Bilindiği gibi Yavuz Sultan Selim’in Safevi Devleti üzerine çıktığı sefer sırasında (1513-1514), özellikle Şii Safevilerin baskılarından şikayetçi olan Sünni ve Şafi Kürt aşiretleri, İdris-i Bitlisi’nin de çabalarıyla Osmanlı’nın yanında yer almışlar ve bu tarihten sonra Osmanlı denetimini kabul etmişlerdir. [2] Bunun karşılığında Selim, bölgenin özerkliği konusunda söz vermiş ve gerçekten de 19. yüzyıla kadar, çeşitli müdahaleler ve hâkimiyet mücadelelerine rağmen, Kürt hükümetleri ve emirlikler varlıklarını devam ettirmişlerdir. Kürt tarih yazımında bu dönem sorunsuz bir dönemmiş gibi gösterilse de aslında Tanzimat dönemine kadar Osmanlı Devleti ile bölgedeki Kürt aşiretleri arasında hâkimiyet mücadelesi çeşitli şekillerde devam etmiştir.

Yavuz döneminde kurulan hükümetler ve emirlikler iç işlerinde tamamen serbest bırakılmışlardır. Emir öldüğünde başa kimin geçeceği gibi konulara Osmanlı asla karışmamış ve iç işlerinde tam bir serbestlik içinde hareket edebilmişlerdir. “Bu bölgelere Kürt Hükümeti denirdi. Merkezi hazineye ipotek ödemezdi ve herhangi bir biçimde düzenli askeri hizmetlerle yükümlü değillerdi. [3] Bu hükümet ve emirlikler varlıklarını korumak için zaman zaman Osmanlı Devleti ile mücadelelere girişmiş kimi zaman da, örneğin 18. y.y.’ın sonlarında yaşanan kriz dönemlerinde fazlasıyla bağımsız hareket etmişlerdir.

  1. Yüzyılın başlarından itibaren, özellikle II. Mahmut döneminde durum değişmeye başlamıştır. Bu yüzyılda ciddi bir modernleşme sürecine giren Osmanlılar, klasik Osmanlı idari yapısını da modernize etmeye, yani eyalet sistemini değiştirip kendine özgü yapıları ortadan kaldırarak merkezi yapıyı güçlendirmeye başlamışlardır. Bunun için öncelikle, 1826 yılında Anadolu Eyaleti resmen dörde bölünerek “mutasarrıfları olan paşaların mutedil mütesellimlerle” idarelerine karar verildi.[4]1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanından sonra ise klasik Osmanlı idari yapısı tamamen değiştirilerek merkezi yapı güçlendirilmeye çalışıldı. “19. yüzyıla kadar imparatorluk yönetiminin bazı hizmetleri mahalli gruplara, dini cemaatlere, vakıflara bıraktığını biliyoruz. Tanzimatçılar, bu gibi hizmetleri de olabildiğince merkezi hükümet örgütünün işlevleri içine aldılar. Güçsüz değil, güçlü bir merkezi yönetim kurmayı amaçlıyorlardı. Örneğin bazı yol geçitlerinin korunması, avarız vergilerinden muafiyet karşılığında derbentçi denen köylere bırakılmışken; Tanzimat’tan sonra bu görev onlardan alınmış, hükümetin kolluk kuvvetlerinin sorumluluğuna verilmişti. Vergilerin konması (tarh) ve toplanması (cibayet) daha önce cemaat idarelerinin, şehir ileri gelenlerinin oylarıyla kararlaştırılıp, mültezimler tarafından yerine getirilirken bu usulden vazgeçildi. [5] Sonuç olarak Tanzimat dönemi diye adlandırılan bu dönemde çok ciddi değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Aynı değişiklikler, yukarıda da belirttiğimiz gibi Kürt hükümet ve emirlikleri için de geçerlidir. İşte bu ortamda, Osmanlı ülkesinin büyük bir bölümünde olduğu gibi Kürdistan’da da Tanzimat yönetimine karşı tepkiler ve isyanlar gelişmeye başlamıştır. Gerçi devlet, çıkarları zedelenenlere bazı ayrıcalıklar tanıyarak tepkileri azaltmaya çalışmış ama bu pek başarılı olamamıştır. “Öyle anlaşılıyor ki, bu bölgede Tanzimat’a karşı asıl direnme yurtluk ve ocaklık yöntemiyle toprak tasarruf edenlerden gelmiştir. Nitekim Diyarbakır’da da bu biçimde mülk edinenlerden bazılarının toprakları hazineye devredilerek, kendilerine maaş bağlanmış, bir kısmına da kaza müdürlüğü verilmiştir. [6] Tüm bu nedenlerle Kürdistan bölgesinde ciddi ayaklanmalar olmuş ve Osmanlı Devleti bu ayaklanmaları bastırmak için uzun süre bu bölgelere seferler düzenlemiştir. [7]

İşte bu dönemde Kürdistan bölgesindeki en büyük emirlik Botan emirliğidir. Emirliğin başında Bedirhan Bey bulunmaktadır. Yüzyıllar boyunca bölgede hâkim olmuş olan Botan Emirliği, kökenini ünlü İslam komutanlarından Halid bin Velid’e dayandıran bir aile tarafından yönetilmiştir. [8] Daha sonraları, aile içindeki çatışmalar sonucunda emirlik üçe bölünmüştür. Bu bölümlerin en büyüğü ise Cezire çevresindeki bölümdür. Bu bölünmeden sonra sık sık çatışmalar ve kavgalar meydana gelmişse de, 1821 yılında Mir seçilen Bedirhan Bey büyük mücadeleler sonucunda, bölgenin her tarafında hâkimiyetini kurmayı başarmıştır. [9]

Bu süreçte, Osmanlı Devleti ile arasını iyi tutmaya çalışan Bedirhan Bey, 1839 yılında ayaklanan Mısır valisi M. Ali Paşa’ya karşı harekete geçen Osmanlı ordusuna katıldı ve Nizip Savaşında Osmanlı ordusunda savaştı. Ancak bilindiği gibi çok ağır bir yenilgi alan Osmanlı ordusu tamamen dağıldı ve Bedirhan Bey de birçok askerini kaybetti. Ancak Osmanlı Devleti’nin bu olaydan sonra içine düştüğü sorunlu durumdan yararlanan Bedirhan Bey bir süre sonra bölgedeki tek hâkim durumuna gelmeye başlamıştı. Bu durum ilk zamanlarda Osmanlı devleti tarafından görülmesine rağmen müdahale edilmemiş, hatta Bedirhan Bey bir süre desteklenmiştir. Böylesine karışık bir dönemde bölgeyi denetim altında tutabilecek ve anlaşmaya varılabilecek bir otorite bulmak Osmanlı için bir nimetti ve bu nimet değerlendirilmeliydi. Zamanı geldiğinde, eğer haddini bilmezse cezası da verilebilirdi. Bu anlayış çerçevesinde Bedirhan Bey 1846 yılına gelindiğinde, neredeyse bölgenin tek hâkimi durumuna gelmişti. Bu dönem birçok kimse tarafından bölge için bir altın çağ, huzur ve sükûn dönemi olarak adlandırılmıştır. [10] Ancak durumun tam da böyle olmadığı açıktır. Bölge 19. yüzyılın başlarından itibaren, artık sömürgeci devletlerin de ilgilendiği ve değişkenlerden biri haline geldiği zamanları yaşıyordu. Hıristiyan halkla ilişkilerini geliştiren batılı devletlerin bölgedeki faaliyetleri, Kürt beylerini rahatsız etmekte ve Kürtlerle bölgedeki Hıristiyanlar arasında gerilimler yaratmaktaydı.

Sonunda bu gerilimli ortam büyük bir çatışmaya dönüştü ve Bedirhan Bey komutasındaki Kürt kuvvetleri, Nasturiler üzerine harekete geçerek büyük bir katliam gerçekleştirdiler. Bu olay hiç şüphesiz başlı başına bir inceleme konusudur ve ne yazık ki hala tam olarak aydınlanmış bir durumda değildir. [11] Ancak eldeki bilgiler gösteriyor ki, bu katliam Bedirhan Bey için sonun başlangıcı olmuştur. Öncelikle belirtmek gerekir ki, daha sonradan büyük bir tepki gösteriyormuş gibi gözükse de Osmanlı Devleti bu duruma göz yummuştur. “Nasturi ülkesinin Bedirhan’ın kuvvetleri tarafından işgal edildiği sırada Musul valisinin takındığı tutum, niyetinin ve tercihlerinin sorgulanması için ciddi bir zemin sunar. Nasturi sınırları boyunca istihkam edilmiş Osmanlı kuvvetlerinin, bu talihsiz insanları kılıçtan geçiren Kürt kuvvetlerinden belirli bir uzaklıkta ve atıl tutulmuş olması anlamlıdır. Valinin, önceleri Mar Şumun’a yaptığı sayısız koruma taahhütlerini bir yana bırakarak, yardıma koşmak yerine Nasturi ülkesini bir nevi ablukaya alması işgalcilerin işlerini kolaylaştırdı.”  [12]Yine bölgedeki Osmanlı valilerinin gönderdiği raporlarda; Tiyari Nasturilerinin uzun zamandır “itaatsizliği adet edindiği” ve Bedirhan Bey’in “söz konusu taifeyi itaat altına almaktan başka kabahati” bulunmadığı bildirilerek, bir bakıma Bedirhan Bey’in yaptıklarına sempatiyle bakıldığı ortaya konmuştur. [13]

Ancak, zaman içinde Bedirhan Bey’in giderek bağımsız davranmaya başlaması Osmanlı yönetiminin rahatsız olmasına neden olmuş ve zamanın geldiğini düşünerek Bedirhan Bey’in tasfiyesine karar vermişlerdir. Osmanlı için aslında durum bir taşla iki kuş vurmak kabilinde idi. Böylelikle hem, bölgedeki faaliyetlerinden rahatsız olduğu devletlerle ilişkiye geçmiş Hıristiyan halka bir gözdağı verilmiş oluyor, hem de artık gücünden endişelendiği ve ortadan kaldırmaya karar verdiği Bedirhan Bey’i cezalandırmak için bir neden bulmuş oluyordu. Ayrıca, bu katliama büyük tepki gösteren ve Bedirhan Bey’in derhal cezalandırılmasını isteyen İngiliz ve Fransızların da desteği alınarak bu işin yapılması Osmanlı açısından çok daha güvenli idi.

Nasturi olayı ile birlikte, bölgede bazı kararlar alarak değişiklikler yapan Osmanlı devleti ile Bedirhan Bey’in arası giderek açılmaya başlar. “Tanzimat’tan önce bölgede mütesellimlik yapan ve yıllardan beri bölgeyi yönetmiş bulunan bir aileden gelen Bedirhan Bey, Redif askeri teşkilatının kurulmasından sonra Redif miralayı olmuştu. Diyarbakır’da Tanzimat’ın uygulanması ile birlikte onun yönetiminde bulunan Cizre Midyat’ın Diyarbakır’a bağlanmasına karşı çıkan Musul valisi ile öteden beri anlaşmazlıkları bulunan Bedirhan Bey’in ilişkileri iyice bozulmuştu. Musul Valisi Mehmed Paşa, Cizre, Midyat ve çevresinin kendisine verilmesini istemekte, bölge halkı ise Bedirhan Bey’in önderliğinde Diyarbakır’a bağlı kalmayı uygun bulmakta idi. Ancak Mehmed Paşa’nın ısrar ve baskısı sonunda Cizre kazası 1842 yılında Musul eyaletine bağlanmıştı. Bedirhan Bey bunu kabul etmeyerek, valinin askerle kazasına girmesini önlemek için hazırlıklara girişmiştir. [14]

Tüm bu olaylar sonucunda çatışma artık kaçınılmaz olmuştur. Osmanlı Bedirhan Bey’in tasfiyesine karar vermiş ve harekete geçmiştir. Osmanlı Devleti’nin Vakanüvisi Lûtfî Efendi olayı Osmanlı Devleti açısından şöyle anlatır. “Musul vilâyeti mülhakatından Cizre kazası Mütesellimliği ile ol havâliyi sellemehü’s-selâm âverde-i dest-i ta’addi ve iktihâm eden Bedirhan Bey hakkında def’aatle Bâbıâli tarafından vuku’ bulan nesâyih u tenbîhât-ı müşfikâneye havâle-i sem’ u ısga etmediği cihetle memleket-i mezkûrede dahi usûl-i âdilenin icrâsı için mîr-i mûmâileyhin def’-i gailesi ferâiz-i hâliyeden bulunmuş idi. Binâenaleyh Anadolu Ordusu Müşîri Osman Paşa’ya verilen mezûniyet üzerine kuvve-i kâfiye-i askeriyye ile Cizre tarafına hareketle evvelemirde edilen iş’ar u ihtâr-ı âdilâneden mütenebbih olmadığı misillû müşîr-i müşârünileyhin bu bâbda nesâyih-i müessiresini dinlemeyerek ordu-yı hümâyûn üzerine şebhûn eylemesi te’dib ü tenkilini îcab eyleyip vuku’ bulan müte’addid muhârebelerin neticesinde gaile ber-taraf edilmişdir. [15] Yani, sürekli huzursuzluk çıkaran Bedirhan Bey defalarca uyarılmış, kendisine nasihatte bulunulmuş ancak davranışlarında bir değişiklik olmayınca üzerine ordu sevk edilmiştir. Yine uslanmayıp ordunun üzerine saldırmış ve yapılan muharebeler sonucunda “gaile ber-taraf edilmiştir”. [16]

Aslına bakıldığında, olay resmi söylemde dile getirildiği şekilde gerçekleşmemiştir: Osmanlı Devleti’nin kendi üzerine bir hareket başlatacağı haberlerini alan ve endişelenen Bedirhan Bey, Osmanlı Devleti ile anlaşmaya varmak için her yolu dener. Hatta İngilizleri araya sokarak, onların aracılığıyla Osmanlıya, kabul edeceği şartları içeren bir mektup bile gönderir. Buna göre:

  1. İngiltere Konsolosu sağ salim döneceğine kefil olursa Dersaadet’e gidecektir.
  2. İdam ve katletmelerden el çekecek, esirleri bırakacaktır.
  3. Nasturilere bulaşmayacak, onları Müslüman tebaa ile eşit tutacaktır.
  4. Kendi adına hutbe okutmayacaktır.
  5. Devlete vermesi gereken vergiyi ödeyecektir.
  6. Mar Şemun’un kendi tebaasının (Nasturilerin) patriği olduğunu kabul edip kendisine her hangi bir saldırıda bulunmayacaktır.[17]

Ancak Osmanlı kararını çoktan vermiştir. Bedirhan Bey’in bölgedeki hâkimiyetini yok edecek ve daha önemlisi Tanzimat uygulamalarını Kürdistan’da yürürlüğe sokacaktır. Bunu yapabilmesi için de bölgedeki geleneksel yapının tamamen değişmesi gerekmektedir.

Osman Paşa komutasındaki ordu büyük bir güçle Bedirhan Bey’e saldırır, ancak en önemlisi Bedirhan Bey’in güvendiği bazı Kürt liderleri Osmanlı’yla anlaşınca  [18] Bedirhan Bey Ervah Kalesi’ne çekilir. Bir ara İran’a gitmek için başvursa da bu başvurusu İran tarafından reddedilir. [19] Kuşatıldığı kalede kimi kaynaklara göre sekiz ay kadar direnen Bedirhan Bey 20 Temmuz 1847’de teslim olur. Bedirhan Bey, 1847 tarihinde büyük kardeşi Salih, küçük kardeşi Esad ve ailesi ile birlikte İstanbul’a hareket eder. 12 Eylül 1947’de İstanbul’a varan Bedirhan Bey daha sonra ailesinin bir kısmıyla birlikte Girit’e sürgün edilir. Burada kaldığı süreyle ilgili farklı bilgiler vardır; on dört, on beş ve on sekiz yıl gibi çeşitli iddialar dile getirilir. Ancak bilinen, bu süreden sonra affedilerek İstanbul’a geri döndüğüdür. İstanbul’da bir süre kaldıktan sonra Şam’a gitmesine izin verilir ve 1869 yılında Şam’da ölür. Burada 1869-1870 [20]yılında öldüğünde yirmi bir erkek ve yirmi bir kız çocuğu vardı. Şam’da ölen Bedirhan Bey şimdiki Rükneddin mahallesinde bulunan mezarlığa gömülür.[21]

Bedirhan Bey isyanını bastıran Osmanlı Devleti, bölgede bugüne kadar izlediği politikaları değiştirme amacında olduğundan, bölgenin statüsünü tamamen değiştirir. Bölgeyi Kürdistan Eyaleti adı altında bir yönetim altında toplayan Osmanlı Devleti[22], bunun ardından “… ittifak kurduğu beylere yöneldi ve hepsine boyun eğdirdi… Bedirhan’ın sürülmesinden sonra Botan Emiri olarak yerine İzzeddin Şir geçti. Daha on yıl geçmeden, Kırım Savaşı sırasında İzzeddin Şir Türklere karşı ayaklandı. Ümitsizce direnmesinin ardından bastırıldı ve devrildi.[23] Osmanlı Devleti bu başarısını o kadar önemsemiştir ki, bu olayı Kürdistan’ın yeniden fethi olarak değerlendirmiş ve bu sefere katılanlara, “Kürdistan Madalyası” ismiyle bir madalya bastırarak vermiştir. “Takvim-i Vekâyi’nin bundan önceki sayılarında da yazılmış olduğu gibi bir süreden beri zorba ellerinde kalmış olan Kürdistan ülkesinin –Allaha şükürler olsun ki –Padişahın benzersiz gayreti ve ezici gücünün eseri olarak bu kez yeni baştan fethi başarıyla tamamlanmıştır.[24] Osmanlı Devleti’nde bu isimle bir eyalet oluşturulmasının, ileride bir Kürt devleti fikrinin oluşmasında bir başlangıç noktası olduğu düşüncesini savunan araştırmacılar da vardır.[25]

Bu düzenlemeler ve kurulmaya çalışılan yeni sistem, Osmanlı Devleti’nin istediği sonuçları vermez. Osmanlı’nın Kürt beylerini yenilgiye uğratması ve bu Kürt Emirliklerini ortadan kaldırması beklendiğinin tersine, bölgedeki kontrolünü kolaylaştırmamış, tam tersine, ortaya çıkan yüzlerce başı boş aşiret nedeniyle zorlaştırmıştır. Bölgede çok güçlü konumda olan Mirlerin ve Beylerin konumlarını kaybetmeleri üzerine devlet bölgeye valilerini yollar ancak bu valiler “… yerel olaylara ilişkin ne onlar (Mirler) kadar bilgi sahibiydiler ne de halkın nezdinde meşru yöneticiydiler. Bu nedenlerden dolayı da aşiretler arası çelişkilere ve kan davalarına çözüm getirmeye muktedir değillerdi.[26] Dolayısıyla Kürdistan Eyaletinde ciddi bir boşluk doğmuş ve kendi başına hareket eden yüzlerce aşiret ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla da bu boşluğu dolduracak, aşiretler arası anlaşmazlıkları önleyecek bir güç gereklidir. İşte bu rolü bir süre sonra güçlü dini liderler oynamaya başlamıştır. “Aşiretler arası çatışmalar beklenmedik boyutlara ulaşarak tehlikeli bir hal alınca, aşiret üyelerinin, şeyhleri ( Bunların müritlerinin sayıları Mevlana Halid’in gayretleriyle epeyce artmıştı) sorunlara çözüm bulacak kişiler olarak görmeleri ve bunun neticesinde şeyhlerin otoritelerinin aşiret sınırlarını aşarak politik önderler haline gelmelerine yol açacak bir biçimde artması doğaldır.[27] Bundan başka 19.yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı, Kürdistan Eyaletindeki toprakları tapulu hale getirmeye başlamış ve tapu memurlarının en çok muhatap olduğu şeyhler nüfuzlarını kullanarak bir çok toprağı kendi tapularına almışlardır. Bu tür nedenler sonucunda 19.yüzyılın ikinci yarısında Kürtlerin yaşadığı topraklarda Şeyhler büyük bir güç kazanmışlardır.[28]

İşte bu şartlarda Şemdinli’nin güçlü şeyh ailelerinden gelen ve Şeyh Taha’nın oğlu olan Şeyh Ubeydullah, amcası Şeyh Salih’in yerine Nakşibendi tarikatının başına geçer. Bölgede çok etkin olan Nakşibendi aşireti, Ubeydullah’ın döneminde de etkinliğini giderek arttırır. Özellikle Botan, Behdinan, Hakkâri ve Ardelan Emirliklerine ait topraklar Ubeydullah’ın kontrolü altındadır.[29] Bu süreç bilindiği gibi Şeyh Ubeydullah’ın isyanıyla (1880- 1882) tamamlanmıştır. Ancak bu isyanda da, özellikle İngiltere ve Rusya’nın desteğiyle Osmanlı galip gelir ve Bedirhan Bey olayında olduğu gibi Şeyh Ubeydullah İstanbul’a getirilir.

Bu dönemlerde Osmanlı Devletinin başında II. Abdülhamit vardır. İmparatorluk bünyesindeki Hıristiyan halkların milliyetçi ideolojinin etkisiyle bir bir bağımsızlığa doğru yönelmesi, Abdülhamit’i Panislamist bir siyasete yöneltir. Balkanlar’da, başta Arnavutlar olmak üzere, doğu da Kürtler ve güneyde Arapları hedef alan Panislamist siyaset; ortak müşterek olarak İslam ekseninde devleti ayakta tutmayı hedefler. Panislamist siyaset ekseninde Abdülhamit’in Kürtleri devlete entegre etme çabası, “Hamidiye Alayları” ve “Aşiret Mektebi” gibi “çok amaçlı” oluşumların meydana çıkmasına yol açar. İsyanlar sonrası merkezleşme iradesini yitiren Kürtler, II. Abdülhamit tarafından bölgede beliren Ermeni “tehlikesine” karşı kullanılabilecek en büyük koz olarak görülürler.

Düvel-i muazzama tarafından bölgede bir Ermenistan kurulacağı ve Kürtlerin topraklarının ellerinden alınacağı korkusu birçok Kürt aşiretinde hâkimdir. Böylesi bir süreçte Abdülhamit’in şahsında ifadesini bulan Osmanlı-Kürt yakınlaşmasının (bir anlamda ittifakının) belirleyen faktörü Ermeni “tehlikesi” olmaktadır. “Hamidiye Alaylarıyla” birçok aşiretin ileri gelenine rütbe, nişan ve taltifler verilmesi Abdülhamit’in “bave kurdan” (Kürtlerin babası) biçiminde algılanmasına sebep olup, Osmanlı yanlısı devlete bağlı güçler haline getirir. Aslına bakılırsa, düvel-i muazzamanın bölgede bir Ermenistan kurma fikrine karşı olan Kürtler, II. Abdülhamit döneminden (1876-1909), 1923 yılına yani yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar bu ittifakı büyük oranda devam ettirmişlerdir.

Aynı süreçte Kürdistan dışında, daha çok da İstanbul’da yaşayan Kürtler ise Abdülhamit karşıtı bir siyaset izlemektedirler. Osmanlı devletinde isyan eden liderler ve ailelerinin gözetim altında, sürgünde zorunlu ikamete tabi tutulması bir gelenektir. 19. yüzyıldaki Kürt isyanlarından sonra özellikle İstanbul’da önemli bir Kürt diasporası oluşmuştur. Kürdistanla bağlantıları çok zayıf (daha çok da manevi düzeyde kalan) bu kitle, eğitim ve aydınlanma olanaklarına kavuşur. Dönemin Abdülhamit karşıtı, meşrutiyet yanlısı muhalefetine dâhil olan İstanbullu (veya sürgün) Kürtler (ki Bedirhaniler bunların başını çekmektedir); geç de olsa zamanın milliyetçi ideolojisinin etkisine girerler. Kürt dili, kültürü, tarihi ve yayıncılığı eksenindeki ilk uyanış sürgündeki Kürtler arasında boy verir. Çevirisini yaptığımız kitabın gelirinin bağışlandığı “Kürt Azm-i Kavi Cemiyeti” bu dönemde kurulur. Mısır’ın başkenti Kahire’de Bedirhaniler tarafından çıkarılan Kürdistan Gazetesi aynı süreçte yayın hayatına başlar. Sürgün bir anlamda Kürt milliyetçiliğinin doğuş zemini olur.[30]

Kürdistan’da önemli bir kitle üzerinde kendini “bave kurdan” olarak kabul ettiren Abdülhamit’in İstanbul’da sürgündeki Kürtlerle ilişkisi çatışmalı, gerilimli bir hatta seyreder. Sultanın sıkı gözetimi altındaki bu aristokrat Kürtler; devlet için her daim bir tehlike ve tehdit unsuru olarak görülmektedir. Sahip oldukları emlak ve gelirlerine el konulması, bölgeye girişlerinin yasaklanması oralarda yeniden nüfuz sahibi olmalarını engellemeye yöneliktir. Ancak bu kişilerin bölge üzerindeki manevi etkisini çok iyi bilen Abdülhamit hassas bir yaklaşımla onları kendi yanına çekmeye de çalışmıştır. Bu amaçla bir takım görev ve yetkiler verdiği de gözden kaçırılmamalıdır.

Emir Bedirhan kitabı 1907 yılında, İstanbul Belediye başkanı Rıdvan Paşa’nın öldürülmesi ve olaydan Bedirhanilerin sorumlu tutularak tüm ailenin sürgüne gönderilmesine tepki olarak, Ahmet Ramiz tarafından yazılmıştır.[31]  Kitabın varlığı uzun süredir biliniyor olsa da, kitabın yazarı bu güne kadar hep tartışma konusu ola gelmiştir. Kitabın başında yazar olarak belirtilen “Lütfi”nin, takma bir isim olup olmadığı, bu kitabı gerçekte kimin yazdığı aydınlığa kavuşamamıştı. Ancak yaptığımız çalışmalar sırasında, Abdullah Cevdet’in yayınladığı İçtihad dergisinde, kitapla ilgili bir ilana rastladık ve böylece kitabın gerçek yazarının Ahmet Ramiz olduğu ortaya çıktı[32]. Kitap 20. yüzyılın başlarında İstanbul’da yaşayan ve Kürt milliyetçiliğinin temellerini atan aydınların ruh halini yansıtması ve bu konudaki ilk kaynaklardan biri olması bakımından çok önemli bir yere sahiptir.

Bedirhanzadeler ve Abdülhamit arasındaki ilişki ve sorunlar kitap da uzunca bir bölüm olarak ele alınmaktadır. Bedirhanzadelerin bu dönemde uğradıkları haksızlıklar dile getirilmekte, Abdülhamit’in zulüm rejimi eleştirilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Bedirhan ailesi hala önemli bir güç olarak görülmekte, tehlikeli kabul edildiği içinde etkinlikleri kırılmak istenmektedir. Nitekim Rıdvan Paşa’nın öldürülmesi olayı bir fırsat olarak değerlendirilip, Bedirhan ailesine yönelik büyük bir baskı-sürgün hareketi başlatılır. Kitabın yazılmasına da vesile olan bu harekât, Bedirhan ailesinin İstanbul’da Osmanlı Devleti nezdinde, saray ve siyasette, hatta sosyal yaşamdaki tüm varlığı ve etkinliğinin yok edilmesi amacını güder. Bir nevi son büyük darbe indirilmek istenir. Bu anlamda Rıdvan Paşa suikastı sonuçları itibarı ile aydınlanmayı bekleyen tarihi bir olaydır. Kimileri bu olayın, Bedirhanilerin haddini bilmezliğinden, “şımarıklığından” ileri geldiğini iddia etse de ortada ciddi bir komplonun bulunduğunu gösteren veriler de vardır.

Bedirhaniler ve Bedirhan İsyanı son zamanlarda akademik dünyanın ilgisini çekse de[33]  bu ilginin çok yetersiz olduğunu söylemek zorundayız. İsyanı Kürt milliyetçiliğinin ortaya çıkışı ve ilk hamlesi olarak değerlendirenler olduğu gibi, yerel otoritesini, Tanzimat uygulamaları ile yitiren Beylerin çıkarmış olduğu isyanlardan biri olarak değerlendirenler de vardır.[34]  Burada bahsedilen görüşlerden ikincisi, tarihçiler tarafından ağırlıklı olarak savunuluyor olsa da, isyanda Kürt milliyetçiliğinin en azından İslam düşüncesiyle birlikte bir alt motif olarak kullanılmış olabileceği düşüncesini de tamamen dışlamamak gerekir düşüncesindeyiz. İsyanın milliyetçi önermelerle başlamadığı çok açık görünüyor, buna rağmen isyanın Kürt milliyetçi söyleminin oluşumunda, çok temel argümanlardan biri olarak kullanılmış olduğu da bir gerçektir. Ancak tüm bunların açığa çıkması ve soru işaretlerinin ortadan kalkması için çok daha geniş kapsamlı ve özenli çalışmaların yapılması gerektiği muhakkaktır. Öncelikle Osmanlı, İran, İngiliz, Fransız, Amerikan arşivlerinin, misyoner kayıtlarının ve bölgedeki söylencelerin çok dikkatli bir şekilde incelenmesi sonucunda yapılacak geniş kapsamlı çalışmaların, bu dönemin anlaşılması açısından çok gerekli olduğu kanısındayız.

Emir Bedirhan kitabı genel olarak, yukarıda Bedirhaniler isyanı ile ilgili anlatılanları, Bedirhan ailesi yanlısı bir gözle anlatmaktadır. İsyanın çıkışı, yaşananlar, Bedirhan Bey’in İstanbul’a gidişi, sürgün edilmesi, 1906 yılında yaşanan ve Bedirhan ailesi üyelerinin bir kez daha sürgüne uğradığı “Rıdvan Paşa’nın öldürülmesi” olayı, kitabın genel konuları arasındadır. Ancak bizce daha önemlisi 1907 yılında basılan kitapta kullanılan söylem ve dildir. Kürt milliyetçi söyleminin ilk dönemleri olarak tanımlayabileceğimiz bu süreçte yayınlanmış kitap, hem bu söylemi tanımlamamız, hem de bu söylemin oluşumunu anlamamız açısından çok büyük bir öneme sahiptir. Kitabın yazarı, “Kürdistan Azmi Kavi Cemiyeti”nin kurucularından Ahmed Ramiz, bu dönemde İstanbul’da yaşayan ve Kürt milliyetçi hareketi içinde yer alan aydınların ruh hallerine ve düşüncelerine örnek olabilecek bir söylem kullanmıştır.

Yazar kitapta, Kürtleri “asil bir kavim”, “savaşçı, cesaretli ve yiğit bir halk” olarak sık sık dile getirmektedir. Kürtlerin savaştaki kahramanlıklarını “aslan” gibi savaşmaları ile tasvir edip din ve vatan için ölmeyi kendilerine şeref bildiklerini vurgulamaktadır. “Kürtlerde düzenli ordu yoktu. Fakat halkı cesur ve savaşçı olup, yaratılıştan vatan tohumunun hamuruyla yoğrulmuş olduğundan; vatan sevgisi ve emirlerine itaat uğrunda her zaman can ve başlarını feda etmeye hazırdır. Bu temiz kavmin her ferdi birer kahramanlık harikası ve birer manevi kuvvet örneği idi.” … ” Kürtlerin topu yoktu. Topa bedel onlarda yürek vardı”, “Ki, sağlam bir kale gibi dinlerine, milli onurlarına ve haysiyetlerine güvenen Kürt gazileri için Türk topları birer eğlence ateşi durumundaydı.” Bu alıntılar bahsettiğimiz söylemle ilgili birkaç ilginç örnektir.

Dikkat çeken bir nokta; yazarın ideolojik anlamda bir geçişin sancılarını yansıtıyor olmasıdır. Yeni bir ideoloji olarak milliyetçilikle kendilerini tanımlamaya, var etmeye çalışan dönemin Kürt aydınları, Kürtlerde çok güçlü olan dine bağlılığın nasıl da kendilerine zarar verdiğini, yenilgilere, boyun eğmeye ve bağımlılığa yol açtığını yakınarak dile getirir. İsyan sürecinde Bedirhan Bey’in dini duyguların etkisiyle teslim oluşundan, İngilizlerin bağımsızlık vaatleri karşısında (aynı duyguyla) “Osmanlı esaretini” yeğ tutmasını talihsizlik, büyük bir yanlışlık olarak değerlendirir. Burada eleştiri okları, dinin etkisi altında Osmanlı Devleti ve hilafet makamına ve onların zulmüne boyun eğilip milli duygulardan, talep ve istemlerden uzak durulmasınadır. Buna göre; Kürtler, yüzyıllardır büyük fedakârlıkla İslam’a hizmet etmiş çok cesur bir millettir. Ancak yüzyıllarca İslam’a hizmet etmiş, her fırsatta Osmanlı Devleti’ne destek olup en zor dönemlerinde onun için çarpışmış bu millet, karşılık olarak hep kötülük görmüştür. Bu fedakârlıklarının karşılığında, Osmanlı Devleti tarafından sık sık zulme uğramış ve geri bırakılmıştır. Bu durumun sorumlusu ise zalim Osmanlı Padişahlarıdır. Buna en son örnek ise “Rıdvan Paşa Olayı” nedeniyle Bedirhan ailesinin üyelerini haksız yere sürgüne gönderen II. Abdülhamit’tir.

Bu noktada ideolojik bir kırılmayı yaşayan Kürt aydınlarının, milliyetçi düşüncelere daha fazla sarılacağını tahmin etmek zor değildir. Mevcut yönetime karşı duyulan hoşnutsuzluk ve güvensizlik, İmparatorluk bünyesindeki halkların ulusal uyanışlarının etkisi de dikkate alındığında Kürtlerde milliyetçi arayış daha bir ivme kazanır. Bu süreçte siyasal talepleri olan bir Kürt oluşumundan bahsetmek mümkün değildir. Ancak Kürtler arasında eğitimin yaygınlaştırılması, Kürt dilinin, edebiyatının ve yayıncılığının geliştirilmesi, Kürtler arası dayanışmanın ve birlikteliğin güçlendirilmesine dair yoğunca çaba sarf edildiği gözlenmektedir. İleride siyasal taleplerin dile getirileceği örgütsel yapılar bu zemin üzerinde şekillenecektir. Kimi araştırmacılar, bu dönemde faal olan Kürt aydın hareketinin ön-milliyetçi veya Kürtçü olarak tanımlıyorlar. Gerçek şu ki; modernite ve milliyetçilikle geç tanışan Kürtler, bu dönemde bir geçiş aşamasında olup kendilerini yeni yeni keşfetmektedirler.

Kitapta dikkat çeken bir yönde; Bedirhan Bey ve isyanının bütün Kürtlerin ortak bir eylemi olarak değerlendirilmesidir. Yani yerel ve aşiretsel bir başkaldırı olarak değil de, Kürtlerin ortak bir mücadelesi ve değeri olarak algılanıyor olmasıdır. Daha o zamandan Bedirhan Bey isyanının Kürt milliyetçiliği açısından önemsenip adeta bir kilometre taşı olarak yansıtılması üzerinde durulması gereken bir noktadır. Bunda Bedirhanzadelerin bu süreçteki faaliyetleri ve maruz kaldıkları baskının etkisi olabilir. Veya yeni gelişmekte olan Kürt milliyetçiliğinin kendine tarihsel figürler yaratma arayışının ürünüdür de denilebilir. Belki de her ikisi birlikte ele alınmalıdır. Her ne olursa olsun Bedirhan Bey ve isyanının bu şekilde algılanıyor olması, isyanın karakterine dair tartışmalarda gözden ırak tutulmaması gereken bir husustur.

Sonuç olarak, Kürt milliyetçi söyleminin oluşum dönemi olarak kabul edebileceğimiz 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başlarında, bu söylemin oluşmasında önemli bir yere sahip olan Emir Bedirhan kitabı, umarız ki bu vesile ile yeniden dikkate alınarak değerlendirilir.

Osmanlı Kaynaklarında Kürtler Çalışma Grubu [1]

-http://eski.bgst.org/keab/aa20070806.asp

Notlar:
* Ahmet Ramiz’in Lütfi mahlasıyla Osmanlıca kaleme aldığı Emir Bedirhan kitabının sadeleştirilmiş çevirisi yukarıda sizlerle paylaştığımız giriş yazısıyla birlikte 2007 Sonbahar döneminde BGST Yayınları’ndan çıkarak okuyucuyla buluşacak.
[1] Emir Bedirhan kitabı Osmanlı Kaynaklarında Kürtler Çalışma grubu tarafından yayına hazırlamıştır. Bu yazı, büyük ölçüde, kitabın giriş bölümü temel alınarak hazırlanmıştır.
[2] Bu konu için bakınız: Şeref Han, Şerefname-Kürt Tarihi, çev: M. Emin Bozarslan, Hasat Yayınları, İstanbul 1990; Edtr. M. J. Lazarev-Ş. X. Mıhoyan,Kürdistan Tarihi, Avesta Yayınları, İstanbul 2001; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. II, TTK Yayınları, Ankara 1988; M. Van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet, İletişim Yayınları, İstanbul 2003; J. L. Bacque-Grammont, “XVI. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlılar ve Safeviler”, Bekir Kütükoğlu’na Armağan içinde, İ.Ü.Edb. Fak. Yayınları, İstanbul 1991.
[3] İlber Ortaylı, Tanzimatdan Cumhuriyete Yerel Yönetim Geleneği, Hil Yayınları, İstanbul 1985, s. 26- 27.
[4] Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyasına Giriş-I: Anadolu’nun İdari Taksimatı, Ankara, 1988, s. 119-125.
[5] İlber Ortaylı, Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahallî İdareleri, TTK Yayınları, Ankara 2000, s. 17-18.
[6] Musa Çadırcı, “Tanzimat’ın Uygulanması ve Karşılaşılan Güçlükler ( 1840-1856)”, Edtr. Halil İnalcık- Mehmet Seyitdanlıoğlu, Tanzimat içinde, Phoenix Yayınları, Ankara 2006, s. 136
[7] Bu konuda bakınız; Wadie Jwaideh, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi-Kökenleri ve Gelişimi, İletişim Yayınları, İstanbul 1999, s. 103-120.
[8] Bu dönemlerde soylu ailelerin, kendilerini önemli bir Arap ailesine bağlı olarak göstermeleri çok yaygın bir uygulamadır.
[9] Daha geniş bilgi için bakınız; Martin van Bruinessen, a.g.e., s. 271-72-73-74; Wadie Jwaideh, a.g.e., s. 121-123.
[10] Wadie Jwaideh, a.g.e., s. 125-127.
[11] Bu konuda bakınız; Wadie Jwaideh, a.g.e., s. 128-139. Dr. Celile Celil, XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler, Özge Yayınları, Ankara 1992, s. 135-144. Ayrıca yeni bir çalışma için bakınız; Sinan Hakan, Osmanlı Arşiv Belgelerinde Kürtler ve Kürt Direnişleri ( 1817- 1867), Doz Yayınları, İstanbul 2007, s. 157- 166.
[12] Dr. Grant tarafından yazılmış 5 Temmuz 1843 tarihli mektup, The Missionary Herald, XI, No. 11 ( Kasım 1844), s. 437’den aktaran Wadie Jwaideh, a.g.e., s. 137-138.
[13] Sinan Hakan, a.g.e., s. 163.
[14] Musa Çadırcı, a.g.m., s. 137-138. Ayrıca daha geniş bilgi için; Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapıları,TTK Yayınları, Ankara 1991.
[15] Amed Lûtfî Efendi, Vak’anüvîs Ahmed Lûtfî Efendi Tarihi 6-7-8, Eski Yazıdan Aktaran: Yücel Demirel, YKY, İstanbul 1999, s.1246.
[16] Osmanlı Devleti’nin bu konudaki resmi söylemine başka örnekler için bakınız; Takvim-i Vekâyi Gazetesi, Sayı 343- 345 ve 351. Yine bu konuda, resmi tezin oluşumuna katkı sunan çalışmalar için bakınız; Nazmi Sevgen, “Kürtler”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı 11- 18. Nazmi Sevgen, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk Beylikleri Tarihi, Osmanlı Belgeleri ile Kürt Türkleri Tarihi, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1982.
[17] BOA FON KODU: İ. MSM, D. No: 50, G. No: 1258-03, Bedirhan Bey’in İngilizlere ulaştırdığı mektuptan aktaran, Sinan Hakan, a.g.e., s. 197-198.
[18] Bu konuda Osmanlı arşiv belgeleri ve daha geniş bilgi için bakınız; Sinan Hakan, a.g.e., s, 194- 236.
[19] Sinan Hakan, a.g.e., s. 218- 219.
[20] Bedirhan Bey’in ölüm tarihi hakkında farklı görüşler var, kimi kaynaklarda 1869, kimi kaynaklarda 1870 tarihi veriliyor.
[21] Malmîsanij, Cızire Botanlı Bedirhaniler, Avesta Yayınları, İstanbul 2000. Clile Celil, a.g.e., s. 124- 153; Hakan Özoğlu, Osmanlı Devleti ve Kürt Milliyetçiliği, Kitap Yayınevi, İstanbul 2005, s. 95.
[22] Kürdistan Eyaleti’nin kuruluşu için bakınız; Osmanlıcadan Çeviren: Sezen Bilir, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürdistan Eyaletinin Kurulması”, Vesta Dergisi, sayı 5, Kış 2004, s. 215-219.
[23] Wadie Jwaideh, a.g.e., s. 142.
[24] Sezen Bilir, a.g.m., s. 217
[25] Hakan Özoğlu, a.g.e., s. 90.
[26] Martin von Bruinessen, a.g.e., Sayfa 341, ayrıca a.g.e. sayfa 268 ve devamı.
[27] Martin von Bruinessen, a.g.e., sayfa 341-342
[28] Martin von Bruinessen, a.g.e., sayfa 347
[29] Wadie Jwaideh, a.g.e., sayfa 144
[30] Bu konuda daha geniş bilgi için bakınız. Hamit Bozarslan, “Kürd Milliyetçiliği ve Kürd hareketi (1898- 2000)“, Modern Türkiye’de Siyasi DüşünceMilliyetçilik içinde, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 841- 870. Naci Kutlay, İttihat Terakki ve Kürtler, Beybûn Yayınları, Ankara 1992.
[31] Ahmet Ramiz: Yazar (d. 1878, Lice/Diyarbakır – ö. 1940’lı yıllar, Suriye). 1900 yılına kurulan Kürdistan Azmi Kavî Derneği’nin bir üyesiydi. 1904 yılında, Mısır’daki El-Ezher Üniversitesi’nde okurken, bu ülkede aktif olan Jön Türkler’e katıldı ve Sultan Abdülhamit yönetimi aleyhtarı gösteriler içinde yer aldı. Meşrutiyetin ilan edilmesiyle İstanbul’a döndü ve Kürt Derneği’nin Kürt çocukları için açtığı okulda yönetici oldu. Divançe-i Dehrî (Bir Ateistin Küçük Divanı) diye adlandırılan bir divançe (şiir kitapçığı) yayınladığı için Kastamonu’ya sürgün edildi. 12 Temmuz 1912 tarihinde iktidara gelen Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümetinin çıkardığı aftan yararlanarak tekrar İstanbul’a döndü. Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra Suriye’ye kaçtı ve 1940’lı yıllarda bu ülkede vefat etti. Mezarı Şam’ın Kürt bölgesinde yer almaktadır. Ayrıca, Mehmet Emin Zeki, Kürt ve Kürdistan Ünlüleri, Özge Yayınları, Ankara 2005, s.66’da şu kısa bilgiyi vermektedir. “Kürdizade adıyla tanınıyordu. H. 1322 yılınsa (M. 1904) Mısır’da Mevlud i Nebeviye‘nin hikayesini Kürtçe yazdı.
Araştırma ve Çalışmaları: Hetaya Selef ve Halef (Selef ile Halef’in Hatası), İhtara Dicle ve Fırat Veya Gazîya Havara Mabeyni Nehran (Dicle ve Fırat’ın Uyarısı veya Mezopotamya’nın Yardım Çağrısı), Paşvemana Kürdan veya Kürdistan (Kürtlerin veya Kürdistan’ın Engeli), Himaye Kırına Maarif veya Himaye Nekırına Maarif (Eğitimin Himayesi veya Himaye Edilmemesi).
[32] İçtihad dergisindeki ilan şu şekildedir; EMİR BEDİRHAN – Muharriri Ahmed Râmiz
Şehremin-i sâbıkı Rıdvan Paşayı tepelettiği için Abdürrezzak Bedirhan Bek’in bütün efrâd-ı âilesini bir hükm-ü karakuşi ile Abdülhamid-i sâninin kahır ve perişan etmesi üzerine, gayret- mend Ahmed Râmiz Efendi tarafından Bedirhan Bek âilesinin tercüme-i hâline dair kaleme aldığı eserdir. ( Matbaa-i İctihad) da tab’ı ikmal edilmiştir. Fi’ 2 Frankdır, merci’ “Matbaa-i İctihad” dır. ( İçtihad Dergisi, Kanun-ı Sani 1908, Sayı 5, s. 288)
[33] Mehmet Alagöz, Old Habits Die Hard A Reaction To The Application Of Tanzimat: Bedirhan Bey Revolt, Boğaziçi Üniversitesi Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2003. Alagöz bu tezinde, isyanın nedeninin, Bedirhan Bey’in Tanzimat uygulamalarına karşı çıkması olarak değerlendirmiş ve bu bağlamda bir çalışma yapmıştır. Tezini asıl olara Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden yararlanarak hazırlamıştır.
[34] Son zamanlarda, tamamen yaşadığımız bu dönemin ihtiyaçları ve ideolojik zihniyeti çerçevesinde yazılan, büyük oranda anakronik önermeler içeren, Bedirhanileri, Arap, Yezidi, Türk olarak tanımlamaya gayret eden çalışmalar için bakınız; Dündar Alikılıç, “Kürtçülük Hareketini Başlatanlar Kürt Değildi!”, Tarih ve Düşünce Dergisi, Sayı 65, Nisan 2006, s. 16-21; Mahmut Çetin, Kart-Kurt Sesleri, Biyografi.Net Yayınları, İstanbul 2005.