I. Sultan Ahmet (1603-1617) döneminde küçük yaşta devşirilmek üzere saraya alınan Melek Ahmet, aslen Abaza’dır. Evliya Çelebi’nin annesi ile Melek Ahmet’in anneleri sütkardeşleri olduklarından akraba sayılırlar. Bu akrabalıktan dolayı Evliya, Diyarbakır, Mardin, Sancar, Bitlis ve Van bölgelerinde Seyahatname’sini yazarken adeta Paşa’nın hizmetindedir ve ganimetlerden kendisi de pay alırken çocuklar gibi sevinmektedir.

Melek Ahmet, sarayda Enderun okulunu bitirip  “Silahtar” göreviyle ortaya çıkmıştır.  İlk görevi 1639’da Vezirlik rütbesi ile Diyarbakır Paşa Sancağı’na valiliktir. 1639’da IV. Murat’ın en şaşaalı dönemidir. Bağdad’ı Fethetmiş, Bitlis’in Paşa Hamamı’nda yıkanmış, Diyarbakır’ın büyük evliyalarından Şeyh Aziz’i öldürtmüş, Kanuni’den sonra en güçlü ve en kararlı Sultan’dır.

IV. Sultan Murad Kasr-i Şirin antlaşmasından sonra Osmanlı topraklarını İran’ın sürekli müdahalelerine karşı garantiye almış ve artık Kürdistan beylerinin özel ordularına pek ihtiyaç duymadığı için, “1514 Amasya Antlaşmasını ve Kanuni’nin Emr-i Şerifi”ni unutarak, Kürdistan’ı bir sömürge olarak görmeye ve zenginleşen şehirlerine, debdebeleşen saray ve bilinçlenen beylerine karşı harekete geçmeyi planlamış olacak ki; Osmanlı da en acımasız ve aç gözlü devşirme Melek Ahmet Paşayı Diyarbakır’a vezir rütbesi ile görevlendirmiştir.

Vikipedi -Özgür Ansiklopedisi’nden anlaşıldığına göre 1639’da Vezirlik rütbesi ile Diyarbakır Eyalet Valisi olarak görev alıyor. 1641’de Bağdat valiliğine atanıyor, 1642-1644 de Şam Eyalet Valisi oluyor, 1644’te İstanbul’a dönüp IV. Sultan Murat’tan yetim kalan İsmihan Kaya Sultan adındaki kızıyla evlenip Saraya damat oluveriyor. 1645’te (aynı yılda) ikinci kez ve 1646-1648 da üçüncü kez olarak Diyarbakır’a Vali olarak görev alan bu açgözlü ve yağmacı despot, 1648’de ikinci kez Bağdat’a tayini çıkıyor ve Kasım 1649’da görevden alınıyor. Kasım 1650’de üçüncü kez Bağdat’a tayini çıkınca gözünü daha büyük bir göreve diktiğinden dolayı Bağdat valiliğinden sarfınazar edip, 1650-1651’de bir yıl 17 gün sadrazamlık görevinde bulunuyor. Damat Bey, Valide Sultan’ların onaylarıyla (Kösem Sultan ve Turhan Sultan) Baş Vezirliğe terfi ediyor.

Osmanlı Hazinesi boşalmış; bu bomboş hazineyi doldurmak için esnafı vergilendirmeye ve Qarûn gibi zenginleşen devlet ekâbirlerinin hazineye katkı sunmaları istenmiş ama bu teşebbüsler isyanlarla sonuçsuz kalmıştır. IV Sultan Mehmet dönemidir. Bu Sultan, annesi Turhan Sultan’ın kucağında ve 4 yaşında tahta çıkması sebebiyle işi gücü avcılıktır ve hala 10 yaşındadır.  Valide Sultan’lar damatlarını Sadrazamlık görevinden alıyorlar. Aynı yıl, 1651’de, Silistre Muhafızlığına atanıyor, 1652’de Rumeli Beylerbeyliği görevinde bulunuyor, 1653’te Kubbealtı veziri görevini ifa etmek üzere İstanbul’a dönüyor,  1654’te İstanbul Sadaret Kaymakam’ı olarak başka bir görev alıyor ve aynı yıl, yani 1654 yılında Van Eyalet Valisi olarak Kürdistan’ı baştanbaşa soymak, Kürt Beylerinin gözlerini korkutmak ve özellikle Bitlis Beyliğini ve Sincar’daki Yezidileri sindirmek üzere göreve başlıyor.

O, Diyarbakır da, Bağdat ve Şam’da görev almış, Kürtleri ve Arapları yakından tanımıştır. Şimdi de Van’a gidecek, Van’da görev alınca Bitlis Hükümeti ona tabi olacak ancak; Vana gitmeden Diyarbakır Paşalığının sınırları içinde bulunan Sincar Yezidilerini soyacak, sindirecek, esir edecek ve soykırıma tabi tutacaktır. Çünkü Sincar Yezidi’dir ve onlara göre Yezidiler kâfirdir. Bu kâfirlik deyimini Evliya Çelebi sıkça kullanmaktadır. Sünni olan Bitlis Hükümeti’nin üzerine gittiğinde de yine Abdal Han’ı Yezitlikle itham etmişlerdir. Osmanlıların bir taktiğidir bu söylem. Hala da Kürdistan’ın 4 parçasını boyunduruk altında tutanlarca bu zihniyet ve bu vahşiyane anlayış orta yerde durmaktadır.

İyi ki Evliya Çelebi bu kural tanımaz soyguncunun yanındadır ve iyi ki Evliya isteksiz de olsa onun despotluğunu meşru sayarak ve yaptıklarıyla övünerek anlatmaya çalışmıştır. Melek Ahmet Paşa’nın kötü tarafı yanında, Evliya Çelebi’nin onun hizmetinde olması bizim için önemli bir tesellidir. Çünkü Evliya olmasaydı bizim 17. asrın ikinci yarısında Kürdistan’dan, Bitlis’ten ve hele Sincar’daki Yezidilerin soykırımından haberimiz olamayabilirdi.

Osmanlıda 3 Sultan ve 2 de Valide Sultanların dönemlerinde sınırsız yetkilerle ve acımasız diktatörlüğüyle görev alan bu Enderun Paşası ve Abaza devşirmesi, yaptıklarıyla övünse de Osmanlı Devleti tarihinde kapkara bir lekedir. Bir devlet böylesine zalim bir komutanıyla veya idarecisiyle nasıl övünebilir. Kafadan Sakat Sultan İbrahim, 4 yaşında tahta çıkarılan Şehzade Avcı Mehmet ve bu dönemi simgeleyen kösem Sultan ile Turhan Sultan’ların yönetimi ve de acımasız bir Abaza devşirmesinin Allahın lanetiyle çerçevelenen zalimlik ve gaddarlık levhası. Evet… Ben inanıyorum, bütün zalimlerin cinayet ve gaddarlıkla lanetlenen dosyaları görüntülü ve sesli olarak “Lavh-i Mahfuz” da saklıdır. Onlar, cehennem ateşinde yanarken, mazlumlar onları lanetleyerek yaptıkları haksızlık ve adaletsizliklerini teşhir edecek ve Allah insanlara seslenerek “İşte zalimlerin akibetleri budur.” diyecektir.

Eğer 1514 Kürt-Osmanlı antlaşmasını bilmezsem, eğer sadece Yapı Kredi Bankası (YKY) yayınlarında çıkan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin 1. cilt sayfa 86’den 104’e kadar, sadece 18 sayfalık bölümünü okumuş olsaydım hayatım boyunca Osmanlılardan nefret edecektim.

Tuhafıma giden şey; kendini ermiş bir evliya gibi lanse eden, güya Hz. Muhammed Peygamberimizi rüyasında görerek  “şefaat diyeceği yerde Seyahat ya Resulullah” diyen, bu Abaza Ermiş Müslüman (!), Sincar’ın yağma ve talanından kendisine düşen payından dolayı çocuklar gibi sevinmesidir. Bakınız kendisi adı geçen kitabının 104. sayfasında ne demiş:

“Bu hakire ganimet mallarından 7 katar deve, 7 kısrak, 3 zırh, 17 cacim nâm kilim, 3 adet kılıç ve 6 adet urban genci hizmetçi verdikten başka kendisinin (Paşadan söz ediyor) bir samur abdest kürkünü bağışladı. Hakire gayet sevgi gösterip bir nakışlı küçük çadır da bağışlayınca başka daire sahibi olduk. Hizmetçilerimizin aldıkları çeşitli eşya ve ganimetler ile çadırımızın içi ve dışı dolup 70 adet hayvan, katır ve değerli at sahibi olduk.” 

(Lütfen “ Günümüz Türkçesiyle YKY tarafından neşredilen 2 ciltlik yapıtın 1. cilt sayfa 86-104’ünü, 18 sayfanın tamamını okuyunuz. Bu 18 sayfayı okumakla Şengal’de Kürt Êzîdîlerine  yapılan ve kayda alınmış korkunç bir soykırıma ibretle şahitti olacaksınız.)

Evliya Çelebi ve Hezzo ( Kozluk )Hükümet Sancağı

Evliya’nın anlatımıyla Sincar Katliamı dönüşlerinde Diyarbakır halkı Muzaffer Orduyu çok sıcak karşılamış. Sözü Kendisine verelim: (Sayfa 105): (…)

“26.05.1655 günü gürültülü büyük bir alay ile bu kadar esirler ve bapirler, sekban ve sarıcaların zincirlerinde çekilip sürükleyerek Diyarbekir kalesine zaferle girilince paşanın yoluna ayak altına ipekler döşeyip hoş geldin kurbanları kesildi.” Diyarbakır Valisi Firari Mustafa Paşa’dır. Ertesi gün Melek Ahmet Paşa’ya düşen ganimet payını Evliyaya teslim edecektir, bakınız Evliyamız ne diyor:

“Ertesi gün Gazi Mustafa hakiri davet edip ganimet mallarından Melek Ahmet Paşa efendimize borcunu ödemek için 37 kese hakire verdi ve hakirden temessül (senet) aldı. Ve iki tavla kısrak, 50 katar urban deve, 7 katar katır, 10 adet güzel Gürcü kölesi, 150 adet küçük çadır, 15 adet nohudi sekban, sarıca ve karakullukçu çergeleri,10 adet nakışlı ağa çergeleri ve 2000 kadar Urban mızrakları ki her birisi Bağdat kargılarıdır.”

Evliya Çelebi Kürtçe bilmiyor. Kürtlerle de pek irtibatlı olduğu görünmüyor. Bazen çarşıda Pazar da halkın arasına dalsa da tercümanları, muhafızları ve özellikle şehirlerdeki yöneticilerin eğitimli adamları onu yalnız bırakmıyorlar. Diyarbakır’da, Mardin’de ve hele Sincar soykırım ve soygun seferlerinde bunları görüyoruz.

Farkîn (Silvan) ve Hezzo (Kozluk) tespitlerinde de doğru bulgulara ulaştığı söylenemez. Evliya’nın gezdiği Kürdistan’ın hemen bütün şehirlerinde büyük ulemalar, şehirlerinin geçmişini ve sosyal yaşamını tarif edebilecek düzeydedirler. Yönetimlerin her zaman olduğu gibi İstanbul’dan gelen Osmanlı Paşalarına kuşku ile yaklaştıkları bir yana Kürtlerin yabancılara yaklaşmak istemedikleri de bir gerçektir. Çünkü tarih boyunca ülkelerine gelen yabancılardan kötülük görmüşlerdir. “Roma Reş, Roma Bêbext” deyimi Kürtlerin hafızalarında çoktandır yer etmiştir. Burada genellikle Evliya’ya Osmanlı Paşa Sancakları’nda görevli istihbarat birimleri, Kürtlerden hoşnut olmayan gayrimüslimler, kendilerini Kürtlerden üstün görenler, Seyyahımıza yaklaşmışlardır. Bunun içindir ki tesbitlerin çoğu bulanık ve aslına uymayan afakî vurgular. Bitlis şehri bundan müstesnadir. Burada kontrol Abdal Han’ın elindedir ve kayda alınan raporu mutlaka gözden geçirilmiştir. Ayrıca Bitlis’e özel bir kıyak yaptığından dolayı ‘Han-î Âlîşan’dan’ bahşişini almıştır.

Tabii ki, bu arada ister istemez Kürdistan’ın diğer şehirlerini, yönetimlerini, kimler tarafından yönetildiklerini, çarşı pazarlarını ve hep yabancılar tarafından imar edildiklerini öne sürdüğü ve efsanevi hikâyelerle anlatılan kaleler, saraylar ve de her yönetimin az çok ordularını, asayişlerini ve de eşi benzeri olmayan yemek sofralarını, Kürt mutfağını ve bu mutfaklarda, saraylarda ve sosyal tesislerde hizmet veren -Seyyahımız tarafından köle olarak değerlendirilen- çalışanların Kürt olmadıklarını, genelde Çerkez, Abaza ve Gürcü olduklarını -kendisi Abaza olmasına rağmen- dile getiriyor olması da takdire şayandır.

Evliya Çelebi Şerefname’nin yazılışından 60 yıl sonra Kürdistan’dadır. Ayrıca gezdiği alanlar ve şehir merkezleri, Osmanlı kanunnameleri çerçevesinde ve Kürt-Osmanlı 1514 Amasya Antlaşması’na göre, ya Paşa Sancağı, ya Ekrad Hükümet Sancağı, ya Yurtluk ve Ocaklık Sancağı veya en azından Klasik Osmanlı Sancağı statüsündeler. Bu durumu inkâr etmiyor, yer yer dokunmak zorunda kalıyor ama fazla açmak da istemiyor.

Sincar Yezidileri de kanunnamelerin güvencesi içindeler ve bir avuç insan koskoca İmparatorluğa baş kaldırmamıştır. “Asayışsızlık ve başkaldırma”  iddiaları koca bir yalandır. Sadece ortada bir din çelişkisi var ve onları “kâfir” olduklarını bahane edip kendi kanun ve geleneklerini çiğnemektedirler. Seyyahımız de buna alkış tutmakta ve ‘Bapir’ diye tabir ettiği Yezidilerin dini reislerini -pirlerini- zincirlere bağlayarak, Sincar’dan ta Diyarbakır’a kadar atlıların arkasında sürükleyerek getirmekteler. Seyyahımıza göre sanki bu yapılanlar doğal ve meşru imiş gibi kayda geçmesi ve ganimetlerden faydalandırıldığında çocuklar gibi sevinmesi düşündürücüdür.

En azında bu bilgin, bu ilim adamı Melek Ahmet Paşa’nın hem hizmetkârı ve hem de raportörüdür. Belki de halka yansımayan raporları da gerek efendisi olan Melek Ahmet Paşa’ya ve gerekse Osmanlı Devletinin stratejik kurumlarına ulaştırılıyordur. Evliyamız %100 casustur.

Evliya Çelebi, kalkınmış, huzurlu, imarlı ve müttefik bir ülkede, inançlı, imanlı, insaflı,  mert ve cesur bir halkla beraberdir. Kendisi bile “Kürtler olmasaydı Osmanlılar zor tutunurdu” dediğine göre, olayı gayet iyi bilmektedir. Kürdistan’dadır. O, Kürtlerin Miladi 640’tan beri Müslüman olduklarını çok iyi bilmektedir. Abazalardan kendisi gibi bazıları olsa olsa devşirme yuvalarında Müslümanlaşmış olduklarını da kesinlikle biliyordur.

Kürtlerin Büyük İskender belasından önce İmparatorluk kurduklarını da bilir bu muhterem. Mezopotamya’da Hurrilerin, Mitanilerin, Urartuların şehirler kurduğunu, kaleler ve şatolar inşa ettiklerini ve Mezopotamya uygarlığında bu yiğit halkın katkıları olduğunu da bilir ve bilmesi de gerekir. Şerefname’yi okuduysa Miladi 837’de Sasun-Hezzo Vilayetleri ile Bitlis Vilayeti Ahlat’tan Noşîrevan’ın sülalesinden iki prensin getirilip kendilerine Kral seçtiklerini, bu prenslerin Sasani devletinin hükümdarlarının torunları olduklarını ve dolayısıyla Kürt asilzadelerinden olduklarını da  “Sultan” dediği Bitlis Hükümdarı Şeref Han’dan öğrenmiştir Evliyamız. Ama velakin Seyyahımız Hezzo (Kozluk) şehrinin  ve kalesinin isimlerini  “Zov” olarak veriyor. Oysa Şeref Han ta 9. yüzyılın başından Hezzo’yu, Hezzo, Hezzo Kalesini de Hezzo Kalesi olarak kaydediyor. Bu müthiş seyyah, çoğu kaleleri, dağları, kasırları, köprü ve konakları uyduruk şeylerle tarif ettiği bir gerçek, ancak, Hazzo Kalesinin tarifi ile bilerek ezberleri bozmaya ve karıştırmaya çalıştığı apaçık ortada.

Bitlis ve Sason/Hezzo yönetimleri kardeş yönetimlerdir. Karakoyunlu Kara Yusuf Mısır’dan kaçarak Bitlis Beyi Emir Şemseddin’in himayesine girmiş ve kendini Bitlis’te bir müddet saklamıştır.[1] Sultan Kara Yusuf kızını Emir Şemseddin’e vermiş, Emir Şemseddin de Avink ve Hasankale’yi kayınpederine vererek devlet kurmasına yardımcı olmuştur. Ama Seyyahımız Hezzo Kalesi için şöyle diyor (bak sayfa 115): Kale yapılmadan önce Karakoyunlu’dan Kara Yusuf Han’ın Kara Zov kabilesi o dağlarda yerleşik olduğu için Zov Dağı derlerdi. Onların toplanması sebebiyle bu Hezzo zemininde güzel bir şehir kurulunca Zov Şehri dediler vb. Yani nerdeyse Kürdistan dağlarının Türki işgalci despotlar tarafından yaratıldığını söyleyecek düzeyde konuları saptırmaktadır.

“Hezzo Kürdistan yönetimlerinden birinin payitahtı olduktan takriben 600 yıl sonra Kara Yusuf Kürdistan’a gelip Emir Şemseddin’in himayesinde devlet kuruyor, en çok 40-50 yıl bu gecekondu imparatorluk hükmediyor. Bu gecekondu devlet, Akkoyunlu Uzun Hasan tarafından yıkılınca da (1469) Karakoyunlular Kürdistan’ı terke mecbur kalıyor veya yok oluyor.  Seyyahımız da Kürdistan toprağı üzerinde 5000 yıldır yaşayan Kürtlerin dağlarına ve şehirlerine bir yabancı yürük aşiretinin ismini veriyor. İşte seyyahımızın vicdan terazisi gerçekleri bu şekilde tartıp ölçüyor.

Mervani Kürt Devleti aşağı yukarı Miladi 980’den 1080’e kadar Farkin’i başkent seçerek hükmetti. Şerefname’de bu devletin tarihçesi kısa da olsa verilmiş. Seyyahımız bu olayı görmüyor ama Haz. Nuh Peygamber’in tufanından sonra inşa edilen 3 şehirden biri Cudî de (Heştiyan) veya (Şernex- Şırnak=Şehr-i Nuh). İkincisi Sincar ve üçüncüsünü Meya Farkin olduğunu söyler ve Kürt dilinin Hz. Nuh Peygamberin ümmetinden Melek Kürdim’den kalmıştır” der. Yani dilimiz, dinimiz, ülkemiz ve şehirlerimiz Hz. Nuh zamanından beri bizimle hayat bulmuştur, ama birileri ülkemizi anlatırken biz yokmuşuz gibi davranmaları eğer kinayeli değilse, etraflarındaki anti Kürt zümrelerden, devlet yardakçılarından, özellikle dil ve eğitim konusunda hayli gelişen gayrimüslimlerden bu saçma sapan bilgileri almakta ve Kürtlerden Kürtleri sormaya yanaşmamaktadırlar. Nasıl ki bazen televizyonlarda aslen Türk olmayan Kafkas/Makedon asıllı gazeteciler, akademisyenler oturup Kürtler hakkında ahkâm kesiyorlar. Kimse Kürtlerden Kürt sorununun nasıl çözülmesi gerektiğini sormuyor.

Pekala biliyor ve görüyoruz ki Kürdistan’daki Kiliselerin günlük vukuat defterlerinde, hala daha Kürtlerin lamı cimi yoktur. Bazen kendi kendime soruyorum; acaba azınlıkların psikolojik tavırlarından mı kaynaklanıyor bu ters duruş. Mesela Konya’da Kürtler yerleşik ve azınlıktalar; acaba Kürtlere Konya’yı soracak bir yabancı sosyologa Konya Kürtleri de Kürdistan’daki azınlıklar gibi mi cevaplayacaklar sorularını. Mesela Bir İdil’i düşünün, Mardin ve Midyat’ı da ekleseniz, Asurîlerin nüfusu bir milletvekili seçecek sayıda değil, Şirin Ahlât’ımızda yaşayan Türkler de aynı durumdalar. Eğer Ahlât’tan milletvekilleri seçiliyorsa ve eğer Asurîlerden milletvekili seçiliyorsa aldıkları oyların çoğu Kürtlerin oylarıdır. Ama Ahlât tarihi, kültürü, her şeyiyle ve Bitlis şehrini de buna katarak sadece Selçukilerin memleketiymiş gibi gösteriyorlar. Asurî’lerin Kilise Vukuatnameleri veya günlükleri basılıyor. Urfa, Mardin, Diyarbakır, Siirt gibi vilayetlerin belki bin yıllık vukuatları kocaman kitaplarla veriliyor. Allaha ve İsa’ya karşı sorumlu bu Kutsal Kiliseler; bu topraklarda Kürtler yaşamıyorlarmış gibi davranıyorlar. Allah “Sizleri ayrı ayrı kavimlerden yarattım ki birbirlerinizi tanıyasınız” diye buyurmuş. Birbirlerimizi yok sayarak, yekdiğerimizi tanımamız mümkün mü?

Evliya Çelebiye karşı bütün Kürt aydınlarının geniş sempatisi vardır. Kıymetli Seyyahımızın kaydettiği iyi şeyleri anlatmaya başlayacağım. Zaten 17. yüzyılı anlatmaya çalışırken Kürdistan’ın bu yüzyılda gelişmişliğini amaç edinmiştim. Bazen “zülfüyâra dokunur” insan. Gücenmememiz gerek. Tarih ne kadar hakikatlere dayandırılırsa o kadar faydalı olur. Hezzo Hükümet Merkezinde Evliyamız şöyle diyor:

“Daha sonra 920 (1514) tarihinde Sultan I. Selim Han Çıldır (Çaldıran olacak) gazası dönüşünde (…) Selim Hattıyla kendine Hükümet kaydıyla Eyaleti Hükümeti bağışladı. Hala Süleyman Han Yazımından (Emr-i Şerifinden) beri Diyarbekir Eyaleti’nin 5 hükümetinden biridir. Mefrûzu’l Kalem ve maktu ül-kadem bu Hazzo Hükümeti’dir ki Padişah tarafından evâmiri şeriflerinde elkabları “cenab” diye yazılır.”[2]

Hazzo Hükümet Başkanı Mürteza Beg’dir. Beyin imaretlerinden ve idare şeklinden söz ediyor Seyyahımız. Hükümetin Alaybeyi ve özel kuvvet Komutanı vardır. Mîr’in Yetkisi sınırsız ve sonsuzdur. Dizdar (Kale komutanı), neferat ve kale Beye bağlıdır. Halkı, gençleri, piyadesi ve at binicileri hem cesur ve hem de meşhurdur. Şeyhani, Makravi ve Zivzik kılıç vurmada cab gedelec (?) taşıyıp ok atmada benzersiz kavimdir.[3]

Seyyahımız Hezzo da Melek Ahmet Paşa’sına kavuşuyor. Firari Mustafa Paşa’dan senet mukabili aldığı ganimet paralarını Melek Ahmet Paşa’nın elini öperek takdim ediyor ve bu ulvi görevi yerine getirdiği için Allaha şükrediyor. Bir gece Mürtaza Bege misafir kalıp ertesi gün Veyselkarani’ye, oradan Kefendur Kalesi ve oradan da Bitlis’e varacaklar.

Yolun bir yerinde -Zırkan Sancağ’ının- gümrük kapısı Çarpıran veya Taronî köyü olsa gerek (kitabın 119. Sayfasında) Zirkî Beyi’nin ismini dahi vermeden, bu beyin bazı hediyelerle Paşa’yı karşıladığını ve paşa tarafından kendisine bir “hilat-i fahire” (kürk) giydirdiğini söylüyor.[4]

 

 

[1] Bakınız Şerefname Hasat yayınları. 4. Baskı, M. Emin Bozarslan, sayfa 432-437. Karakoyunlu Sultan Kara Yusuf’un Bitlis Kürt Yönetimi’yle çok dostane olmasından dolayı Şeref Han bu dönemi gayet açık bir şekilde dile getirmiştir.

[2] Osmanlı lügatinde: mefruz ül-kalem maktu’ ül-kadem (min küll il-vücûh serbest =  her bakımdan serbest manasınadır.) Ayrıca Ekrad Hükümetleri için öngörülen bu statu deyimini açıklayan akademisyenler genellikle “Osmanlı devleti hiçbir şekilde bu hükümetlerin dahili işlerine karışamaz, yüksek derecedeki memurları tarafından dahi bu statulerin gelir-gider defterleri kontrol edilemez” diye tabir ediyorlar. Kanunname protokollarında her yönetimin başındaki hükümdarın ünvanları bellidir. Genelde Hükümet başkanlarına “Cenab” denir, ancak bu hükümet başkanları arasında Bitlis Hükümet başkanlarının unvanları farklıdır. Evliya Çelebi (sayfa 129 da) Abdal Han için  “Şani Yüce Han” demektedir. “Han-i alîşan hazretleri” de denilir Bitlis beylerine.

[3] Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi, cilt 1, sayfa:115-116

[4] Osmanlı Kanunnamelerinde “Yurtluk ve Ocaklık” olan bu otonom yönetim, 1084 Mervani Devleti’nin yıkılmasından bu yana Derzin başkentli meşru ve kabul gören bir Kürdistan statüsüdür. Bu Statü 1850’ye kadar devam etmiştir. Bak: Zırkan Beylikleri Tarihinde Derzi, Şakir Epözdemir, Fanos yayınları. 1. Baski, Ankara, 2011