Kürdistan; İran, Türkiye, Irak ve Suriye devletleri arasında paylaşılmış uluslararası bir sömürge ya da ezilen-ulus statüsündedir. Söz konusu sömürgeci ya da ezen-ulus devletleri, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra küresel güçlerin desteğiyle kurulduklarından bu yana ve Birleşmiş Milletlerin “ülkenin bütünlüğü ilkesi” gereğince uluslararası güçlerin örtülü ve açık desteği sayesinde Kürdlere karşı sömürgeci politikaların yanı sıra asimilasyon politikaları izlediler ve Kürd ulusal kurtuluş hareketlerini bastırdılar. Bununla birlikte Kürdler o günden bu yana kendi kaderini tayin hakkı için yani egemenliği ve özgürlüğü için mücadelesini sürdürdüler ve sürdürmektedir. Bu mücadeleler içinde Kürdistan modern tarihinin parlayan yıldızı olan Kürdistan (Mehabad) Cumhuriyeti’nin (1946) kuruluşu da vardır. Kürdistan Cumhuriyeti’nin kuruluşunun siyasi öznesi olan PDK-İ’nin iki hizbi olarak HDK (Hizba Demokrata Kurdistanê) ve HDK-İ (Hizba Demokrata Kurdistana İranê) birleşmiş olmaları ve bundan sonra HDK-İ çatısı altında siyaset yürüteceklerini açıklamaları, Kürd ulusunun egemenliğini savunan ve mücadelesini veren tüm siyasal akımları ve aktörleri tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Bu metnin yazarı da HDK ve HDK-İ yöneticilerinin birleşme kararını tebrik ediyor ve başarılar diliyor.

Bununla birlikte bu metninin amacı; HDK-İ’nin demokratik, çoğulcu ve federal İran siyasi programını; uygulanabilirliği konusunda ve ulusal egemenlik perspektifinden eleştirel bir analizini yapmaktır. Ayrıca HDK-İ’nin siyasi programının uygulanabilirliği konusunda öngörülerde bulunabilmek için birbiriyle yakından bağlantılı bir dizi siyasi meseleye bakılması şarttır. İçinden geçtiğimiz süreçte dünya, dört farklı krizi birlikte yaşamaktadır. Bunlar; 1-ekonomik ve siyasi kriz, 2- siyasi ve ekonomik işleyiş bakımından neoliberalizmden neomerkantilizme doğru evirilmesi, 3- dünyanın, başını ABD ve Çin’in çektiği iki kutuplu dünyaya dönüşme evresine girmesi ve bu kutupların dünyayı yeniden paylaşma mücadelesine girmeleri, 4- pozitivist siyasal gelişme paradigmasının iflasıdır. İlk üçü geçmiş dönemlerde yaşanmış olgular olup, dördüncü olgu ilk olarak yaşanmaktadır. Bu belirtilen tüm konular iç içe geçmiştir ve her biri diğerlerinin sonucunu etkileme potansiyeline sahiptir. Bu konuların analizi, Kürt ulusal sorununa ve HDK-İ’nin siyasal çözümüne yönelik vizyonuna daha iyi bir bakış açısı ve eleştirel bir bakış açısı sağlayabilir.

Bu yazıda bu belirtilen konuları üç başlık altında incelemeye çalışacağım. İlki, dünyanın durumu, İkincisi ise, tarihi ve dolayısıyla bugünü anlamada ve yorumlamada iki farklı felsefi/siyasi düşünce akımları olan pozitivizm ile historizm konularını kısaca inceleyip bu akımların Kürd siyaseti üzerindeki etkilerine bakmak, 20. yüzyılın baslarından bugüne Kürd ulusal hareketlerinin yenilgilerini tamamen dış koşullara ya da dış güçlere bağlamanın doğru olmadığını ve bu yenilgilerde daha büyük payı olan Kürd siyasi öznelerin ulusal-demokrat siyaseti yeteri kadar bilince çıkaramayışının temel nedenlerden birinin, aslında pozitivist siyasi düşüncenin etkisini ve 20. yüzyılın başlarında Kürd siyasi özneleri tarafından sığ yorumlanması olduğunu vurgulayacağım. Üçüncüsü HDK-İ ve diğer Kürt siyasi aktörlere ve kurumlara, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkının demokratik haklarını sonuna kadar ilerletmek için teorik ve pratik politikalar geliştirmeleri için bazı önerilerde bulunacağım.

I- Dünya Durumu

  1. Küresel Kaotik İlişkiler

Günümüz dünyası hem siyasi hem de ekonomik kriz yaşıyor ve ciddi bir bunalım altında. Dünyanın bu kaotik durumu, özellikle Covid-19 salgını ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile birlikte çok daha şiddetli bir hale gelmiştir. Küresel siyasi ve ekonomik meseleler daha fazla çatışma ve bölünmeye doğru ilerliyor. ABD ile Çin arasında küresel hegemonik mücadeleler ve bundan kaynaklanan gerilim her geçen gün keskinleşiyor. Küresel hegemonik rekabet, bir süredir globalizme bir tepki olarak dünya çapında gelişen popülizmin yükselişiyle birlikte dünyanın siyasi, ekonomik ve toplumsal sorunları daha çetrefilli bir hale gelmiştir. Küresel güçler de dahil olmak üzere ülkelerin bugünkü ekonomik ve siyasi politikaları neo-merkantilizme doğru kaymaktadır. Ticaret savaşları, bölgeselleşme/lokalleşme ve popülizm, Covid-19 salgınının ortaya çıkması ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle daha da yoğunlaştı ve çeşitlendi. Bununla birlikte günümüzde ulusal ve uluslararası çatışmaların çoğu etnik ya da ulusal sorunlar nedenlerinden kaynaklanmaktadır ya da bu sorunlar küresel güçler tarafından kendi hegemonik çıkarları acısından kullanılmaktadır. Yukarıda bahsi geçen kırılgan ve kaotik küresel sorunlar ve hegemonik mücadeleler, Ortadoğu ve dolayısıyla Kürt ulusal kurtuluş mücadelelerinin geleceği üzerinde kaçınılmaz olarak ciddi etkilere yol açacaktır. Mevcut küresel siyasi gelişmeleri ve bu gelişmelerin ulusal ve etnik sorunlar ile dinamik ilişkilerini anlamak için, 20. yüzyılda Batı siyasi düşüncesinde etkin olan siyasi gelişme kavramının değişen anlamlarını ve BM resmî belgelerinde kendi kaderini tayin hakkı konularını kısaca değerlendirmek gerekir.  

  1. Batı Dünyasının Pozitivist Siyasi Gelişim Paradigmasının Çöküşü

Günümüzde ABD ve NATO’nun siyasal yönelimlerini örneğin, Afganistan’dan çekilişini açıklayabilme açısından Batı dünyasına egemen olan siyasal gelişme paradigmasını ya da kavramını ve bu kavramın değişen aşamalarını gözden geçirmek gerekir.

19. yüzyıldan bu yana, çoğunlukla pozitivizm ve pozitivist siyasetin egemen olduğu Batı siyasi düşüncesi, İkinci Dünya Savaşı’na kadar, anayasa hukuku paralelinde bir “devlet bilimi” araştırma ve analizleriyle ilgilidir. Bu araştırma ve analizler de sadece Batılı toplumlarıyla ilgiliydi. “Hür Dünya” olarak tanımlanan Batı toplumlarının egemen siyasal rejimi olan liberal-demokrasi, sanayileşme ve adil gelir dağılımını sağlamış, eğitim ve sağlık durumunu iyileştirmiş, şehirleşmişlik ve diğer toplumsal-kültürel göstergelerle birleşik bir biçimde modern toplum olarak tanımlanmıştır. Ancak 20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, siyaset bilimi, özellikle Asya, Latin Amerika ve Afrika kıtasındaki sömürge ülkelerin kurtuluşuyla dikkatini yavaş yavaş batı dışı dünyaya kaydırdı. Dönemin başat siyasi düşüncesi, az gelişmiş ve gelişmekte olan dünyanın geri kalanının modernleşme ve yavaş yavaş liberal demokrasiler kurma yolunda Batı siyasi sisteminin ayak izlerini takip edeceği yönündeydi. Ancak Batı dünyasının toplumsal-siyasal örgütlenme biçimini idealleştirmesi, değer yargısıyla donanmış bir siyasal gelişme kavramıdır. Bu nedenle Batı dünyasının dışında kalan ülkelerdeki değişim süreçlerini incelerken başvurulan siyasal gelişme kavramı, zaman içinde değişmiştir. 1965’ten itibaren Samuel P. Huntington, Jorge İ. Dominguez gibi yazarlar, siyasal gelişme kavramın, Batı dünyasının değerleriyle yüklü olduğu, bu nedenle de “etnosantrik” bir nitelik taşıdığı, oysa bilimsel incelemelerde olması gerekeni değil, olanı yani olguyu açıklamak olduğuna yönelik eleştirilerin sonucunda değişime uğramıştır. Huntington’un, “Siyasal Gelişme ve Siyasal Bozulma[1] adlı yazısından sonra, Batı dünyasının dışında kalan toplumlardaki değişimin, önceden belirlenmiş bir liberal- demokrasi idealine doğru dönüşeceği biçiminde değil de her toplumun kendi özgül toplumsal ve tarihsel ortamı içinde açıklanması gerektiği üzerinde durulmuştur.  Başlangıçta, sömürge devletlerin, bağımlı devletlerin ulus- devletler olarak ortaya çıkması ve bu ulus-devletlerin nasıl liberal-demokratik sisteme evirilebilecekleri fikrinin yönlendirdiği incelemelerdir. Özellikle 1960’ların sonlarına doğru, bilim adamlarının kendi değer yargılarını sosyal bilim araştırmalarına yansıttıkları eleştirisine uğramış ve bunun yapılmaması gerektiği, çünkü amacın olguyu yani olanı açıklamak olduğu söylenmiştir. 1950’lerin sonlarında Lipset’in tanınmış yapıtı Siyasal İnsan’ da[2] demokratik düzenin koşullarını araştırması; 1960’ların ortalarında Apter ’in aşağıda belirtilen yapıtında[3] azgelişmiş ülkeleri, sonunda liberal-demokrasiye geçecek ülkeler olarak nitelendirmesi, Batı dünyasının dışında kalan toplumları açıklayabilmekten uzak girişimler olarak kabul edilmiştir.  Bu eleştiri süreci, Huntington’ un belirttiği çerçevede yürütülmesiyle sonuçlanmış gibi görünmektedir. Huntington’a göre, azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki kurumsallaşma düzeyi siyasal katılımı karşılamakta yetersiz kaldığından ötürü, siyasal düzenin yıkışını hazırladığı ve bu süreç içinde söz konusu ülkelerde “practorian” yani askeri ve/veya tek-parti diktatörlüğü biçiminde görülen demokratik olmayan siyasal yapılar ortaya çıktığı biçiminde özetlenebilir.

Burada tespit edilen önemli özellik, liberal-demokrasiyi idealleştiren önceki teorik teşebbüslerin değer yüklü olduklarından ötürü açıklayıcılıktan uzak olmalarına karşılık, Huntington’un kavramlaştırmasının ise açıklayıcı olduğu düşüncesidir. İşte, Huntington’un Siyasal gelişme ve Siyasal Bozulma yazısı ve bu yazıdaki fikirlerin geliştirildiği ve Batı dünyasının dışında kalan toplumlardaki değişim süreçlerinin açıklanabilmesi için kavramsal çözümlemelerin karşılaştırmalı bir biçimde açıkladığı Political Order and Changing Societies[4] adlı yapıtından sonra, Batı dünyasının liberal demokratik rejiminin temel değer ve kurumlarını, bu değer ve kurumların oluşmasını sağlayan geleneklere sahip olmayan toplumlara empoze etmenin gerçekçi olmayan, değer yüklü bir yaklaşım olduğu kabul edildi.  Siyaset biliminin temel amacı, Batı dışı dünyadaki siyasi gelişmeyi anlamak için bu toplumların ampirik gerçeklerini ampirik veriler ve gözlemlerle açıklamaktır. Böylece bu bakış açısı modernleşme ve Batı dünyasıyla bütünleşmeye yönelik ‘istikrar’ kavramını giderek önceliklendirmiştir. Bu nedenle Batılı siyasi zihniyet, askeri veya tek parti yönetimini veya diktatörlük rejimlerini, Batı dışı dünyanın modernleşmesi için gerekli veya kaçınılmaz bir süreç olarak değerlendirmeye başlamıştır. Günümüze kadar Batılı siyasi güçler, diğer bölgelerle ilişkileri açısından “istikrar” politikasını izlediler.  Batılı siyasi güçler; dünya ekonomik/siyasi düzeni tehdit etmediği sürece, BM ile ilgili sözleşmelerin, tüzüklerin korunması ve garanti altına alınması yoluyla demokratik olmayan devletlerin baskıcı politikalarını, insan haklarını kötüye kullanmalarını, etnik temizliklerini -BM tarafından tanınan siyasi sınırları içinde sürdürmeleri şartıyla- sessiz kalmıştır. Demokratik olmayan devletlerin bu politikaları, kendi siyasi bölgelerinde göreceli istikrarı korumayı başardıkları sürece tolere edildi. Bu metnin ana tezlerinden biri, istikrar kavramının artık batılı güçlerin diğer bölgelerle ilişkilerinde ana politikası olmayacağıdır. Günümüzün büyüyen küresel hegemonik mücadeleleri, istikrar siyasetinin batılı küresel güçler ile diğer bölgeler arasındaki ilişkileri belirleme ya da tanımlama etkisini giderek zayıflatacaktır. Hem Afganistan hem de Irak’taki tecrübe, sadece demokrasinin değil, istikrarın bile mümkün olmadığını açıkça göstermiştir. Mevcut devlet sınırlarının “kutsallığı” artık mutlak olmayacak ve küresel siyasi hegemonik mücadelelere bağlı olarak içinden geçtiğimiz süreçte devletlerin sınırlarının parçalanması mümkün olacaktır. Bu nokta, Kürt siyasi öznelerin ve aktörlerin siyasi politikalar geliştirirken üzerinde dikkatle düşünmeleri gereken bir konudur. Bu konuya metnin ilerleyen kısımlarında tekrar geleceğim.

  1. İki kutuplu bir dünyaya doğru

Günümüzde dünya düzeyinde siyasi, ekonomik ve sosyal alanda istikrarsız bir durum ve kriz yaşanmaktadır.  Bu küresel (global) krizlerin bir nedeni de, neoliberalizm sistemi bir bütün olarak itibarının, meşruiyetinin aşınmasıdır. Açıkçası neoliberal siyaset, neoliberal ekonomi ve neoliberal devlet uygulamaları meşruiyetini yitirme sürecine girmiş ve bu nedenle liberal demokrasi de aksamaya başlamıştır. Onun içindir ki, Atlantik’in her iki yakasında da popülizm ya da liberal dışı akımlar, liberal demokrasileri tehdit edecek kadar boyutlanmaktadır. Bazı yazarlar, dünyanın bu kaotik durumunun süreç içinde çok kutuplu bir dünyaya yol açacağını ileri sürmektedir. Bu metnin yazarı ise 21. yüzyılın bir yandan ABD ve müttefiklerinin ve diğer yandan Çin ve müttefiklerinin etkin olduğu iki kutuplu bir dünyaya doğru evrildiğini iddia etmektedir. Evet hem Rusya hem de AB (özellikle Fransa ve Almanya), iki kutuplu bir dünyada çıkarlarını algılamıyor ve bunu engellemeye çalışıyorlar.  İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana ilk kez, Avrupa, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle Avrupa’daki toprak sınırlarını değiştirmeyi amaçlayan bir askeri savaş yaşıyor.  Bu savaşın bir nedeni de, iki kutuplu dünyaya geçişi engellemek ve çok kutuplu bir dünyanın yolunu düşemektir.  Ne var ki, ABD ve Çin’in GSH, kendilerini izleyen ülkeleri fersah fersah aşıyor. Onun için Çin’de ABD gibi çıkarı gereği iki kutuplu dünyadan yanadır.  Yalnızca Çin, askeri altyapısını ve küresel ekonomik ağını daha da geliştirmeye ihtiyacı vardır. Bu koşulları oluşturmayana kadar ABD hegemonyasına meydan okumayacaktır. Ancak öyle ya da böyle 21. yüzyılın siyasi, ekonomik ve askeri meseleleri yavaş yavaş iki kutuplu bir dünyaya doğru evriliyor.  BM ve diğer çokuluslu kurumlar iki kutuplu dünyanın yeni gerçekliklerine göre evrimleşecek.

Yukarıda belirtildiği gibi günümüzde dünya aynı anda dört krizden geçiyor. Dünya ilk üç krizi daha önce 19. ve 20. yüzyıllar boyunca yaşamıştı. Ancak dördüncüsü, merkez-çevre ilişkileri, küresel hegemonik, bölgesel ve yerel güçler ile devlet dışı siyasi özneler arasındaki ilişkiler üzerindeki etkisi açısından çok önemli olan yeni bir olgudur. Önümüzdeki iki kutuplu dünya çağında bölgesel ve yerel güçler ulusal çıkarlarına göre bu kutuplaşmada yer alacaklar ve iki kutuplu dünyaya geçiş surecinde kendilerini yeni fırsatlara ve zorluklara karşı hazırlayacaklardır. İşte böyle geçiş dönemlerde Kürtler gibi ezilen uluslar ve topluluklar da kendilerini özgürleştirme ve egemenlik haklarını ele geçirme fırsatlarına sahip olacaklardır. Aynı zamanda böyle kaotik ve geçici dönemlerinde, ezilen uluslar ve topluluklar tam bir imha ve soykırım tehlikesiyle de da karşı karşıyadır. Ermeni soykırımı, Osmanlıların en azından 19. yüzyıldan beri Ermeni toplumun üzerinde yaptıkları baskı ve zulümlere rağmen, ancak 1. Dünya Savaşı sırasında gerçekleşti. Naziler İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudi soykırımı yaptılar. 20. yüzyılın sonlarında Orta Asya’da ve Balkan bölgesinde Sovyetler Birliği’nin çöküşü sayesinde 24 yeni ulus devle ortaya çıktı. BM, AB, G7 ve onun varyasyonları gibi çokuluslu kurumlar kaçınılmaz olarak bu yeni dönemin şartlarına göre ya evrilecekler ya da uyum sağlayamadıkları durumunda etkinliklerini kaybederek dağılacaklardır. Yaklaşan bu yeni kaotik dönemde çokuluslu yönetim organı olarak BM’nin potansiyel değişikliklerinden biri, BM’nin mevcut devlet üyelerinin “ülkenin bütünlüğü ilkesi” yani toprak bütünlüğüne yaptığı vurgunun etkisini yitirme durumudur. Bu nedenle, Kürt ulusal kurtuluşu perspektifinden, BM’nin ezilen ulusları baskıcı rejimlerin sıkı kontrolü altında tutmadaki rolüne odaklanmak çok önemlidir.

  1. Birleşmiş Milletler Belgelerinde Kendi Kaderini Tayin Hakkı

Halkların kendi kaderini tayin hakkı; her halkın egemen olmasını yani yasa yapma, bozma ve uygulama yetkisine sahip olmasını ifade eder. Ancak egemen olan bir halk; kendi siyasal statüsünü serbestçe belirleyebilir, ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmesini özgürce sürdürebilir. Bu hakkın gerçekleşebilmesi için, sömürgeci ya da ezen ulus-devletin negatif bir tutum göstermesi, müdahaleden vazgeçmesi gerekir. Bu hakkın modern uluslararası hukukta düzenlenmesi de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürge halklarının sömürgeci devletlere karşı sürdürülen anti-sömürgeci mücadelelerin sayesinde olmuştur.

10 Aralık 1948’de kabul edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirisi’nde kendi kaderini tayin hakkında bir hüküm yoktur. Birleşmiş Milletler Hukuk içinde kendi kaderini tayin konusu, ayrı sözleşme, bildiri ve kararlarla düzenlenmiştir. 16 Aralık 1966 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (ESKHS) ile Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi (MSHS) 23 Mart 1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu iki Sözleşme’nin birinci maddelerinde halkların kendi kaderini tayin hakkını açık biçimde düzenlemiş ve güvence altına almıştır. Söz konusu iki sözleşmenin birinci maddesi şöyledir:

“1. Bütün halklar kendi kaderini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir, ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.

  1. Bütün halklar, kendi amaçları doğrultusunda, karşılıklı yarar ilkesine dayanan uluslararası ekonomik iş birliğinden ve uluslararası hukuktan doğan herhangi bir yükümlülüğe halel gelmeksizin, kendi doğal zenginlik ve kaynaklarından özgürce yararlanabilirler. Bir halk hiçbir durumda kendi varlığını sürdürmesi için gerekli kaynaklardan yoksun bırakılamaz.
  2. Kendi Kendini Yönetemeyen ve Vesayet Altında bulunan ülkeleri yönetmek sorumluluğunu taşıyan Devletler dahil olmak üzere, bu Sözleşmeye Taraf Devletler, Birleşmiş Milletler Şartının hükümlerine uygun olarak kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesini kolaylaştıracaklar ve bu hakka saygı göstereceklerdir.”[5]

Bu maddede hakkın öznesini “bütün halklar” olarak belirtmekle birlikte, bu halkların kimler olduğunu açıklamamaktadır. Maddede geçen bütün halklar sözü sadece daha dar anlamlı “sömürge halklar” kavramını mı ya da daha geniş anlamlı bir kavramı mı ifade etmektedir?  Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin Hazırlık Çalışmaları’na bakıldığında, maddede yer alan “tüm halklar” terimin bilinçli bir tercihin ürünü olduğu görülmektedir. Hazırlık Çalışmaları’nda açıkça belirttiği gibi, “tüm halklar” terimi yalnızca, Birleşmiş Milletler belgelerinde açıkça kullanılan sömürgeleri ve yabancı işgalindeki ya da egemenliği altındaki  halkları değil, bağımsız devletlerdeki ırkçı rejime maruz kalan halkları da kapsamaktadır. Böylece, dünyadaki belirli devletler, halklar veya bir bölge ile sınırlı olmayan evrensel bir hak olarak ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte Birleşmiş Milletler belgelerinde deniz aşırı olmayan sınırdaş olan sömürgelere başka deyişle sınırdaş olan ezilen uluslara, “ülkenin bütünlüğü ilkesi” gereği olarak kendi kaderini tayin hakkını tanımamış ve bu ezilen ulusları ilgili devletin bir azınlık grubu saymıştır. Örneğin: 2003’te ABD ile Irak arasında çıkan savaşın sonucunda, Irak devleti yenilmiş ve devlet olmanın tüm özelliklerini yitirmiş ve Kürdistan’ın güney parçası üzerindeki işgali tamamen ortadan kalkmıştı. Buna karşın Kürdistan ulusal güçleri, kendi coğrafyası üzerinde bir ulus- devlet oluşturma imkânı sağlayabilen bir federe devlet örgütüne ve gücüne sahipti. Artık ismi olan, cismi olmayan Irak devletinin, Kürd ulusunun devletleşmesine engel olacak bir kudreti yoktu ve halen de yoktur. Kürd ulusunun devletleşmesine “ülkenin bütünlüğü ilkesi” gerekçesiyle ısrarlı bir şekilde karşı çıkan ve “federal ilkeler” çerçevesinde yeniden kurulacak Irak devleti içinde kalmasına mecbur eden güç, başta ABD olmak üzere dünyanın küresel güçleridir. Demokrasi ve insan hakları zihniyetinden yoksun Irak Federal Devleti, o günden bugüne sürekli siyasi istikrarsızlık, yoksulluk, yolsuzluk politikaları üretmekte ve farklı ulusal, kültürel ve dinsel gruplar arasında çatışmalar ve çatlamalar daha da derinleşmektedir.

Hazırlık Çalışmaları döneminde “halk” kavramını, değişik etnik, dilsel, dinsel ve benzeri grupları içine alacak şekilde genişletilmesine yönelik sunulan öneri, azınlıkların da kaderini tayin hakkının sahibi yani öznesi olmasını sağlayacağı gerekçesiyle reddedilmiştir. Herhangi bir karışıklığa yol vermemek gerekçesiyle, maddede geçen “halklar” kavramının azınlıkları kapsamadığı ayrıca düzenlenmiştir. Sovyetler Birliği’nin İnsan Hakları Komisyonuna verdiği, azınlıkların da kendi kaderini tayin hakkı olması gerektiğine dair önerisi kabul görmemiştir.[6] Netice olarak, azınlık hakları Medeni ve Sosyal Haklar Sözleşmesi’nin 27. maddesinde ifade edilmiştir. Şöyle ki: “Etnik, dinsel ya da dilsel azınlıkların bulunduğu devletlerde bu azınlıklara mensup kişilerin, kendi gruplarının diğer üyeleri ile birlikte kendi kültürlerini yaşama, kendi dinlerini açıklama ve uygulama ya da kendi dillerini kullanma hakları engellenemez.”[7]

Aslında egemen durumunda olan uluslar da etnik ya da azınlıklar olarak tanımlanan gruplar kadar etniktirler. Ancak devlet aygıtına sahip olduklarından kendilerini ulus olarak tanımlarlar.[8] Smith’e göre, etnik kimlik insanın doğuştan edindiği bir nitelik değil, tarihi ve sembolik-kültürel olarak edindiği bir niteliktir. “Anadolu’daki Türkler 1900’den önce ayrı -yani hâkim Osmanlı veya kuşatıcı İslamcı kimliklerden ayrı- bir “Türk” kimliğinin pek ayırdında olmadıkları gibi, köy ya da bölge olarak yerel hısımlık kimlikler çoğu zaman daha büyük önem taşımaktaydı.”[9] Bu metnin yazarına göre de etnik kimlik, bir tarihsel- toplumsal inşadır. Yine bu metnin yazarına göre, ulus toplumlarını etnik toplumlardan ayıran egemenlik yetkisidir. Egemenlik yetkisine yani yasa yapma/bozma ve uygulama yetkisine, başka bir deyişle devlet aygıtına sahip olan etnik toplumlar, kendilerini ulus olarak tanımlarlar. Egemenlik yetkisine sahip olmayan toplumları da etnik ya da azınlık toplumlar olarak tanımlarlar. Örneğin, “Çekoslovakya’nın nüfusunun üçte birini oluşturan Slovaklar aslında “halk” veya “ulus” olarak nitelenebilecekken, ancak azınlık olarak görülebilmişlerdi. Öyle ki, bugün Slovaklar bağımsız Slovakya sınırları içinde yaşamaktadırlar.”[10] Onun için günümüzde ulus denilince hemen ulus-devlet anımsanır. Çünkü egemenlik yetkisini kullanabilmek için, bağımsız bir devlet aygıtı gerektirir. Egemenlik yetkisine sahip olmayan etnik grupların birçoğu, aslında baskı altında olan uluslardır, daha doğrusu ezilen-uluslardır. Başka bir deyimle kendi kaderini tayin edemeyen başka ulus-devlet tarafından yönetilen toplumlardır.

  1. Günümüzde Ulusal ve Uluslararası Çatışmaların Çoğu Etnik Sorunlardan Kaynaklanmaktadır.

Yaşadığımız süreçte tek bir etnik, dilsel ya da dinsel gruptan oluşan bir devlet yoktur. Devletlerin tümü çok etnikli, çok dinli ve birden çok dilin konuşulduğu nüfusa sahiptirler. Zaman içinde bu çeşitliliğin azalmayacağı ve artacağı öngörülmektedir.  Buna karşın devletlerin çoğu çok etnikli, çok dilli ve çok dinli olmaktan kaynaklanan bu çeşitliği hukuki güvence altına almaktan kaçınmaktadırlar. Ne var ki, yapılan incelemelere göre, dünyada 5.000-7.000 değişik azınlık grubu bulunmaktadır. Bu azınlık gruplara mensup bir buçuk milyardan fazla bir nüfusun yaşamakta olduğu tespit edilmiştir. Demek ki, dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birini (¼) azınlıklar oluşturmaktadır. Bu nedenledir ki, günümüzde ulusal ve uluslararası anlaşmazlıkların ve savaşların çoğu etnik sorunlardan kaynaklanmaktadır.[11]

Yine bu nedenle ulus-devletlerin çoğunda ulusal grupların kendi kaderini tayin hakkını ele geçirmek için farklı düzeylerde mücadelelerini sürdürmektedirler. Gurr tarafından yürütülen ampirik bir çalışmanın sonuçlarına göre, 1993 itibariyle, dünyada 233 ulusal grup ve etnik azınlık örgütlenerek kendi topluluklarının çıkarlarını ve kimliklerini korumak amacıyla aktif siyasi mücadelelerini sürdürmektedirler.[12] Günümüzde egemen ulusun talepleri, meşru olmakta ve devleti temsil etmektedir. Diğer etnik ve ulusal grupların taleplerini zor ve şiddet yoluyla bastırılmakta ya da en fazla özel alanda gerçekleştirilmesine izin vermektedir.

Bugün baskı altında olan ulusların büyük çoğunluğu kendi kaderini tayin hakkını eskiye göre daha çok talep etmekte ve mücadelesini sürdürmektedir. 1946 yılında dünyada 74 devlet var iken, yüzyılın sonunda 193 devlet ortaya çıktı. 1970’lerden sonrası için küreselleşme (neo-liberalizm) ve bölgesel entegrasyon dönemi olarak tanımlanmakta ve ulus-devletlerin zayıflanacağı öngörülmekteydi.  Oysa ulus-devletler hala güçlü ve etkili olup ve her ayrılma sonucunda kurulan yeni devletler ulus-devlet ideolojisini yeniden üretilmesine katkıda bulunuyor. Bu nedenle 20. yüzyıl ve içinde yaşadığımız süreçte önde gelen ve baskın ideoloji, ulus-devlet ideolojisi olduğunu söylemek bir abartı değildir.  Üstelik, günümüzde ki siyasal-toplumsal gelişmelerin yönünü belirleyen neomerkantilist politikalardır. Yukarıda belirtildiği gibi, neoliberalizm, siyasal ve ekonomik olarak tıkanmış ve kriz içine girmiştir.   Siyasi ve ekonomik krizlerini çözemeyen ve tıkanan neoliberalizm yerine neomerkantilizmi ikame etme arayışı içine girmişlerdir. Siyasal, ekonomik ve sosyal altüst oluşların yaşandığı bu kaotik dönemin asıl nedeni, neoliberalizmden neomerkantilizme geçiş süreci ile yükselen ulus-devlet ideolojisinin çakışmasıdır.  Rusya-Ukrayna Savaşı, Çin-Tayvan gerginliği gibi gelişmeler hem neoliberal dönemden neomerkantilizme hem de kaotik ve hatta felaket dönemine geçişin işaretidir. Merkantilizm, ekonomik politika olarak korumacı; dış politika olarak yayılmacı ve iç politika olarak da ulusalcı ve devletçidir. Zaten merkantilist politikaların işaretleri verilmeye başlandı bile. Bu işaretlerden biri, 28-30 Haziran 2022 NATO Madrid zirvesinde verilmişti. Şöyle ki; 24-25 Nisan 1999 NATO Washington zirvesi ve stratejik konsepti, demokrasi, insan hakları ve hukuk devletine bağlılık üzerinde inşa edilmişti. 28-30 Haziran 2022 NATO Madrid zirvesi ve stratejik konsepti ise, kendini sadece üye ülkelerin topraklarının savunulmasıyla sınırlamayacak, NATO, gerekli gördüğü durumlarda coğrafî alan dışındaki bölgesel ve etnik çatışmalara da müdahale yapabilecektir. Böylece NATO, ortak savunma sisteminden ortak güvenlik sistemine geçmiştir. Artık NATO, Avrupa eksenli güvenlik anlayışından uzaklaşarak küresel çapta bir güvenlik görevini üstlenmiştir.

Günümüzdeki devlet daha önceki dönemlere göre çok daha geniş ve güçlü olanaklara sahip olması nedeniyle gelmekte olan neomerkantilizmi daha öncekinden hem farklı kılmakta hem de daha etkili yapmaktadır. Devlet yöneticilerinin sahip oldukları iletişim, ulaşım, yazılım ve dijital takip, ileri veri merkezleri ve araştırma yöntemleri, silah teknolojisi vb. olanaklar, toplumu ve toplumsal olayları kontrol etme konusunda oldukça etkilidir. Sürekli gelişen bu olanaklar sayesinde neomerkantilist devlet, insan haklarını ve özgürlüklerini sınırlayacak ve sivil toplumu daha sıkı kontrol ve baskı altına alma kabiliyetine sahiptir. Peki ama Batı demokrasisi, insan haklarının ve özgürlüklerinin sınırlanmasına izin verecek mi? Bu soruna daha yakından bakalım. Önce şunu belirtmeliyiz ki, Batı demokrasisi katılım demokrasisi, konsensüs demokrasisi değil; temsili demokrasidir. Dolayısıyla Batı dünyasının egemen demokrasi anlayışı demokratik elitizmdir. Batı dünyasında farklı demokrasi akımları yaygın olmakla birlikte, XX. yüzyılda ve günümüzde Batı dünyasının siyaset üretme, yasa yapma ve uygulama ilişkisini belirleyen, demokratik elitizmdir. Demokratik elitizm yerine çağdaş demokrasi, liberal demokrasi, siyasi demokrasi kavramları da kullanılmaktadır. Batı demokrasisini diğer yönetimlerden ayıran en açık özellik, bu demokraside elit kadroların birden çok siyasi partilerde örgütlenebilmeleri ve siyasal iktidar için serbestçe yarışma hakkına sahip olmalarıdır. Bu yarışma sayesinde partilerin vatandaşların çıkarlarını gözeten programlar oluşturduklarını iddia ederler. Böylece vatandaşlar; çıkarlarını gözetmediğini düşündüğü partiyi yani yönetici elit kadroyu, düzenli aralıklarla yapılan seçimler yoluyla değiştirebilirler. Ülkeyle ilgili siyasal üretim, yasa yapma/bozma ve uygulanması ve bu siyasetlere karşı alternatif programlar ortaya koyması, elit kadroların görevidir. Vatandaşların asıl siyasal görevi ise, kendilerine sunulan siyasal programlardan birini tercih etmeleridir. Zaten elitist yönetim; sürdürülebilir bir ekonomik büyüme, yeni iş olanaklarının oluşturulması, işsizliğin azaltılması, ücret ve fiyatların kontrolü, sosyal güvenlik hakkı, parasız öğrenim ve eğitim görme hakkı, sağlık hakkı, konut hakkı gibi bazı olanakları sağlamaktadır.  Demokratik elitist yönetim, yukarıda belirtilen olanaklar sayesinde sivil toplumu çok daha kolay denetleyebilmekte ve manipüle edebilmektedir. Otokratik, despotik ve benzeri yönetimler, zaten halıhazırda neomerkantilist politikaları, benimsemiş ve uygulamaya geçirmişlerdir.

İçinden geçtiğimiz bu kaotik süreçte ABD, Çin, Rusya, Japonya, Almanya, Britanya, Fransa, Hindistan gibi küresel güçler ve bunların çeperlerinde yer alan bölgesel güçler, ekonomik ve askeri güçlerine denk düşen nüfus alanlarını ele geçirmek için, dünyayı yeniden paylaşma mücadelesine girmişlerdir. Süreç içinde bu paylaşım mücadelesi iki blok ya da cephe şeklinde ayrışabilir. Bir tarafta liberal demokrasiyle yönetilen devletler, diğer tarafta otokratik, despotik yönetimle yönetilen devletler şeklinde iki bloka dönüşebilir. Ancak her iki blokta yer alan devletlerin ortak özelliği; kendi egemenlikleri altında olan ulusal toplulukların özgürce kendi kaderini tayin hakkını tanımayışlardır. Evet bu mücadelelerin yanı sıra bir de boyunduruk altında olan ezilen uluslar (Kürdler, Beluciler gibi) ile kısmi egemenlik haklarına sahip olan (Katalan, Bask, İskoç, Quebec, Çeçenistan, Dağıstan, Tibet, Güney Kürdistan Federe yönetimi, Filistin yönetimi, vb.) ulusal toplulukların kendi kaderini tayin hakkına sahip olmak için yürüttükleri mücadeleler vardır. Ayrıca kısmi egemenlik hakkına sahip olan ulusal grupları bekleyen akıbet de aynı değildir. Gelişmiş liberal demokrasi ve hukuk devleti geleneğine sahip devletler ile liberal demokrasi ve hukuk devleti geleneği olmayan devletlerin, kısmi egemenlik hakkına yaklaşımı farklıdır. Demokrasi ve hukuk devleti geleneği olmayan devletlerin, imkanlarının oluşması halinde kısmi egemenlik haklarını budar ve hata ortadan kaldırır. Örneğin, sözde bir hukuk kurumu olan Irak Federal Devletin Yüksek Yargı Organ’ın, yukarıda belirtilen ve evrensel bir yasa olan “bütün halklar … kendi doğal zenginlik ve kaynaklarından özgürce yararlanabilirler. Bir halk hiçbir durumda kendi varlığını sürdürmesi için gerekli kaynaklardan yoksun bırakılamaz” hükmüne rağmen aldığı bir kararla, Kürdistan Federe Yönetimi’nin kendi doğal zenginlik kaynakları üzerindeki mülkiyet ve tasarruf hakkını tanımamakta ve bu kaynaklarından yararlanmasını yasaklamaktadır. Irak Federal Devletinin en üst hukuk kurumu, Kürdistan Bölge halkını açlığa, sefalete sürükleyecek karar alabiliyorsa, gücü yettiğinde bu devletin siyasal ve askeri kurumlarının ne yapacağını geçmişte yaptıklarıyla bilmekteyiz.

Burada vurgulanması gereken temel nokta, BM’nin söz konusu iki sözleşmesinin iki kutuplu bir dünyada yavaş yavaş etkisiz hale geleceğidir. Çünkü iki kutuplu bir dünyada ‘istikrar’ artık küresel güçler için bir öncelik olmayacaktır. Herhangi bir devletin toprak bütünlüğü, özellikle de periferidekiler, artık iki kutuplu dünyanın küresel güçlerinin ana kaygısı olmayacaktır. Aksine, iki kutuplu dünyanın küresel güçleri, karşıt devletlerin içindeki ulusal, etnik ve dini gerilimi kendi küresel çıkarları ve hegemonik mücadeleleri için kullanacaktır.

II. Pozitivizm ve Historizm

Kürd milliyetçiliği ve aşamalarını anlamak için, Batı dünyasında 19. yüzyılın ortalarından bugüne, tarihe ve topluma yönelme konusunda tartışan iki büyük felsefe ya da epistemoloji anlayışı olarak pozitivizm ile historizm anlayışını belirtilmesi gerekir. Pozitivizm felsefesi; tarihe ve topluma yönelecek bir bilgi ve bilimin, doğa bilimini örnek alacağını varsayıyordu. Nasıl doğal olaylarının bağlı olduğu yasalar varsa, tarihsel ve toplumsal olayların da bağlı olduğu yasalar bulunmalıydı. Bu yasalar öğrenildikçe toplumsal çatışmaların, sarsıntıların nedenleri bilinebilir ve bunlara karşı tedbirler alınabilirdi. Böylece 19. yüzyılda ortaya çıkan pozitivizm felsefesine göre, tarihin ve toplumun zorunlu yasaları vardır. Hegel ve Marx’ın düşünceleri ve yönelimleri Comte’an farklı olsa da tarihte ve toplumda zorunlu yasalar olduğu düşüncesinde ortaktırlar. Marksizm, burjuva ideolojisinin bir ürünü olarak kabul ettiği pozitivizme birçok yönden karşıdır. Bununla birlikte, Marksist bilim anlayışı ile pozitivist bilim anlayışı arasında, yasacı, determinizm, evrenselcilik, öndeyicilik olmaları nedeniyle epistemolojik anlamında çok sayıda ortaklıkları vardır.

Historizm (tarihselcilik) felsefesi ise, tarihe ve topluma ya da sosyal bilimlere doğabilimsel yöntemle yönelmenin sakıncalı olduğunu belirterek, tarihsel ve toplumsal olaylara farklı epistemolojik öncülerle ve farklı metodolojik ilkelerle yönelmek gerektiğini ileri sürmüştür. Historizm felsefesine göre, doğal gerçeklik ve toplum-tarih gerçeklik; konu ve yöntem bakımından birbirinden farklı iki bilim grubudur. Yani doğa bilimleri ve sosyal bilimleri konu ve yöntem bakımından birbirinden ayrı iki bilim grubudur. Böylece bilgi ve bilimin öncellikle sosyal bilimlerin boyutunu yani insan yaşantısını anlamayı esas almalıdır. Historizm felsefesine göre, tarihsel-toplumsal gelişmeler, tarih ya da doğa yasaların değil, insanın toplumsal amaçlı faaliyetinin ürünüdür. Historizm felsefesi, Herder ve Alman Tarih Okulu’ndan başlamakla birlikte, geliştireni Wilhelm Dilthey ’dır. Dilthey’dan sonra Heideger, Gadamer, vb. tarafından farklı yönlerde geliştirilmişse de, farklı yönlerden yürüyenlerin de temel referans kaynakları Dilthey olmuştur

Ancak günümüzde Batı dünyasına ve dolayısıyla dünyaya egemen olan Pozitivist bilgi ve bilim teorisidir. Pozitivist bilgi ve bilim teorisi, doğa bilimleri, sosyal bilimleri ayrımını kabul etmez ve “bilimin tekliği” anlayışını savunur.  Bu tek bilimin de bilimsel bilgi olduğunu iler sürer. Bilimsel bilgi, bilgisi edinmeye çalışılan alanın doğa ya da toplum olmasına göre herhangi bir değişiklik göstermez. Pozitivist epistemolojiye göre, doğa bilimleri ile sosyal bilimler arasındaki fark esasa ilişkin bir fark olmayıp, yalnızca konuların farklı olmasından ibarettir. Bilimsel bilgiye varmak açısından aynı metodolojik ilkeler ve aynı ölçütler her iki alan için de geçerlidir. Onun içindir ki pozitivist epistemoloji, insani ve toplumsal olaylarla ilgili olan normatif (kural koyucu) bilimleri yani sosyal bilimleri (tarih, sosyoloji, ekonomi, hukuk, politika, antropoloji, psikoloji, sanat, ahlâk, din gibi öğretileri) ayrı bir bilim olarak kabul etmemiştir. Çünkü normatif disiplinler olması gereken kuralları koymayla uğraştığından ötürü bilim değildir. Oysa bilim, olması gereken ya da değer ile değil, olan ya da olgu ile uğraşır. Yani bilim normatif (kural koyucu) değil, nomotetik (yasa ortaya koyan) bir etkinliktir. Bu etkinlik, tarih ve durumundan bağımsız olarak ve doğa bilimlerinde olduğu gibi, değişmez ilişkileri tanımlamaya çalışır ve bu tanımladığı ilişkilere yasa adını verir.[13]

Bu açıklamadan sonra Kürd milli hareketlerine damgasını vuran siyaset anlayışına bakalım. Kürd milliyetçiliği, 20. yüzyılın başlarından itibaren pozitivizm anlayışından etkilenmiştir. İlk Kürd milliyetçilerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra bağımsız bir Kürdistan’ı gerçekleştirememelerinin ardındaki temel nedenlerden biri, pozitivist fikirlerin sığ algısıydı. Erken Kürd milliyetçileri bağımsız bir Kürd devletinin kurulması için yapmaları gereken siyasi faaliyetlerin bilime dayanması gerektiği fikrindeydiler. Bu kaba pozitivist anlayış, erken Kürd milliyetçilerinin ve entelektüellerin yayınladığı Jin dergisinde (1919) açıkça görülebilir. Örneğin: “Şunu da unutmayalım ki uluslar topluluğu arasına, bir elde tarih, diğerinde ulusal sözlük bulunduğu halde girilebilir. Oraya giriş için gerekli olan kimlik belgesi yalnız bunlardır” (Jin, sayı: 3, Yazı Kurulu 21. Kasım 1918). “Hifza heqî bi du usulan dibit. Yan dê bi qeweta destan, yan jî bi wasita tifing, top, bomba, dabançe bit; yan ji bi wasita îlmê, huquqê, bi tarîxê dibit. Wextê top û tifingan çû… Şerê topan xilas bû. Vê carê hemîyan zanî, heq bi wasita alımîyê, qelemê dê bête safîkirin. (û nifisandina xwe bi van gotinan dide encam.) Em jî hındek xwedanqelem rêkine Awrupayê; bi qelema xwe bixebıtin, heqê me îsbat bikin”. (Jin, Sayı:7) (Hak arayışı iki şekilde olur. Ya bilek gücü yani top tüfek bomba tabanca aracılığıyla ya da tarih hukuk ve bilim aracılığı ile. Top tüfekin zamanı geçti. Top savaşları da bitti. Bu sefer hepiniz biliyorsunuz ki hak: alimlik, kalemle çözülür. (Yazısını şu sözlerle sonuçlandırıyor.) Biz de bazı mürekkep yalayanları Avrupa’ya gönderelim: Kalemlerini kullanıp hakkımızı ispat etsinler.)[14]

Erken dönem Kürd milliyetçisi yayınlarının okunması buna uygun çok örnekler sunmaktadır. Bu “bilimsel yöntem”, yani ‘alimlik ve kalem’ onları, amaçlı insan faaliyetinin başka deyişle insan failliğinin tarih yapımındaki rolünü görmelerini dolaylı olarak engelledi. Böyle bir anlayış, kitlesel siyasi faaliyetlerin ve kitlesel direnişin ulusun kurtuluşu için olan önemini göremedi. Bunun yerine, Kürd seçkinleri tarafından ulusal hakların gerçekleştirilmesinin evrimsel bir sürecin ve bilimin işleyişinin sonucu olacağı varsayıldı. Dolayısıyla Kürd seçkinlerinin dünya görüşünde, ulusal bilincin gelişmesine vesile olacak olan siyasi faaliyetler değil, bilimsel yöntemdi. Tıpkı Kürd seçkinlerinin savaş öncesi dönemde Osmanlı kurumlarında reform yaparak Kürd toplumunun iyileştirilmesini amaçladıkları gibi, aynı kurumlar çöktüğünde, umutlarını arzularının gerçekleşmesi için bir kanal olarak küresel güçlere çevirdiler. İlk Kürd milliyetçileri hatalı bir şekilde, savaş sonrası dönemin demokrasi, adalet ve barışın ana ilkeler olacağı yeni bir çağ olduğunu varsaydılar. O zaman Kürdlerin ve diğer ulusal sorunların yukarıda belirtilen ilkelere göre çözüleceğini öngördüler ve siyasi faaliyetlerini buna göre belirlediler. Bir ulusal direniş hareketinin benimsenmesinin temel gerekliliğinin farkına varılamaması, önde gelen Kürd seçkinlerini, daha sonra Kürdistan devleti için mücadele edecek olan ülke çapında siyasi ve askeri örgütler kurmak için kitlelerle ilişki kurmaktan alıkoydu. Söylenilenin somutlaşması için şunu da belirtmekte fayda vardır. Bu erken Kurt milliyetçileri Sevr Anlaşması’nı bile yeteri kadar sahiplenemediler. Donemin etkin, saygın ve kitleleri harekete geçirebilecek ailelere mensup olan ve Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucuları arasında bulunan Seyid Abdülkadir Efendi, Kamran Ali Bedirhan ve diğerleri, İstanbul’da değil de Kürdistan’a gelip askeri ve kitlesel örgütlenmeyi hedef olarak belirleyip o doğrultuda faaliyet yürütselerdi Sevr Anlaşması’nın belirtiği sınırlar içerisinde Kürdistan devletini kurabilirlerdi. Bu devletin meşruiyetine ve gücüne dayanarak daha önce Osmanlı sınırları içinde bulunan Kürdistan coğrafyasını da kurtarabilirlerdi. Bu durumda Lozan Anlaşması gibi bir olgu mevcut haliyle olmayacaktı. Sonunda, Kürd seçkinlerin küresel güçlerden iyimser beklentilerinin, umutlarının tersine gelişmeler yaşanacaktır. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise, Kürd milliyetçi düşüncesi, Marksizm’in ve tarihsel materyalizmin bir versiyonuyla aşılandı. Yukarıda belirtildiği gibi, Marksist düşünce, özellikle de tarihsel materyalist yorumu, özünde, pozitivizminkinden çok da farklı değildir. Tarihsel materyalizm, toplumsal ve tarihsel olguyu şekillendiren ve belirleyen belirleyici faktör olarak yapıya vurgu yapar. Sadece 1970’lerin Marksist ve sol yönelimli Kürd hareketleri değil, o yıllarda İran ve Irak Kürdistan Demokrat Partileri gibi milliyetçi örgütler bile bu tür determinist tarih algısının etkisi altındaydı.  Pozitivizm ve Marksizm’in pratik-teorik, pratik- politik çıkarımları bakımından ortak paydası, her iki algının da tarihi yaratabilecek, değiştirebilecek ve şekillendirebilecek özneler olarak insan amaçlı faaliyetine diğer bir deyişle insan failliğine alan sağlamamasıdır. Kürd ulusal-siyasi hareketleri, “bilimsel yöntem”e ve yapının siyasi düşüncelerindeki rolüne gereğinden fazla önem verdiler.

Kürd siyasi öznelerinin insanın toplumsal amaçlı faaliyetinin tarihsel ve nesnel koşulları değiştirmedeki etkin rolüne vurgu yapmalarının zamanı artık gelmiştir. Amaçlı insan faaliyeti, insanların veya bireylerin veya devletlerin veya uluslararası kurumların içinde bulundukları sosyal, ekonomik ve politik koşulları şekillendirmek veya değiştirmek için yaptıkları faaliyetlerini, fikirlerini ve hedeflerini tanımlar. Başka bir deyişle, faillik, kişilerin eylem biçimlerini seçme ve seçimlerine göre hareket ederek, bunu yapma kapasiteleri nedeniyle belirli toplumsal ve politik değişiklikler yaratma yeteneklerini ifade eder. Yapı ya da nesnel koşullar, insan failliğinin üzerinde faaliyet gösterdiği tarihsel olarak birikmiş toplumsal ve ekonomik temeller olarak tanımlanır.

Bu metin, insanların sosyal yapıların pasif taşıyıcıları olmadığını, ancak sosyal koşullarını değiştirmede aktif olarak yer alan failler olduğunu savunur. Bu hiçbir şekilde failliğin etkileşime girdiği toplumsal yapıların kısıtlamalarından özgür olduğunu göstermez. Söylenilen, insan failliğin, yapılardan bağımsız olarak, belirlenen amaçlar için sosyal ve politik koşulları değiştirme kapasitesine sahip olmasıdır.

İnsan failliği ile ulus ve uluslaşma olgusuyla olan ilişkisinin tartışılması da önemlidir. Genel anlamda ulus ve uluslaşma konusunda iki görüş vardır. Primordial olarak da tanımlanan birinci görüş ulusu çok eski zamanlardan beri var olan doğal bir varlık olarak kabul eder ve ulusu tarihsel-kültürel ölçülerle ele alır. Bu görüşe göre, böyle bir varlığın yaratılmasında bilinçli insan faaliyetinin ya da insan failliğinin rolüne gerek yoktur veya tali olarak görür. Çünkü her toplumun tarihsel evrimle bir ulus aşamasına varıp ve bu aşamanın ulusal devletle neticeleneceğini ileri sürer. Böylelikle ayrı ayrı toplumların uluslaşmaları ve ulusal devlet kurmaları, tarihsel evrimin kaçınılmaz gereğidir.  Kürd siyasi akımları da uluslaşmayı tarihsel-kültürel bir sorun olarak görmektedirler. Bu bakış açısına göre, ulus ve uluslaşma da insan öznesinin rolü sınırlıdır. Modernite olarak da tanımlanan ikinci görüş ise, ulus ve uluslaşma olgusunu siyasal bir sorun olarak ele alır.   Bu bakış açısına göre, İnşa edilmiş bir siyasi varlık olarak ulus ve böyle bir inşaya yönelik siyasi bir hareket olarak milliyetçiliğin oluşumu ve evrimi, öncelikle failliğin ya da öznel ögenin rolüne atfedilir. Bu nedenle modernist milliyetçilik teorisi ile failliğin tarih yapımındaki rolü arasında yadsınamaz bir bağ vardır. Ancak bu, ulusun ve milliyetçiliğin inşasında ve oluşumunda yapıya yer olmadığını iddia etmek için anlaşılmamalıdır. Bu nedenle ulus ya da ulusal kimliğin ne olduğuna bakmakta fayda vardır.

“Belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan belli bir insan topluluğunu bir ulus durumuna getiren bağlar, iki unsurun sentezinden oluşmuştur. Bu unsurlar, nesnel ve öznel niteliklidir. Nesnel Unsur: belli bir toplum ve bu toplumun üzerinde yaşadığı belli bir coğrafyadır. Başka bir deyişle belli bir toprak parçası olarak ülke, bu ülke üzerinde ortak dile ve tarihe, gelecekte birlikte yaşama iradesine ve aidiyet duygusuna sahip olan bir insan toplumun yaşamasıdır. Öznel Unsur: belli bir insan topluluğunun ülke olarak tasarımladığı belli bir toprak parçası üzerinde egemenliğini yani devletini kurabilme ve devam ettirebilme niteliğinde olan bir faaliyettir. Bu nitelik; belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insan topluluğunu meydana getiren bireyleri, egemenlik amacı doğrultusunda birbirine bağlı kılan siyaset ve ideolojidir. Bu siyaset ve ideoloji, ortak hak ve görevleri anlayışı üzerinde egemenliğini kurmasını ve sürdürmesini amaçlayan faaliyettir. Demek ki öznel unsur, egemenliği amaçlayan bir siyasi/ideolojik faaliyettir.

Uluslaşmanın veya devletleşmenin nesnesi; insan topluluğu ve üzerinde yaşadığı coğrafyadır. Öznesi; bu insan topluluğunun ülke olarak tasarımladığı coğrafya üzerinde siyasal egemenliğe sahip olma amacıdır ve bunun için mücadele etme kararıdır. Ulusu oluşturan öznel unsurdur, yani egemenliği hedefleyen siyasal/ideolojik faaliyettir. Belli bir insan topluluğu ancak ulusal siyaset ve ideolojik araçla egemenliğini yani devletini kurabilir ve devam ettirebilir. Modern çağda ancak devlet sahibi olan insan topluluğu bir ulustur.” [15]

Oysa Kürd tarih yazımının büyük bir kısmı, ulus ve milliyetçilik kavramına, evrimsel ve determinist bir tarihsel anlayışla birleşerek tarihsel-kültürel paradigması içinde yaklaşmıştır. Bu, Kürd tarih yazımı ve siyaseti içinde failliğin tarihteki rolü hakkında köklü bir tartışma olmamasının ardındaki nedeni açıklamaktadır.  Temel amaç, failliğe yani insanın toplumsal amaçlı faaliyetine birincil bir rol atfederek, Ortadoğu’daki Kürt sorununa yönelik politik-teorik, politik-pratik çözümler üretilmeli ve geliştirilmelidir.

Ne Yapmalı ya da Sonuç Olarak

Batı dünyasının dışındaki devletlerin istikrarsızlığın nedeni, sosyo-ekonomik ve sınıfsal mücadeleden ziyade baskı altında tutuğu ulusal grupların mücadelesidir. Bundan ötürü birçok ulus-devletin siyasi krize girmesine neden olmaktadır. Bugüne kadar Batı dünyası genellikle baskı altında olan ulusal grupların ulusal kurtuluş hareketlerinin gelişmesini engellemiş ve ulusal siyaset yerine ulusal-azınlık siyasetini ikame ettirmeye çalışmıştır. Böylece Batı dünyası, çok uluslu toplumları, egemen ulusun yönetiminde uygulanan asimilasyon ya da entegre politikalarını desteklemiştir. Buna karşın ezilen-uluslar da ulusal haklarını ele geçirmek için kararlı bir mücadele sürdürmüşler ve sürdürmektedirler.

Ne var ki, ezilen ulusların sorunun çözümü, zannedildiği gibi kolay bir iş değildir. Bir kere günümüzdeki sömürge sorunu ile daha önce yaşanan sömürgeci devletler ile sömürge devletlerarasındaki sorundan farklıdır. Sömürgeci devletler ile sömürge ülkeler sınırdaş değildi ve sömürge ülkelerine nüfuz alanı olarak bakıyordu. Günümüzdeki sömürgeci devletler, genellikle gelişmekte olan devletler ve azgelişmiş devletler olup, sömürgelerini bir sömürge ülke bir nüfuz alanı olarak değil, vatan toprağı görmekte ve bu doğrultuda siyaset yürütmektedir. Örneğin, Ortadoğu ve Orta Asya coğrafyasının imparatorluk geleneğinden gelen Rusya, Türkiye ve İran’ın siyasal-toplumsal zihniyetin motivasyon bağıntısı, modern çağın ürünü olan sermaye birikimi olarak değil, toprakları genişletme olarak kavrama şeklidir. Onun içindir ki, egemenliğinin altındaki ulusların coğrafyasını kendilerine ait coğrafya olarak idrak etmektedir. Hatta geçmişte egemen olduğu coğrafyaları bile, kendilerine ait mülk olarak düşünmektedirler. Bugün Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmeye kalkışmasının bir nedeni de budur. İkincisi de, küresel güçler; ulusal sorunu etnik-kültürel kimlik sorununa indirgeyerek, ezilen ulusların devletleşmelerinin önünü kesmek ve yerine ulusal-azınlık haklarını ikame etme gayretindedirler.

Günümüzde ise Batı dünyası, Avrupa coğrafyasındaki kadar olmasa da diğer ezilen ulusların, etnik ve dinsel toplumların kimlik siyasetlerine daha esnek yaklaşma sürecine girmiştir. Ancak küresel güçlerin ezilen-ulusların kurtuluş mücadelesine yaklaşımını belirleyen, hegemonya mücadelesinin çıkarlarıdır. Bundandır ki, ezilen-ulusların kurtuluş mücadelesi ile hegemonya mücadelesi karşılıklı etkileşim içindedir. Ezilen-ulusların kurtuluş hareketinin tarihsel görevi; dünya üzerindeki hegemonya mücadelesini ulusun devletleşmesi için bir araç haline getirmesidir. Çünkü ezilen-ulusların sorunu, ulusal kimliği üzerinde bir modern toplum olmakla çözülür. “Modern toplumlar, bir ulus-devlet sistemi içerisinde var olan ulus-devletlerdir.”[16]  Günümüzde ulus devlet sistemi Birleşmiş Milletlerdir. Ezilen ulusun bir modern toplum olarak Birleşmiş milletlere üye olabilmenin yolu, kendi coğrafyasının üzerinde egemen olmaktan geçer. Ancak bu koşulla siyasal eşitliğe kavuşur. Aksi durumda modern toplum olamayacak ve siyasal, ekonomik, kültürel, toplumsal eşitsizliği devam edecektir. Ezilen ulusun kurtuluş mücadelesinin gücü ve başarısı, ulusal-demokratik siyaset üzerinde örgütlenebilmesine bağlıdır.  Ulusal -demokratik siyaset; ortak hak ve görevler anlayışı üzerinde devletleşmeyi hedefleyen faaliyettir.  Bu durumda tüm siyasal ve toplumsal örgütlenmeler ortak hak ve görevler anlayışı üzerinde inşa edilmelidir.

Ulus-devlet sistemi, bir dünya sistemine dönüşmesinden dolayı ezilen ulusun kurtuluş mücadelesinin başarısını mümkün kılan, tarihsel dönemdeki uluslararası güç dengeleridir. Dünyada siyasi istikrar olduğu dönemlerde ezilen ulusların kurtuluş mücadelesi, kurtuluşunu mümkün kılan uluslararası güç dengelerini bulamaz. Ancak dünyada siyasi istikrar bozulduğunda ve özellikle dünyanın yeniden paylaşım süreçlerinde ezilen ulusun kurtuluş mücadelesi, bağımsızlığını mümkün kılan uluslararası güç dengelerini yakalayabilir. İçinden geçtiğimiz kaotik süreçte, Batı dünyası pozitivist siyasal gelişme kavramın paradigmasının iflasından ötürü, “istikrar ve düzen” in alternatifi olarak ezilen-ulusların devletleşmesine yol vermesi olabilir, neden olmasın ki.  Söz konusu olan alternatif yakın tarihte başarılı bir biçimde uygulanmıştır. Balkanlar’da uygulanan siyasal model, baskı altında olan ulusların sorunun, bir egemenlik sorunu olarak ele alınıp bu doğrultuda çözmeye yönelmesidir. Bu model sayesinde Balkanlar da 19.yüzyıldan beri devam eden çatışmalar ve siyasi istikrarsızlık sonlandırılmış ve siyasi istikrar sağlanabilmiştir. Zaten içinde yaşadığımız modern dünyada nerede olursa olsun ezilen-ulusların sorunu; bir egemenlik sorunudur.  Çünkü ezilen-ulus sorunu, kültürel ve demokratik sorundan ziyade, bir egemenlik sorunudur. Bu nedenle içinden geçtiğimiz süreçte, Balkanlar’a uygulanan modelin benzeri Ortadoğu’da da uygulanması olasıdır.

Ortadoğu’da yaşayan uluslardan biri olan Kürdlerin hem ulusal hem de ulusal-azınlık sorunu vardır. Kürdistan coğrafyasında yaşayan Kürdlerin ulusal yani egemenlik sorunu vardır. Egemenlik sorunun çözümü ulusal-demokratik siyasetle olur. Kürdistan coğrafyasının dışında yaşayan Kürdlerin sorunu ise demokratik ve kültürel haklar olup, bu sorunun çözümü de ulusal-azınlık siyasetle olur. Oysa Kürdistan’da egemen olan siyaset ve mücadele yöntemi; ulusal-azınlık siyaseti ve partizan silahlı mücadele yöntemidir. Başlangıçta partizan savaşına dayanan Peşmerge güçleri, tarihsel olarak her türlü partizan savaşının stratejik bir yönü olan ‘vur ve kaç’ felsefesinde gelişti ve deneyimledi. Bu strateji 20. yüzyılda uygulanabilirdi, çünkü askeri teknolojiler, düzenli orduların dağlık veya diğer zor coğrafi arazilerde saklanan militanları ortadan kaldırmak için yeterli değildi.

Bugünün ulus devletleri, dijital, askeri ve gözetim teknolojinin ilerlemesi sayesinde eskisinden daha güçlü. Bu tür teknolojik gelişmeler, özellikle despotik, otokratik ve diktatörlük rejimlere, kendi yetki alanları altındaki nüfuslarını kontrol etmek için güçlü imkanlar veriyor. Askeri teknolojideki ilerleme, onlara iç tehditlerle başa çıkma konusunda üstünlük sağlıyor. İnsansız hava aracı ve uzay askeri teknolojilerindeki gelişmeler, 20. yüzyıl boyunca Kürtler gibi etnik/ulusal grupların, kendilerini devlet saldırılarına karşı savunmak ve korumak için partizan silahlı mücadele başlatmalarını çok daha zor, neredeyse imkânsız hale getiriyor. Hem Kürdistan Bölgesi siyaset kurumu hem de Kürdistan’ın diğer bölgelerindeki Kürt ulusal hareketleri, bu askeri teknolojiye bugün ve yakın gelecekte Kürt ulusal hareketi üzerindeki etkisine ciddi dikkat göstermelidir. Kürd ulusal hareketin mücadele yöntemi kitlesel siyasal başkaldırı olmalıdır. Artık, Peşmerge güçlerinin zihinsel ve stratejik olarak toprakları ve şehirleri savunabilecek bir savunma gücü olarak eğitilmesine yönelmelidir.  1991’deki ABD-Irak Savaşı gibi herhangi bir büyük bunalım sürecinde, kitlesel siyasal başkaldırılarını, kitlesel siyasal silahlı başkaldırıya dönüştürebilecek biçimde organize edebilmelidir. Düzenli ve profesyonel bir küçük ordu, kritik bir dönemde Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme başarısının anahtarı olacaktır.

 Kürdistan ulusal hareketinin başarısızlığının en önemli nedeni, insan falliğini esas alan ulusal-demokrat siyaset öznesinden yoksun olmasından kaynaklanmaktadır.  1960’lardan bu yana tüm büyük mücadelelere ve bedellere karşın Güney Kürdistan dışındaki parçalar ulusal-azınlık haklarını bile ele geçirememiştir.  Bugün Irak siyasal yapılanması içindeki Kürdistan Federe Yönetimi de, ulusal-azınlık hakları kapsamı içindedir. HDK-İ de federal İran’ı hedeflediğinden ötürü, söylenilenin daha iyi anlaşılması için federal devletin ne olduğuna bakalım. Federal devlet, sürekli bir birlik sözleşmesiyle ve merkeziyetçi olmama ilkesi üzerine kurulur. Federal devlette, yetkilerin toplandığı tek bir merkez yoktur. Onun için federal ve federe yönetimler, yetkilerini birbirinden değil, anayasadan alırlar. Zaten merkeziyetçi olmama ilkesi, bir devlet içinde, yasa/uygulama ilişkisinin tek bir merkezin yetkisinde olmamasının anlatımıdır. Yetkiler, biri federal yönetim, diğerleri de en az iki federe yönetim olmak üzere üç siyasal iktidar merkezi arasında paylaşılır. Örneğin: 50 federe yönetimden oluşan ABD’de federal yönetimle birlikte 51 siyasal iktidar merkezine sahip olmaktadır. Federal devletin iktidar merkezleri olarak federal ve federe yönetimleri, federal devlet anayasasının belirttiği biçimde yetkilerini halktan alır ve bir diğer iktidar merkezine karşı sorumlu değil, halka karşı sorumludur. Kendi yönetim alanı içinde yetkilerini kullanır. Bu iktidar merkezleri hukuki açıdan birbirine eşit ve bağımsız yönetimlerdir. Uluslararası hukuk bakımından, federal devleti oluşturan federal yönetim ve federe yönetimler egemen devlet statüsünde değildir. Egemen olan, federal yönetim ve federe yönetimlerden oluşan bütündür, yani federal devlettir. Üniter devlet ve federal devlet, modern devlet biçimi olarak ulus devlettir. Başka deyişle federal devlet çok merkezli bir ulus-devlet modelidir. Onun için üniter devlet ile federal devletin arasındaki farklılık devlet biçimi değil, yönetim biçimidir. Federal devlet, ulus-devletin bir yönetim modeli olarak birden fazla ulusla bağdaşmaz. Federe birimler ayrı ulusların örgütlenme birimi değil, tek bir ulusun ya da global toplumun birimleridir.[17] Parantez içinde hemen belirtelim ki; 20. yüzyılda gerçekleşen sosyalist devletler de ulus-devletin farklı bir modeli olup, tek partiye dayalı despotik yönetimlerle yönetilmiştir. “Çağdaş sosyalist devlet, ulus-devlettir ve yöneticilerinin, çıkarlarının tehlikeye gireceğini anladıklarında askeri şiddet kullanmaya olan düşkünlükleri ve toprakları konusundaki kıskançlıkları diğer ulus-devletlerden farksızdır.”[18] Kısaca BM’ye üye olan her devlet, ulus-devlettir. Federal devletle ilgili kısa açıklamadan da anlaşılacağı gibi Irak’ın siyasal yapılanması bir muammadır. Çünkü yukarıda belirtilen federal devletin unsurlarına sahip değildir. Örneğin, Irak siyasal yapılanmasında federe birim olarak yalnızca Kürdistan federe yönetimine sahiptir. Bir devletin federal devlet olması için, en az iki federe yönetim ile federal yönetimin olması gerekir. Federal devlette, yetkilerin toplandığı tek bir merkez yoktur. Ayrıca Bağdat’a iktidar olan siyasi güçler, Irak anayasasına ve yasalarına riayet etmezler. Sadece Şii mezhebinin çıkarı ve inancına göre hareket etmektedirler. Bu bakış açısından hareketle Kürdistan federe yönetimine ve halkına karşı yaklaşımı düşmancadır. Çünkü 2005’te tarih sahnesine çıkan Irak “Federal” Devleti’nin Kürdlere karşı yürüttüğü politikaların niteliği, ezen-ulus devletin politikalarıdır. Gücü ve imkanları oluştuğunda Kürdistan Federe Yönetimi tasfiye edeceği kesindir. Hem Arap siyasi öznelerin hem de Arap toplumunun Kürdlere yönelik yaklaşımı düşmancadır. Bunu, 2003’te Irak devletinin ortadan kalkmasına rağmen, Irak siyasi özneleri ve Arap toplulukları, federe yönetimin dışında kalan Kürdistan coğrafyasını Kürdistan Bölgesel Hükümetin denetimine girmesine izin vermemektedir.

Irak ve Suriye’nin aksine hem İran hem de Türkiye, bölgesel güç statüsüne sahip güçlü devlet kurumlarına sahiptir. Her iki devletin de emperyalist içgüdüsü ve bölgesel hegemonya mücadelesi var. İran, Şeriat ‘ın Şii versiyonuna sahip mollalar tarafından yönetiliyor. İnsan haklarına, bireysel haklara ve kadın haklarına saygısı yoktur.  Fars ulusun egemenliğini temsil eden İran devleti, Azeri, Kürtler, Beluci, Arap uluslarını egemenliği altında bir arada tutmayı başarmıştır. Ancak Kürtler ve Beluciler gibi birçok ulusal grup, federal bir sistemle kısmi egemenlik hakları talep etmektedir. İran rejiminin burada dikkate alınması gereken yönlerinden biri, dini ideolojisine rağmen, rejimin bir ideoloji olarak İslam’ın artık memnuniyetsiz genç nüfusu çekemediğini ve harekete geçiremediğini fark ettiği için söylemini milliyetçiliğe doğru kaydırmasıdır. Buna karşılık milliyetçiliğe doğru kaymak, kaçınılmaz olarak İran’daki etnik/ulusal fay hattına daha fazla baskı yapacaktır.

Tüm bu gelişmelerden anlıyoruz ki, dünyada, Ortadoğu’da, İran, Türkiye, Suriye ve Irak’ta demokratik, çoğulcu ve federal sistemi uygulamaya geçirmenin öznel ve nesnel koşulları yoktur. Üstelik Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin bir ortak yanları Kürdistan ülkesini aralarında paylaşmaksa, diğer ortak yanları da demokrasi ve insan haklarına düşman olmada ortaktırlar. Kürdistan’ı arasında paylaşan bu dört devletin tasarladığı, planladığı politikalar, içinden geçtiğimiz Üçüncü Paylaşım Savaşı’nın derinleştiği ve her devletin özellikle küresel güçlerin kendi sorunlarıyla boğuştuğu süreçte, Kürdlere soykırım uygulamaktır.  Üstelik Ortadoğu ve Kürdistan yeniden paylaşım savaş alanlarının tam ortasında bulunan bir coğrafyadır. Zaten ulus-devletin özgürlüğün, refahın, güvenliğin, gerçekleşmesini sağlayan bir temsili demokrasi yüzü ve tüm bu hakları yok eden soykırımcı, faşist, totaliter diğer bir yüzü vardır. Yani ulus-devlet hem medeniyetin hem de barbarlığın en güçlü silahlarıyla donanmış ikiyüzlü bir örgüttür. Ezilen uluslar, örneğin Kürd ulusu devletin medeniyet yüzünü değil, barbarlık yüzünü tanıdılar. Ancak içinden geçtiğimiz kaotik süreçte uluslararası güç dengesi, Kürdistan’ın bağımsızlığına yol vermek durumundadır. Onun içindir ki Kürdistan sorunun çözümünün nesnel koşulları oluşmuştur. Her ezilen ulusun olduğu gibi Kürd ulusunun da kurtuluş mücadelesinin başarısının yolu; insan failliğini esas alan ulusal-demokratik siyaset üzerinde örgütlülüğünü ve birliğini örebilmesinden geçer. Onun için, Kürdistan halkının her alanda örgütlenmesi teşvik edilmelidir. Ulusal ve demokrasi sorunun çözümün yolu; egemenlik ve katılımcı ve konsensüs demokrasiden geçtiği, Kürdistan halkının bilincine çıkarılmalıdır. Ve bu iki sorunun kaynağı da geniş anlamda insan haklarıdır. Bu nedenle HDK-İ, özelikle insan hakları, katılımcı ve konsensüs demokrasi ve egemenlik kavramını halkın bilincine çıkarılmalıdır. Bunu başarabilmek için de, ulusal siyaset ile ulusal-azınlık siyaseti arasında siyasal, ideolojik ve örgütsel ayrım çizgilerini çekebilmeleri gerekir. Ulusal-demokratik siyaset üzerinde örgütlenmiş siyasal yapıların yönlendirmesinde Kürd ulusu, ulusal-demokratik mücadelenin öznesine dönüşebilir.  Kürd ulusu; ulusal-demokratik mücadelenin öznesine dönüştüğünde, ancak o zaman egemen uluslarla eşdeğer olduğunu ve egemen ulusların (Türk, Fars ve Arap ulusun) sahip olduğu ulusal-siyasal statü, hak ve özgürlükleri talep eder. Bu, meşru hakkı ve görevidir.  Kürd ulusu; kendini ulusal-demokratik hak ve özgürlüklere laik görmelidir ve laiktir de. Ulusal-demokratik mücadelelerini de bu eksen üzerinde vermelidir. Bu durumda Kürd ulusal siyasal akımları, ezen-ulus siyasal akımlarıyla ilişkilerini bu eksen üzerinde yürütmelidirler, aksi durumda ulusal niteliğini yitirmiş olurlar. 12.09.20022

[1] Samuel P. Huntington, “Siyasal Gelişme ve Siyasal Bozulma”, çev. E. Özbudun, AÜHFD, Cilt 22-23, Sayı 1-4  (Ankara 1965-66)

[2] Seymour Martin Lipset, Siyasal İnsan, çev. Mete Tuncay (Ankara: Teori 1985)

[3] David E. Apter, The Politices of Modernization (Chicago: U. Of Chicago 1969)

[4] Samuel P. Huntington, Political Order un Changing Societies, (New Haven ve London: Yale U, 1968)

[5] Akbulut, Olgun, Barış İçinde Birlikte yaşamanın Hukuk Zemini, XII Levha Y., 2008, İstanbul s. 262-263

[6] Akbulut, age, s. 262-264

[7] İnanç, Zeri, Uluslararası Belgelerde Azınlık hakları, Ütopya Y. 2004, Ankara

[8] Kalaycı, Hüseyin, Ulus-Devletlerin Başağrısı Ayrılıkçılık, Liberte Y. 2010, Ankara, s.127-128, Smith, Anthony, Ulusların Etnik Kökeni, çevirenler, Sonay Bayramoğlu, Hülya Kendir, Dost Y. 2002, İstanbul, s. 45

[9] Smith, Anthony, Milli Kimlik, çeviren, Bahadır Sina Şener, İletişim Y. 2009, İstanbul s. 41-42

[10] Akbulut, age, s. 288

[11] Akbulut, s. 1

[12] Gurr ve Harff, Ethnic Confticts in World Politics Oxford, 1994, aktaran Balı, Ali Şafak, Çok kültürlülük ve Sosyal Adalet, “Öteki” ile Barış İçinde yaşamak, Çizgi Y, Konya, 2001, s. 196

[13]Doğan Özlem, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, Notos Kitap Y. 2015 s. 15. Özlem, Kavram Ve Düşünce Tarihi Çalışmaları Kavramlar Ve Tarihleri, İnkılap Yayınları, s. 19-21, 2006, İstanbul. Özlem, siyaset, bilim ve tarih bilinç, İnkılap Yayınları, 1999, s. 80. Köker, levent, İki Farklı Siyaset, Dipnot Y. 2008, Ankara, s. 30.

Aktaran, Mehmet Emin Aslan, Kürd Ulusal Hareketin Değerlendirilmesi ve Ulusal Siyaset, Ray Y., 2007, Diyarbakır, s. 353-354

[15]  Mehmet Emin Aslan, Devlet ve Egemenlik Teorisi, Dara Y. Diyarbakır, 2019, s. 438

[16] Ulus Devlet ve Şiddet, Anthony Giddens, çev. Cumhur Atay, Kalkedon Y, 2008, s. 8

[17] Mehmet Emin Aslan, age, s, 489-534

[18] Giddens, Anthony, Sosyoloji, Çeviren: Ülgen Yıldız Battal, Phonix Y. Ankara, 2005, s. 158