Günümüzde Kürdistan’ın kuzeyini sömürgeleştiren Türkiye’nin başat gündemi, kısmi anayasa değişikliği referandumudur. Türk toplumu referanduma ilişkin tutumundan dolayı iki karşıt cepheye bölünmüştür. Genel anlamda “Evet” cephesi her renkten Türk siyasi İslamcılar, muhafazakarlar ve milliyetçiler, “Hayır” cephesi ise her renkten sol ve Kemalistlerdir. İkisinin de ortak yanı sömürgeci, ırkçı, asimilasyoncu ve açık/örtük faşist rejimden yana olmalarıdır. İki taraf arasındaki kavganın asıl nedeni;  başkanlık sistemini hedefleyen kısmi anayasa değişikliğinden ziyade devlet iktidarının ele geçirilmesidir. TC’nin kuruluşundan yakın zamana kadar devlet iktidarı, askeri-sivil bürokrasi ve sermaye kesiminden oluşan Kemalist cenahın elindeydi. İşte içinden geçtiğimiz süreçte, AKP hükümetinin başını çektiği Türk siyasi İslamcılar, muhafazakarlar ve milliyetçiler cenahı devlet iktidarını ele geçirme mücadelesini vermektedirler.  Yani bu mücadele,  toplum düzeyinde yasama, yürütme ve yargılama faaliyetleriyle bir bütün oluşturan devlet iktidarını ele geçirme kavgasıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi, iki cephe de demokrasiye, demokratik hukuk normlarına ve insan haklarına karşıdır.   İki cephe de Kürdleri yanına çekmek için yoğun propaganda ve ajitasyon faaliyetini sürdürmektedir. Netice itibariyle Kürdlere dayatılan, sömürgeci devletin diktatörlük biçimleri arasında bir seçim yapmasıdır.  Hangi taraf siyasal iktidarı ele geçirirse geçirsin 20. yüzyılda Kürd ulusunun toplarla, tüfeklerle yani askeri güçle ezildiği ve boynuna geçirilen kölelik zinciri daha sıkı bir biçimde  devam ettirilecektir.

Ezilen-ulus olarak Kürdlerin mücadelesinin hedefi devletleşme iken, Türk toplumunun iki cephesinin mücadelesinin   hedefi ise, devlet iktidarını ele geçirmektir.  Dolayısıyla bu çatışan mücadelelerin merkezi kavramı devlettir. O zaman devlet kavramına biraz daha yakından görelim.

Devlet kuramı, devleti insan,  ülke ve egemenlik öğeleri ile açıklar. Kent ve feodal devlet insan öğesini ahali, tebaa olarak, modern devlet ise, insan öğesini ulus ya da millet olarak tanımlar.  Millet birbirlerine karşı bir kısım bağlarla  bağlı olan belirli bir insan  topluluğudur.  Ülke, milletin  devamlı olarak yaşayabileceği ve egemenlik kurabileceği, belirli sınırları olan  bir coğrafyadır. Devletin üçüncü öğesi ise iktidar ya da egemenlik öğesidir.  Egemenlik,  en üstün iktidar demektir. Bir devletin varlığından bahsedebilmek için, bir milletin bir ülke üzerinde en üstün iktidara yani egemenliğe sahip olması gerekir. Aynı şekilde bir ulusun varlığından söz etmek için de, belli bir toprak parçası üzerinde egemen bir toplum olması gerekir. Belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ancak, egemen olmayan bir topluluk; egemenliği için tercihini ve iradesini ortaya koyar ve bu iradenin takipçisi olursa ulustur, aksi durumda bir sürü, bir kalabalık olarak, başka bir ulusun kölesi olur.

Devlet; millet, ülke ve egemenlik öğelerinden oluşmakla birlikte, bu üç öğesinden birine indirgenemez. Devlet, kendisini oluşturan üç öğesinin dışında ve onlardan bağımsız bir varlıktır. Devlet yalnızca millet ya da yalnızca ülke veya yalnızca egemenlik değildir. Devlet hukuk düzeninde, kendini oluşturan insanlardan ayrı bir hukuki kişiliğe yani bir tüzel kişiliğe sahiptir.  O zaman devleti şöyle tanımlayabiliriz; devlet, bir milletin bir ülke üzerinde egemen olmasıyla oluşan bir varlıktır.[1] Başka deyişle devlet; egemenlik (yasa) ve yürütme (uygulama) ilişkisidir.

Bundan hareketle söylenirse, egemenlik; ulus-devletin özüdür. Egemenlik hiçbir güç tarafından sınırlanamayan,  bölünmeyen (devredilmeyen) ve sürekli bir güçtür.  Egemenlik, kimseye danışmadan yasaları yapma, yok etme ve değiştirme ilkesidir.  İşte devredilmeyen ve sürekli olan iktidarın ilkesi ( auctoritas) olarak yasa yapma, değiştirme ve bozma gücüdür. Oysa iktidarın kullanış ya da uygulama biçimi (potestas) devredilebilir. İktidarın ilkesi yani yasa yapma, değiştirme ve bozma yetkisi devletin biçimini, iktidarın kullanış yetkisi ise yönetimin biçimini oluşturur.

Zaten modern devleti (ulus- devleti) diğer devlet biçimlerinden (kent, feodal) ayıran temel özellik, iktidarı  egemenlik kavramıyla tanımlamasıdır. Egemenlik kavramı ilk olarak Jean Bodin  (1530-1596) tarafından kullanılmıştır. Bodin egemenliği  “yurttaşlar üzerindeki en yüksek, en mutlak ve en sürekli güç”[2] olarak tanımlar. Ve Rousseau’dan (1712-1778)  beri,  egemenliğin kaynağının ulusta olduğu düşüncesi ortak bir siyasal norma dönüşmüştür.  Modern Çağ’ın devlet tipi olarak ulus-devlet iktidarının,  en üstün en sürekli ve en kapsayıcı ilkesi egemenliktir.  Elbette günümüzde ulus-devletin farklı yönetim biçimleri olarak üniter devlet, federal devlet,  faşist devlet, otokratik devlet, demokratik devlet açısından egemenlik kavramının  işlevi farklıdır.

Bununla birlikte devlet iktidarının yani egemenliğin eğilimi, ülke bütünlüğünün korunması ve kamuoyu güvenliği gerekçesiyle hak ve özgürlükleri kısıtlamaya yöneliktir.  Milletin yani yurttaşların siyasal eğilimi ise, hak ve özgürlüklerin sınırlarlarını genişletmeye yöneliktir. İşte devlet egemenliğinin niteliği ve işlevi bu iki eğilimin gücüne ve mücadelesine göre biçimlenir ve belirlenir. 

Baskı altında olan bir toplumun mücadelesinin niteliğini belirleyen siyasal hedefidir, daha doğrusu egemenlik ilkesine olan yaklaşımıdır. Egemenliği ele geçirmeyi hedefleyen bir mücadele, ulusal siyasal mücadeledir. Yok eğer bu mücadelenin hedefi, baskı uygulayan devletin bünyesinde demokratik-kültürel haklar ve kısmi yönetme yetkisini ele geçirmek  ise,  bu mücadele  ezen-ulus devlet egemenliğine entegre olmak üzere ulusal-azınlık siyasal mücadelesidir.

İşte Kürdistan’ın önde gelen siyasi akımları, 1950’lerden bu yana ulusal mücadele ile ulusal-azınlık mücadelesi arasında yalpalayan istikrarsız ve belirsiz bir zeminde hareket etmektedir.  Bu nedenle Kürd siyasi akımlarının siyasal hedefi;  egemen olma ya da devletleşme mücadelesinden ziyade ezen-ulus devletlerin bünyesinde demokratik-kültürel haklar ve kısmi yönetme yetkisini ele geçirmedir. Günümüzde Kürdler “Evet” ve “Hayır” cenahından hangisini desteklerse desteklesin, bu tutum Türkiyeleşmedir. Kürdistan kuzeyinin Kürdlerinin, Türk toplumunda ortaya çıkan “Evet”/”Hayır” cenahlarına entegre olmasının nedeni de,  ulusal-azınlık siyasi anlayışıdır.   Üstelik, Türk toplumunun yönetim biçimleri arasında değil,  diktatörlük biçimleri arasında bir seçim yapılmaktadır.

Kürd toplumunu bir etnik grup değil, bir ulus olarak algılayan, kabul eden her siyasi akım ve bireyler, Türk toplumunun yönetim biçimleri arasında bir seçim yapmazlar. Tam tersine Kürdlerin bir ulus olduğu ve devlet olma hakkına sahip olduğunun düşüncesinden hareketle, ezen-ulus devletlere ve bu devletlere entegre olmaya yönelik politikalar üreten ulusal-azınlık siyasi akımlara karşı ulusal bir tutum geliştirirler. Ve Kürd ulusunun ulusal haklarını, siyasal mücadelesinin gündemine taşırlar.  Bunu başarabilmenin yolu da ulusal siyaset ile ulusal-azınlık siyasetin arasındaki siyasal, ideolojik, programsal ve örgütsel ayrım çizgilerini çekebilmekten geçer.  Böylelikle Kürd ulusunun nezdinde ulusal-azınlık siyasetinin teşhir edilmesini en önemli görev olarak telakki ederler. Kürd ulusal hareketinin başarısı buna bağlıdır. Çünkü ezilen-ulusların kurtuluş olanaklarının  oluştuğu süreçte, en büyük düşman ve hain ulusal-azınlık siyasetidir. İçinde geçtiğimiz süreçte Kürdistan’ın bağımsızlığının Kürd ulusunun devletleşmesinin önünde en büyük tehdit ve engel durumuna gelen PKK,  GORAN gibi ulusal-azınlık siyasi akımlar olduğu açıktır.

AMED/ 15/02/2017

 

[1] Kemal Gözler, Devletin Genel Teorisi, Ekin Y. 2014, s.4-6

[2] Mehmet Ali Ağaoğulları,  Cemal B. Akal, Levent Köker, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, İmge y. 2009, s. 27