Ferid Uzun cinayeti çok yönlü, çok amaçlı bir cinayetti. Temel amaçlarından biri, Ferid Uzun gibi Kürdistan davasına liderlik edebilecek kapasite, bilgi birikimi, inanç ve kabiliyete sahip birini ortadan kaldırmak, böylece doğal lideri konumundaki Dengê KAWA hareketini başsız bırakıp dağılmasına yol açmaktı. Diğer temel sebebi ise, Ferid Uzun cinayeti üzerinden, Siverek bölgesindeki ve Kürdistan’daki en büyük aşiretlerden biri olan, aynı zamanda, Mustafa Remzi Bucak ile Faik Bucak gibi önemli yurtsever şahsiyetleri bağrından çıkaran potansiyel güç sahibi bir aşireti hedefleyerek dağıtmak ve Devletin kucağına girmeye zorlamaktı.

PKK’nın hedefi sadece bunlarla da sınırlı değildi. PKK’nin önüne, Devletin derin labirentlerinde ölçülüp biçilen ve Apo’ya tevdi edilen büyük ve derin bir proje vardı. O proje, 1925 ile 1937 yılları arasında Kürdistan’da uygulanan Şark Islahat planlarının 1970’lerde örtülü ve post-modern bir şekilde Kürdistan’da Apo ve etrafındaki klik tarafından yeniden sahaya sürülmesi idi. 1925 ile 1937 yılları arasında Devlet bizzat kendi güçleri ile o dönemdeki Kürd örgütlerine ve potansiyel güç sahibi şeyhlere, aşiretlere karşı büyük bir saldırı ve yoketme harekâtı başlatmış. 1970’ler de ise bir adım ileri giderek, Kürdlük postuna bürünmüş bir yapılanma ile, Kürdistan milli davasını içerden parçalamayı, dağıtmayı ve işlevsiz hale getirmeyi önüne hedef olarak koymuştur.

1974’ten itibaren bir düzine ye yakın Kürd gençlik örgütü ortaya çıkmış, hemen hemen tamamına yakını, bağımsız, birleşik demokratik ve hatta Sosyalist bir Kürdistan devleti şiarı ile yola çıkmış olmalarına rağmen. O dönemin çok önemli bir özelliği bir düzineye yakın Kürd örgütü olmasına rağmen, bu örgütler arasında ideolojik ve örgütsel farklılıklara rağmen, fiziki çatışma kültürünün olmaması. Demokratik tartışma kültürünün son derece yaygın olması, hoşgörü içinde her şeyin yüksek sesle konuşulması beraberinde Kürdistan tarihinde görülmemiş, bir bilinçlenme ve aydınlanma sürecine girilmiş olması idi. Bana göre Devleti tedirgin eden, en önemli etkenlerden biri bu idi ve bu sürecin önünün kesilmesi gerekiyordu.

1970’lerin ortalarından itibaren PKK diye bir örgüt ortaya çıkıyor, istisnasız bir şekilde bu örgütlerin tümünü hain, işbirlikçilikle suçlayarak hepsine karşı savaş açıyor. Diğer taraftan da, Devletin her zaman potansiyel bir tehlike olarak ön gördüğü aşiretleri de tasfiye amaçlı kendi hedefleri arasına koyuyor ve bunlara yönelik yaptıkları akıl almaz saldırılar sonucu bu aşiretleri Devletin yanında durmak zorunda bırakıyor. Evet 1919 ile 1938 yılları arasında Devletin, Şeyhler ve aşiretler üzerinde uyguladığı büyük mezalimden sonra söz konusu kesimlerin büyük ölçüde sindiği ve cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi bir duruşa sahip olmadıklarını biliyoruz. Bunun yanında söz konusu aşiretlerde az veya çok milli bir damarın olduğunda biliyoruz.

1959’daki “49’lar Davası” sanıklarının içinde azımsanmayacak sayıda yine aşiret kökenli aydınların olduğu bilinen bir gerçektir.1961’de Sivas’taki toplama kampında tutulan 450 kişinin tümü 1919 ile 1938 yılları arasındaki direnişlerin önderlerinin çocukları ve belli başlı aşiretlerin mensupları idi ki, Sivas toplama kampında bulunanların sözcüsü hukukçu Faik Bucak idi. 1965’te kurulan PDKT’nin de kurucularının büyük çoğunluğu eşraf olarak adlandırabileceğimiz ailelerin fertleri idi.

Türk siyasetinin sözde sosyal demokrat veya demokratik solcu lideri Bülent Ecevit’in ölünceye kadar ağzından düşürmediği bir sözcüğü vardı. “Doğu ve Güneydoğu’daki olayların temelinde feodal sistemin varlığı vardır. Feodal sistem çözülmeden, bu sorunların kökü de temizlenemez.”

1925 ile 1937 yılları arasındaki Şark Islahat planlarının temel felsefesi de bu değil miydi?

Şark’tan kastettikleri Kürdistan bölgesi idi, Islahat kelimesindeki kasıtları da, Kürdistan bölgesini tamamen işgal etmek ve baskı politikaları ile asimilasyoncu eğitimi Kürdlerin gırtlağına kadar işleyerek Kürdleri Türklük kültürü ve ahlakı ile motive etmekti. Benim düşünceme göre, 1970’lerde Apo ve etrafındaki ihanet şebekesine tevdi edilen görev bu idi. Bu iddiada bulunurken, söz konusu hareketin içinde yer alan devrimci, yurtsever ve ulusal kurtuluşçu kadroları bu suçlamalardan tenzih ediyorum. Çünkü bu kadroların çoğunun bu ihanet tezgahının farkında olmadan, inançları uğruna toprağa düştüklerini ve en önemlisi de bu kadroların büyük çoğunluğunun bu ihanet şebekesinin iç infazlarında (bizzat Apo’nun ağzından on beş bin kişinin iç infazlarda tasfiye edildiği biliniyor) tasfiye edildiklerini biliyoruz.

Bu provokasyonlar, Siverek’le sınırlı kalmayacaktı. Çok değil, bir yıl sonra, Batman’a, Mardin’e ve diğer birçok bölgeye aynı mantık ve taktiklerle yayılacaktı.

Şimdi Haki Karer’in kardeşi, PKK’nın kurucu üyelerinden ve MK üyesi Baki Karer’in, PKK Nedir, Ne Değildir adlı kitabından Siverek olayları ve Ferid Uzun suikastı ile ilgili açıklamalarını, PKK’nın yine ciddi kadrolarından biri olan MK üyesi Semir kod Çetin Güngör isimli kişinin Baki Karer’in aynı isimli kitabından yazdıklarını buraya aydınlatıcı olabileceği düşüncesi ile aktaracağım.

 Neden Siverek?

Siverek olayının Kürd halkının başına örülen hain bir tuzak olduğunu artık herkes biliyor. Kuşkusuz A. Öcalan ve PKK’nın ne olup olmadığını ele alırken, Siverek’i atlamak mümkün değil. Bu provokasyon, Öcalan’ın efendilerine sunduğu hizmetlerin en önemli halkalarından birini oluşturuyor. Siverek provokasyonu neden, nasıl ve niçin planlanmıştı? Bu soruların yanıtını Çetin Güngör ‘ün 16 Ağustos 1984 tarihli yazısından aktaralım;

“Siverek çok hassas dengeler neticesinde şekillenmiş, kendisine özgü bir takım özellikleri olan en karmaşık ve en anlaşılması zor alanlardan biridir. Bir tarafta yurtseverlik, ama öte tarafta birbirine düşmanlık, düşürülmüşlük var. Bir tarafta en işbirlikçi feodaller, ama öte tarafta yoksul köylülük var. Ayrıca çözümlenmemiş toprak ve aşiret sorunları, yüzlerce yılın kan ve intikam davaları Siverek’in belirli özelliklerindendir. Bu kaos ortamında çıkara dayalı bin türlü ittifaklar kurulur, bozulur. Siverek’i bu özelliklerinden ötürü karıştırmak kolaydır, fakat yeniden düzenlemek zordur. Ufak bir fitil bu ilçedeki açık ya da örtülü bütün çelişkileri dinamitlemeye yeter.

İşte PKK Siverek’te cehennemini kurarken bu tercihini tesadüfen değil, bilinçlice yaptı. Çünkü Siverek özellikleri ile PKK’nın taktik çizgisini çok rahat hayata geçirebileceği bir alan olarak görüldü. PKK silahlı çatışmaları başlatırken elindeki on taraftarına değil, yukarıda bahsettiğimiz çelişkilere güvenmiştir. Öyle bir ön hazırlık yapılmalı, öyle bir eylem yapılmalıydı ki, Siverek bir günde karışmalı ve çok kısa bir süre içinde yörede varolan tüm yurtsever örgütler darmadağın edilebilmeliydi.

PKK provokasyon sürecini adım adım şöyle gerçekleştirdi;

Önce, hem siyaset adamı ve hem de Siverek’te belli bir saygınlığı olan Ferid Uzun öldürüldü. Cinayet, çok kişinin kolayca inanabileceği Mehmed Celal Bucak’ın üzerine atıldı. Ardından cenazeye sahip çıkıldı ve intikam yeminleri edildi.

Provokasyon hareketinin ikinci önemli halkasını, mutaassıp bir ailenin iki genç çocuğunun öldürülmesi olayı oluşturdu. Bu ailenin çocuklarının öldürülmesi de M. Celal Bucak’ın üzerine atıldı…

Provokasyon harekatının sonuncu ve en önemli eylemi ise Kırvar aşiretinin desteğini kazanabilmek amacıyla yapıldı. Siverek’in büyük aşiretlerinden ve Bucak’la kıyasıya mücadele içinde olan Kırvar aşireti üzerinde çeşitli oyunlar oynandı. Önce konuşuldu, ikna edilmeye çalışıldı. Fakat istenen elde edilemeyince, Kırvar aşiretini çatışmanın içine sokmanın değişik yolları denendi.

Artık Siverek’te tansiyon adım adım yükselmiş ve PKK belli bir desteğe sahip olabilmişti. Mevcut ortam ve güç, Bucak’a karşı savaşmak için yeterli görüldü. Çatışmalar 1978’de işte böylesi politik bir zeminde başladı ve tam bir yıl sürdü. On kişi civarında Celal Ağa’dan olmak kaydıyla, çoğu halktan ve PKK taraftarlarından oluşan yüzlerce insan öldü. Bir o kadarı da zindanlara düştü.”

Semir kod Çetin Güngör isimli PKK MK üyesi hakkında kısa bir bilgi ekleyerek yazının bu bölümünü de sonlandırmış olacağım.

Semir kod Çetin Güngör PKK’nın MK üyesidir 1979’da  Pilot kod isimli ağrılı Necati Kaya hakkında Apo’ya bir rapor sunar, söz konusu raporda Pilot’un kendilerine çok yanlış işler yaptırdığını söyleyerek sorgulanması gerektiğini söyler. Apo, Semir’in raporunu dikkate almayarak sümenaltı yapar. Bundan Sonra Semir Apo’yu kendi vicdanında sorgulayarak 1982’den itibaren Avrupa alanına geçerek İsveç’te oturma izni alır. Deve geçidi (Diyarbakır) zindanından kıl payı kurtularak İsveç’e giden PKK’nin direnişçi kadrolarından Enver Ata isimli kişinin oturma izni alması için yardımcı olur.

Bir süre sonra Enver Ata PKK’nin ölüm timleri tarafından öldürülür. Böylece PKK’nın İsveç’teki ilk iç infazı gerçekleşmiş olur, Enver Ata’nın otopsisini yapan doktor ve savcı onun vücudundaki eski işkence izlerini görünce hayretler içinde Çetin Güngör’e sorarlar; bunlar neyin nesidir diye; Çetin Güngör’ün ifadesi şu şekildedir: “Diyarbakır’da Türk devletinin işkencelerinden kurtulup buraya gelebildi ama burada Apo’nun ölüm timlerin den kurtulamadı.”

Çetin Güngör de 1984’te PKK’nın karanlık iç yüzünü deşifre eden açıklamalar yaptıktan sonra Apo’nun infaz timleri tarafından silahlı bir infaz sonucu öldürülür. Bütün bunlara rağmen, İsveç Devleti bizi neden terör örgütleri listesinden çıkarmıyor diye veryansın ediyorlar. Tabii bu iki infaz PKK’nın ilk yaptığı cinayetlerdir. Bunlardan sonra Avrupa’da yaptığı onlarca cinayet vardır, hem kendi kadrolarına, hem de diğer Kürd örgütlerine karşı.

Yazının bu bölümünde Ferid Uzun’un en yakın arkadaşlarından biri olan İbrahim Küreken’in “Parçası, Tanığı, Mahkûmu, Sürgünü Oldum” isimli kitabından Ferid Uzun’un öldürülmesi ile ilgili bazı bilgileri aktaracağım.

Ferid’in PKK tarafından öldürüldüğünü ilk olarak Diyarbakır’da yargılanan PKK kadrolarından Hasan Hüseyin Karakuş, 1982 yılında, mahkemede açıklayacaktı. Karakuş ifadesinde PKK merkez komitesinin rakip siyasi hareketleri dağıtma için önder kadrolarından bir kısmını öldürmek gerektiği kararı aldığını, Ferid’in öldürülmesinin bu kararla gerçekleştiğini, diğer lider kadroların öldürülmeleri için fırsat bulamadıklarını açıklamıştı. Aynı şekilde Şahin Dönmez’in de mahkemedeki itirafında Ferid’in PKK tarafından öldürüldüğünü söylediğini Selim Çürükkaya bir sorum üzerine bana yazdı ve ben bu yazıyı BÎR Dergisinin 2007 yılında yayınlanan 7. sayısındaki yazıma eklemiştim. PKK’den ayrılıp Avrupa’ya kaçmış merkez komitesi üyesi Semir kod adlı Çetin Güngör, 1984 yılında yazdığı 34 sayfalık bir broşürde Ferid’in PKK’nin merkez komitesinin kararıyla öldürüldüğünü şu açıklaması ile kamuoyuna bildirecekti.

Önce hem siyaset adamı ve hem de Siverek’te belli bir saygınlığı olan Ferid Uzun öldürüldü. Cinayet, çok kişinin kolayca inanabileceği Mehmet Celal Bucak’ın üzerine atıldı. Ardından cenazeye sahip çıkıldı ve intikam yeminleri edildi. Uzunlar ailesi ve yurtsever Siverek halkı, mensubu bulunduğu siyasetten (Dengê KAWA’dan) Bucak’a saldırı yapılmadığını görünce istemeyerek te olsa PKK’nın doğal müttefikleri haline geldiler. Provokasyon harekatının ilk adımı böylece başarılı olmuş, PKK bir taşla iki kuş birden vurmuştu. Hem kendisi için siyasi bir tehlike olan Ferid Uzun’u imha etmiş, hem de bu ölüm olayını kitlelerin desteğini kazanma ve Bucak’a saldırmada malzeme olarak kullanmıştır. Bucaklarla çatışmanın ikinci ayından sonra Siverek yöresine gelip PKK’nın askeri faaliyetlerini organize eden Fehmi Hoca (Fehmi Yılmaz) isimli şahıs yakalandıktan sonra resmi MİT ajanı olduğu ortaya çıkmıştır.

Ferid’in öldürülmesi Öcalan’ın geleceğini de belirleyen ve devlet tarafından sonucu iyi hesaplanan siyasi bir eylemdi. Öcalan’ın merkez komitesine dayattığı bu eylemi 22/11/2008 tarihinde, Newroz.Com sitesine Metin Asmên ismiyle yazan kişi önemli bir tanıklığını aktarıyordu.

“KAWA örgütünün önderlerinden olan büyük devrimci Ferid Uzun’u, 22 Kasım 1978’de katledilmesinin yıl dönümünde saygıyla anarken 1991 yılında Mehmet Şener ile bir görüşmemizde konuyla ilgili konuştuklarımızı burada aktarmak istiyorum.

Mehmet Şener’e, Semir’in ( etin Güngör) PKK’den ayrıldıktan sonra Ferid Uzun’un PKK merkez komitesinin kararıyla vurulduğunu yazdığını belirttim. Mehmet Şener bu olayın Semir tarafından yazıldığından haberi olmadığını ama anlattıklarının doğru olduğunu söyledi. Ferid Uzun için ölüm kararı alındığında kendisinin de sözkonusu toplantıda bulunduğunu belirterek: “Ferid Uzun’un öldürülmesi gerektiğini bizzat Abdullah Öcalan söyledi ve dayattı. Çünkü toplantıda bulunanlardan bazıları -hatırladığım kadarıyla Mazlum Doğan -Ferid Uzun’un bölgede çok sevildiğini ve Ferid Uzun’un öldürülmesinin kendilerine zarar vereceğini, hatta Ferid’ten önce başkaları varken neden Ferid diye itiraz etti. Bunun üzerine Apo, hem Siverek’te örgütlenmenin hem de KAWA örgütünün tasfiyesinin bu eylemden geçtiğini söylediğini belirtti.” Ben hem hayretle hem de öfkeyle kendisinin toplantıda bu duruma karşı çıkıp çıkmadığını sorduğumda kendisinin sessiz kalıp daha çok Mazlum Doğan’ın tepkisini beklediğini toplantıda bazı tepkilerin olduğunu ama cılız kaldığını ve de sonuçta kararlaştırıldığını belirtti.

Ferid Uzun’un katledilmesinden hemen sonra kendilerinin Batman ve Silvan’da olaya sahip çıktıklarını ama hemen Abdullah Öcalan tarafından tekrar toplantıya çağrıldıklarını, kendi eylemlerine sahip çıkmaları durumunda çok sayıda düşman kazanacaklarını, eyleme sahip çıkmak isteyenlerin politika ve taktikten anlamadıklarını, hatta eyleme sahip çıkmaları durumunda bölgede tutunamayacaklarını belirtip Ferid Uzun’un katledilmesinin Bucakların üzerine yıkılması gerektiğini, hatta Ferid Uzun’a sahip çıkarak hedeflerine ulaşacaklarını belirttiğini anlattı.”

Öcalan’ın dayatmasına karşı çıktığı söylenen Mazlum Doğan ve PKK’nın diğer önemli kadroları olayı gerçekleştirmek için görevlendirildiler. Tetikçi olarak görevlendirilen iki kişiden biri olan Ali Yaver Kaya, Nasname isimli web sitesinde Şükrü Gülmüş’e 21/08/2008 tarihinde yaptığı açıklamasında Ferid’in öldürülmesi ile ilgili şöyle demektedir.

“Bize bu emri Mazlum Doğan verdi. Ben ilk etapta şok oldum. Mazlum gibi birisi ve bizim Ferid’i vurmamızı istiyor. Önce kabullenmedim. Ama Mazlum’u korkunç derecede seviyor ve saygı duyuyordum. Beni ikna etti ve Emin Dal ile beni özel olarak görevlendirdi. Bu olaydan üçümüzün dışında kimsenin haberi olmayacaktı. Biz Emin’le belimizde tabancalarımızla her tarafı tarıyorduk.

Bir ara – ki ikimiz de silahlıydık- Ferid’lerin olduğu eve doğru gittik. Duyumlarımıza göre Ferid evini yükleyip Siverek’i terketmek üzereydi. Evlerine doğru giderken Emin benden ayrıldı. Bana “Bekle geliyorum” dedi. Ben “Herhalde bir işi çıktı” diyerek beklemeye başladım. Epey zaman geçti canım sıkılmaya başladı. Neredeyse çekip gidecektim. Baktım Emin telaşlı telaşlı koşarak bana doğru geliyor. Ne oldu, dedim. “Tamam. Hadi gidelim” dedi. Ne tamamı Emin, ne oldu? Hele anlat! Bu telaşın ne? Derken “Lan yürü gidek da… Vurdum işte. Ferid’i vurdum. O iş tamam…” dedi. “Manyak mısın nesin? Nasıl vurdun? dediğimde “Ya kafamı bozma. Tam yükleniyordu, tekti ve çekip vurdum. Kimse de beni görmedi. Yürü gidek…” dedi ve uzaklaştık.”

Ferid’in öldürülmesinden sonra Dengê KAWA hareketi hızla çöküşe doğru gitmeye başladı. KAWA’nın ve Dengê KAWA’nın yayın faaliyeti zaten zayıf geçmişti Ferid’in ölümünden sonra onun fotoğrafının ön kapağı kapladığı Dengê KAWA adındaki derginin özel sayısını yayınladık. İkinci sayıdan sonra devamını getiremedik. 1979 yılında yine Yekbûn adıyla bir kaç sayılık illegal bir broşür yayınladık ana devam ettiremedik.

PKK kadrolarından Hasan Hüseyin Karakuş 1982 yılında Diyarbakır cezaevinde iken mahkemede Ferid’in PKK tarafından öldürüldüğünü itiraf edince, Ferid’in PKK tarafından öldürüldüğünü bilmeyen cezaevindeki bazı PKK’liler rahatsızlığını belli etmişler. Olaya şahit olan birinin bana söylediklerine göre, PKK bu insanları eğitime almış ve “Tüm bu ölümler ve olaylar olmasaydı parti (PKK) bu gücüne ulaşamazdı” diyerek bu insanların ikna edilmeleri sağlanmıştı. O zamandan bu yana Apo’cular “Parti’nin ve liderinin çıkarları için her yol kullanılabilir” mantığını sistematik bir şekilde devam ettirmektedirler.

Ferid Uzun cinayeti, Devletin derin labirentlerinde hazırlanıp Apo’ya tevdi edilen çok boyutlu ve derin projelerin Kürdistan’da hayata geçirilmesinin ilk adımı idi. Faik Bucak ve Said Elçi gibi önemli liderlerin tasfiyelerinden sonra, Kürdistan milli damarını iyi yakalayan ve onlardan boşalan yeri doldurabilecek niteliklere sahip biri (Ferid Uzun) ortadan kaldırılıyor. Doğal lideri konumundaki Dengê KAWA örgütünün önü kesiliyor. Bu cinayet üzerinden Kürdistan dinamiklerini teşkil eden Kürd örgütlerinin yanısıra, belli başlı aşiretler hedef tahtasına oturtularak, bırak milli kurtuluşunu gerçekleştirmeyi, milli birliğini dahi oluşturma fırsatı bulamamış Kürdistan halkının içine envai türlü nifak sokularak toplum dinamikleri darmadağın ediliyordu. Yani deyim yerindeyse 1925 ve 1937 yılları arasında uygulanan Şark Islahat planlarının yarıda kalan görevleri örtülü bir şekilde yeniden hayata geçiriliyordu.

Derin provokasyon Siverek ve Urfa ile sınırlı kalmıyor. Bir yıl sonra Siverek’teki planın bir benzeri bu seferde Batman’da hayata geçiriliyor.

1979’da Batman belediye başkanı Şahabettin Bağdu’nun, bilmediğimiz bir nedenle görevinden istifa etmesi. Aynı yıl kısmi senato seçimlerinin olması nedeniyle o dönemin yasaları gereğince, Batman’da belediye başkanlığı seçimleri de gündemi işgal etmektedir. PKK, TSK’den siyasi sebeplerle ihraç edilen Üsteğmen Edip Solmaz’ı belediye başkan adayı olarak öne sürer. PKK’nin yetkili unsurları o dönemde Siirt’te Av. İdris Arıkan’ı senatör adayı gösteren MSP ile pazarlığa girerek, Batman’da belediye başkan adaylarının desteklenmesi karşılığında Siirt genelinde senato adaylarını destekleme yönünde bir antlaşmaya varılır. MSP’nin Batman’da önemli bir kitlesel gücü vardır, ama Siirt genelinde PKK’nın MSP’nin adayına katacak önemli bir gücü olduğu söylenemezse de, PKK’nın Batman’da ki belediye başkanlığı seçimlerini MSP’nin oyları ile kazandığı bir gerçektir.(iki gün önce hayata veda eden, Gani Sungur da aynı seçimde Siirt’te TSİP’ten senatör adayı idi. Türk solcuları ile Kürd solcuların o dönemde ne denli iç içe olduklarının bir örneğidir aynı zamanda)

Rakip bir partiden aday olan ve Raman’lı aşiretinin önemli simalarından olan Fahreddin Özdemir seçim sonuçlarının açıklandığı gece, seçim bürosunda bir söz sarf ederek, Edip Solmaz’ı hedef gösteren bir konuşma yapar. Ne yazık ki Edip Solmaz, belediye başkanı seçildikten kısa bir süre sonra silahlı bir suikastla öldürülür. Edip Solmaz’ın suikastınden hemen sonra sıcağı sıcağına, Fahreddin Özdemir’in mensubu bulunduğu Raman’lı aşiretinin adamlarına çarşıda silahlı saldırı yapılarak, üç kişi öldürülür ve iki kişi de yaralanır.

Oysa yıllar sonra, aileyi iyi bilen bir din adamından aldığım bilgiye göre, önceki seçimlerden birinde, Fahreddin Özdemir, amcası oğlu Mustafa Ramanlı ile rakip partilerden aday olmuşlar. Amcası oğlu Mustafa Ramanlı seçimi kazanınca, Fahreddin Özdemir yine tehditvari bir konuşma yaparak onun o koltukta oturmasına müsaade etmeyeceğim demiş ama Mustafa Ramanlı onun tehdidine aldırış etmeden, mazbatasını alarak hiç bir sorunla karşılaşmadan gidip görevine devam etmiştir.

Bütün emareler, Siverek’te Ferid Uzun üzerinden oynanan oyunun bir benzerinin de Batman’da Edip Solmaz üzerinden oynanmış olduğunu göstermektedir. Batman’da etkili aşiretlerinden biri olan Raman’lı aşireti hedef tahtasına oturtulmuştur. Ramanlı aşireti 1925’te Azadi Hareketi ve Şeyh Said olayları döneminde olumlu bir rol oynamamakla beraber, devlete güvenleri olmadığı için, güneybatı Kürdistan’a geçerek Xoybûn örgütüne katılmışlardır.1928’de çıkan genel afla topraklarına geri döndükten sonra, liderleri Eminê Ahmed ve Evdilê Birahim Devlet tarafından kurşuna dizilerek öldürülmüşlerdir.12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra Raman’lı aşiretinin liderleri Said Ramanlı ve oğlu Mustafa Ramanlı Diyarbakır sıkıyönetim mahkemesi tarafından Barzani’ye yardım ve yataklık yapmaktan tutuklanarak cezaevine konulmuşlardır.

Edip Solmaz’ın cinayeti, tıpkı Siverek’te derin bir komplo ile Ferid Uzun’un cinayetinin Bucak aşiretine yüklendiği gibi, Batman’da da PKK tarafından aday gösterilip belediye başkanlığına getirildikten kısa bir süre sonra karanlık bir suikastle öldürülüyor ve Raman’lı aşireti hedef tahtasına oturtularak kısa bir süre içinde olaylar bölgede tırmandırılarak 80 civarında kişinin ölümü ile sonuçlanıyor. Önemli bir milli damara sahip olan Raman’lı aşireti, yapılan onca saldırılar sonucu Devletin insafına terk edilmek zorunda bırakılıyor.

Aşiretin esas liderleri konumundaki Said Ramanlı ve oğlu Mustafa Ramanlı bölgeyi terk etmek zorunda bırakılıyor. Aşiretin diğer temsilcileri ise devletle, iyice hasbihal olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Bir anlamda PKK’nın görevi de sonlanmış oluyor.

Batman’daki olaylara Baki Karer’in yazmış olduğu PKK nedir? Ne değildir adlı kitabından ufuk açıcı olabilir düşüncesi ile bir bölümünü aktaracağım.

“Öcalan’ın tüm karşı çıkmalarına rağmen, Hilvan ve Batman yörelerinde Belediye seçimlerine katılmıştık. Çabalarımız başarıyla sonuçlanmıştı. Batman adayımız Edip Solmaz seçimleri kazanmıştı.

A.Öcalan ise hala bu faaliyetleri tanımadığını, Ordudan ayrılan bir subay olduğunu bahane ederek Edip Solmaz’a güvenmediğini dile getiriyordu. PKK’yi DDKD ve Özgürlük Yolu’nun çizgisine çekmek isteyenlerin varlığından söz ediyordu. Ne yazık ki Edip Solmaz belediye başkanlığına seçildikten kısa bir süre sonra katledildi. Bu cinayet karşısında en büyük sevinci A. Öcalan’ın yaşadığını söyleyebiliriz. Hemen olayın ardından “bu türden çalışmaların gereksiz olduğunu defalarca ikaz ettik, aslında bir anlayışın iflası anlamına geliyor. Çizgimiz doğrulanmıştır” yönlü propagandalarla kendi “haklılığını” sıkça vurgulamaya başlamıştı. O dönemde bu cinayet de, yeterince araştırılamamış, daha doğrusu araştırma fırsatı bulunamamıştır. Bir yandan Hilvan, Siverek olayları, öte yandan ardı arkası gelmeyen operasyonlar ve yaygın tutuklamalar bu soruşturmayı engelleyen önemli etkenler olmuştur.

Ama şimdi o dönem yaşadığımız olayları alt alta koyduğumuzda görüyoruz ki, hiçbir şey tesadüfen olmamış, her şey bilinçli, planlı ve programlı olarak hazırlanmış ve uygulanmıştır. Olaylar birbirini tamamlamış, A. Öcalan’ın üstlendiği rolü oynamaktan alıkoyacak her girişim, bağlı bulunduğu odaklar tarafından engellenmiştir. Nasıl ki Haki Karer katliamıyla bu örgütün temelleri atılmışsa, Hilvan, Siverek olayları ile PKK tam bir maceraya sürüklenmiş, Edip Solmaz cinayetiyle de demokratik mücadelenin önü tümden tıkanmak istenmiştir.”

O sürecin en önemli çatışmalarından biri de PKK ile KUK arasındaki kanlı çatışmalardı. Her iki taraftan 230 militanın öldürüldüğü dillendiriliyordu. Olaylar, Mardin bölgesi başta olmak üzere, Kürdistan’ın birçok bölgesine yayılmıştı. Çok dramatik olaylar yaşandığına tanık oluyorduk, KUK’çular tarafından Diyarbakır’da öldürülen ve benimde tanıdığım bir PKK militanının katilleri, KUK’çu olan ağabeyinin otelinden çıkıp cinayeti işledikleri için, PKK’li militanın KUK’çu olan ağabeyini sorumlu tutarak hedef tahtasına oturtacaklardı. Kardeşlerden birini KUK’çular öldürmüş, buna karşılık PKK’lilerde ağabeyi öldürme kararı almışlardı. Ağabey Diyarbakır’daki işini gücünü bırakıp güvenli gördüğü köyünde yaşamayı tercih etti. Üzerine de 12 Eylül darbesi geldikten sonra hayatta kalma şansını elde ediyordu.

O dönemde kendi kendime hep şu soruyu soruyordum. Peki bu iki kardeşin analarının günahı neydi ki, öldürülen bir oğluna karşılık, diğer oğlunun canı isteniyordu. Gerçekten o süreçte Kürdistan toplumu büyük trajediler yaşamasının yanında, büyük bir umutsuzluk içine girmişti. Yaşlı ve sağduyulu insanlardan şöyle sesler, yükselmeye başlamıştı. Daha ortada bir şey yokken, Kürd gençleri bu şekilde acımasızca birbirlerine kıyıyorlarsa, yarın Devlet olduklarında birbirlerine kim bilir ne yapacaklar? Endişesi yaşanırken, bir gece ansızın Cumhuriyet tarihinin en şiddetli ve baskıcı askeri darbesi, Kürdistan halkını bu psikososyal ruh haleti içinde yakaladı.

1970’lerin ortalarında sahaya sürülen Apo ve etrafındaki ihanet kliği,12 Eylül 1980 darbesine gelindiğinde, Kürdistan’ı büyük bir enkaza çevirmişti. Kürd örgütleri arasındaki demokratik tartışma ve aydınlanma süreci yerle bir olmuş, üç yıllık kısa bir süre içinde bir taraftan aşiretlerle girilen çatışmalar, aşiretler arasındaki çelişkileri çatışmaya dönüştürerek tam bir kaos ortamı oluşturulmuştu. Kendisine verilen görev büyük ölçüde hayata geçirilmişti.1965’te TKDP’nin kuruluşu ile başlayan ve DDKO ile devam eden aydınlanma, bilinçlenme süreci 1974’te çıkarılan genel aftan sonra hızla Kürdistan’ın tüm il ve ilçelerinde yayılmaya başlamıştı. Diyebilirim ki Türk devletinin en çok tedirginlik ve endişe duyduğu gelişme, Kürdistan’da gelişen demokratik tartışma ve aydınlanma süreci idi. Bu aydınlanma sürecinin sabote edilmesi Kürdler açısından büyük bir kayıptı. Denilebilir ki aradan geçen yaklaşık yarım asır sonra Kuzey’de bugün varolan siyasi tıkanıklık ve kaosun en önemli sebeplerinden biri o sürecin sabote edilmesi ve ondan sonra geliştirilen tek parti, tek lider kültünün zorbalıkla, baskı ve şiddet yöntemleri ile Kürdistan halkına dayatılmasıdır.

Bu süreçte Ferid Uzun gibi lider kişilikli birinin yanında yüzlerle (600-800) ifade edilen ölünün yanısıra paramparça edilmiş toplum dinamiklerini ardında bırakarak, merkez komitesi üyelerinin bilgilerinin de dışında kapağı Suriye’ye atan Apo yıllar sonra (1996) Türk sol aydınlarından Mahir Sayın’la yaptığı söyleşide o dönemi şöyle değerlendiriyordu:

“Pilot kod isimli Binbaşı Necati Kaya, bana Atatürk’ün manevi kızı ve Dersim’i bombalayan ilk kadın pilot unvanına sahip Sabiha Gökçen’ni öldürelim, elli yıl sonra Dersim’in intikamı alındı diye büyük bir sansasyon yaratalım dedi.

Ben bunun altında bir hinlik olduğunu düşünerek red ettim. Çünkü bu eylemi bana yaptırıp, ondan sonra da beni tasfiye edeceklerdi.”

İşin doğrusu söyledikleri yabana atılacak cinsten bir yaklaşım değildir, istihbarat örgütlerinin, casusluk faaliyetlerinin, ruhuna uygun bir değerlendirmedir.

İşin çarpıcı tarafı, yüzlerce Kürd insanının öldürülmesi, Kürdistan toplum dinamiklerinin parçalanmasını hinlikle değerlendirmiyor ama Dersim’i bombalayan ilk kadın pilot unvanına sahip Sabiha Gökçen’in öldürülmesini hinlik olarak değerlendiriyordu.

12 Eylül askeri darbesi Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kapsamlı ve derin askeri darbesi idi. Türk Devleti’nin siyasi tarihinde yapılan tüm darbeler, esas olarak Kürd ve Kürdistan sorununa endeksli olduğu bilinen bir gerçek olmakla beraber 12 Eylül askeri darbesinin bu yönü tartışma götürmeyecek kadar açık bir karaktere sahipti. On binlerce siyasi kadro cezaevlerine atıldı, bir o kadarı da riskli yollardan ölümü dahi göze alarak ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldı. İşin en önemli taraflarından biri de cezaevlerinin dışında kalan toplum üzerinde öyle bir baskı oluşturuldu ki yıllarca siyasi insanlar bir araya geldiğinde siyasi konulara değinme refleksini gösteremiyordu.

12 Eylül’ün oluşturduğu ağır depolitizasyon ancak 1987’lerden itibaren bir nebzede olsa etkisini kaybetmeye çalışıyordu ki, aynı süreçte 12 Eylül askeri darbesinden daha etkili yeni bir yerel güç ortaya çıkmaya başlıyordu.

1984 yılı 15 Ağustos gecesi Eruh ve Şemdinli’de patlayan silahlar, Kürd halkı tarafından 1938’den yani 46 yıl sonra devlete karşı bir silahlı çıkış olarak algılandı. Bir taraftan halkı sistem dışına doğru şekillendirmeye çalışırken, diğer taraftan da tek parti, tek lider sultası Kürdler üzerinde baskılanmaya doğru şekillendiriliyordu.12 Eylül öncesi yaşatılan provokasyon ve çatışma ortamı Kürd örgütleri ve halkı üzerinde tam bir moral bozukluğu oluştururken, hemen ardından askeri darbenin gelmesi, PKK’nın dışındaki örgütlerin çoğunu zaten marjinal bir konuma getirmişti.

46 yıldan sonra ilk olarak Kürd’lük adına devlete silah sıkılması PKK’nın eline büyük bir avantaj vermişti.12 Eylül askeri darbesi öncesi PKK ile çatışmalı olan birçok örgütün kadroları ve sempatizanları hızla PKK’nın saflarına katılmaya başlıyordu.

“Apo ve etrafındaki kılik, bir taraftan Haki Karer’le başlattığı iç tasfiyeleri, “Baki Karer’in PKK nedir ne değildir“adlı kitabından buraya aktararak bu konuyu irdeleyeceğim. (Haki Karer tüm heyecanıyla halkın uyanışını ve örgütlenmesini sağlama yönünde çalışmalarını sürdürürken, A. Öcalan’ın gurubun içine getirdiği Pilot ve Kesire’nin açığa çıkan kimliklerinden dolayı Öcalan’ı soruşturmaya başlaması dikkat çekiciydi. Ayrıca Haki’nin gurup içindeki etkinliği ve inisiyatif sahibi olması Öcalan ve arkasındaki güçlerce istenmeyen bir durumdu. Kürd halkına yönelik planları her an altüst olabilir, kurdukları korkunç tuzak daha işin başındayken bozulabilirdi. Bu nedenle alelacele devreye konulan bir komplo ile Haki’yi ortadan kaldırırlarken, bir değil bir kaç hedefi aynı anda vurmuş oldular.”

Abdullah Öcalan bugün bu olaydan bahsederken, olayın bir komplo olduğunu gizlemiyor. Ama o her zamanki bilinen masalları sıralıyor. Olayı “MİT yapmıştır” diyor, fakat karanlık güçlerin emrinde olan kendisinin yerine Tekoşin ve Beş Parçacıları koyuyor. “Ve ben kendimden emindim. Özellikle Haki’lerle Antep toplantısını (Ki 80’e yakın kişi katılmıştı) başardıktan sonra, bu iş artık sağlam bir temele kavuşmuştu. Tam iki gün geçmedi ardından, Haki’nin şehadet haberi geldi.” (Devrimin Dili ve Eylemi, age. S. 108)

Şimdi soruyoruz

MİT neyin farkındaydı?

MİT’i bilgilendiren kimdi?

Niçin Haki hedef seçildi?

1984’ten sonra katılımların büyümesi ile hızlandırırken, diğer taraftan da kendilerine eleştirel bakan kesimlere tehdit, şantaj ve fiziki tasfiye yöntemlerine başvuruyordu. Hal böyle olunca Kuzey Kürdistan’da zaten 12 Eylül askeri darbesi ile başlayan depolitizasyon katlanarak büyüyordu. Kendilerinin dışındaki siyasi muhaliflere, çocuklar ve kadınlar başta olmak üzere, acımasızca yaptıkları saldırılar, Kürd toplumunu 12 Eylül askeri darbesi öncesi ile tam tezat bir duruma getiriyordu. Çocuklar, kadınlar başta olmak üzere işledikleri cinayetleri eleştirenleri düşman kategorisine koyarak onları susturma ve tasfiye etme yönünde her türlü yol ve yöntemlere başvuruyorlardı.

Tek cümle ile Kürdistan halkı 1984’ten itibaren ikili bir apolitik kıskaca alınarak tartışma kültürünün önüne büyük bir set çekiliyor ve o tarihten itibaren Kürdistan toplumu içine kapanarak son elli yılın en karanlık sürecine mahkum ediliyordu. Çocuk, kadın ve sivillerin ölümlerine yapılan eleştirilere açıkça beşikteki çocuk bile eğer hain çocuğu ise, yarın büyüdüğünde hain olacak diyecek kadar pervasızlaşıp çağdışına itiliyorlardı. 12 Eylül darbesinin lideri orgeneral ve Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren’in yılanın başı küçükken ezilir zihniyetiyle aynılaşıyorlardı farkında bile olmadan.

Yazının bu bölümüne Baki Karer’in “PKK Nedir Ne Değildir” adlı kitabından alıntı yaparak başlayacağım.

“1979 Haziran ayının ilk haftasında merkez komite toplantısı kararı alınmıştı. Öcalan’ın herkesten habersiz yurt dışına kaçmasıyla toplantı Ağustos ayına ertelendi. Bu toplantıda bölgelerden gelecek raporlar ışığında örgütsel yapının durumu, alınacak tedbirler, Siverek olayları ve Haki Karer’in katledilmesini araştıran raporlar görüşülecek, bir dizi kararlar alınacaktı. Merkez komitesi 1979’un başında kademeli olarak Duran Kalkan, Yıldırım Merkit ve Mazlum Doğan’la genişletilmişti. Mazlum, yıldırım ve Mehmet Karasungur’un toplantı yerine getirilmeleriyle, Antep, Adıyaman bölgelerine ait rapor ve belgelerini toplantıya ulaştırma sorumluluğu Duran Kalkan’a verilmişti. Tüm belge ve raporların, toplantıdan en az bir hafta öncesinde bir kurye ile toplantı bölgesine ulaştırılması gerekiyordu. Ama tam tersi yapılarak, belge ve raporlar Mazlum ve Yıldırım’ın haberleri olmaksızın gelecekleri arabaya yerleştiriliyor. Asıl ilginç olanı da kime gönderildiği belli olmayan A. Öcalan’ın el yazması bir mektubun da arabada bulunmasıdır. Hangi amaçla yazıldığını daha sonra anladığımız bu mektupta yüz kadar isim ve faaliyet yürüttükleri yöreler yazılıdır. Mektubun ele geçirilmesinden sonra, başta Hayri Durmuş ve Ferhat Kutay olmak üzere birçok kadro, sempatizan yakalanmıştır. Oysa kesin karar vardır; toplantıya gelecek hiç bir merkez komite üyesi yanında herhangi bir belge taşımayacaktır. Duran Kalkan bu kişilerin bulunduğu arabadan beş dakika önce yola çıkıp, Urfa girişinde kurulan polis, jandarma barikatından geçerek toplantı yerine ulaşırken, diğerleri yakalanıyor.

Mazlum ve Yıldırım üç ay karakolda sorgulandıktan sonra cezaevine konulmuşlardı. Her ikisi için de kaçırma kararı alınmıştı. Fakat içerden gelen talimat doğrultusunda hareket edilerek Mazlum’da karar kılınmıştı. Ne yazık ki, yüzde doksan dokuz başarılı olacak eylem, görünürde Duran Kalkan tarafından sabote edildi. Görünürde Duran diyoruz, çünkü; eylemden üç gün önce Öcalan sınıra yakın bir köyde Duran ile bir görüşme yapıyor. Ayrıca Ethem Akçam (Mehmet Sait) aracılığıyla Kesire’ye bir de mektup gönderiyor.

Bu noktada sorulacak çok şey vardır;

Bu kişileri cezaevinden kaçırma eylemi girişiminden üç gün önce Öcalan sınıra yakın bir köye gelerek Duran’la görüşme ihtiyacını niçin duyuyor?

Bu görüşmeden hemen sonra A. Öcalan niçin Kesire’ye mektup gönderiyor, gönderilen bu mektupta neler vardı?

Öcalan, kadro ve aktif sempatizanların isim ve faaliyet alanlarını içeren mektubu kaleme alma gereğini neden duyuyor ve mektubu kimin aracılığıyla gönderiyor?

Duran Kalkan’ın arabası Mazlum ve Yıldırım’ın bindiği otomobilin önünde beş dakikalık bir mesafede yol alırken, daha önceden kurulmuş barikattan nasıl oluyor da kurtuluyor?

Haberleri olmaksızın rapor ve belgeler Mazlum ve Yıldırım’ın otomobiline niçin yerleştiriliyor?

Mazlum’un kaçırılışı neden engelleniyor?

Bahsedilen merkez komite toplantısından sonra görevleri askıya alınan Duran Kalkan, yurtdışına çıkışıyla birlikte, Öcalan tarafından nasıl oluyor da yetkilerle donatılıyor?

Cemil Bayık bu ve benzeri sorulara 1980’nin ortalarında Beka’da yapılan dar bir toplantıda yanıt aramaya kalkıştığı için Öcalan tarafından ajan ilan ediliyor.

İşte Ortadoğu sahnesine bu koşullar altında geçiliyordu.”

Evet Ortadoğu sahnesine bu koşullar altında geçiliyordu. Mayıs 1977’de en yakınındaki ve kendisinden daha yetenekli, birikimli Haki Karer’i profesyonelce bir suikastla ortadan kaldırıyor. Ferid Uzun gibi Kürdistan ulusal özgürlük mücadelesinde liderlik yapabilecek kapasitedeki birini yine profesyonelce bir suikastla ortadan kaldırarak, iki üç yıllık bir zaman zarfında Kürdistan’ın kuzeyini deyim yerindeyse felç ederek Ortadoğu sahnesine çıkıyor. Burada kuş mu yuvadan uçuyor, yoksa kuş uçuruluyor mu, sorusu ister istemez zihinleri meşgul ediyor. Ayrıca başta Mazlum Doğan olmak üzere, diğer kadro ve militanlar üzerinde Duran Kalkan’la birlikte yaptığı komplolarda işin derin bir yanı.

Mazlum Doğan üzerinde yaptırdığı komployu düşünürken, ister istemez yine Ferid Uzun suikastı akla geliyor. Hani merkez komitesi toplantısında Ferid Uzun’un öldürülmesi gerektiğini ileri sürerken Mazlum Doğan karşı koyuyor ama Apo onu ikna edip suikast görevini ona yüklüyor.

Burada akla şu geliyor; hani bu elin ahı, bu ele kalmaz” diyorlar ya, eğer Mazlum Doğan Ferid Uzun cinayeti önerisine ilk gösterdiği tepki üzerinde durup tavrını sürdürse idi, A. Öcalan da onu bu şekilde harcayabilir miydi? En yalın gerçek odur ki A. Öcalan dışarıdaki muhaliflere karşı yaptığı suikast ve infazların kat be kat fazlasını kendi yandaşlarına en yakınındaki arkadaşlarına karşı yapmıştır.

A. Öcalan arkasında büyük bir enkaz ve onlarca soru işaretleri bırakarak Suriye’ye geçerken, orada ilk iş olarak Suriye muhaberatı sorumlusu Cemil Esad’la görüşme yollarına başvurmuştur.

1994 yılında Duhok’ta yapılan bir konferansta, PDK ‘nin 1975 öncesi merkez komitesi üyelerinden biri olan Ali Sincari olayı şöyle dile getiriyordu: “Bir gün A. Öcalan yanıma geldi ve beni Cemil Esad’la görüştürmesini istedi. Onun istediğini yerine getirdim ve Cemil Esad’la görüştürmesini sağladım

Ne var ki ondan sonra A. Öcalan bir güne bir gün ne beni gördü, ne de bana bir selam gönderdi.1993 yılında Avrupa’ya gitmek üzere Ankara’da bir otelde kalırken, yanıma iki kişi gelip Dışişleri Bakanlığı’ndan geldiklerini ve bakanlığa kadar gelmemi nezaketle istediler. Ben onlarla birlikte Dışişleri Bakanlığı’na gittiğimde beni bir odaya alarak ellerindeki bir dosyayla karşıma geldiler. Dosyanın üzerinde Ali Sincari yazıyordu. Dosyanın kapağını aralayarak şu tarihte A. Öcalan’ı Cemil Esad’la siz tanıştırmışsınız bu doğru mudur? Evet doğrudur diye yanıtladım ve onlara şöyle dedim “O dosyayı kapatın ve orada benimle ilgili yazılanların hepsinin doğru olduğuna inanıyorum” dedim. Neden A. Öcalan’ı Cemil Esad’la tanıştırdınız diye sorulan soruya şu şekilde cevap verdim “Ben Kürdüm, A. Öcalan’ı da Kürd bildiğim için ona o desteği sundum, eğer bu günde Kürdlerin hakları için mücadele ettiğini bilirsem yine de desteğimi sürdürürdüm.” diye cevaplayıp oradan ayrıldım.”

Kürd Siyasal Camiası Suriye muhaberatının A. Öcalan’dan önce bazı Kürd örgütlerine görüşme teklifi ve destekleme önerisini getirdiğine yabancı değil diye biliyorum. Yalnız Suriye muhaberatının olmazsa olmaz bir koşulu vardır ki Kürd, Kürdistan davasına bağlılığı olan hiç kimsenin ve hiçbir Kürd örgütünün kabullenemeyeceği bir koşuldur. O koşul da, Suriye’de Kürdlere ait bir coğrafya olmadığını, Suriye’deki Kürdlerin Kuzey Kürdistan’dan göçmen olarak buraya geldikleri koşuludur. Bu dayatmadan dolayı kuzeyli hiçbir Kürd örgütü Suriye muhaberatı ile işbirliğine girmeyi kabul etmemiştir. Elbette ki söz konusu anlaşmayı görmemiz mümkün değildir ama A. Öcalan’ın böyle bir öneriye aşina olduğu da görünen bir realitedir.

PDK’nın politbüro üyesi ve bir dönemin istihbarat birimi olan Parastın sorumlusu Franso Herir’i ile yaptığımız bir görüşmede A. Öcalan’a, Suriye’de Kürdlerin yaşadığı coğrafyaya gelmesi yasaklanmıştır diyordu. Hatta A. Öcalan Qamişlo’ya gelsin, ben Apocu olurum diyordu.

Abdullah Öcalan ister yuvadan uçmuş olsun isterse de uçurulmuş olsun, Suriye sahasına geçtikten sonra 1978’de Siverek’te sergilediği oyunun çok daha büyüğünü 1984’ten itibaren hayata geçirmeye başladı. Siverek’te başlattığı oyunla 12 Eylül 1980’e gelindiğinde, Kuzeydeki Kürd örgütlerinin büyük çoğunluğu demoralizasyon içine girmiş, Ferid Uzun’un daha önce doğal lideri olduğu Dengê KAWA örgütü ülkedeki kaosun kendilerini aştığını ileri süren bir değerlendirme yaparak çalışmalarını dondurma kararı aldığını kamuoyuna duyurmuştu.

Diğer örgütlerin durumu da pek iç açıcı değildi.

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonucu değişik Kürd örgütleri mensuplarından on binlerce insan cezaevlerine konulmuş, Urfa, Mardin, Siirt bölgesindeki aşiretlerin çoğu PKK’nın zorlaması sonucu çareyi devlete yaslanmakta bulmuştu.

1984 yılında Kürdistan toplumu üzerinde depolitizasyonun, baskının ve şiddetin en yoğun olduğu bir dönemde PKK’nın Eruh ve Şemdinli’de silah sıkması A. Öcalan’ın lehinde büyük bir üstünlük sağlıyordu.

12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbe tarihin kirli sayfalarına cezaevlerinde tutuklulara yapılan baskı, şiddet ve vahşetle yerini aldı. Ne var ki 12 Eylül Askeri Darbesi’ni sadece cezaevlerinde yaşanan vahşetle anmak yeterli değildir diye düşünüyorum.

Kürdistan’ın her tarafı adeta açık cezaevine dönmüştü. Özellikle kırsal kesimde köyler üzerinde silah arama adı altında öyle sistematik işkenceler oluyordu ki, insanın aklını donduruyordu.

Bir yolculuk esnasında bir güvenlik görevlisinin söylediklerini buraya aktararak yazıyı sürdüreceğim

1984 yılı Ağustos ayının başında Sılopi’de çalıştığım işyerinden Kurtalan’da olan ikametgâhıma on günlük iznimi kullanmak üzere yola çıktım. Cizre, Şırnak, Eruh, Siirt güzergahını kullanıyorduk izne gelince. Çalıştığım kurumun aracı beni Şırnak’a kadar getirdi, oradan taksi dolmuş olarak çalışan araçlarla Siirt’e, oradan da Kurtalan’a minibüsle geliyordum.

Her zamanki gibi Şırnak’taki durağa geldiğimde daha uzakta iken, simsar bana seslenerek abi gel zaten bir yolcumuz eksiktir hemen hareket edeceğiz dedi. Taksinin yanına vardığımda genç, uzun boylu ve sivil giyimli biri duruyordu, hemen bunun polis veya subay olabileceğini anladım. Şırnak, Siirt arası yolun rampalı ve bozuk olması nedeniyle yolculuk yaklaşık üç saat sürüyordu ve benle bu şahıs üç saat boyunca yan yana, taksinin ön koltuğunda oturacaktık. Arka koltukta üç kişi oturuyordu şapkalarından ve giysilerinden Şırnak yerlileri olduğunu anladım. Yanımda oturan kişi ile samimi bir sohbet içinde idiler, birden bire baktım ki dedi; “Ah ah bu memleketi terk ediyorum ama o Ahmed Zeyrek’e bir tokat atmadan gidiyorum ya o bana koyuyor. Ardından hemen devam ediyor; Ahmed Zeyrek kim, Şerafeddin komiser kim diye söyleniyor.

Ahmed Zeyrek’i kast ederek, herif Binbaşı’dan aşağı kimseyle muhatap olmuyor, Şerafeddin komiser de ona tokat atmaktan bahsediyor diye kendi kendine söyleniyor.” Burada bunun Şırnak’ta komiser olduğunu, tayininin Yozgat ili Çekerek ilçesine çıkması nedeniyle, Çekerek ilçesine ev bakmaya gittiğini aralarındaki sohbetten öğreniyordum.

Şerafeddin komiser arkadakilerle sohbetine devam ediyor ve sohbetlerinden samimi dürüst bir insan olduğunu anlamak güç olmuyor.

Şerafeddin komiserin o döneme ışık tutan sohbetini buraya aktarmaya devem edeceğim: “Ahmed Zeyrek’i kastederek, adam birini ihbar ediyor, Kaleşinkof silahı vardır diye 15 gün boyunca her türlü işkenceye tabi tutuluyor. Adamın pestili çıktıktan sonra, yanına sokularak, bak; aileye haber yolla, 500 bin TL versinler bunların ağzına koyayım, yoksa vallahi buradan cesedin çıkar diye ikna ediyor. Adama hem işkencenin alâsını yaptırıyor, hem parasını alıyor, hem de adamı kendine minnet borçlu yapıyor. “Şerafeddin Komiserin anlattıkları bunlarla sınırlı değildir tabi, üç saatlik bir zaman zarfı içinde. “Bir gün sıkıyönetim komutanlığı tarafından bize görev emri çıktı, bir grup polis memuru ile birlikte yüzbaşının komutasında bir köye gideceğiz. Köye vardığımızda ağır yaralılar da olmak üzere 19 kişinin çeşitli yerlerinden yaralı olduğunu gördüm. Gördüğüm manzara karşısında çok duygulandım, yüzbaşı bana seslenerek bunları alıp Şırnak’taki Tugay’a götürmemi istedi. Sıkıyönetim idaresi olduğu için Emniyet teşkilatı da gerektiğinde onların emir ve komutalarına amade olduklarından dolayı, komutanım bunları götürmesine götürürüm ama bir tutanakla bunları götürebilirim dememle, komutan, sen benim emirlerime karşı mı geliyorsun dedi? Hayır emirlerinize karşı gelmiyorum ama bunları tutanaksız buradan hiçbir yere götürmem. Bunların içinde ağar yaralılar da vardır, bunları kimin bu hale koyduğunu bilmiyorum ama yolda bunlardan biri ölürse bunun hesabını nasıl vereceğim dedim. Bunları bana tutanakla teslim edin, istediğiniz yere götüreyim dedim. Yüzbaşının bana cevabı; iyi Tugay’a gidelim, seni Paşa’ya şikayet edeyim de aklın başına gelsin dedi. Tugaya geldiğimizde Paşa’ya şikayet etti, Paşa’nın huzuruna çıkıp olayı tüm çıplaklığı ile söyledim ve inanmıyorsanız gelin gözlerinizle görün dedim. Paşa, yanına emir subayı ile birlikte beni de alarak yaralı köylülerin olduğu yere gittik. Paşa gördüğü manzara karşısında gözleri dolu bir şekilde kala kaldı ve hiç bir şey söylemeden geri döndü. Eğer bu Paşa’nın yerine başka biri olsaydı, yüzbaşının emrine itaatsizlikten belki de şimdi Diyarbakır sıkıyönetim cezaevinde olurdum.” dedi. (Bu güvenlik yetkilisinin anlattıklarından o dönemde bölgede yaşanan vahşetler, bölgedeki en yüksek rütbeli yetkilileri bile aştığı anlaşılıyor.)

Bu; o dönemde Şırnak’ta görev yapan bir güvenlik yetkilisinin tayini çıkmışken, bölgede tanıyıp güvendiği insanlara söylediği gerçeklerdir. Bu gerçekler, bir köyle sınırlı değildi tabii, Kürdistan köylerinin büyük çoğunluğunda uygulanan ve 1945’lerin jandarmalarını aratmayan sistematik uygulamalardır. Ben de bir tesadüf eseri yolculuk esnasında bu söylenenlere kulak misafiri olmuşum ve zihnime kaydetmişim.

Bu arada Ahmed Zeyrek’in akıbetine ve üzerinde oynanan oyunlara da bir paragraf açma gereği duyuyorum. Ahned Zeyrek’e karşı PKK 1986 yılında suikast düzenlemek üzere evine bir tim gönderdi. Gece kapıyı açan kişinin kimi soruyorsunuz sorusuna silahlı timin bizim Ahmed’le işimiz var söylemine, buyurun Ahmed benim demesiyle karşılarındakini öldürdüler .Oysa öldürdükleri Ahmed değil, Osman ismindeki kardeşi idi.1987 yılında daha büyük bir güçle Ahmed Zeyrek’in köydeki evini bastılar, evdeki sekiz kişiyi katlettiler, Ahmed Zeyrek, aralanan kapının arkasındaki boşlukta saklanarak öldürülmekten ikinci sefer de kurtulmuş oldu. 1988 yılında bir dinî Bayram akşamı (Arefe günü) Cizre’de berberde tıraş olduktan sonra aracına üç koruması ile binerken silahlı saldırıya uğrayarak üç koruması ile birlikte can verdi.

Bu olay Şırnak başta olmak üzere o bölgede PKK için iyi bir prim oldu. Daha önceki iki suikast girişimi nedeniyle bu cinayet otomatikman PKK’nin hanesine yazıldı. Bölgede büyük bir sansasyon yaratıldı, çünkü Ahmed Zeyrek yukarıda anlattığım örnekte olduğu gibi bölge halkına çok zulüm yapmış ve yaptırmıştı Devlet güçlerine sırtını dayayarak. Ne var ki aradan yaklaşık 10-12 yıl geçtikten sonra Radikal gazetesinde Celal Başlangıç isimli gazetecinin, İbrahim Babat isimli eski PKK’li ve yeni JİTEM’ci ile yaptığı röportajda Ahmed Zeyrek’in kendisi tarafından binbaşı Ahmet Cem Ersever’in emriyle öldürüldüğünü açıklıyordu. Celal Başlangıç’ın neden sorusu üzerine: Bizim her şeyimizi biliyor, bir gün aleyhimize dönerse bütün ipliklerimiz pazara çıkar deyip öldürme kararı alındı diyor. Böylece bir işbirlikçinin hazin sonunu da görmüş olduk.

On günlük iznimi kullandıktan sonra 16 Ağustos 1984 sabahı erkenden Kurtalan’dan çıkıp aynı güzergah üzerinden Silopi’deki iş yerime gitmek üzere Siirt’e gittim. Siirt’e gittiğimde Şırnak güzergahına giden minibüs durağının önünde kalabalık olduğunu gördüm. Eruh Şırnak güzergahına gidecek araçlar o gün yola çıkmamıştı ve nedenini kimse bilmiyordu. Bir anda Hoca diye adlandırılan iri kıyım biri (Yazıhane sorumlusu) yahu Barzani’nin Apocuları bu gece Eruh’u basmış, o nedenle yollar kapalıdır demesiyle bir şaşkınlık ve merak sarmıştı herkesi. Barzani’nin Apocuları deyimini neden kullandığını halen anlamış değilim tabii. Saat 10.30 gibi araçlar konvoy halinde çıktı, Eruh’un girişine geldiğimizde yaklaşık bir saat orada konvoy durduruldu. Konvoyun etrafında dizilen Eruh’lu insanlar, akşam cereyan eden olayı macera filmleri heyecanıyla anlatmaya çalışıyorlardı.

PKK işte bu şartlarda 1938’den 15 Ağustos 1984 yılına kadar geçen 46 yıllık bir süreçten sonra ilk olarak politik anlamda Devlet güçlerine ve kurumlarına karşı silahlı mücadeleyi başlatmıştı. 12 Eylül darbesinden sonra cezaevlerinde ve kırsal kesimlerde uygulanan vahşet bütün hızıyla sürerken böyle bir çıkışın olması deyim yerindeyse herkesi büyük ölçüde etkilemişti. İnsanların hafızalarında 1919’dan 1938’e kadar devam eden jenosit düzeyindeki katliamlar 1945’in jandarmalarının yine Kürdistan coğrafyasında estirdiği Devlet terörü, 12 Mart 1971’deki antidemokratik uygulamalar geliyordu. 15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli’de sıkılan mermiler sanki bütün bunlarla hesaplaşmanın bir başlangıcı olarak insanların hafızalarında derin bir etki bırakıyordu.

PKK’nın 1977’de başlattığı ve 12 Eylül 1980 darbesine gelindiğinde yaptığı bütün kirli işler, cinayetler sanki unutulmuş veya kulak arkası yapılmış oluyordu. İsmail Beşikçi gibi insanlar dahi bu dalganın etkisinde kalarak yıllarca onlara güç veren yazı ve makaleler, kitaplar yazmaya başlamıştı. Ferid Uzun gibi bir değeri ve Nedim Sak gibi değerli bir arkadaşımı öldürmelerine rağmen, ben bile acaba bunlar bu mücadeleyi ulusal kurtuluş mücadelesine evirebilir mi diye ihtiyatlı bir iyimserlik içine girmiştim. Hatta zaman zaman kendimle hesaplaşarak eğer bunlar bu mücadeleyi ulusal kurtuluş mücadelesine evirebilirlerse bizim gözümüzün nuru Ferid Uzun ile Nedim Sak’ı gerekçe göstererek sırtımızı bunlara dönmemiz olmaz. Böyle bir durumda yapmamız gereken bunlara her yönüyle destek olmak gerekir diye düşünüyordum. Çünkü hiç kimse ulusal özgürlük davasından büyük değildi ve hepimiz onun için vardık.

İhtiyatlı iyimserliğim 1987’ye kadar devam etti. Söz konusu tarihten itibaren onların hiç bir şekilde değişmediklerini sadece eskiden çok daha büyük oynadıklarını gördüm. Oysa daha önce Kürd örgütlerine ve Kürd aşiretlerine yönelik saldırılarının aksine bu süreçte direkt Devlete yönelmeleri ister istemez büyük bir iyimserlik ve umut yaratmıştı. Çünkü Devlete yönelince ister istemez, ihtiyacın toplumun tüm kesimlerine oluyor ve önceki politikalarının değişmiş olabileceği öngörüsü ben dahil bir çok kesimde hasıl olmuştu. 1985’te milliyet gazetesinde yayınlanan bir sayfa dolusu yazıda Ferid Uzun’un Apo’nun emriyle öldürüldüğünü ilk olarak duyduğumda bu cinayet Apo gibi genç bir örgütçünün tasarlayabileceği bir cinayet değildir. Bu cinayet ancak derin güçlerin ve istihbarat örgütlerinin tasarlayabileceği bir cinayettir ve sadece Apo’ya tetikçilik görevi tevdi edilmiştir dememe rağmen ve bunun ardından da Ferid Uzun’u öldürecek bir hareket Kürdistan’a asla özgürlük getiremez dememe rağmen, yukarıda bahsettiğim ihtiyatlı iyimserlik içine girmiştim.

Beni duraklatan ve eleştiriye yönelten ilk eylemleri sivillere yönelik kadın, yaşlı ve çocuk ayrımı yapmadan sürdürdükleri silahlı saldırılar ve cinayetleriydi.

Oyun gerçekten çok büyüktü, öyle bir dalga yaratıldı ki, üniversitelerde okuyan Kürdistan’ın en parlak geleceğe sahip olabilecek gençleri, en seçkin fakülteleri bırakarak Kürdistan dağlarına bir daha geri dönmemek üzere yönelmişlerdi. 1977’lerden beri bağımsız, birleşik, demokratik ve hatta Sosyalist Kürdistan şiarını kullanarak Kuzeyde var olan örgütleri (Bağımsız Birleşik Kürdistan’ı savunmalarına rağmen) büyük ölçüde tasfiye etmiş veya marjinalleştirmiş bir konuma getirdikten sonra silahlı mücadeleyi başlatıyordu. Her zaman yaptığı gibi bir taşla bir kaç kuş vuruyordu.1980 öncesi saldırdığı Kürd örgütlerinden kadro düzeyinden tutun, sempatizanlarına kadar önemli oranda katılımlar oluyordu.

Devam edecek