olan; bireysel üyelerindeki ait olma duygusu gibi subjektif öğeleri olan; görece ortak bir siyasi hedefi ve çok ağır bir dinamik yapısı olan bir insan topluluğu. En önemli sorun, bu toplum biçimlerinin ya da milliyetlerin, adına ulusdevlet denilen şey içindeki siyasal bir örgütlenme biçimi olarak nasıl ve niçin bir devletin dayandığı temel haline geldikleridir. Bu sürecin gün ışığına çıkarılması önemlidir, zira kendi ulusdevletlerini kurma imkânı tüm uluslara tanınmamış, bazı uluslar başka ulusların geri plânında kalmışlardır. Öyleyse sorun, bazı ulusların niçin kendi siyasal yapılarını kurmadıkları ve onların yabancı bir devletin geri plânında kalmalarının, niçin bu kadar çok ve sık biçimde çatışma ve savaş kaynağı olduğudur. Etnik veya ulusal çatışmalara, ancak bu şekilde geçerli bir yasal çözüm bulabiliriz.

  1. Milliyetçilik ve Tarihte Ulus-Devletler

Burada modern devletlerin ortaya çıkışına kısaca değinmek yerinde olacaktır. Modern devletlerin kökeni, ortaçağdaki Kutsal Roma İmparatorluğu’nun dağılmasına tanık olan 1648’deki Westfalya Barışı’na dayandırılabilir. Bu dönemde Avrupalı güçlerde bir kutuplaşma yaşanıyor ve İngiltere, Fransa, İspanya, İsveç, Rusya, Macaristan ve Hollanda topraklarının temelini oluşturan merkezi siyasal ve yasal yönetimler ortaya çıkıyordu.

Bazı tarihçiler İtalya’nın kuzeyindeki şehirdevletlerde ticaretin yoğunlaşmasını, bu büyük Avrupa savaşının nedeni olarak sunmuşlardır. Aynı zamanda İtalyan şehirdevletlerinin de yöneticileri olan erken dönem kapitalist tüccarları muazzam servetler biriktirmişler ve böylece, toprakların küçüklüğüne rağmen büyük bir güç sahibi olmanın mümkün olduğunu kanıtlamışlardı.

Kuzey İtalya’daki servete ortak olmaya çalışan hanedan devletler arasındaki uzun çatışma, ordu kurma ve savaşma tekniklerinde büyük değişikliklere de yol açmıştı. Aynı çatışma, tüm Avrupa güçlerini içine çeken ve Westfalya Anlaşmasından önce, 30 yıl süren bir savaşa yol açmıştı.

Hanedan yönetimlerinin en güçlüsü olan İspanya, “Papalık ve Habsburg Kraliyet Sarayı ile koordineli olarak” (Gill 152), yeni gelişmekte olan servet biriktirme yöntemlerini ve güç mantığını tersine çevirmeye ve Fransızların, İngilizlerin ve İsveçlilerin gücüne son vermeye çalışıyordu. İspanya’nın bu girişimi ortaçağ yönetim sistemini yenilememiş, yalnızca çatışmayı daha da yoğunlaştırmıştı. Savaşma çabaları halk açısından büyük sonuçlar doğuruyordu. Savaşın yoğunlaşması aynı zamanda, tüccarların ekonomik faaliyetlerde bulunma ve siyasal yapılar arasında ticaret imkânı bakımından da daha büyük engeller ortaya çıkarıyordu.

Savaşın ekonomik maliyeti hem yönetenler hem de yönetilenler açısından önemli sonuçlar doğurmuştu. Arrighi, yöneticilere savaş araçları sağlayan ticaretin aynı zamanda kulların yaşam araçlarının temin edilmesi bakımından da vazgeçilmez bir öneme sahip olduğuna  işaret etmektedir (Gill 160). Bu maliyetler “kullar üzerindeki mali baskılarda keskin bir yükselişe yol açtı ve bu da on yedinci yüzyıldaki birçok ayaklanmada yankısını buldu” (Gill 160).

Köylü ayaklanmalarına paralel olarak, savaş ve ortaçağ sisteminin çöküşü, din ve devlet uygulamalarının rolü bağlamında farklı ideolojilerin ortaya çıkmasına yol açtı. Din artık bir “evrensel dayanışma ilkesi” olarak algılanmıyordu (Cox 113). Yöneticilerin, dini, aralarında karşılıklı güç mücadelesinin bir aracına dönüştürmeleriyle birlikte, kullar da buna uygun olarak, dini, yöneticilere yönelik ayaklanmaların aracı haline getirdiler. Protestanlar, Katolikler, Presbiteryenler, Anabaptistler ve diğer dinsel kesimler arasındaki mezhepçilik devam ederken, bu dinlerden birine mensup kralların dahil olduğu çatışma durumu, Avrupa’nın her tarafında sivil düzensizliğin ve savaşın yoğunlaşmasına katkıda bulundu. İşte devletlerin laikleştirilmesi nosyonu böylesi bir kaos içinde siyasal düzen için cazip olmaya başladı.

Savaşın, sosyal ve ekonomik yaşamdaki yeniliklerin yarattığı kaos, ortaçağ sisteminin kendini düzeltme mekanizmasının sınırlarının ötesindeydi. Ortaçağ yönetim sisteminin çöküşünden en çok faydalananlar Hollandalı yöneticiler oldu. Bunun nedeni, Hollandalıların değişikliklere direnmek yerine, esasen şimdi, en azından düşünsel olarak, Avrupa’nın geri kalan kısımlarını etkilemek bakımından, işe yarayabilecek kapitalist bir ticari mantığı benimsemelerinden kaynaklanıyordu.

Hollanda ekonomisinin yönetimi birkaç açıdan kuzey İtalya’daki kapitalist devletlerden ayrılıyordu. Hollandalıların gücü ve serveti “ticari ağlardan ziyade, onların dünyanın finanssal ağları üzerinde kurdukları kontrole dayanıyordu” (Gill 163). Bu yüzden Hollandalılar, kâr getireceği zaman, kolayca yatırımlarını bir finanssal spekülasyondan çekip bir diğerine yöneltebiliyordu. Hollandalılar böylelikle “rekabette öne geçerek, rekabeti kendileri için bir avantaja dönüştürecek güce sahip olmuşlardı” (Gill 163). Nihayet, kendi siyasi faaliyetlerini “maliyetkâr” hesapları ile sınırlandırmış olan kuzey İtalya’daki yöneticilerden farklı olarak, Hollandalılar, Avrupa’yı bir bütün olarak etkileyen siyasal ve sosyal konularda etkin bir rol oynadılar.

Hollandalılar, kendilerini İspanya’dan kurtarabilmek için, Avrupalı devletlerle ittifaklar kurmaya mecbur olmakla kalmadılar, ama aynı zamanda içerdeki sosyal çatışmaları da azaltmak zorunda kaldılar. Bu sürecin işleyebilmesi için Hollandalılar, yöneticilere karşı girişilecek devrimleri meşrulaştıran Kalvinizm türü ideolojileri de başlarından savmışlardı.

Hollandalılar, müttefik devleri yeni teknikleri benimsemeye teşvik ederek, düşünsel ve ahlaki liderliği ellerinde toplamayı başarmışlardı. Böylesi tekniklerin müttefik güçler tarafından benimsenmesi, söz konusu devletler arasında “gelecekteki Westfalya sisteminin dayanak noktasını teşkil eden” bir güçler eşitliği durumunun oluşmasına da yardımcı olacaktı (Gill 163).

Westfalya Anlaşmasından önce, Avrupa’da var olan sosyal ve siyasal yapı şu şekilde açıklanabilir: “Ortaçağ yönetim sistemi şartlı mülkiyet ve özel otorite karışımına dayanan efendiköle ilişkilerinden oluşuyordu” (Gill 152). Sahiplik hakkı ve kişisel otorite, kutsal hakka veya doğal yasaya ilişkin ideolojik inançlar aracılığıyla meşrulaştırılıyordu. Yönetici bir elit farklı siyasi yapıları dışardan yönetme gücüne sahipti. Toplumların yasalarını din ve gelenekler oluşturuyordu. Din ve gelenekler, aynı zamanda, aralarındaki coğrafi ayırımlara rağmen, farklı birimleri ve kesimleri de birbirine bağlıyordu. Yöneticinin kamusal otoritesi böylelikle birçok farklı coğrafi ve siyasi yapıyı içeriyordu. “Yönetici elitler, üst üste binen bu siyasi yapıların alanları içinde hızlı bir hareket halindeydi” (Gill 152).

Barış Anlaşmasından sonra ortaya çıkan şey, yöneticilerin farklı siyasal yapılar arasındaki hareketliliğine son verdi. Yönetim hakkı, mülkiyet sahipliğinden ayrıldı. Hükümran bir yönetim konsepti geliştirildi ve bu konsept yöneticiyi tüm yerel efendilerin ve geleneklerin üstünde bir yere koydu. Yönetici, aynı zamanda kendisini dinin otoritesinden de bağımsızlaştırdı. Bu noktadan itibaren, ulusal kurumlar kavramı, yasa ve gelenekler, mutlak bir hükümdarın otoritesi altında gelişmeye başladı. Servet, toprağa zıt bir şekilde,  devletin gücünün kaynağı haline geldi.

Devletin ustalaşmasına yol açan süreç, aynı zamanda Avrupa uluslarını da parçaladı. Yeni devletlerin birer siyasal varlık olarak daha başka siyasal örgütlenme biçimleriyle rekabet etmesi gerekecekti. Aşiretler, efendiler, prenslikler ve imparatorluklar gibi siyasal bağlılık biçimleri, devlet inşasının önündeki engellerden bazılarıydı ve bunların yerine yeni ekonomik oluşumlara imkân verebilecek, daha merkezi bir sistemin geçirilmesi gerekiyordu. Böylece uluslaşma bu tür bir merkezi siyasal yapının yaratılması için bir zemin sağladı.

Ulusa dayalı devletleşme, daha başlangıcından itibaren barışçıl bir süreç değildi. “Modern Batılı Avrupa ulusları, hiç de düşük miktarda olmayan zorlamalarla, birbirlerinden tamamen farklı halklardan yaratıldı” (Orentlicher 10). Ne var ki, bu süreç, birbirleriyle ilişkili olan ve olmayan halkların bir araya getirilip kaynaştırılmalarını bile içermesine rağmen, yine de sınırlı bir süreçti. “Belli bir bölgedeki halklar arasındaki kültürel yakınlık ve doğal coğrafi sınırların varlığı gibi faktörler, belli bir bölgenin bir devlet olarak ortaya çıkıp çıkamayacağına ve varlığını koruyup koruyamayacağına karar vermek bakımından hiç kuşkusuz ki dikkate alınması gereken faktörlerdi” (Orentlicher 10).

Söz konusu dönemdeki duruma tekabül eden ekonomik dönüşüm olmasaydı, ulusdevlet inşası da elbette ne mümkün ne de gerekli olurdu. Diğer bağlılık biçimlerinin kırılmasında ve böylelikle ulusal kimliğe giden yolun açılmasında kilit rolü oynayan şey, kapitalist temele dayalı yeni ekonomik gelişmeydi. Bir yandan, pazar ekonomisi toprağın kullanım şeklini değiştirerek, feodal efendilerin ekonomik gücünü zayıflatıyordu; diğer yandan ise, pazara endeksli toprak kullanımı söz konusu toprak üzerinde yaşayan halkı zorluyor ve böylece artık yeni istihdam biçimleri arayışı içinde olan büyük yoksul köylü kitleleri yaratıyordu. Bu köylülerin bir kısmı, giderek yükselen sanayileşme nedeniyle, ihtiyaç duyulan ücretli emekçilerin saflarına katılıyordu.

Ernest Gellner’e göre, sanayi toplumunun gerektirdiği kitlesel sosyal yeniden örgütlenme, karşılığında ancak devletin altından kalkabileceği, tek biçimli veya ortak bir siyasal, kültürel, linguistik ve eğitsel sistem ihtiyacını yaratıyordu. Böylece, yönetim ekonomik kalkınma koşullarını hazırladığı ölçüde meşruiyet kazandı (Gellner 5356). İşte ulusal kimliğin yaratılmasını önemli kılan şey, ekonomik koşulların gerektirdiği kohesiv (birbirini tutan) sosyal bir köken yaratma ihtiyacıydı.

Devletlerin “standartlaştırılmış yurtseverce bir kültür” aracılığıyla etkin bir şekilde “adanmış ve siyasi olarak bilinçli bir yurttaşlar topluluğu” arayışı içinde olduğu 18.yüzyılda, ulusal kimlik de, Avrupa’da siyasal bir nitelik kazanıyordu (Orentlicher 12). Milliyetçiliğin siyasallaştırılması, ikili bir karaktere sahipti. Bir taraftan, standartlaştırılmış kültür pazarların korunması ve büyütülmesi için gerekli olan devlet mekanizmalarının yaratılmasını kolaylaştırıyordu. 1830 ile 1878 yılları arasında siyasal milliyetçilik “yeni milli kapitalizm merkezleri yaratmak ve geri kalmış Avrupa’daki üç hakim gücün bu süreci engelleme kapasitesini nötralize etmek üzere kullanılmıştı. Bu üç hakim güç; çarlar, Hapsburg İmparatorları ve Prusya Hükümdarlarıydı (Harris 41).

Diğer taraftan, siyasal olarak bilinçli olan bir yurttaşlar topluluğu, kişisel özgürlüklerin ve demokratik normların monarşik yapılar karşısındaki hareketini de güçlendiriyordu. Böylece milliyetçilik, modern devletlerin bir yaratımı olmasına ek olarak, aynı zamanda aşağıdan gelen ve aydınlanma hareketinin etkisi altında olan bir demokratik hareketin de kaynağı oluyordu. Horace Davis bu dönemdeki milliyetçiliği “duygusal olmaktan ziyade rasyonel olan” bir milliyetçilik olarak tanımlar” (Davis12).

İşte selfdeterminasyon kavramına dönüşen şey, Fransız ve ABD milliyetçiliği liderliğindeki bu demokratik teşvik olmuştur. Fransız Devrimi esnasında “halk, devlet egemenliğini monarşinin elinden alarak, bu egemenliği ‘halka’ verdi” (Davis 12). Bu kolektif tercihin siyasal ifadeye kavuştuğu bir uygulamaydı. Devrim Çağının içinden çıkan şey, bir uluslararası hukuk ilkesi olarak kabul edilmemiş olsa bile, beraberinde getirdiği siyasal örgütlenme ve aynı zamanda ayrılma biçimiyle, doğal olarak halkın kolektif bir tercihi olmanın çok daha ötesine geçti. Cobban bu süreci aşağıdaki biçimde tanımlar:

Halk kendi anayasasını yapma ve kendisi için kendi yönetimini seçme hakkı, kolayca, halkın şu veya bu devlete bağlanmaya ya da kendi başına bağımsız bir devlet kurmaya karar verme hakkına sahip olduğu iddiasına dönüştü. Devrimci ideolojinin etkisi devletleşmede inisiyatifi yönetimden alıp halka veriyordu. (Cobban 41)

Bununla birlikte, 19.yüzyılın sonuna gelindiğinde, bu siyasal kolektif kendinikurtarıcı milliyetçilik tanımı, ona paralel olarak ortaya çıkan kültürel milliyetçilik ile birleştirilmişti. Bu noktadan itibaren, “her ülkede kalkın egemenliği doktrininin önde gelen havarileri olan milliyetçiler ortaya çıkmaya başladı ve bu milliyetçiler söz konusu doktrinden siyasal demokrasi pratiğini ve selfdeterminasyon hakkını çıkardı” (Davis 30).

Milliyetçiliğin kurtarıcı öğeleri adım adım milliyetçiliğin şovenist eğilimlerine teslim oldu. Milliyetçi ideoloji olarak ortaya çıkan şey, tüm diğer siyasal ve sosyal değerleri “ulusal kimlik duygusunun, ulusal bir kültüre bağlı olmanın, kendi tarihsel geçmişine sahip olan ulusal bir topluluğa ait olma bilincinin” gerisine koydu” (Lowy 52).

Bu şovenist eğilim aynı zamanda milliyetçilik ile emperyalizmin kaynaşmasının başlangıcına da işaret etmektedir. 1880 ile 1918 arasındaki dönemde “Avrupalıların, herhangi bir ulusdevletin, eğer küresel güç politikasında başarılı bir şekilde rekabet edecekse, sömürgeci bir imparatorluk olmaksızın kendisini idame ettiremeyeceğine inanması genel geçer bir gerçek haline gelmişti” (Orentlicher 14). Böylece, Avrupalı güçlerin, Avrupa’da gelişmiş olan haliyle, ne demokrasiyi ne de benzer bir uluslaşmayı dünyanın geri kalan kısmı için öngörmedikleri daha bu erken dönemden itibaren açıkça görülüyordu.

 

Uzun mücadele: Ulusal Self-Determinasyon ve Erken Dönemdeki Uluslararası Hukuk

– II –

Selfdeterminasyon kavramı uzun ve değişken bir tarihe sahiptir. Bu terim, günümüzde de Batılı güçler tarafından istismar ve maniple edilmekte, uluslararası hukuk yapıları tarafından tartışılmaktadır.

Selfdeterminasyon ilkesi ulusal anlamda bir devlet kurma hakkı olarak yalnızca Birinci Dünya Savaşı esnasında uluslararası hukukta yeralmıştır. Ulusal selfdeterminasyon kavramı 1919 yılında müttefik devletler arasında imzalanan Versailles Barış Anlaşmasının özünü teşkil ediyordu. Bu kavram, çoğu zaman Başkan Woodrow Wilson’ın, barış konferansında yaptığı konuşmada geçen On Dört prensibe dayandırılır; Wilson, söz konusu konuşmada tüm halkların selfdeterminasyon hakkına sahip olduklarını ilân etmişti. Ne var ki, bu hatalı bir sonuçtur ve böyle bir hakka ilişkin iddialar, 1919 yılından çok daha önce gündeme getirilmişti.

Versailles Anlaşmasından üç yıl önce, Lenin’in 1917’deki yeni Rus hükümeti, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesi temelinde kurulmuştu (Cobban 52). Eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Anayasasının 17. Maddesi, söz konusu ilkeyi şu şekilde ifade ediyordu: “SSCB’den özgürce ayrılma hakkı, Birliğin tüm Cumhuriyetleri için saklıdır” (Blaustein ve Flanz).

Lenin’in ve Batılı güçlerin selfdeterminasyon kavramları, iki farklı ideoloji üzerine kurulmuştu ve farklı politik hedeflere hizmet ediyordu. Ancak her iki ideolojik kamp da, selfdeterminasyonun, içsel ya da dışsal (ayrılma) demokratik nosyonu üzerinde görüş birliği içinde olacaktı. Selfdeterminasyon hakkı, ortak bir siyasal yapının, kolektif bir şekilde seçilmesinde, kurucu her bir üyenin subjektif seçeneğini kolaylaştırıyordu.

Görüş birliği bu noktada sona eriyordu. Lenin, SSCB’de yaşayanlar, içsel ya da dışsal anlamda, selfdeterminasyon hakkını özgürce kullandıktan sonra, ulusal kimlik kavramının, siyasal bir varlık olarak o ülkede ortadan kalkacağını umuyordu. Lenin’in eşitlikçi bir toplum ve mutlak bir demokrasi öngören vizyonu, kimlik merkezli bir politika etrafında şekillenecek her türlü siyasi yapı ihtiyacını ortadan kaldıracaktı.Buna karşılık, Avrupa’da ulusal selfdeterminasyon aracılığıyla oluşturulan kimlik politikası, devletin kohezyonu bakımından kalıcı bir temel olmaya devam edecekti. Eşitsizliğin Pazar ekonomisi için bir ön koşul olduğu yerlerde bu özellikle doğruydu. Bunun yanı sıra, güç politikalarının, ilişkilerin dengesini biçimlendirdiği uluslararası düzeyde, yurtsever yurttaşlar topluluğu, gerek ekonomik gerekse de askeri güç açısından en hayati rolü oynayacaktı.

Belli başlı Batılı güçlerin siyasal ve stratejik hedefleri arasında cereyan eden rekabetten çıkan şey, “ulusal grupların kendi devletlerini kurma hakkını değil, tersine, (ne kadar küçük olurlarsa olsunlar) kurulu devletlerin korunmasını” amaçlayan bir selfdeterminasyon nosyonu oldu (Orentlicher 31).

Böylece, selfdeterminasyon Batılı güçler için, aslında onların kendi çıkarlarına hizmet eden bir araçtı. Başkan Wilson’ın da doğrudan itiraf ettiği gibi, selfdeterminasyon ilkesi evrensel bir ilke değildi. Örneğin, Wilson Müttefiklere “bağımlı olan topraklara” bu hakkı tanımayacaktı (31). “Bağımsızlık” kavramı Avrupa için önemli bir kavramdı. Bağımsızlığı, devlet olmanın bir gereği olarak hükümranlığa eklemek, sömürgelerin uluslararası ilişkilere ve yasal yapılanmalara katılmaktan dışlanmasını güvence altına alacaktı. Üstelik bu, Milletler Cemiyeti’nin kurulmasından sonra bile, Avrupalı halklar için bazı demokratik normlara saygı gösterildiği olgusuna rağmen böyleydi.

Selfdeterminasyon ilkesi, Avrupa’da sınırların yeniden düzenlenmesi ve ulusal hatları yansıtması için, mümkün mertebe, bir nüfus transfer edilmesi pratiği yarattı. Bu süreç, bazı toprakların ve orada yaşayan nüfusun kaderinin belirlenmesi için aynı zamanda ulusal gruplara danışılmasını ve halk oylamasına baş vurulmasını da içeriyordu.

Yeni devletlerin kurulmasının, sınırların düzenlenmesinin veya nüfus transferinin, milliyet ile devlet toprağı arasında bir uygunluk yaratmadığı durumlarda, ulusal gruplar, Milletler Cemiyeti’nin garanti ettiği belli korumalar altında yeni bir devlet içinde bir azınlığı oluşturacaktı. “Azınlık haklarını koruyan hükümler, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Türkiye gibi kimi ülkelerin barış anlaşmalarına dahil edilmişti” (33). Bu gelişmeler, Avrupa’nın daha önceki tarihini karakterize etmiş olan devlettenulusa yaklaşımını tersinden formüle ediyordu.

Ne var ki, belli başlı Avrupa güçlerinde barış ve güvenliğin sağlanmasıyla birlikte, ulusal selfdeterminasyon hareketini kısıtlayan bir eğilim, en sonunda ağır bastı. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu hamle şu veya bu şekilde Müttefik güçlerin siyasi ve stratejik çıkarlarının bir sonucu olarak gerçekleşti. Avrupa, görece sakinleştikten sonra, ortaya çıkan ilk yasalar da selfdeterminasyona getirilen bu kısıtlamaları yansıtıyordu.

Selfdeterminasyonun yorumlanmasını konu alan ilk resmi karar iki farklı komisyondan çıkmıştı: 1920 yılında Hukukçulardan ve 1921 yılında Raportörlerden. Komisyonlar, Aaland Adası halkının geleceği üzerine karar vermişti. O sıralar bu ada, Finlandiya’nın hakimiyeti altındaydı. Aaland Adası ile İsveç arasındaki ulusal ve linguistik yakınlıktan dolayı, selfdeterminasyon ilkesi çerçevesinde İsveç ile birleşmeye çalışan Aaland temsilcileri, sorunu Milletler Cemiyetine taşımışlardı. Finlandiya, Milletler Cemiyetinin, toprak hükümranlığı ilkesi çerçevesinde sorunu çözüme bağlama hakkına itiraz etmişti.

Her iki komisyon da, selfdeterminasyon hakkının genel bir hak olmadığını teyit etmişti. Ne var ki, bu iki komisyon, selfdeterminasyonun ne tür durumlarda ve koşullarda meşru olacağı noktasına yaptıkları vurgular bakımından, keskin bir görüş ayrılığı içindeydi. Hukukçular, bizzat selfdeterminasyon isteyen grubun kendisini vurgu yapıyor ve bu hakkı hem bölücü ve geçici dönemlerde, hem de hükümran gücün “bir devletin nüfusunun bir kesiminin aleyhine” olacak biçimde “açıkça ve sürekli olarak istismar edildiği” durumlarda tanıyorlardı (Steniner ve Alston 1258). Bununla, hakları ihlal edilen azınlıkların, ayrılma hakkı için, yasal araçlara başvurabilecekleri ima ediliyordu. Öte yandan, Raportörler ise, yegâne uluslararası hukuk öznesi olarak  hükümranın kendisine vurgu yapıyordu.

Ulusal gruplar, selfdeterminasyon iddialarını hayata geçirme gücüne sahip değildi. Ne var ki bu, hükümranın hükümranlığının mutlak olduğu anlamına gelmiyordu. Raportörler, uluslararası toplumun, devletlerin içindeki azınlıklara yönelik tutumu izleme gücüne hep sahip olacağını ve “aşırı” ihlallerin yapılması durumunda, hükümran güçlere, azınlıkların ayrılmasına dek varabilecek kısıtlamalar getirileceğini savunuyordu (1258). Her iki komisyon da, azınlık haklarının ihlal edildiği durumlarda ayrılma hakkı üzerinde görüş birliği içindedirler.

Buradan da anlaşılacağı gibi, Versailles Barış Anlaşmasına yol açan savaş ve savaşın hemen sonrası bağlamında ortaya çıkan Batılı devletler, ulusal kimlik tarafından karakterize edilmişti. Aynı zamanda, yeni dünya düzeni, Avrupa’nın geleceğe yönelik stratejik ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, ulusal selfdeterminasyon hakkının yasal ve siyasal düzlemde, esnek terimlerle yorumlanmasını garanti ediyordu. Bu yüzden, “bundan en çok yarar sağlayanlar Avrupa uluslarıydı(Orentlicher 39).

Devlet olmanın bir gereği olarak bağımsızlık kavramı, hükümran uluslararası otorite ve muğlak bir selfdeterminasyon hakkı nosyonu, sömürgeci hakimiyeti ebedi hale getiriyordu. Bu nosyon, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasını ve Milletler Cemiyeti saflarına eklemlenmesini de kolaylaştırıyordu.

Yeni uluslararası düzen, dünyanın çoğunluğunun sesini dışlıyordu. Rekabetçi Batı, git gide yapay bir şekilde, Milletler Cemiyetine  yeni ve Batılı olmayan üyeler kattı.

Demokratik bir düşünce olarak selfdeterminasyon hakkı kaybolmadı. Aslında, dünyanın önemli bir kısmının Batının egemenliği altına girmesiyle birlikte, bu hak konusundaki iddialar daha da yoğunlaştı. Selfdeterminasyon hakkı için yürütülen mücadele, hem otokratik devlet yönetimleri altında ayrımcılığa maruz kalan farklı halklar tarafından verilen iç mücadeleleri, hem de Batılı egemenlerle kurulan sömürgeci ilişkilere meydan okuyan dış mücadeleleri yansıtan, iki boyutlu bir nitelik kazandı. Böylece, ulusal hareketler sayı ve yoğunluk olarak yerkürenin her tarafında büyüdü ve ayrımcılık ile baskıdan kurtulmanın bir aracı olarak selfdeterminasyona sarıldı. Aynı zamanda, Birleşmiş Milletlerin kendi tezlerinde ve kararlarında bu terimi giderek daha fazla kullanması da, bu süreci yansıtır.

Birleşmiş Milletler Yönetiminde Ulusal Self-Determinasyon

Aaland Adası örneği, uluslararası anlaşmalarda selfdeterminasyon ilkesine herhangi bir referansın yapılmadığı koşullarda karara bağlanırken, günümüzde konu hakkındaki neredeyse tüm tartışmalar, uluslararası anlaşmalarda terimin kullanıldığı yerleri çıkış noktası olarak almaktadır. Konuyla en yakından ilintili olan referanslar aşağıdadır:

Birleşmiş Milletler Sözleşmesi:

Amaç ve İlkeler

[Birleşmiş Milletlerin Amacı] Madde 1 (2): uluslar arasında, eşit haklar ilkesine ve halkların selfdeterminasyon haklarına saygı temelinde dostane ilişkileri geliştirmek ve evrensel barışı güçlendirmek için diğer gerekli önlemleri almaktır. Madde 55: Eşit haklar ilkesine ve halkların selfdeterminasyon haklarına saygı temelinde uluslararası barışçıl ve dostane ilişkilerin bir gereği olan istikrar ve refah koşullarının yaratılması düşüncesinden hareketle, Birleşmiş Milletler [daha yüksek yaşam standartlarını; ekonomik ve sosyal sorunların çözümünü; ve insan haklarına evrensel ölçekte saygı gösterilmesini ve bu haklara riayet edilmesini] teşvik edecektir.

Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Tanınması Deklarasyonu

Genel Asamble, Karar no 1514 (XV), 14 Aralık 1960

Genel Asamble şu hususları ilân eder: 1. Halklara boyun eğdirilerek onların yabancı boyunduruğuna, egemenliğine ve sömürüsüne tabi kılınması, temel insan haklarının inkârı anlamına gelmektedir. Birleşmiş Milletler Sözleşmesine aykırıdır ve dünyada barışın ve işbirliğinin teşvik edilmesi önünde engeldir.

  1. Tüm halklar selfdeterminasyon hakkına sahiptir; böyle bir hakka sahip olmalarının bir gereği olarak, kendi siyasal statülerini özgürce belirler ve kendi ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimlerini özgürce sürdürürler.
  2. Bağımsızlığa sahip olma haklarını barışçıl bir şekilde ve özgürce kullanmalarına olanak vermek üzere, bağımlı halklara yönelik her türlü silahlı eylem ve her türlü baskıcı önlem sona erdirilecek ve ulusal toprak bütünlüklerine saygı gösterilecektir.
  3. Tüm devletler, her devletin eşitliği, iç işlerine müdahale etmeme temeli üzerinde ve tüm halkların toprak bütünlüğüne ve hükümran haklarına saygı temelinde, Birleşmiş Milletler Sözleşmesine, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesine ve mevcut deklarasyona eksiksiz ve titiz bir şekilde bağlı kalacaktır.

Birleşmiş Milletler Sözleşmesine Uygun Olarak Devletler Arasında Dostane İlişkiler ve İşbirliği Hakkındaki Uluslararası Hukuk İlkeleri

Deklarasyonu

Genel Asamble, Karar no: 2625 (XXV), 24 Ekim 1970.

Genel Asamble

1. Aşağıdaki ilkeleri resmen ilân eder:

Sözleşmeye uygun olarak, hiçbir devletin iç işlerine müdahale etmeme sorumluluğuna ilişkin ilke:

Halkları kendi ulusal kimliğinden yoksun bırakmak üzere başvurulan güç kullanımı, onların vazgeçilmez haklarının ve müdahale etmeme ilkesinin ihlali anlamına gelir. Her devlet, her ne şekilde olursa olsun başka bir devletin müdahalesi olmaksızın, kendi siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel sistemlerini seçme konusunda vazgeçilmez bir hakka sahiptir.

Eşit haklar ilkesi ve halkların selfdeterminasyon hakkı:

Birleşmiş Milletler Sözleşmesinde belirtilen eşit haklar ilkesi ve halkların selfdeterminasyon hakkı gereği, tüm halklar, bir dış müdahale olmaksızın, özgürce, kendi siyasal statülerini belirleme ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimlerini sürdürme hakkına sahiptir ve sözleşme hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı göstermek her devletin görevidir. Sözleşme hükümlerine uygun olarak, eşit haklar ilkesinin ve halkların selfdeterminasyon hakkının, müşterek ve ayrı faaliyetler aracılığıyla hayata geçmesini teşvik etmek her devletin görevidir.

Hükümran ve bağımsız bir devletin kurulması, bağımsız bir devlet ile özgür ilişki veya entegrasyon ya da bir halk tarafından özgürce belirlenmiş herhangi bir diğer siyasal statüye geçilmesi, söz konusu halkın kendi selfdeterminasyon hakkını kullanmasının biçimlerini teşkil eder.

Yukarıdaki paragraflardaki hiçbir şey, yukarıda tanımlanan eşit haklar ilkesi ve halkların selfdeterminasyon hakkı ile uyumlu bir şekilde yönetilen ve böylece, ırk, inanç ve renk ayırımı yapmaksızın, söz konusu topraklarda yaşayan tüm insanları temsil eden bir yönetime sahip olan, hükümran ve bağımsız devletlerin toprak bütünlüğünü veya siyasal birliğini, bütünüyle ya da kısmen bozacak ya da zayıflatacak, herhangi bir eyleme izin verecek şekilde, ya da böylesi bir eylemi teşvik edecek şekilde yorumlanmayacaktır.

2. Her devlet, herhangi bir başka devletin veya ülkenin ulusal birliğini, ya da toprak bütünlüğünü kısmen ya da tamamen bozmayı amaçlayan her türlü eylemden kaçınacaktır.

3. Ayrıca şunları ilân eder: Bu deklarasyonda cisimleşen sözleşme ilkeleri, uluslararası temel hukuk ilkelerini teşkil etmektedir ve bu itibarla, tüm devletlere, uluslararası tutumlarında bu ilkeleri kılavuz edinme ve karşılıklı ilişkilerini, bu ilkelere eksiksiz bir şekilde riayet edilmesi temelinde geliştirme çağrısında bulunmaktadır.

Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi

(Genel Asamble trafından 1966 yılında onaylanmış, 1976 yılında yürürlüğe girmiştir)

Madde 1:

1. Tüm halklar selfdeterminasyon hakkına sahiptir. Bu hakka sahip olmaları itibarıyla, halklar, kendi siyasal statülerini özgürce belirler ve kendi ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimlerini özgürce sürdürürler.

2. Tüm halklar, kendi amaçları doğrultusunda, karşılıklı yarar ilkesi ve uluslararası hukuk temelinde, uluslararası ekonomik işbirliğinden doğan zorunluluklar konusunda herhangi bir önyargı olmaksızın, kendi doğal zenginliklerinden ve kaynaklarından vazgeçebilir. Bir halk, hiçbir durumda kendi geçim kaynaklarından yoksun bırakılamaz.

3. Mevcut Sözleşmede taraf olan Devletler… selfdeterminasyon hakkının hayata geçmesini teşvik edecek ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi hükümleri ile uyum içinde, bu hakka saygı gösterecektir.

Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi

(Genel Asamble tarafından 1966 yılında onaylanmış,

1976 yılında yürürlüğe girmiştir)

Madde 1 yukarıdaki Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 1. Maddesi ile aynıdır. Bu tezler uluslararası hukuk araştırmacıları ile uluslararası ilişkiler düşünürleri arasında yoğun tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Tartışmaların kaynağı, özü itibariyle çok yönlü ve ideolojiktir ama, kimi zaman yasal argümanlar sanatı ile gizlenmektedir. Yukarıdaki tezlerde ortaya konulduğu haliyle, selfdeterminasyon hakkının yasal olarak yorumlanmasındaki zorluk (gerçek ya da gösterişteki zorluk), hükümlerin çoğunda bu terimin kendisine karşıt olan terimlerle, örneğin “toprak bütünlüğü” terimiyle birlikte yer almış olmasıdır. Bunun yanı sıra, “halklar” hiçbir uluslararası enstrümanda tanımlanmamıştır. Bu nedenlerden dolayı, en azından 1990’lı yıllara kadar, selfdeterminasyonun karşıtları, bu hakka ilişkin her türlü nosyonun inkâr edilmesinde başarılı olmuşlardır. Selfdeterminasyonun, hükümran devletlerin dışsal müdahaleden bağımsız olma hakkı olduğu söylenmişti.

Selfdeterminasyon kavramı, sömürge olmaktan çıkarılmış halklara uygulanış haliyle, çoktan geride kalmış olan Westfalya nosyonlarının uygulanmasıyla birlikte, daha da karmaşık hale getirildi. Afrikalı liderler uti possidentis, yani sömürge sonrası dönemde, sömürge sınırları statükosunun korunması ilkesini benimsediler. Burada amaç, istikrarı korumak ve kıtanın etnik hatlar doğrultusunda yeniden karmaşık bir şekilde bölünmesini engellemek olmasına rağmen, söz konusu ilke gerçekçi bir dayanaktan yoksundu. Malcolm Shaw tarafından da açıklandığı üzere, Afrika’da “ulusdevlet nosyonunun yerini teritoryal devlet kavramı almıştır” (186); bu ise kapitalizm öncesi tarihsel döneme ait bir olgudur. Teoride kusurlu olan bu yapılanmanın, pratikte de istikrarsız olduğu, kısa süre içinde ortaya çıktı. Etnik azınlıklara yapılan baskılar ekonomik baskılarla da birleşerek, bir çok eski sömürgenin sömürge sonrası dönemlerini karakterize eden şiddetli çatışmaların patlak vermesine yol açtı (Freeman 358). Afrika’daki uti possidentis deneyi başarısızlığa uğramasına rağmen, uluslaraarası toplum,  selfdeterminasyonun yasal bir hak olarak yalnızca sömürgecilikten kurtulma bağlamında geçerli olduğunun bir kanıtı olarak, bu “teritoryal devlet” örneğini çabucak benimsedi. Yukarıdaki Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Tanınması Deklarasyonunun 2. Maddesindeki “hakkın”, BM tarafından, BM Sözleşmesinin 1. Maddesinde (2) kullanılan selfdeterminasyon ilkesine aykırı bir şekilde uygulanması, devletaltı ulusal gruplara bu hakkı tanımayanlara güç vermiş oldu.

Bu uygulama, bağımsızlık için mücadele eden, baskı altındaki halklar tarafından benimsenen selfdeterminasyon hakkının, kurtuluş için bir araç olduğu olgusunu gözardı etmektedir. Bu yaklaşım, selfdeterminasyon kavramının Fransız Devrimi esnasında ve ABD bağımsızlık hareketinde başvurulanlara benzeyen demokratik boyutlarına dayanıyordu. Böylece, sömürgelere ve bağımlı ülkelere bağımsızlık getiren, fakat  kurtuluştan ve demokrasiden yoksun olan bir süreç, ulusal ya da etnik çatışmaların ortadan kaldırılması bakımından hiçbir işe yaramıyordu.

1990’lı yıllarda cereyan eden olaylar, devletaltı ulusal grupların selfdeterminasyona yaklaşımları bağlamında bir dönüm noktasıydı. Belli başlı ulusal çatışmalar, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki güç merkezlerinin uzağında yaşandığı sürece, baskı altındaki halkların içinde bulundukları kötü durum büyük ölçüde gözardı ediliyordu. SSCB ve onun Doğu Blokundaki eski müttefiklerinin çöküşü, bu durumu kökünden değiştirdi. Soğuk Savaşın sona ermesi, Stalin’in komünizm anlayışı nedeniyle, kimlikleri uzun süreden beridir bastırılmış halkların başlattıkları kitlesel selfdeterminasyon hareketlerinin önünü açtı. Bu hareketler doğrudan doğruya devletlerin toprak bütünlüğü nosyonuna meydan okudu.

Batılı güçler Doğu blokuna mensup devletaltı ulusları, birer bağımsız devlet olarak resmen tanıma ve onları uluslararası toplumun saflarına kabul etme hususuna artık daha istekli ve sıcak bir şekilde yaklaşıyordu. Böylece eski SSCB’den birçok yeni devlet doğdu. Eski Yugoslavya tamamen parçalanarak altı yeni ulus devlete bölündü. Bu yeni devletlerin resmen tanınması, daha ziyade Batının stratejik tercihlerinden kaynaklanmasına rağmen, bu durumun selfdeterminasyon açısından doğurduğu yasal sonuçlar, uluslararası ilişkiler tarihindeki diğer bütün dönemlerden çok daha büyüktü.

Doğu Avrupa ve Rusya’da ortaya çıkan bazı devletlerin tanınmasının selfdeterminasyon (ayrılma) hakkı için bir teamül oluşturduğu noktasında, artık uluslararası hukuk araştırmacıları arasında bir konsensüse ulaşılmıştı. Kendisi dış selfdeterminasyonun güçlü muhaliflerinden biri olan John Dugard, uluslararası toplumun, eski sosyalist bloktan doğan devletleri kabul edişinin örnek teşkil eden bir olduğunu kabul etmektedir. Dugard şöyle yazar;

Yugoslavya’dan ayrılan cumhuriyetlerin tanınması, dünyanın pek çok yerinde esas alınacak olan bir teamüldür. Daha önce, kendi selfdeterminasyon haklarının, uluslararası hukuk tarafından bir miktar özerklikle, yaşadıkları Devletin  onları tanıması ve koruması ile sınırlandırıldığına inandırılmış olan etnik azınlıklar, artık bu hakkın tam teritoryal ayrılmayı kapsadığını da savunuyorlardı (171).

Bu dönemde selfdeterminasyon konusunda yaşanan çok daha çarpıcı diğer iki gelişme de, iki hukuk heyetinin bu konuya getirdiği yorumdur. Her iki yorum da, dar ve olağanüstü koşullarda yapılmış olmasına rağmen, böyle bir hakka meşruiyet kazandırmaktadır. Afrika İnsan ve Halk Hakları Komisyonu’nun V. Katanga Halkları Kongresi (75/92 nolu Bildiri, 3 Uluslararası İnsan Hakları Raporunda yeniden basılmıştır, bundan böyle “Katanga örneği” olarak anılacaktır) 1996 yılında, Zaire’nin bileşen halklarından biri olan Katanga halkının ayrılıp ayrılamayacağı konusunu karara bağladı.

İki yıl sonra Kanada Yüksek Mahkemesi, Quebec’in Ayrılmasını görüşürken Güvenlik Konseyi Kararları, Quebec’in Kanada’dan ayrılıp ayrılamayacağı konusunda benzer bir selfdeterminasyon örneği doğrultusunda karar aldı. Uluslararası bir mahkeme tarafından ele alınan Katanga örneğinden farklı olarak, Quebec kararı bir iç mahkemeden çıktı. Bunun bir sonucu olarak, söz konusu iç mahkeme, ayrılık sürecinin hukuka uygunluğu gibi konularda çeşitli sorunları gündeme getirebilir (Okafor 4170). Burada en önemli şey Quebec örneğindeki hükmün, dar anlamda bir ayrılık hakkı konusunda Katanga örneği ile örtüşmüş olmasıydı. Bu yüzden de çarpıcı ve inandırıcı bir otorite teşkil etmektedir.

Quebec’in ayrılma hakkı sorunu, dış selfdeterminasyon hakkının bulunduğu istisnai durumları aşağıdaki biçimde, açıkça ortaya koymaktadır:

Özetle, bir halka baskı yapılan durumlarda, örneğin yabancı orduların askeri işgalleri altında; ya da, tanımlanabilir bir gruba, kendi siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimini sürdürmek üzere anlamlı bir yönetim imkânının tanınmadığı durumlarda, uluslararası selfdeterminasyon hukuku, en iyi ihtimalle, yalnızca bir dış selfdeterminasyon [ayrılma] hakkı doğurmaktadır. Her üç durumda da söz konusu halklar dış selfdeterminasyon hakkına sahiptir, çünkü onlara kendi selfdeterminasyon haklarını içeride kullanma imkânı verilmemiştir (Güvenlik Konseyi Kararları)

Mahkemenin kararı böylelikle iki öğe etrafında şekillenmektedir: İnsan hakları ve siyasal temsile, yani demokrasiye sahip olma hakkı. Selfdeterminasyon hakkının dar anlamda kabul edildiği bu istisnai durumda, 1991 yılının öncesinde, uluslararası hukuk çevrelerine hakim olan toprak bütünlüğü konusundaki uzlaşmazlık ve dış selfdeterminasyon gibi argümanlara verilecek cevap da ortaya çıkmaktadır. Mahkemenin esas aldığı Dostane İlişkiler Konusunda Uluslararası Hukuk İlkeleri Deklarasyonunda toprak bütünlüğü mutlak değildir, kesin nitelendirmelere tabidir. Yani, hükümetler “herhangi bir ırk, inanç ve renk ayırımı yapmaksızın, ülkede yaşayan tüm halkı” temsil etmelidir (Genel Asamble Karar no 2625 (XXV), 24 Ekim 1970).

Ayrılığın ve toprak bütünlüğünün, Kanada Yüksek Mahkemesi tarafından formüle edilmiş haliyle uzlaştırılması da demokratik ve gerçekçi temellere dayandırılmıştır. Profesör Obiora Okafor’un da gözlemlediği gibi;

Devletaltı bir grubun şiddetli bir kötü muameleye tabi tutulduğu bir yerde, “toprak bütünlüğü bizzat devletin kendisine bile zarar verecektir”. Bunun nedeni, bir devletin nüfusu, aynı zamanda psikolojik olarak da keskin bir bölünme içine girdiğinde, bu tür durumlarda sıklıkla rastlanıldığı üzere, söz konusu devletin toprağı fiziksel olarak bütün kalabilir ama gerçek anlamda hiçbir şekilde “bütün” olmayacaktır (38).

Kanada Yüksek Mahkemesi, daha da ileriye giderek, uluslararası enstrümanlarda kullanıldığı haliyle, “halklar” terimi ile yalnızca hükümran bir devletin tüm nüfusunun kastedildiği biçimindeki, eskiden beri savunulan görüşü tartışma konusu haline getirdi. Mahkeme bu terime bağlamsal bir şekilde yaklaşarak “halk” terimini, yalnızca bir devletin tüm nüfusunu kastetmekle kalmayıp, aynı zamanda mevcut bir devletin nüfusunun bir kısmını kastedecek şekilde tanımlamıştır (S.C.R 217, 35’te).

Karar, siyasal meşruiyetin önemini kabul etmekte ve selfdeterminasyonun, bir araya gelme özgürlüklerini kullanan, bireylerin kolektif tercihleriyle kullandıkları   demokratik bir hak olduğunu kabul eden görüşü desteklemektedir. Bunun da ötesinde, insan hakları analizi Allen Buchanan ve diğer uluslararası hukuk araştırmacıları tarafından savunulan Adalet İlkesi Teorisi ile uyum içindedir. Bu faktörlere rağmen, daha güçlü ve genişletilmiş bir selfdeterminasyon hakkı olmaksızın, en güçlü Batılı devletler, etnik çatışmaları, kendi stratejik ihtiyaçlarına uygun şekilde maniple etmeye devam edecekler, uluslararası güvensiz ortamı ve halklara yapılan baskıları kalıcı hale getireceklerdir.

Açık Sırlar:

Kürt Bağımsızlık Mücadelesinin İncelenmesi

  III

Kürt bağımsızlık mücadelesi bir çözüme ulaştırılamadığı sürece, uluslararası barış ve güvenlik tehlikededir. Çeşitli istismarcı yabancı yöneticilerin baskıları altında geçen onlarca yıl, Kürtlerin selfdeterminasyon hakkını zayıflatmamış, tersine o hakkı daha da güçlendirmiştir.

Ulusal haklar doğrultusundaki Kürt mücadelesi üzerine yapılacak ampirik bir çalışma, demokrasi ile stratejik çıkarlar arasındaki ayrılığın daha iyi anlaşılması bakımından iyi bir örnek olacaktır. Kürtlerin selfdeterminasyon mücadelesi, bu hareketin demokratik içeriğini gözler önüne serecektir. Bu mücadele her defasında, ilgili hakim uluslar tarafından dayatılan baskıya, sömürüye ve alçalmaya karşı bir koruma olarak ortaya çıkmıştır.

Böylece, selfdeterminasyon hakkı için yapılan çağrı, Kürtler için bir demokrasi çağrısı olmasına rağmen, Batı tarafından bölgeye dayatılan uluslaştırma bağlamında, demokrasinin ilkeleri hemen hemen hiçbir zaman hayata geçmemiştir. Aynı zamanda, Kürt meselesi, selfdeterminasyona açık seçik bir tanım ve güvence kazandırılmadığı sürece, en azından Kürtlerin yaşadığı bölgede, uluslararası barış ve güvenliğin eksikliğinin kalıcı bir realite haline geleceğini açıkça gözler önüne sermektedir, zira hem bölge içindeki, hem de bölge dışındaki büyük güçler, “stratejik çıkarlar” için birbirleri ile yarışmaktadır.

Kürtler, Türkiye’nin güneydoğusundan kuzey Irak’a ve doğu İran’a dek uzanan, Ermenistan ve Suriye’nin bir kısmını da içeren yaklaşık olarak 409.650 binkilometrekarelik bir alanı (kabaca Fransa büyüklüğünde) kapsayan dağlık bir bölgede yerleşiktir. Kürt nüfusu üzerine yapılan çeşitli hesaplamalar, Kürtlerin nüfusunu 35 ile 42 milyon arası bir sayıda göstermektedir.

Kürt milliyetçi hareketi iki aşamaya ayrılabilir. İlk etnik bilinç anlayışı 1900’lü yılların başında, Osmanlı İmparatorluğunun parçalandığı ve bölgenin Batılı güçler tarafından işgal edildiği bir dönemde ortaya çıkmıştır. İkinci aşama, ya da Kürt milliyetçiliğinin ilk dalgasının uzantısı, yeni kurulmuş modern devletlerin baskıcı tutumlarına karşı bir direniş biçimi olarak ortaya çıkmıştır; zira bu devletler etnik farklılıkları ve aşiretsel bağlılık biçimlerini ortadan kaldırarak uluslar yaratmaya çalışıyorlardı. Bu milliyetçilik uzun bir olgunlaşma sürecinden geçerek, nihayet bugün Türkiye, Irak, İran ve Suriye’de tanık olduğumuz kitlesel hareket içinde kendisini ortaya koymuştur.

1900’lü yılların başlangıcına gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğunun topraklarının çoğu, çeşitli Batılı güçlerin işgali altındaydı. Bu aynı zamanda, Kürtler de dahil olmak üzere, birçok etnik grubun bir kimlik krizi yaşadığı bir dönemdir. Kendisine sadık yerel güçler peşinde koşan Batı, dinsel ya da linguistik kanalları kullanarak etnik azınlıkların dostluğunu kazanmaya çalışıyor ve bağımsız devletler için destek vereceği vaadinde bulunuyordu. 1908 Yılına gelindiğinde, Araplar, Kürtler ve Ermeniler hariç olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğunun Doğu Avrupa’daki tüm diğer üyeleri ayrılmış ve ulusal ya da etnik kimlik temelinde bağımsızlıklarını kazanmışlardı.

Türk milliyetçiliğinin ilk unsurları 1902 yılında yapılan Jön Türk kongresinde ortaya çıkmıştı. Bu grup, Batılı ülkelerin prensiplerini ve tarzlarını esas alarak, Osmanlı topraklarının elde kalan kısımlarını modernize etmek ve laikleştirmek üzere oluşmakta olan kapitalistler ve müteşebbisler tabakasını temsil ediyordu. Ankara’da (İstanbul olması lazım! Çev.n) anayasal bir hükümet kuran 1908 yılındaki Jön Türk devriminden kısa bir süre sonra, Jön Türk Hareketi, dışlayıcılığa ve şövenizme  dayalı bir Türk etnomilliyetçiliğini benimsedi. Çabucak, “etnik ya da ulusal grup isimleri taşıyan veya çağrıştıran siyasi derneklerin kuruluşunu yasaklayan” Dernekleşme Yasası’nı çıkardı (McDowall, 94).

Ermeniler ve Kürtler yeni hükümetin başlıca hedefi haline geldiler. Yeni Türk hükümeti, sürgünler ve katliamlar aracılığıyla Ermeni nüfusu fiziksel olarak yok etmek üzere bir saldırı kampanyası başlattı. Bir değerlendirmeye göre, Türk ordusu “kırsal alanı silip süpürüyor, erkekleri, kadınları ve çocukları katlediyor ve onların evlerini yakıyordu. Bebekler annelerinin kollarında vuruluyor, küçük çocuklar korkunç bir şekilde sakat bırakılıyor ve kadınlar soyulup dövülüyordu”(104). Kürtler de, tıpkı Ermeniler gibi, yeni Türk ordusu tarafından dayatılan soykırım saldırılarına maruz kalıyordu. “Diğerlerinin” soykırıma uğratılması politikası üzerine kurulu bu erken uluslaşma sürecinde, 1 milyonu aşkın Ermeni ile 800.000’i aşkın Kürt öldürüldü (109).

İngilizler bazı Kürt liderlerin bağımsız bir Kürt devleti yönündeki taleplerini başlangıçta hoşgörü ile karşılamışlar, hatta kimi durumlarda, bunları teşvik etmişlerdi; kendisini [1920 yılında] Kürdistan hükümdarı (yöneticisi) olarak ilan eden Kürdistan’daki Kadiri tarikatının başı olan Şeyh Mahmut Berzenci böylesi liderlerden biriydi (Berberoğlu 39). Ne var ki, bu dönemde İngilizler henüz Mezopotamya’nın kaderi üzerine belli bir politika geliştirmemişti.

Birinci Dünya Savaşındaki müttefikler 1920 yılında, Sevr Anlaşmasında belirtilen, bölgede özerk bir Kürt devletinin kurulmasına izin vereceklerini vaat etmişlerdi. 1922 yılına gelindiğinde, bu anlaşma çoktan hükmünü yitirmişti. Müttefikler, Türkiye ile Rusya hükümeti arasındaki olası bir ittifaktan çekiniyorlardı ve işte bu yüzden Avrupalı güçler Atatürk’ü memnun etmek için, 1922 yılında Lozan’da, bölgenin bölünmesini görüşmek üzere yapılan toplantıya onu da dahil etmişti. Bu toplantıda bölgenin kaderi üzerine nihai bir karara varıldı. Batılı güçler tarafından çizilen yapay sınırlar, kelimenin tam anlamıyla aileleri birbirlerinden kopardı. Bu süreç tüm Ortadoğu’yu kapsamakla birlikte, bundan en acı biçimde etkilenenler Kürtler oldu.

Diğer bölgelerde yaşayan halklar, tümüyle olmasa bile, ağırlıklı olarak Arap halklardı. Yeni bölge haritası, artık Kürdistan’ı kalıcı olarak 5 parçaya bölüyordu. Parçalardan biri, İngiltere’nin sömürgesi olarak yeni kurulmuş olan Irak Arap devletine dahil edilmişti. Suriye’de kalan bir diğer parça ise Fransız mandası altına girmişti. Kürdistan topraklarının en büyük kısmı Türkiye yönetimi altına girerken, İran da, 1639 yılından beri Fars İmparatorluğunun hakimiyeti altında olan toprakları elinde tutmaya devam etti. Bu arada, bugünkü Ermenistan da, eskiden SSCB kontrolünde olan topraklar üzerinde hakimiyet kuruyordu. İngiltere’nin, Kürt bölgesinin tam ortasından geçecek şekilde sınırlar açma kararının ardında, büyük ölçüde stratejik çıkarlar yatıyordu. Kürdistan’ın dağlık bölgelerine yerleştirilmiş bir sınır hattı, bir İngiliz sömürgesi olan Irak’ın savunmasını hem kolaylaştırıyor, hem de daha az maliyetli hale getiriyordu (Mc Dowall 121122).

Yeni bölünme ve modern devletlerin kuruluşu, Kürtler, Türkler, Araplar ve Farslar arasındaki ilişkilerde yeni bir başlangıca da işaret ediyordu. Ulusal hegemonyanın yaratılması, bu devletlerin resmi politikası haline gelmişti. Kürt nüfusunun önemli bir kısmı, bu yeni ulusdevletler, için büyük bir korku kaynağı haline gelmişti. Bu devletler gelecekte bir Kürt milliyetçiliğinin gelişme olasılığını hoş göremiyordu. Kürtler, gittikleri her yerde iki seçenekle karşı karşıyaydılar: Asimilasyon, ya da soylarının yok olması. Bir önceki on yıl içinde Kürt toplulukları arasında gelişmiş olan her türlü milliyetçi ögenin bastırılmasına ön ayak olanlar İngiliz güçleriydi.

İngiliz ordusu, selfdeterminasyon amacı güden her türlü Kürt hareketini bastırmak üzere, çabucak Kürdistan’daki başlıca sanayi merkezlerini işgal etti.  İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri, milliyetçi hareketin kalesi olan ve “Kürt kent sakinleri, tüccarları ve işçileri” tarafından yapılan gösterilere ve grevlere ev sahipliği yapan Süleymaniye’ye yönelik olarak yoğun bir hava bombardımanı gerçekleştirdi (O’balance 20). Irak hükümetinin İngiltere’den resmi bağımsızlığını kazandığı 1931 yılına gelindiğinde Kürt başkaldırıları iyice yoğunlaşmıştı.

Bu süreç ve bu bağımsızlığa yol açan tartışmalar esnasında, Kürt dili ve yerel yönetim alanlarındaki sınırlı haklar doğrultusunda yapılan talepler tamamen gözardı edilmişti. Türkiye, İran ve Irak, Kürtlerin herhangi bir siyasal örgütlenme oluşturmalarını engellemek üzere 1937 yılında Sadabad Paktı’nı imzalıyordu. Kürtler aynı zamanda İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetlerinin devam eden saldırıları ile karşı karşıyaydı ve bu kez büyük insan zayiatı veriyorlardı. Bombalanan 79 köyde, toplam 1,365 ev tamamen ortadan kaldırılmıştı (McDowall 180). Ne ironiktir ki, uzun bir zaman diliminin ardından ve dünya gücünün İngiltere’den ABD’ye kaymasıyla birlikte, Kürtler yanlış yola sapmış, aynı iç ve dış güçlerle karşı karşıya bulunmaktadırlar. Kürtlerin İkinci Dünya Savaşından sonra içinde bulundukları durum üzerine yapılacak bir değerlendirme bunu gösterecektir.

Kürtler neredeyse yaşadıkları tüm ülkelerde benzer düşmanca politikalara maruz kaldılar. Sırak’ta Kürtler, onların kimliklerini ortadan kaldırmayı amaçlayan “Araplaştırma” politikalarına maruz kaldılar. Acımasızlığın ölçüsü farklı hükümetlere göre değişiyordu. 1960’lı yıllardan beri Irak ve Suriye’de yönetimi ele geçiren Baas Partisi silahlarını Kürtlere çevirdi. Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak Baas Partisi Kürt okullarını kapattı, Kürt dilini yasakladı ve tüm Kürtçe isimleri Arapça isimler ile değiştirdi.

Irak’taki Kürtlere karşı işlenen en büyük acımasızlıklar herhalde 1980’li yıllarda yaşandı. Bağdat hükümeti, kötü bir üne sahip olan Enfal kampanyası ile birlikte, Kürt sivillerine karşı vahşi bir soykırım operasyonu başlatarak, Kürt köylerini tahrip etti, kitlesel idamlar gerçekleştirdi, meskun mahallerde kimyasal ve zehirli gazlar kullandı ve başka birçok zalimlikler yaptı. 16 Mart 1988 günü, Irak güçlerinin Halepçe şehrine düzenlediği kimyasal bombardıman sırasında, yalnızca birkaç dakika içinde 5.000 kişi hayatını kaybetti. Bu soykırım kampanyası esnasında, sadece iki yıl içinde 200.000 Kürdün yok olması olgusu artık genel bir bilgi haline gelmiştir. Ve bu olgu ancak Saddam Hüseyin, ABD de dahil olmak üzere, Batılı destekçilerinin gözünden düştüğü zaman bilinir oldu.

ABD ve Avrupa’nın en sadık müttefiki olan Türkiye’de, Kürtler, Irak, İran ve Suriye’deki kardeşlerinin yaşadıklarından çok daha kötü bir durumla karşı karşıya kalmışlardır. Türkiye’deki Kürtlere yönelik acımasızlıklar çok daha yaygın ve derine işleyen türdendi.

Türkiye Cumhuriyeti kurulur kurulmaz, Kürtler, Atatürk’ün politikalarının oportünist doğasını fark etmişlerdi. Türkiye’yi laikleştirme hamlesiyle birlikte, din bir ortak birleştirici olarak cazibesini kaybetmiş ve onun yerini Türk milliyetçiliği almıştı. Atatürk’ün ideolojisinin veya Kemalizm’in getirdiği monoetnik (teketnisiteli) Türk kimliği, “Türk ırkının” “doğuştan” gelen üstünlüğünü ortaya koymak ve Kürt kimliğini ortadan kaldırmak üzere hızlı ve soluksuz bir kampanya başlatan yeni rejimin başlıca motor ilkesini teşkil ediyordu. Atatürk’ten sonra devletin başına geçen İsmet İnönü de 1925 yılında şunu ilân ediyordu;

Biz açıkça milliyetçiyiz… ve milliyetçilik bizim yegâne birleştirici faktörümüzdür. Türk çoğunluğu karşısında diğer unsurların hiçbir etkisi yoktur. Ülkemizde yaşayanları ne pahasına olursa olsun türkleştirmeliyiz. Ve ‘le turquisme Türklerine karşı çıkanları yok edeceğiz (Meiselas 124).

Aradan 70 yıl geçmesine rağmen, bu şövenizm ve dışlayıcı milliyetçilik, Türk devletinin resmi politikası olmaya devam ediyor.

Türkiye’nin yeni sınırları güvence altına alınır alınmaz, Atatürk, hükümetin Kürt üyelerini üyelikten atmaya ve Kürt nüfusunu asimile etmeye başladı. “1924 gibi erken bir tarihte, tüm Kürt okulları, dernekleri, yayınları, dinsel ocakları ve medreseleri bir kararname ile yasaklanıyordu” (İsmet 9). Sonraki yıllarda Kürtler Türkçe öğrenmeye zorlandı ve Kürt dili yasadışı oldu. Kürtçe isimler Türkçe isimler ile değiştirildi. Sözlüklerdeki Kürtçe sözcükler, sözlüklerden silinip çıkarıldı. Kürtler resmiyette “dağ Türkleri” olarak damgalandı.

Atatürk, Kürtlerin bir Türk boyu olduğunu kanıtlamak üzere, tarih okulları kurdu. “Türk ırkı”nın üstünlüğü düşüncesini bir inanç haline getirme ve böylelikle Türk milliyetçiliğini güçlendirme çılgınlığı çerçevesinde, kısa bir süre sonra tarihçiler ve aydınlar (Türklerin dünyadaki tüm uygarlığın kurucusu olduklarını iddia eden) Türk Tarih Tezi ve (tüm dünya dillerinin Türkçe’den doğduğunu iddia eden) Güneş Dil Teorisi gibi kavramlar geliştirmeye başladılar (Beşikçi 19). 1930’lu yıllarda Adalet bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk’ün milliyetçi niyetini özetleyen çu açıklamada bulunuyordu:

Biz adına Türkiye denilen, dünyanın en özgür ülkesinde yaşıyoruz. Sizin vekiliniz olarak, gerçek inançlarımı hiç çekinmeden ifade edebileceğime inanıyorum: Türklerin bu ülkenin biricik sahipleri, biricik efendileri olmaları gerektiğine inanıyorum. Saf Türk soyundan gelmeyenler bu ülkede yalnızca tek hakka, hizmetçi ve köle olma hakkına sahip olabilirler (Chaliand 56).

Irkçı ve dışlayıcı yönelimlerle zorla dayatılan “Türkleştirme” kampanyası karşısında dehşete kapılan Kürtler ayaklanmalara başvurdu. 1925 ile 1939 yılları arasında gerçekleştirilen üç temel Kürt ayaklanması ve köylü ayaklanmaları, acımasız bir şekilde bastırılmış, geride binlerce ölü ve milyonlarca sürgün bırakarak sona ermişlerdi (5356). Ayaklanmaların en şiddetlisi, 1937 yılındaki Dersim ayaklanması olmuştu. Kürt direnişine karşı bu kez gerçekleştirilen vahşetin derecesi inanılmaz boyutlardaydı. “Aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu binlerce Kürt vahşice öldürüldü; diğerleri, ki bunların önemli bir kısmı çocuktu, Fırat Nehrine atıldı; daha az düşman olan diğer bölgelerdeki binlerce Kürt ise, önce hayvanlarından ve mallarından edildi, ardından da orta ve batı Anadolu’daki vilayetlere sürgün edildi” (McDowall 209). Uygulanan baskı yöntemleri arasında gaz bombalarının kullanılması ve ormanların yakılması gibi yöntemler de vardı. Toplam 40.000 kişi katledilmişti (209).

Türk devletinin politikaları böyle kampanyalarla da sınırlı değildi. Devlet ayrıca, Bozkurt hareketi türünden aşırı sağcı ve faşist çetelerin kurulmasını teşvik eden şövenist ideolojilere de başvuruyordu. Bu tür çeteler, “Türkçe dışında herhangi bir dil konuşmasa bile, damarlarında Türk kanı taşımayan biri Türk değildir” yaftası altında, Kürt halkını, ayırım gözetmeksizin terörize ettiler. Öte yandan Kürtler aynı zamanda, devlet destekli akademik kurumların ve medyanın uyguladığı sürekli bir küçümsemenin ve önyargının öznesi haline gelmişti. Tarih profesörleri de, Kürtleri, kendi “Türkçe dillerini ve giysilerini” unutarak, geri kalmış olan Türk kökenli bir halk olarak ilân etmekte gecikmediler. En büyük günlük gazete olan Hürriyet gibi gazeteler, her gün ön sayfalarına “Türkiye Türklerindir” gibi cümle şeritleri koydular. Atatürk’ün ünlü “Ne mutlu Türküm diyene” sözü Kürt köylerine ve şehirlerine bakan dağların yamaçlarına kadar kazındı.

1980 yılındaki askeri darbeyle birlikte Türkiye’deki Kürtlerin durumu kayda değer biçimde kötüleşti. 1980 ile 1982 yılları arasında 81. 000 Kürt tutuklandı ve Türk ordusunun üçte ikisi Kürdistan’da konuşlandırıldı (414). Aynı dönemde yalnızca Diyarbakır (Türkiye’deki en büyük Kürt şehri) cezaevinde “40’ı aşkın Kürt tutuklu sırf ‘Ne mutlum Türküm diyene’ demeyi reddettikleri için işkence ile öldürüldü” (Beşikçi 5). Bunlar Kürdistan’ın her tarafında yaygın olan uygulamalardı.

Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) 1984 yılında başlattığı savaştan bu yana, Türkiye’deki Kürt bölgelerde 38.000’i aşkın insan öldürüldü ve bunların çoğu Kürt sivillerdi. Aynı dönemde yaklaşık 3.000 Kürt köyü ve binlerce dönümlük tarım arazisi yakılarak tahrip edildi. Yaklaşık olarak 3 milyon Kürt, köylerinden zorla çıkarılarak batıdaki Türk şehirlerine sürgün edildi. Buna rağmen Türkiye, Kürtlerin ulusal ve kültürel özgürlükleri için verdikleri mücadeleye karşı sürdürdüğü kampanyalarda yalnız değildir. Batılı güçler, özellikle de ABD Türk hükümetini ve silahlı kuvvetlerini açıkça ve kapsamlı bir şekilde desteklemiştir. Türkiye, PKK liderinin yakalandığı 1999 yılına kadar, ABD silahlarının ve yardımlarının başlıca alıcısıydı. Üstelik de, ABD yapımı silahlarla Kürtlere baskı yapıldığı yönünde, neredeyse tüm insan hakları gruplarının ellerinde bulgular olmasına rağmen.

Tıpkı Irak ve Türkiye’deki Kürtler gibi, İran Kürtleri de, modern ulusdevlet ilkesini temel alan bir merkezi hükümet kurmaya çalışan Şah Rıza hükümeti tarafından dayatılan şiddetli baskılara maruz kalmışlardır. Şah Rıza hükümeti de benzer yöntemler kullanarak Kürtlere “Fars” kültürünü dayatmaya çalışmıştır.

İngiliz ve Rus orduları 1941 yılında İran’ı işgal ederek Şah Rıza rejiminin yerine geçti. Kürtler bu fırsattan yararlanıp yeniden örgütlendiler ve Ocak 1946 yılında, İran Kürdistan Demokrat Partisi’nin (KDPİ) bayrağı altında ve Rusya’nın da yardımıyla bağımsız Mehabad Kürt Cumhuriyeti’ni kurdular. Ama bu kırılgan Kürt devleti uzun ömürlü olamadı. Mehabad Kürt Cumhuriyeti İngiltere ve Tahran hükümetinden bazı tavizler elde ettikten sonra, Aralık 1946’da Ruslar Kürtlerden desteğini çektiler ve böylece Mehabad Kürt Cumhuriyeti İran ordusunun işgali ile birlikte yıkıldı (Chaliand, 1978, p.121). Batı bir kez daha, Kürtlerin kendi siyasal istemlerini belirleme hakkının inkâr edilmesine doğrudan karışmış oldu.

Kürtlere yapılan baskılar, sonraki yıllarda, CIA destekli SAVAK (İran Gizli Polisi) acımasız denetimi altında daha da yoğunlaştı. KDPİ ve Devrimci Kürt İşçileri Örgütü (Komela), Şah’ı deviren 1979 yılındaki devrime kadar silik bir profil sergilediler. Ulusal baskıya karşı mücadele etmiş olan Kürtler, İran Devriminde önemli bir rol oynadılar. Kürtler Şah yönetimine karşı ayaklanan ilk halk olmakla kalmayıp, aynı zamanda “Kürdistan, bölgeyi devrimci coşkunun yayılabileceği siyasal bir merkez olarak gören İranlı ilerici güçler için bir çekim merkezi oldu” (Malek 84).

Ne var ki, Ayetullah Humeyni liderliğindeki yeni hükümet, iktidara gelir gelmez, daha önce Kürtlere özerklik sözü vermiş olmasına rağmen, Kürtler baskının başlıca hedeflerinden biri haline geldiler. Kürt özerkliği yönündeki talepler reddedildi ve Eylül 1979 yılına gelindiğinde, Tahran’daki yeni hükümet, Kürdistan’a yönelik olarak yoğun bir savaş başlatmıştı. Hükümet, Kürt köylülerine karşı soykırıma başvurmuş, Kürt aktivistlerini dağa çıkmak zorunda bırakmış, devrim esnasında yeniden yayına başlamış olan tüm Kürt yayınlarını kapatmıştı, Kürt tutukluları kurşuna dizmiş ve siyasi liderlere suikastlar düzenlemişti (O’balance 62). Devrimden neredeyse iki yıl sonra, yeni rejimin kuvvetleri tarafından öldürülen Kürtlerin sayısı 10.000 gibi yüksek bir rakama ulaşmıştı. Yeni rejim, iktidarını sağlamlaştırdıkça, Kürtlere yönelik baskı da yoğunlaşarak devam ediyordu.

Yaşadıkları tüm ülkelerde Kürtlere yapılan baskı, yalnızca ırkçı uygulamalar ve askeri kuvvet kullanımı ile sınırlı değildir; bu baskının aynı zamanda sosyal ve ekonomik bir boyutu da vardır. Kürtlerin demokratik haklar için çeşitli taleplerde bulundukları ülkelerin neredeyse tümünde, Kürt bölgelerini ekonomik olarak geride bırakmak için kasıtlı politikalara başvurulmuştur. Bu tür politikalar, muazzam miktardaki Kürt işgücünün sömürülmesini kolaylaştırmış, Kürtleri yoğun bir ayrımcılık ve ırkçı saldırılarla yüz yüze bırakmıştır. Bu devletlerin resmi politikalarından dolayı ve de bölgede devletleşmenin ortaya çıkmasından bu yana onların Batılı müttefiklerinin onayıyla birlikte, demokrasi ve eşit yaklaşımlar, Kürtler için adeta bir lüks haline gelmiştir.

Kendi ulusal ve demokratik haklarının inkâr edilmesinden dolayı, Kürt halkının son 85 yıl içinde büyük acılar çektiği ve marjinalize edilerek dünya politikasına iştirak etmekten alı konulduğu açıktır. Ancak en az bunun kadar önemli bir husus da şudur; bu inkârın ulusal ve uluslar arası barış ve güvenliğe katkıda bulunması şöyle dursun, tamamen ters bir etki yaratmıştır. Yukarıda da ortaya konulduğu gibi, Kürtlerin yaşadığı her ülke bir çatışma ve kargaşa durumu içinde olmuştur. Bu çatışmalar, Kürtler için muazzam bir insan kaybına mal olmasına ek olarak, başka sosyal ve ekonomik sonuçlar da doğurmuşlardır. Örneğin yalnızca Türkiye’de, 1990 yılı ile günümüz arasında, Kürtlere karşı sürdürülen savaşta 100 milyar ABD Dolarını aşkın bir para harcanmasına ek olarak, Türk hükümeti Kürt meselesini, kendi Kürt olmayan yurttaşlarının demokratik haklarını gasp etmenin gerekçesi olarak kullanmıştır.

Türkiye’de 1940’lı yıllarda çok partili sisteme geçilmesinden bu yana, nihai karar mercii olan ordu üç kez darbe yaparak parlamenter sistemi geçici olarak askıya almıştır, mevcut Anayasanın yazarı da yine ordudur. Kürt meselesi her defasında, Türkiye’nin her tarafında demokratik özgürlüğü askıya almak üzere ordunun müdahalesi için bir neden olarak kullanılmıştır. Kürt sorununun bir gerekçe olarak kullanılması, derinlere kök salmış milliyetçi duygulara hitap ettiği için başarı getirmektedir. Böylesi kampanyalar, “sanayi ile ilgili bir tartışmada, etnik boyuttan dolayı Batman’daki kendi yerel görevlilerini desteklemeyi reddeden” Petrolİş  gibi demokratik Türk sendikaları içinde bile başarılı olmuştur (McDowall 440).

Kürdistan’ın jeopolitik yerleşimi ve onun beş ülke arasında paylaşılmış olması, aynı zamanda Kürdistan’ı işgal eden ülkeler arasında uluslararası çatışma riskini arttırmaktadır. İran, Irak, Suriye ve Türkiye tarihten beri aralarındaki ihtilaflarda Kürtleri bir rehine gibi kullanmışlardır. Pakistan ile Hindistan arasında iki savaşa neden olan Keşmir sorunundan farklı olarak, Kürdistan’ın durumu şu ana kadar onu işgal etmiş olan devletlerden hiçbiri arasında bir savaşa yol açmamıştır. Buna rağmen, ikisi de Keşmir’in ortak işgalcileri olan Pakistan ve Hindistan’a benzer şekilde, Kürdistan’ı işgal eden ülkeler de, birbirlerine karşı, kimi zaman sıcak çatışmanın eşiğine gelen bir soğuk savaş içinde olmuşlardır. Türkiye’nin ordusunu Suriye sınırına yığdığı ve Suriye’yi PKK’ye verdiği desteği kesmezse onu işgal etmekle tehdit ettiği 1998 yılı, bu sıcak çatışma olasılığı örneklerinden biriydi.

Ne var ki, gelecekte Kürtlerin kayda değer bir askeri güç elde ettikleri ve bu güçten vazgeçmeyecekleri, yeni hükümete sahip gelecekteki bir Irak ile Türkiye arasındaki bir savaş aynı kolaylıkla önlenmeyebilir. Şu ana kadar, ABD’nin Irak’taki varlığı ve Türkiye’ye uyguladığı yoğun baskı, bu NATO üyesinin Irak Kürdistanı’nı işgal etmesini engellemiştir. Irak’ta bir hükümet işbaşına geldiğinde ve Irak Kürtleri, artık ABD’nin herhangi bir işine yaramadıklarında, bu durum hızla değişebilir. Böylece, Kürtlerin selfdeterminasyon hakkının inkâr edilişi, bölgenin sürekli olarak çatışma ve istikrarsızlık içinde olmasını güvence altına almaktadır. Uluslararası toplum, selfdeterminasyona, kavramın ilk ortaya çıktığı zamanki demokratik prensipleriyle daha uyumlu olan yeni bir yorum getirip, bu ilkeye hayatiyet kazandırmadığı ve bu ilkenin farklı kıtalarda eşit bir şekilde uygulanması doğrultusunda irade ortaya koymadığı sürece, uluslararası barış ve demokrasinin yaygınlaştırılması doğrultusundaki çabalar beyhude kalacaktır. 

Sonuç

Modern devletler 1648 yılında imzalanan ve 30 yıllık bir kaos ve çatışma dönemini sona erdiren Westfalya barışının ardından yegâne siyasal örgütlenme biçimi olarak ortaya çıkmalarına rağmen, devletleşme doğrultusundaki uluslaşmanın siyasallaşması ancak 1800’lü yıllarda başladı. Devletlerin mi ulusları yarattığı, yoksa tersinin mi söz konusu olduğu noktası çokça tartışılmış olmasına rağmen, uluslar toplumların ekonomik ve sosyal dönüşümü için gerekli bir unsur oldu.

Aynı zamanda, bu dönüşümü uygun bir şekilde gerçekleştirebilmek için, ulusdevlet formasyonu, Fransız Devriminde de görüldüğü üzere, halkın feodal ve dinsel odaklardan bağımsızlaşıp, Kralların hükümranlığını ellerinden aldıkları bir süreç olarak demokratik bir içeriğe de sahipti. Ne var ki, bu demokratik içerik, sağlam bir şekilde kurulmuş devletlerin ihtiyaçlarına hizmet ettiği için, kültürel bir temele dayalı dışlayıcı bir yurtseverlik tarafından biçimlendiriliyordu.

1919 Yılına gelindiğinde selfdeterminasyon hakkı tüm halklar için demokratik bir hak olarak, bir dünya savaşına sürüklenmiş olan Avrupa’da barışı sağlamanın temel bileşeni haline gelmişti. Bu süreç, Milletler Birliği’nin yanı sıra, Avrupa ve Balkanlarda bir çok yeni devletin kurulmasına yol açtı. Ancak, Avrupa’da barış güvence altına alındıktan sonra, selfdeterminasyon nosyonu da, geri plâna düştü. Batılı güçler, sömürgeler ve büyük devletlerin koruması altındaki küçük devletler üzerine cereyan eden çatışmalar boyunca, üzerinde yaşayan halkların bileşimini ve o halkların istemlerini dikkate almaksızın toprakları bölmeye devam ettiler.

Buna rağmen, halklar kendi kurtuluşları için mücadele ettiklerinde, etnik ve ulusal örgütlenmelerin bu mücadele için hayati araçlar olduğu kanıtlanmış oldu. Ulusal kurtuluş doğrultusunda giderek artan talepler, uluslararası yasal arenada belli bir muğlaklık yarattı. Selfdeterminasyon hakkını ilân eden birçok BM anlaşmasına rağmen, uluslararası toplum böylesi talepleri benimseme niyetinde değildi. Ne var ki, 1990’lı yıllarda Sosyalist blokun çökmesiyle birlikte, ulusal sorun, artık gözardı edilemeyecek şekilde doruğa çıktı. Böylece, birçok yeni ülkenin BM saflarına katılmasına izin verilmekle kalmayıp, ama aynı zamanda uluslararası yasal araştırmacılar ve Kanada Yüksek Mahkemesi ve Afrika Uluslararası Mahkemesi gibi hukuki yapılar, dar anlamda da olsa, selfdeterminasyon hakkını tanıdılar.

Ne var ki, Kürt örneğinin de gösterdiği gibi, selfdeterminasyonun uluslararası plândaki kabulünün, mevcut dar ve istisnai çerçevenin dışına çıkması gerekmektedir. Kürtler, farklı halklardan tek ve uyumlu bir milliyet yaratmaya çalışan, egemen devletler tarafından kendilerine tekrar tekrar dayatılan soykırım kampanyalarına maruz kalmışlardır.

Başkalarının asimilasyonu ve ortadan kaldırılmasına dayanan böylesi bir devletleşme nosyonu, demokratik ilkelere yer bırakmayan kapalı ve aşırı milliyetçi hareketlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Batılı güçler, kaderlerinden doğrudan sorumlu oldukları halklara yardım etmek yerine, esasen Kürtlerin verdikleri mücadele boyunca, her adımda Kürtlere baskı yapanlara yardım ederek onların işlerini kolaylaştırmışlardır. Böylesi politikalar Batılı güçlerin benimsediği liberal demokrasinin normlarına ve Birinci Dünya Savaşından önce ve savaşın hemen sonrasında öngördükleri selfdeterminasyona aykırıdır.

İnsan hakları paradigmasının ötesine geçen ve demokratik katılımı maksimum düzeye çıkarmayı amaçlayan uluslararası ölçekli, pozitif ve açık bir selfdeterminasyon hakkı, bugün, mevcut yasalar çerçevesinde, durumları ayrılma kriterlerini de dar anlamda uyan Kürtlerin karşı karşıya bulunduğu türden sorunların çözümü için son derece faydalı olacaktır. Mutlak demokrasi temelinde ve uluslararası yasalar çerçevesinde pozitif bir selfdeterminasyon hakkı, demokratik olmayan stratejik çıkarlara uyan legal yorumların zeminini de ortadan kaldıracaktır.

Batılı ve Batılı olmayan güçlü devletlerin uyguladığı çifte standartlılık, ancak bu şekilde ortadan kaldırılabilir. Kürtlerinki gibi durumları araştıran ve onlara haklarının verilmesini sağlayan tek ve zorlayıcı bir uluslararası hukuk mekanizmasının bulunmadığı koşullarda bu yöntem daha da önem kazanmaktadır. Bunun yanı sıra, demokratik bir norm olarak pozitif bir selfdeterminasyon hakkı, dışlayıcı olan ve yukarıda, Türklerin tutumuyla ilgili olarak belirtildiği üzere, “üstün ırk” gibi yanlış bir temele dayanan milliyetçiliğin nötralize edilmesi bakımından da epeyce mesafe kastedilmesi anlamına gelecektir.

Böyle bir hak, özellikle de coğrafi ve demografik farklılıklardan dolayı, her durumda pratik bir uygulama alanı bulmayabilir, ancak, insan hakları anlaşmalarının güçlü biçimde uygulandığı durumlarda ırksal ve etnik temele dayalı baskıların önlenmesinde hayati bir rol oynayabilir. Buna rağmen, günümüzde ciddi siyasal, sosyal ve ekonomik sonuçlar doğuran etnik çatışmaların önemli bir çoğunluğu, pozitif selfdeterminasyon hakkından faydalanabilecek bir durumda olacaktır. Böyle bir hak olmaksızın etnik çatışmalara hiçbir çözüm bulunamaz.

* Araştırmacıyazar

Kurdish Media.com, Temmuz 2003 

İngilizce’den çeviren: Cemal Atila

 

Referanslar

ElKaradaği, Mustafa, Kurdistan Times No 1. Farifax: AlKaradaghi, 1990.

Anderson, Benedict, Imagined Communities [Hayali Toplumlar]. Londra: Verso Editions, 1983.

Arrighi, G., “The Three Hegemonies of Historical Capitalism”[Tarihsel Kapitalizmin Üç hegemonyası], S. Gill, ed. Gramsci, historical materialism and international relations içinde, Cambridge, Cambridge University Press, 1993.

Beiner, Ronald S., “SelfDetermination: Some Cautionary Remarks Concerning the Rhetoric of Rights” [SelfDeterminasyon: Haklar Retoriği Hakkında Kimi Uyarıcı Notlar], Moor, Margaret içinde. (ed), National Self Determination and secession. New York: Oxford Press, 1998.

Berberoglu, Berch, ed. The National Question [Ulusal Sorun]. Philadelphia: Temple University Press, 1995.

Beşikçi, İsmail, Selected Writings Kurdistan & Turkish Colonialism [Seçme Yazılar Kürdistan ve Türk Sömürgeciliği]. Londra: Black Rose Press, 1991.

Bromley, Simon, Rethinking Middle East Politics [Ortadoğuyu Yeniden Düşünmek]. Büyük Britanya: Polity Press, 1994.

Buchanan, Allen, “Democracy and Secession” [Demokrasi ve Ayrılık], Moor, Margaret içinde. (ed), National SelfDetermination and secession. New York: Oxford Press, 1998.

Bulloch, John and Harvey Morris, No Friends But the Mountains [Dağlardan Başka Dost Yok]. New York: Oxford, 1992.

Chaliand, Gerard, ed. People Without a Country [Ülkesiz Halk]. Londra: Zed Press, 1978.

Cobban, Alfred, The Nation State and National Self Determination [Ulus Devlet ve Ulusal Self Determinasyon]. (gözden geçirilmiş baskı 1969.)

Cox R. W. Production, Power and World Order [Üretim, İktidar ve Dünya Düzeni], New York: Columbia University Press, 1987.

Davis, Horace B., Toward a Marxist Theory of Nationalism [Marksist bir Milliyetçilik Teorisine Doğru]. New York: Monthly Review Press, 1978.

Dugard, John, “Secession: is The Case of Yugoslavia A Precedent for Africa?” [Ayrılma: Yugoslavya Örneği Afrika’dakinin Habercisi midir?] (1992) 5 African Journal of International and Comparative law 163

Eagleton Jr., William. The Kurdish Republic of 1946 [1946 Kürt Cumhuriyeti]. Londra: Oxford, 1963.

Ergil, Doğu, Attitudinal Survey Among the Kurds of Turkey [Türkiye Kürtleri Arasında Davranışsal Araştırma]. Ankara Üniversitesi, 1995.

Fleishman, Jeffrey, “A Weary Readiness For War” [Yorgun Bir Savaş Hazırlığı] LA Times, 10 Mart 2003.

Fyson, George, ed. Lenin’s Final Fight [Lenin’in Son Kavgası]. New York: Pathfinder Press, 1995.

Gellner, Ernst, “Nationalism and Politics in Eastern Europe” [Doğu Avrupa’da Milliyetçilik ve Politika], Left Review no 189 içinde, 1991.

Gunter, Michael M., The Changing Kurdish Problem in Turkey [Türkiye’de Değişen Kürt Sorunu]. Londra: The Research Institute for the Study of Conflict and Terrorism, 1994.

Gunter, Michael M., The Kurds of Turkey [Türkiye Kürtleri]. Boulder: Westview Press, Inc., 1990.

Gunter, Michael M., The Kurds of Iraq [Irak Kürtleri]. New York: St. Martin’s Press, 1992.

Harris, Nigel, National Liberation [Ulusal Kurtuluş]. Londra: I.B. Tauris & Co. Ltd., 1990.

Hobsbawm, E.J., Nations and nationalism since 1780 [1780’den beri uluslar ve milliyetçilik]. Büyük Britanya: Cambridge University Press, 1993.

İmset, İsmet G., The PKK: Freedom Fighters or Terrorists? [PKK: Özgürlük Savaşçıları mı, Teröristler mi?]

Kinnane, Derk, The Kurds and Kurdistan [Kürtler ve Kürdistan]. Londra: Oxford, 1964.

Lenin, V.I., On The National Question and Proletarian Internationalism [Ulusal Sorun ve Proletarya Enternasyonalizmi Üzerine]. Moskova: Novosti Press Agency Publishing House, 1970.

Lowy, Michael, Fatherland or Mother Earth [Anavatan mı, Yeryüzü mü]? Londra: Pluto Press, 1998.

Luxemburg, Rosa, The National Question [Ulusal Sorun]. New York: Monthly Review Press, 1976.

Luxemburg, Rosa, Rosa Luxemburg Speaks [Roza Lüksemburg Konuşuyor]. New York: Pathfinder Press, 1970.

Malek, Muhammed H, “Kurdistan in the Middle East Conflict” [Ortadoğu İhtilafında Kürdistan]. New Left Review 175 (MayısHaziran 1989): 7994.

McDowall, David, A Modern History of the Kurds [Modern Kürt Tarihi]. Londra: I.B. Tauris & Co Ltd, 1996.

Meiselas, Susan, Kurdistan in the Shadow of History [Tarihin Gölgesinde Kürdistan]. New York: Random House, 1997.

Miller, David, “Secession and the Principle of Nationality” [Ayrılma ve Milliyet İlkesi]. Moor, Margaret içinde (ed), National SelfDetermination and secession. New York: Oxford Press, 1998.

Moor, Margaret, “The Ethics of Secession and a Normative Theory of Nationalism” [Ayrılık Etiği ve Normatif bir Milliyetçilik Teorisi]. Canadian Journal of Law and Jurisprudence Vol. XIII, No.2 içinde (Temmuz 2000).

Mutua, Makau, “Africans Have Learned the Hard Way That Ethnic Rivalries cannot be Erased” [Afrikalılar Etnik Düşmanlıkların Silinemeyeceğini Acı Biçimde Öğrendiler] The Boston Globe, 21 Nisan 1999.

O’Ballance, Edgar, The Kurdish Struggle 192094 [192094 Yılları Arasında Kürt Mücadelesi]. New York: St. Martin’s Press, 1996.

Okafor, Obiora Chinedu, “Entitlement, Process, and Legitimacy in the Emergent International Law of Secession” [Gelişmekte Olan Uluslar arası Ayrılık Hukukunda Yetkilendirme, Yöntem ve Meşruiyet]. International Journal on Minority and Group Rights 9: 4170 içinde, 2002

Olson, Robert, “The Kurdish Question Four Years On: The Policies of Turkey, Syria, Iran and Iraq” [Dört Yıl Sonra Kürt Sorunu: Türkiye, Suriye, İran ve Irak POlitikaları]. Middle East Policy Vol. III 3, 1994.

Orentlicher, Diane F, “Seperation Anxiety: International Responses to EthnoSeperatist Claims” [Ayrılık Huzursuzluğu: EtnoAyrılıkçı İddiara Uluslararası Tepkiler] Journal of International Law 1 (1998) 23 Yale.

Pelletiere, Stephen, The Kurds An Unstable Element in the Gulf [Kürtler Körfezde İstikrarsız bir Unsur]. Boulder: Westview Press, Inc., 1984.

Rayne, Trevor, “Kurdistan – The sstruggle for national liberation” [Kürdistan – ulusal kurtuluş mücadelesi]. The New Warlords from the Gulf War to the Recolonisation of the Middle East. Londra: Larkin Publications, 1994.

Shaw, Malcolm, Title to Territory in Africa [Afrika’da Toprak Hakkı], International Legal Issues 1986.

Stalin, Jozef, Marxism and The National Colonial Question [Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu]. International Publishers, n.d.

Steiner, Henry J, ve Alston, Philip, International Human Rights in Context Law Politics and Morals [Hukuk Politika ve Ahlak Bağlamında Uluslar arası İnsan Hakları], İkinci İlave, New York: Oxford Univers,ty Press, 2000.