Giriş:
Başlık yalnızca Kürtlerin dört devlet arasında bölündüklerini belirterek, olası gelecek beklentileri hakkında düşünsel ve politika yönelimli bir soru ortaya atsa da, “Kürtler: Bir Halk & Dört Devlet & Nasıl Bir Gelecek?” konulu bir konferans düzenlemek cesurca bir karardır. Demokratik bir toplumda böylesi bir konferans, gruplar, siyasi partiler arasında şiddetli çatışmalar yaşanmadan ya da böyle bir konferansın düzenlenmesini engelleyen güvenlik kuvvetleri olmaksızın gerçekleştirilebilir.
Ortadoğu’da (ya da Türkiye’nin de ait olduğu Batı Asya’da) ise bu, tamamen farklı bir olay olacaktı. Böyle bir etkinlik büyük bir ihtimalle “yasadışı bir eylem,” “kin ve nefretin kışkırtılması,” “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne” yönelik güçlü bir tehdit, ya da doğrudan doğruya siyasal düzenin İslami kavrayışına yönelik bir meydan okuma olarak görülecekti. Eğer bölge dışında bir yerde düzenlenmiş olsaydı, böyle bir konferansa katılan bireyler, Kürtlerin yaşadığı devletlerin vatandaşları olmaları durumunda, ya da başka devletlerin vatandaşları olarak bölgeye gelmeleri durumunda ciddi sorunlarla karşılaşabilirlerdi. İşte bu bağlamda mevcut inisiyatif, kelimenin ahlaki, siyasi, düşünsel ve medeni anlamında cesurca bir girişimdir (“Ceserat” 2004). Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin birinci maddesi, tüm halkların kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olduklarını belirtmesine rağmen, siyasi dünyada çok az kavram “halk” kavramı kadar tartışmalı bir kavramdır. Bu hakkın kendilerine verdiği imkânlar sayesinde, halklar kendi siyasi statülerini serbestçe belirleyip kendi ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimlerini sürdürürler. Çağdaş dünyada “kimin bir halk olduğuna” nasıl karar verileceği hususunun yasal bir prosedürdür; yani subjektif bir kendinitanımlama, ya da tarihsel dayanakları olan iddialar olmaktan ziyade politik bir sorun olduğu, hiç de sır değildir. Uluslararası politik sistemde, yalnızca devlet hükümranlığını elde edebilmiş olanlar, ya da kendilerine böyle bir hükümranlık verilmiş olanlar halk olarak değerlendirilmektedir. Esasen politik statülerini serbestçe belirleme izni yalnızca çok az sayıda halka verilmiştir (Bunun en yakın istisnası Doğu Timor halkıdır).
BM Sözleşmesi, “Biz Birleşmiş Milletler Halkları olarak” ibaresini kullanmasına rağmen, bu örgüt, isminin ima ettiğinin aksine, dünyamızda yaşayan halkları ve ulusları değil, yalnızca mevcut hükümran devletleri temsil etmektedir. Ne var ki, BM kuruluşuna yol açan siyasal şiddetin boyutu ve onlarca yıllık devletler arası savaşların ve iç savaşların acımasızlığı dikkate alındığında, Kofi Annan’ın şu önerisine katılmak hiç de zor değildir: “halklar deyimi, tek tek her insanın onurunu ve değerini yeniden yerli yerine oturtan, insan haklarına ve erkekler ile kadınların eşit haklara sahip olmalarına saygı duyan ve yoksulluk ile korkudan uzak, daha iyi yaşam standartlarını hedefleyen, sosyal bir gelişimi savunan bir deyim olarak görülmelidir. Öyleyse, son tahlilde, Birleşmiş Milletler, dünyanın her tarafındaki halkların umutları için vardır ve onların ihtiyaçlarına hizmet etmelidir.” (Annan 2002, 6) Eğer BM dünyanın her yerindeki halkların umutlarına ve ihtiyaçlarına hizmet etmek için varsa; ve eğer “dünyanın her yerine”, saygı gösterilmesi gereken, kendine özgü kimliliğiyle Kürt halkının da yaşadığı Ortadoğu/Batı Asya da dahilse, dünya çapında bir örgüt olarak BM’nin düşünüş tarzında eleştirel bir değişlik talep eden Annan’ın bu çağrısı, Kürtleri konu alan bu konferansın kılavuz ilkesi olmalıdır. Annnan belagatli bir şekilde BM’ye şunları salık veriyordu:
“Yaptığımız her şeyin merkezine insanları koymalıyız. Hiçbir çağrı, dünyanın dört bir yanındaki kadınların, erkeklerin ve çocukların yaşamlarını daha iyi hale getirmelerini sağlamaktan daha soylu değildir ve hiçbir sorumluluk bundan daha ağır değildir.” (Annan 2002, 7) Kürt kadınlarının, erkeklerinin ve çocuklarının daha iyi yaşam standartları geliştirmelerini ve yoksulluk ile korku olmaksızın yaşamalarını sağlamak, tüm Ortadoğu/Batı Asya’da daha iyi bir geleceğin ortaya çıkmasına yardımcı olma arzusunda olanlar için soylu ve ağır bir sorumluluk olacaktır. Bölgedeki diğer halklarla kıyaslandıklarında, yoksulluktan ve korkudan bağımsız olarak yaşamak da dahil olmak üzere, Kürtler, modern devletlerin ortaya çıktıkları 1920’li yıllardan bu yana yaşam standartları bakımından eşit koşullarda olmamışlardır (bunun yegane istisnası Irak Kürtlerinin 1992 bu yana yaşadıkları durumdur)
Kürtler ya “dışlanmış bir azınlık” olarak değerlendirilmekte (Rubin 2003), ya da kurbanı suçlayan bir mantık silsilesiyle, bir istikrarsızlık kaynağı olarak görülmektedir. 1994 yılında bir kitap reklamında “Ortadoğu’da dört rakip devlet arasında bölünmüş ve 20-30 milyonluk bir halk olan Kürtlerin, su, petrol ve madenler bakımından zengin olan dağlık bir bölgede uzunca zamandan beridir istikrarsızlaştırıcı bir faktör olduğu” iddia ediliyordu. (UGI 1994) Ne var ki, “dışlanmış bir azınlık” olarak, ya da “istikrarsızlaştırıcı bir faktör” olarak değerlendirilmek, geride bıraktığımız yetmiş seksen yıl boyunca Kürtlere siyasi olarak nasıl davranıldığını ve günümüzde de nasıl davranılmakta olunduğunu anlamak bakımından hiç de yabana atılacak alakasız kavramlar değildir. Bu kavramlar ve perspektifler, Ortadoğu/Batı Asya’daki devletler de dahil olmak üzere, modern ama oldukça merkezi devletlerin elit kesimlerinin politikalarını ve stratejilerini tayin etmektedir.
Geçmişteki stratejiler
1920’li yılların başında, Ortadoğu/Batı Asya’daki imparatorlukların yerini modern merkezileştirici coğrafi devletler (ki bu devletler çoğu zaman yanıltıcı bir şekilde ulus-devletler olarak adlandırılmaktadır) aldığında, Kürtlere, kendilerine ait olacak bir devlet verilmedi. Bu yeni koşullar içinde Kürtler, Türk, Fars ve Arap milliyetçiliğinin iki türevinin ideolojik hakimiyeti altında kalan yeni siyasi icatların ve yapıların içinde azınlıklar haline geldiler. Merkezileşme, homojenleştirme ve denetim doğrultusunda ilerleyen ideolojik bir itici güçle birlikte dayatılan bu yeni devlet sistemi, devletsiz Kürtler için tamamen farklı koşulları da beraberinde getirdi. Bu ise, sınırların mayınlanmadığı ve askeri muhafızlar tarafından korunmadığı Kürt topraklarında, birkaç yüz yıldır hüküm süren imparatorluk geleneğinde büyük bir değişim anlamına geliyordu. Uçsuz bucaksız Osmanlı ve Fars imparatorluklarındaki diğer çoğu gurup gibi, Kürtler de “uzaktan” ve düzensiz bir imparatorluk denetimine tabiydiler; çeşitli sınırötesi faaliyetlerde bulunuyordu; imparatorluk ağlarını kendi çıkarları doğrultusunda rahatça maniple edip kendilerine uydurabiliyorlardı ve aralıklarla da olsa, görece belli bir yerel özerkliğe sahip oluyorlardı. Oysa yeni devlet sistemi, tamamen farklı olan yönetim ve güvenlik kontrol sistemlerinin dayatılmasına yol açmakla kalmadı; ama aynı zamanda yeni siyasi ideolojilerin geliştirilmesine de neden oldu. Yeni devlet ideolojileri, kendi toplumlarını oldukça yeni biçimlerde tasavvur ediyor ve radikal gelecek projeleri içeriyordu. Azınlık milliyetçiliklerinin temsil, güç paylaşımı, ya da en azından kendi varlıklarının korunması doğrultusundaki talepleri, “yasadışı”, gericilik ya da basitçe beşinci kuvvet vekilliği olarak değerlendiriliyordu. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki modern devlet yörüngeleri, bu devletlerden her birinin orada yaşayan Kürtlere yönelik politikalarını ve stratejilerini tahlil etmemizi ve anlamamızı sağlayan temel çerçevelerdi.
Bu toplantının amacı, Kürtlerle ilgili olarak gelecekte uygulanacak olası politikalar üzerinde yoğunlaşmak olduğundan, söz konusu devletlerin Kürtlere ilişkin stratejilerinin yalnızca bir özeti sunulacaktır.
Kürtlerin biçimsel olarak yurttaşı oldukları dört devlet tarafından uygulanan en yaygın strateji, Kürdistan’ın kendine has coğrafyasıyla birlikte resmen inkâr edilmesidir. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki çeşitli hükümetler, Kürtlerin siyasal, sosyal ve güvenlik gibi meşru taleplerini inkar etmişler veya kısmen tanınmalarında birbirinden farklı yaklaşımlar içinde olmayı tercih etmişlerdir. Keza büyük Kürdistanı ısrarla inkar etmişler ve böyle bir varlığın ortaya çıkmasını engellemek üzere yapılan girişimleri de, ülkelerinin ulusal güvenlikleriyle ilintili görmüşlerdir. Sonuç olarak Kürtler, barışçıl düzenlemeler de dahil olmak üzere, çeşitli Kürdistan konseptlerini ve tasavvurlarını tartışabilecekleri anlamlı imkânlardan mahrum bırakılmışlardır. Kürtlerin talepleri oldukça sık biçimde, yeni devlet otorite ve elitleri için, aynı zamanda “ulusal” kohezyonun meşruiyeti (ki bu pratikte asimilasyon anlamına geliyordu) için doğrudan bir meydan okuma olarak değerlendirilmiştir. Kürtler, yeni elitlerin kendi toplumlarının izlemeleri gerektiğini düşündükleri yolda bir engel olarak görülmüşlerdir; bu toplumların nelerden müteşekkil oldukları hususu ise göz ardı edilmiştir. Güç paylaşımı ve kaynakların farklı siyasi gruplar arasında paylaşılması yönündeki Kürt talepleri ve Kürtlerin düşünceleri söz konusu toplumların homojen olmak yerine heterojen, çok uluslu, çok etnisiteli, çok dinli olmalarını gerektirdiği için, bu talepler ve düşünceler, “ulusal” güvenlik, toprak bütünlüğü ve devlet hükümranlığı adına, kolayca birer güvenlik hedefi haline gelmiştir. Uluslararası planda tanınabilen bu tür gerekçeler, çoğu zaman ılımlı uluslararası eleştiriler karşısında bile etkili koruma yöntemleri olarak kullanılmıştır.
Bir Kürt vilayetinin varlığı İran’da resmen kabul edilirken, bu vilayet o ülkedeki Kürt bölgesinin yalnızca sekizde birine tekabül etmektedir (Rubin 2003, 296). Irak’ta ise 1958 yılında geçici anayasa Arapların yanı sıra Kürt milliyetini de kabul ediyordu; fakat 1974 yılında bir Kürt Özerk Bölgesinin kurulması, Kürtlerin beklentilerini karşılamadı ve o dönemde iktidarda olan Baasçı hükümet ile Kürtler arasında yeni bir askeri çatışma dalgasına yol açtı. Yakın bir zamana kadar, Türkiye Cumhuriyetinde Kürtlerin ve Kürt dilinin varlığının inkarı, politikacılar, ordu, güvenlik ve sivil bürokrasi ve aynı zamanda medya ve sıradan vatandaşlar tarafından adeta ritüel haline gelmiş laik bir nakarat olarak tekrarlanıyordu. Suriye’de ise Kürtlere hâlâ herhangi bir siyasal, legal ve sosyal hakkı olmayan “misafirler” olarak davranılmaktadır. Askeri çözümler, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki devlet elitlerinin benimsediği ve kendi ülkelerinin kaynaklarını tahsis ettikleri başlıca yöntemler olmuşlardır. Irak’ın Kürtlere yönelik askeri saldırıları dış dünya tarafından iyi bilinirken, Türk ordusu “Kürdistan’ın denetim altında tutulmasını kendisinin başlıca işlevi ve varlık nedeni olarak görmüştür. Türk ordusunun 1924 ile 1938 yılları arasındaki 18 askeri faaliyetinden yalnızca bir tanesi Kürdistan’ın dışında gerçekleşmiştir. 1945 yılından sonra ise, 1949-52 yılları arasındaki Kore savaşı ve 1974 yılındaki Kıbrıs işgali hariç, Türk ordusunun tüm operasyonları Kürtlere karşı gerçekleştirilmiştir” (McDowall 2000, 198).
Genel olarak konuşmak gerekirse, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki devlet elitleri geçmişte ortadan kaldırma ve yönetme stratejileri gibi unsurları birleştirmişlerdir1. Kürdistan’ın ve Kürt dilinin varlığının inkar edilmesi veya kısmen tanınmasına ek olarak, soykırım kampanyaları, kitlesel zorunlu göç, sürgün, siyasal homojenleştirme ve asimilasyon, baskıcı yönetim ve güvenlik sistemleri ve yüzeysel özerklik düzenlemeleri, bu ülkelerde peş peşe iktidara gelen hükümetlerin Kürtlere karşı kullandıkları başlıca yöntemler olmuşlardır. Bunun bir sonucu olarak da, kitlesel zorunlu iç göçler, köylerin ve küçük şehirlerin yıkımı, devletlerin ve toplumların askerileştirilmesi, siyasi partilerin baskı altına alınması ve uzun vadede de sivil toplum örgütlerinin çökertilmesi gündeme gelmiştir. Söz konusu devletler, siyaset bilimcilerin başarısız devletler olarak adlandırdıkları önemli ortak karakteristiklere sahip olmuşlardır; böyle bir karakteristiğin başlıca nedeni ise Kürtlere yöneltilen baskı olmuştur2. Başarısız devletler genelde yurttaşlarına pozitif siyasi imkânlar sunmazlar; böylesi devletler çoğu zaman gerginlik içindedir, derin çatışmalara sahne olurlar, gerçeğin alternatif türevlerine karşı acımasız ve serttirler ve birbirleri ile yoğun bir çekişme içinde olan yapılara sahiptirler.
Monolitik dünya görüşlerinin meşruluğunun sorgulanmasını önlemek için, bu devletler diyalogu, işlemeyen siyasi düzenlerin düzeltilmesini ve kapsamlı reform programlarını engelleyen şiddetli askeri seferlere girişirler.
Hiç kuşkusuz, söz konusu devlet elitlerinin Kürdistan’ın ilgili parçalarındaki siyasal, sosyal ve ekonomik farklılıkları çözümleme girişimlerine, şiddete dayalı yöntemler hâkim olmuştur. Fakat modern devletlerin çatışmaları çözümlemek için başvurdukları yegâne yöntem şiddet olmamıştır; Ortadoğu/ Batı Asya’daki devletler tek ve aynı yolu takip etmek gibi bir kadere sahip olmamışlardır. Yeni koşullar, geçmişteki stratejilerin elit bir yaklaşımla yeniden değerlendirilmesi, yeni uluslararası kavrayışlar ve bunlara ek olarak uluslararası arenadaki değişimler ve itici güçler, geçmişe ait düzenlemeleri değiştirebilir ve değiştirmelidir de. Yeni imkânlar yeni kararları, yeni stratejileri ve yeni yükümlülükleri gerektirir. Geçmişteki başarısızlıklarla geçen onlarca yıl ve ortaya çıkan yeni olanaklar dikkate alındığında, farklı ve yapıcı politika seçeneklerinin ortaya çıkması ve yeni kararların verilmesi beklenebilir.
Gelecek olasılıkları
Etnik merkezcilik, önyargı ve şiddetli çatışmalarla dolup taşan bir dünyada, özü itibariyle demokratik olan değerlerle etnik ve dinsel çatışmaların çözümlenip onların yoğunlaşarak şiddete dönüşmelerinin engellenmesi hayati bir ihtiyaç haline gelmiştir. Bir ülke içindeki çatışmaları çözüme kavuşturabilecek demokratik mekanizmaların yokluğu, çoğu zaman çatışmaların şiddete dönüşmesini de kolaylaştırmaktadır. (Hamburg 1995)
Ortadoğu/Batı Asya’da gerçek demokratik siyasi süreçlerin eksik oluşu ve liberalizmin olmayışı, siyasal sorunların çözülmesinde uygulanan yüksek şiddet seviyesinin başlıca nedeni olarak görülebilir. Ne var ki, dünyadaki hiçbir ülke veya bölgede, geri dönülmez bir yola girmiş gibi görülmemelidir. Güney Afrika Apartheid düzenini ortadan kaldırdı (ve hatta, yeni demokratik kurumları ve kapsayıcı bir uygar yaşamı kurmayı bile başararak, devlet destekli bir ırkçılık ve ideolojik bölünmeyle geçen onlarca yılı da geride bıraktı). Doğu Avrupa’daki bazı eski komünist ülkeler, kısmen eski siyasi sistemleri ortadan kaldırdıkları için, kısmen de AB’ye üye olan ülkelerin niteliklerine uygun yeni siyasi düzenler kurabildikleri için Avrupa Birliği’ne katıldılar.
Parçalanıp iç savaşlara tutuşan birkaç ülke ise yeni siyasal ve sosyal paktlar imzaladılar. Radikal farklılıklar gösteren siyasal düzenlere geçişler oldukça sarsıntılı olmakla birlikte, söz konusu ülkelerde yaşayan halklar için daha iyi bir gelecek öngörüsü, geleceğe ilişkin yeni siyasal projelere girişilmesine yardımcı olmuştur. Mevcut ve uygulanabilir alternatifler, onların yapılabilirliğinin ciddi biçimde incelenmesi, makul projeksiyonlar ışığında bu alternatiflerin değeri ve etkisi üzerine yapılacak nitelikli tartışmalar, akademik bir lüks değil, tersine toplumların demokratikleştirilmesi için gerekli olan taleplerdir. Daha iyi bir gelecek tasavvuru senaryoları, anlamlı toplantıların, yapıcı diyalogların gerçekleştirilmesini kolaylaştıracak, söz konusu toplumlardaki mevcut çeşitliliklerin resmi olarak tanınmasını esas alan kapsayıcı, temsili, hesap verebilir ve dinamik siyasi sistemlere ilişkin umutları yeşertecektir.
Hakim gruplar ile Kürtler arasındaki farklı ilişkiden dolayı, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de birbirinden farklı gelecek seçeneklerini tasavvur etmek ve bunlar üzerine tartışmak mümkündür. Devlet yapıları, onların siyasal sistemlerinde yakın zamanda cereyan eden evrimler, ortaya çıkmakta olan yeni elit gruplar, spesifik bölgesel dinamikler ve onların dış dünya ile ilişkisi hiç kuşkusuz birbirinden tamamen farklı gelecek olasılıklarının temelini atacaktır. Buna rağmen, her dört devletin siyasi elitleri, temelden farklı tarzlarla da olsalar, sözde temsil ya da kontrol ettikleri halkların gelecekleri hakkında tayin edici seçeneklerin yapılabileceği dönemlerin karşısında durmaktadırlar. Eğer kendilerini geçmişin zorbalığından uzaklaştırmayı tercih ederlerse, sosyal, siyasal, dinsel ve bölgesel farklılıkları bir güç kaynağı olarak gören ve birlikte yaşamak durumunda olan her birey ve halk için, yoksulluk ve korkudan bağımsız olan daha iyi yaşam standartları ve koşulları yaratmak için çabalayan değişim güçlerini yönlendiremeseler bile, aktif bir şekilde etkileyebilirler. (Türkiye ve Irak’ta) en az iki büyük imkân ve (İran ve Suriye’de) iki gelecek olasılığı bulunmaktadır ve Kürtlerin geleceğini de doğrudan bu imkân ve olasılıklar belirleyecektir.
Türkiye: Kendi içindeki ve AB üyeleri içindeki çeşitlilikte birlik
Türkiye Avrupa’daki yerini çoktan ayırtmıştır. (Solana 2002)
İran, Irak ve Suriye ile kıyaslandığında, Türkiye geniş bir çeşitlilik içeren bir dizi demokratik siyasi kurum ve mekanizmaları geliştirmiş, buna ek olarak Avrupa Birliği ve diğer Batılı demokratik örgütlerle uzun vadeli ilişkiler; kurmuş; bunlar muhtemelen hep birlikte ülkeyi demokratik diyaloga ve düşünce alışverişine daha açık hale getirecektir. Türkiye’nin AB üyelik başvurusu, köklü sistematik reformların gerçekleştirilmesi bakımından, homojenleştirme pratiği ve Kürt sorununun askeri olarak çözülmesi türünden eski monolitik inançlardan tümüyle kopulması bakımından benzersiz imkânlar sağlamaktadır; zira Avrupa Birliği anayasasının ilk tasladığının İkinci Maddesi, üye ülkelerden belirli değerleri talep etmektedir.
Avrupa Birliği, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına ve onuruna saygı gösterilmesi gibi değerler üzerine kurulmuştur. Bu değerler, çoğulculuğun, hoşgörünün, adaletin, dayanışmanın hüküm sürdüğü, ayrımcılığın olmadığı bir toplum içinde, tüm üye ülkeler için geçerlidir. Bu yaklaşım, Birliğin amacını “barışı, barışçıl değerleri ve halklarının refahını geliştirmek” olarak ifade eden Üçüncü Maddenin ilk paragrafı tarafından da desteklenmektedir. (Avrupa Konvansiyonu 2003)
Avrupa Ekonomik Konseyinin, Avrupa Topluluğunun evrimi için gerekli temelleri atan ve daha sonra bunları Avrupa Birliği olarak geliştirip yaygınlaştıran Avrupa ülkeleri, keskin biçimde devlet güvenliğini odak noktalarından çıkarıp, ülkelerindeki insanların ve halkların güvenliğini odak noktasına yerleştirmişlerdir. Bu ülkeler, aşamalı olarak siyaset bilimcilerinin seçim demokrasisi olarak adlandırdığı şey olmaktan çıkıp, insan haklarının, kadın haklarının ve azınlık haklarının anayasal olarak güvence altına alındıkları liberal demokrasiler haline gelmişlerdir. Avrupa Birliğine üye olma arzusunda olan Doğu Avrupa ülkeleri de ideolojik, siyasal, sosyal, ekonomik ve idari olarak, bu Avrupa değerlerini savunmak ve onlarla yaşamak durumundadırlar. Bu değerler aynı zamanda tüm yurttaşların ve halkların yararı için ülke çapında hayata geçirilmek zorundadır. Türkiye’nin üyeliğe kabul edilme görüşmeleri sürecinde, çoğulculuğun, hoşgörünün, adaletin ve dayanışmanın karakterize ettiği ve ayrımcılığın olmadığı bir toplum olarak tanımlanabilmek için, hakim siyasal düşünüş tarzını, mevcut anayasasını ve binlerce kanun ve kararnamesini değiştirmesi gerekmektedir. Geçmişin kendiliğinden uzaklaşıp gitmesi beklenemez. Yarım yamalak değişikliklerle geleceği yakalamak mümkün değildir. Türkiye’de toplumu ve devleti yeni bir geleceğe doğru yönlendirme arzusunun akıbeti, hükümetin, tarihsel bir kuşkuculuğun ve kurbanısuçlama mantığının kaynaklık ettiği önyargı ve ayırımcılık olmaksızın, ülke çapında temel reformları hayata geçirme konusundaki kapasitesi ve becerisi tarafından tayin edilecektir. Doğrusunu söylemek gerekirse, Türkiye çoktan büyük bir reform programına başlamıştır ve bu programdan kolay kolay geri çekilemez.
Ülke bu doğrultuda ilerlerken geniş yardımlara, uzmanlığa, ekonomik desteğe ve siyasal cesaretlendirmeye ihtiyaç duyacaktır. Avrupa Birliği, daha şimdiden bu süreçteki yükümlülüğünü benimseyerek ekonomik ihtiyaçları talep etmiştir. Mevcut Türkiye hükümeti doğru bir istikamette daha fazla adım atılacağı sözünü vermiş ve arada birde bu adımları atmıştır. Türkiye hükümeti, ordudan ve demokratikleşme sürecinin derinleşip yaygınlaşması çıkarlarına ve konumlarına hizmet etmeyen elit gruplardan gelen “güçlü bir direnişe rağmen” (Oostlander 2004), cesur adımlar atmıştır. Bu olgunun kökeni şurada yatmaktadır; Türkiye hükümetinin kararlılığına rağmen, mevcut koşullar altında Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirememektedir. Çünkü, kısa bir süre önce Avrupa Parlamentosu tarafından yayınlanan bir raporda da belirtildiği gibi, Türkiye, siyasal, medeni, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların güvence altına alınması için henüz açık seçik bir çerçeve oluşturmamıştır. Bu kriterlerin yerine getirilmesi için, “Türkiye’nin üyelik doğrultusundaki dönüşümünü güçlü ve köklü biçimde belirleyecek olan yasalar ve uygulamalar arasındaki uyumu güçlendirmek” (Oostlander 2004, 6) için, Türkiye’den daha geniş kapsamlı ve uzun erimli çabalar talep edilmektedir. Mesele şu ki, siyasi reform paketleri çerçevesinde gerçekleştirilen çarpıcı değişikliklere rağmen, bu iş “düzeltme ve ıslah” ile hal olmayacaktır; çünkü Türkiye “1982 yılındaki askeri rejim esnasında kabul edilen ve ağırlıklı olarak otoriter bir felsefeyi yansıtan Anayasasından” kurtulmayı henüz başaramamıştır. (Oostlander, 56) Avrupa Birliğinin diğer yeni üyeleri gibi, Türkiye’nin de, herhangi bir kuşkuya yer bırakmaksızın böylesi bir adımın reform süreci, devletin ve toplumun modernleşmesi için bir hareket noktası olacağına işaret eden yeni bir anayasayı kabul etmesi gerekmektedir. (Oostlander 2004, 6) Bu bir dizi devrimci reform için gerekli olan bir adımdır ki, bu reformlar ancak “adalet ve güvenlik sisteminin, sivil ve askeri yönetimin tüm düzeylerinde günlük uygulamalarda fiilen hayata geçmeleri ve toplumun desteğine sahip olmaları bağlamında” değerlendirilebilir; bu da Türkiye’nin hem oldukça köklü kararlar vermeye, hem de Avrupa’nın kesintisiz yardımına ihtiyaç duyacağı uzun bir süreç anlamına gelmektedir. (Oostlander 2004, 6). Javier Solana’nın da oldukça belagatli bir şekilde ifade ettiği gibi, Türkiye çoktan Avrupa’daki yerini ayırtmıştır; bu koltuğun Aralık 1999’da rezerve edilmesi, Avrupa Birliğinin o zamanki 15 üyesinin devlet başkanları ve dönemin hükümetleri tarafından oybirliğiyle desteklenmişti. Ancak bu sürecin devamı Türkiye’nin “Avrupa’daki yerini alma isteğine” bağlıdır (Solana 2002). İşte Türkiye’nin katılım ve görüşmeler süreci aracılığıyla demokratikleşmesini gerektiren böylesi bir karmaşık süreçte, Kürtlere yönelik politika ve stratejilerinin yeniden tanımlanması ve gerekli kurumsal düzenlemelerin eşlik ettiği yeni bir siyasi sistemin ortaya çıktığı yeni bir çerçevenin çizilmesi gerekmektedir. Türkler ile Kürtler arasındaki sorunun üstü örtülemez veya göz ardı edilemez. Türkiye, kısmen iç mekanizma ve süreçlerden dolayı, kısmen de AB’ye tam üye olma isteğinden dolayı, (1960, 1971 ve 1980 yıllarında olduğu gibi) yeniden askeri darbelere, ya da (1997’de ki gibi) darbe girişimlerine dönmemesi; görüşme sürecinin ve nihayetinde AB üyeliğinin bir ön koşulu olarak liberal demokratik bir topluma yönelik gelişimini sürdürmesi şartıyla, hemen hemen her reformun Türkiye’deki Kürtlerin durumunun yeniden tanımlanması, yeniden formüle edilmesi için ve farklı politika ve stratejilerin hayata geçmesi bakımından daha iyi bir zeminin yaratılmasına katkıda bulunabilir. Bu süreçte, çeşitliliğin ve farklılığın resmi olarak tanınması ve ortaya çıkan gerilim ve çatışmaların görüşmeler yoluyla çözümlenmesi, temel siyasal felsefe ve işleyiş haline gelebilmelidir (Baumeister 2000). Ne de olsa, 1 Mayıs 2004’teki AB genişleme törenleri, yeni üye ülkelerle yapılan on yılı aşkın görüşmeler dizisin bir sonucu olarak “Çeşitlilik içinde Birlik” bayrağı altında gerçekleştirilmişti. Bu ise çoğulculuğa değer veren liberal düşünce sayesinde gerçekleşmiştir; çeşitliliğe kaçınılmaz olarak eşlik eden çatışma ve kamplaşmaların etkin bir şekilde çözümlenebilmesi için bu doğrultuda bir dizi kurum geliştirmelidir (Baumeister 2000). Teorik olarak, düşünsel ve siyasal olarak, karar vericiler, stratejistler ve Kürtlere yönelik Türk politikasının barışçıl açılımlar yapmasını destekleyenler için birkaç seçenek bulunmaktadır. Aşağıda kısaca böylesi birkaç kurumsal düzenlemeden söz edilecektir.
Bir olasılık demokratikleşme ve desantralizasyonun birleştirilmesidir ki, böyle bir düzenlemede Türk devletinin üniter yapısı ana karakterini koruyacaktır. Bu bağlamda idari bir desantralizasyon grup kimliklerini tanımadan gücü idari birimlere devredecektir. Böyle bir düzenlemeyi destekleyebilecek birkaç argüman kullanılabilir; merkeziyetçi Türk devlet geleneği (ve onun önceli olan Osmanlı’nın benzer geleneği), Fransız Jakoben modeli ve Türkiye’nin bölüneceği korkusu. Fakat AB’nin bölgesel işbirliği mekanizmalarıyla ilişkili olan ve gerçek anlamda demokratikleşen ülkelerin sağladığı örnekler böyle bir mantığı geçersiz kılmaktadır. İspanya ve Yunanistan, böylesi korkuları ve yüzeysel argümanları istismar ederek, reformlara ve demokratikleşmeye yöneltilen geleneksel direniş bakımından iki iyi örnektir.
İkinci bir düzenleme ise demokratikleşme ve desantralizasyonu grubun tanınmasıyla birleştirebilir. Devlete ve onun kurumlarına gösterilecek bağlılık, demokratik yurttaşlık ilkesine dayanacaktır ki, burada ortak çıkarlar, değerler ve ihtiyaçlar, devleti ve onun kurumlarını bir arada tutmakla kalmayacak, ama aynı zamanda Türkiye’deki tüm grupların lehine bağları ve ilişkileri güçlendirecektir. Ortadoğu ve Osmanlı’da farklı grupları tanıma konusundaki tarihsel geleneklerin referans alınması, ayrıca çağdaş Avrupa’daki modeller, örneğin İngiltere’de İskoç, Galler ve İrlanda milliyetçilerinin taleplerini karşılayan düzenlemelerin yapılması gibi örnekler böyle bir amaca hizmet edebilir.
Türkiye için üçüncü bir olasılık da 1978 yılında İspanya’da gerçekleşen anayasa devrimine yakından bakmaktır. Franko sonrası İspanyası, ismi dışında, düzen itibariyle giderek daha federal bir hale gelmiştir. Franko sonrası politikacılar, demokrasi ile desantralizasyonu, tarihsel milliyetlerin tanınması ile birleştirme gerekliliğini kabul etmişlerdir. 1978 İspanya anayasası İspanya’da desantralize, demokratik bir düzen kurmuştur ki, siyaset bilimcileri İspanya’yı “çok uluslu ve çok dilli bir devlet” (Arganoff ve Gallarian) olarak nitelemektedir. İspanya’daki gelişimin en ilginç öğesi, Franko sonrası bir toplumda, ulusun (daha doğrusu devletin) birliği kabul edilerek, öz yönetimi inşa etme ihtiyacının ve farklı milliyetler ile bölgelerin özerklik hakkının kabul edilmesidir. Belediyelerin, vilayetlerin ve özerk toplulukların öz yönetim hakkı, daha önceki üniter devlet yapısında yapılan değişim süreci ve mekanizması aracılığıyla, esasen İspanya’da hem demokrasiyi hem de istikrarı güçlendirmiştir. Görüşmeler ve anlaşmalarla geçen yirmi yılı aşkın bir süre, öz yönetimi ve bölgelerle güç paylaşımını takviye etmiş ve böylece İspanya’nın özerk eyaletleri (Estado de las Autonomias) aracılığıyla özgün federal düzenlemelerin yapılmasını sağlamıştır. Fransız ya da Türk Jakoben argümanlarının tersine, yerel ve bölgesel birimlerin merkezi hükümet müdahalesi ve denetimi olmaksızın kararlarını bağımsız olarak verme hakkı, anayasal demokrasinin İspanya’da yaygınlaşıp kökleşmesine katkıda bulunmuştur (Encarnacion 2001/2002). Demokrasinin İspanya’da güçlenmesi, devlet yapısının ve politik sistemin yeniden yapılandırılmasının doğrudan bir sonucuydu. Siyasi güç bölüşümü (Madrid ile 17 özerk bölge & tarihsel olarak özerk olan üç bölge, özel statüye sahip özerk bir topluluk, 12 normal özerk bölge ve bir federal başkent bölgesi), Bask ülkesinde Katalonya’da ve Galiçya’daki üç tarihi ulusa kendi özerk statülerini kazandırmış; ve bu özerklik, Madrid hükümeti ile bölgesel liderlikler arasında varılan özgün uzlaşmalar esas alınarak, onların özgün durumuna göre ayarlanmıştır. Her bir örnekte, “merkezi” hükümet ve özerk bölgelerden her biri, bir dizi özel yetkiye sahiptir fakat aynı zamanda birkaç alanda da birlikte hareket ederler.
Siyasal sistemi yeniden yapılandırma bağlamında işe yarayabilecek dördüncü bir model de Belçika’daki gelişimdir. Bu model, birden fazla kimliğe ve birden çok yere bağlılığa karşı güçlü bir nefret besleyen, siyasi düzende değişiklikler yapma geleneği bulunmayan üniter Türk devlet geleneğinden fazlasıyla radikal bir kopuş olarak değerlendirilse bile, hiçbir rasyonel argüman ve barışçıl gelişme bunun bir olasılık olarak değerlendirilmesini engelleyemez. Belçika federasyonu (1993 yılından bu yana) coğrafi olarak tanımlanan üç bölgeye ayrılmıştır (Flaman bölgesi, Brüksel Başkent Bölgesi ve Waloon (Fransız) bölgesi; ayrıca coğrafi olmayan ama dillere dayanan üç toplum (Flaman Toplumu, Fransız Toplumu ve Almanca konuşan Toplum). Özel yetkilerin dağılımı federal hükümet ile diğer iki yönetim biçimi arasında yapılmaktadır; coğrafi olarak tanımlanan üç yönetim ağırlıklı olarak bölgesel ekonomik işlerden sorumluyken, coğrafi olmayan üç toplum linguistik ve kültürel meselelerden sorumludur.
Eğer İngiltere, İspanya veya Belçika örneklerindeki unsurlar Türkiye’de yeniden yapılandırılıp reforme edilmiş politik bir sisteme entegre edilirse, Türkiye’nin Kürt politikası da, herhangi bir ödünün verilmediği ulusal güvenlik tartışmaları ve askeri çözümler içine inatla hapsolmaktan ziyade, bir istisna olmaktan çıkıp normal politik çerçeveye oturabilir. Türkiye’deki karar vericilerin, ülke halklarının potansiyellerini yapıcı bir şekilde yeniden yapılanmış güçlü bir siyasal sisteme yatırmalarını hiçbir şey engelleyemeyecektir; böyle bir siyasal sistem, konsensüs, kapsayıcılık, sosyal ve siyasal çeşitliliğin tanınması, çoğulculuğa değer verilmesi, çatışmaların barışçıl bir şekilde çözülmesi için yeni mekanizma ve kurumların oluşturulması ve diğer yapıcı adımlar üzerinde inşa edilecektir. Liberal demokratik koşullar altında böyle bir gelişme, ülkenin alenen federalleştirilmesi olmaksızın da başarılabilir. “Çoğulculuğun, hoşgörünün, adaletin ve dayanışmanın hüküm sürdüğü, ayırımcılığın olmadığı” böyle bir topluma giden yolda, Türkiye’den de, tıpkı Avrupa Birliğinin diğer üyeleri gibi, ülkeyi üyelik müzakerelerine hazır hale getirecek tüm reformları hayata geçirmesi istenmektedir. Eğer bu reform süreci, çoğu Doğu Avrupa ülkesinin yaklaşık olarak on yıl önce yaptığı gibi, hızlandırılırsa, Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın yaptığı türden bir öngörünün gerçekleşmesi gerekmeyebilir.
1 Mayıs 2004’te, AB tarihindeki en büyük genişleme törenlerinden yalnızca iki gün önce, cumhurbaşkanı Chirac manidar bir şekilde şöyle demişti: “Türkiye’nin girişi bugün mümkün müdür? Bence ‘Hayır’”. Chirac Türkiye’nin 10 ile 15 yıllık bir zaman dilimi içinde Birliğe üye olabileceğine inanıyor ve “ben bu işin uzun vadede mümkün olacağı inancındayım” diye de ekliyordu (GeorgesPicot 2004). Cumhurbaşkanı Chirac’ı ve Türkiye’nin altına girdiği yükümlülükleri yerine getiremeyeceğini düşünenleri hayal kırıklığına uğratma kapasitesine sahip olan yegane güç, Türk karar vericilerden başkası değildir. Türkiye Başbakanı Erdoğan, ülkesinde hâlâ yapması gereken pek çok şey kaldığını gözlemlemiştir; fakat onun hükümeti, Avrupa Birliği üyeliğine hazır hale gelmek için “sorumluluklarımızı yerine getirmeye devam edecektir” sözünü gerçekleştirmesi gerekecektir. “Bu sınavdan yüzümüzün akıyla çıkacağımıza inanıyoruz”, diyordu Erdoğan ve bir yandan da “bu yalnızca Türk halkını hayal kırıklığına uğratmakla kalmayıp, aynı zamanda birliğin temel felsefesine de ciddi bir zarar verecektir” uyarısında bulunuyordu; çünkü birlik “insani değerler” üzerinde inşa edilmiştir. Erdoğan Türkiye’nin üyeliğinin daha fazla ertelenmesinin “yanlış ve haksız” olacağına inanıyordu (Boland 2004). Türkiye’yi eleştirenler de, Oostlander raporunda devrimci fakat temel reformlar olarak görülen süreçteki gecikme için tamı tamına aynı argümanları kullanacaklardır. Bu reformlar ne kadar erken hayata geçirilirse, Türkiye’nin seçim demokrasisi engelini aşıp liberal demokrasiye geçme şansı da o kadar fazla olacaktır. Böylesi nazik bir dönemde, Avrupa istikrar ve refah bölgesi de barışçıl bir şekilde Türkiye’ye kadar genişleyecektir, tıpkı Doğu Avrupa’daki eski komünist ülkelere dek genişlediği gibi. Mentalite olarak, kurumsal olarak ve anayasal olarak monolitik asimilasyoncu bir dünya görüşünü, Kürt sorununa getirdiği homojenleştirici ve askeri çözümleri terketmeyi başarmış bir Türkiye’nin AB üyeliği hiç kuşkusuz Türkiye’deki Kürtlerin kaderini oldukça pozitif bir şekilde dönüşüme uğratacaktır. O noktaya gelindiğinde federal ve demokratik bir Irak’taki Irak Kürtleri Avrupa Birliğinin komşuları olacaklardır.
Irak: Kitlesel Katliamlar ve Soykırımdan Federasyona mı?
Soykırımcı Saddam rejimi Irak devletinin baştan başa yeniden inşası için savunulabilir argümanlar yarattı. Bu karmaşık süreç, Bush yönetiminin Nisan 2003’te Saddam Hüseyin’i iktidardan uzaklaştırmasından hemen sonra başladı. Olaylar ve olayların yarattığı sonuçlar hakkındaki düşüncelerimiz ne olursa olsun, Irak’taki farklı etnik ve dinsel gruplar, devletin yapısını, kuvvetler ayrılığını ve ülkenin kolektif kimliğini yeniden tanımlamak, üzerinde görüşmelerde bulunmak ve yeniden yapılandırmak üzere şu anda anayasal ve kurumsal bir süreci başlatmışlardır. Yeni bir Irak, Geçici Yönetim Yasası (GYY) adı verilen (ve Irak Yönetim Konseyi tarafından 8 Mart 2004 tarihinde imzalanan) yasal bir metin esas alınarak federalleştirilecektir. Eğer başarılı bir şekilde hayata geçirilirse, bu metin Ortadoğu/Batı Asya’da, ilk defa bir devletin görüşmeler yoluyla yeniden yapılandırılmasına örnek olacaktır. Kürtler açısından olaya bakıldığında, can alıcı hususlar aşağıdaki biçimde sıralanabilir.
1. Irak’ta onlarca yıllık siyasi acımasızlığa, soykırımlara, kitlesel katliamlara, toplu mezarlara dayalı bir siyasal sistem olan Baas rejiminin ortadan kaldırılmasıyla birlikte, sistematik baskı ve zulüm sona ermiştir. GYY’nın imzalanmasıyla birlikte devletin yeniden yapılandırıldığı yeni bir dönem başlamıştır. Söz konusu belgenin imzalanmasıyla noktalanan sürecin demokratik olmayan yapısına ve pek çok eksikliğine rağmen, GYY Irak’ta siyasi görüşmeler için yeni bir zemin yaratmıştır. Irak’ın modern bir devlet olarak kurulmasından bu yana, farklı grupların, siyasal parti ve ideolojilerin temsilcileri ilk defa anlamlı görüşmelerde bulunmuşlar ve ülkenin gerçeğine uygun düşen bir siyasi yapı üzerinde anlaşmayı başarmışlardır.
2. Irak’ı, merkezi, ayırımcı, soykırıma eğilimi ve Arap Sünni hakimiyetindeki bir devlet olmaktan çıkarıp federalleşmiş bir yapıya dönüştürme düşüncesi, 1992 yılından bu yana Kürtlerin en güçlü talebi olmuştur. Gerek Saddam Hüseyin’in iktidardan düşmesinden önce, gerekse de GYY’nı doğuran kısa görüşmeler sürecinde federalizm, Kürtler tarafından ortaya konulan bir ön koşul ve anayasa öncesi bir ilke olmuştur. Eğer Irak’taki politik güçler Irak’ı anlamlı bir şekilde federalize etmeyi başarırlarsa, bu durum güç dağılımının, Kürtlerin kilit güç ortağı olacakları yeni bir siyasi formüle göre yeniden yapılanmasını sağlayacak mekanizma ve kurumları yaratacaktır.
Sorunları görüşme yoluyla çözme geleneğinin bulunmadığı bir bölgede, özellikle de Arap devletleriyle kıyaslandığında, böyle bir düşüncenin kabul edilmesi bile kendi başına çığır açıcı bir gelişmedir. Sınır düzenlemeleri ve kalıcı anayasada bölgenin nihai statüsü konusundaki belirsizliklere rağmen, GYY Kürdistan Bölgesinin varlığını tanımaktadır. GYY ayrıca Kürtlerin 1992 yılından bu yana yarattıkları Kürdistan Ulusal Meclisi ve Kürdistan Bölgesel Hükümeti gibi kurumları ve onların kapasitelerini de tanımaktadır. Kadın hakları da dahil olmak üzere, bireysel insan haklarını güvence altına alan maddeler, modern Irak tarihinin önemli bir kısmı boyunca Kürtlerin başlıca kurbanları oldukları kitlesel mezarların, toplu katliamların ve kayıpların yaygın uygulamalar olduğu bir ülkede önemli kazanımlardır. Kürdistan’daki polis ve iç güvenlik birimlerinin, Kürdistan Bölgesel Hükümetinin yetkisi altında olacağı konusunda anlaşmaya varılmış olması da, keza gerek Baas rejiminin geçmişteki soykırım uygulamalarından dolayı, gerekse de polis ve güvenlik güçlerinin Bölgesel Kürdistan Hükümetinin denetiminde olmasının, yakın bir gelecekte herhangi bir Irak askeri gücüne güvenemeyecek olan sivil bir nüfus için belli bir güvence sağlayacağı olgusundan dolayı çarpıcı bir başarıdır. Polis ve güvenlik güçleri, aynı zamanda Türkiye, İran ve Suriye’ye yönelik olarak iç sınır güvenliği anlamında bir tür erken uyarı sistemi işlevi görecektir; çünkü, bu ülkeler ideolojik olarak Kürdistan’daki kurumsal gelişmeleri baltalama eğilimindedir. GYY’daki diğer olumlu bir unsur da gelecekteki herhangi bir Irak ordusunun, güçlü bir sivil denetim altında, yalnızca dış güvenlik görevi ile sınırlandırılması kararıdır. Merkeziyetçilik yanlısı Arapların, demokratik olmayan Kürt karşıtı komşuların ve Irak ile bölgedeki federalizm karşıtı güçlerin bakış açısıyla, GYY’daki en tartışmaları paragraflardan biri, ki bu paragraf daha sonra GYY’nın bir maddesi haline geldi, nihai anayasanın onaylanması süreci düşüncesiydi. Bu süreç Kürtlere, ama aynı zamanda üç vilayette üçte ikilik çoğunluğa sahip olan diğer herhangi bir halka ve bölgeye de, arzu edilmeyen bir anayasa taslağını reddetme hakkı vermektedir. İslam’ın yasal ilham kaynaklarından yalnızca bir tanesi olarak görülmesi konusundaki uzlaşma, Kürtleri bu defa da İslam’ı siyaset oyununda yeni bir alet olarak kullanan Şii çoğunluğun eline geçecek, yeni ve korkulacak bir hakimiyet türüne kul olmaktan kurtarabilir. GYY’da ayrıntılı bir şekilde tanımlanan azınlık hakları Kürdistan’daki demokratik deneyime güç katacaktır ve böyle bir deneyim azınlık hakları ve bu hakların koruma altına alınması konusunda Kürdistan’da standartları daha da yükseltecek ve böylece Kürdistan bölgesi dışında, örneğin Bağdat ve diğer bölgelerde yaşayan Kürtlerin korunma altına alınması talebini de mümkün kılacaktır. GYY tarafından garanti altına alınan dil hakları, gerek Kürtçeyi resmi dil yapması bakımından gerekse de Kürtçenin Kürdistan bölgesinde yaygın bir şekilde kullanılmasını sağlaması bakımından, federal bir Irak’ta ilk defa Kürtleri güçlendirecektir. Irak’ın Tüm eksikliklerine rağmen GYY, çok milliyetli, dinsel açıdan hoşgörülü ve demokratik bir federasyonu geliştirmesi için gerekli olan koşulu yerine getirmiştir. Herkesçe arzu edilebilecek böylesi umut verici bir sonuç, birçok elverişli ve zorunlu koşul yerine getirilmeksizin kolay kolay başarılamaz.
3. Her şeye rağmen, eğer Kerkük ve Araplaştırılmış diğer bölgelerin sorunları barışçıl bir şekilde çözümlenirse eğer Kürdistan’ın vergi kapasitesi beklenen refah programlarını finanse edebilirse eğer seçimler için Kürtlerin kendi paylarına düşen görev ve mevkileri alabildikleri nispi temsil sistemi esas alınırsa eğer paylaşılan ticaret gücü Kürdistan bölgesi için faydalıysa; eğer başkanlık konseyi ya da başbakanlık görevi bir Kürt temsilciye tahsis edilirse; eğer 1 Temmuz 2004 ile 31 Ocak 2005 arasındaki geçici yönetim Ulusal Meclis seçimi için gerekli mekanizma ve süreçleri oluşturmayı başarırsa; yukarıda da belirtildiği üzere GYY’da verilen sözlerin gönüllülük üzerine kurulu federal bir Irak’ı güçlendireceğini umut etmek için pek çok neden var.
4. Gönüllülük üzerine kurulu bir federasyon doğrultusunda Irak’ta ortaya çıkmakta olan siyasal gelişmenin getirdiği bu olumlu unsurlara rağmen, GYY birkaç çekinceye de yer bırakmaktadır. Doğal kaynaklar konusunda, GYY’nın açık seçik olmayan dilinden dolayı, zamanı geldiğinde çeşitli çatışmalar yaşanabilir. Bölgesel temsil için, anlamlı bir federal sistem yaratabilmek üzere, ikinci meclis sorununa hiç değinilmemiş. Bu sorunun, ülkeyi oluşturan belli başlı halklar tarafından kabul edilecek biçimde çözümlenmesi gerekmektedir. Bu ise kalıcı anayasa görüşmeleri esnasında bazı çıkmazlara düşülmesine yol açabilir. Zaman içinde açık seçik mekanizmalar oluşturulamazsa, başkanlık konseyindeki ve bakanlar konseyindeki Kürt temsili meselesi ve başbakanın konumu meselesi, gelecekteki bir hükümette, Kürtler ile diğer gruplar arasında gerilimin yükselmesine yol açabilir. Kürdistan Bölgesel Hükümeti, kendin yönetimindeki bulunan bölgelerde uygulanan sınır denetimi üzerindeki otoritesinin farklı biçimlerde yorumlanmasıyla karşı karşıya kalabilir. Kerkük’ün nihai statüsü, çözümlenmesi beklenenden çok daha zor bir sorun olarak ortaya çıkabilir; hele de dış güçler, ya dış çıkarlara hizmet etmek ya da devam etmekte, olan görüşmeleri hassas dönemeçlerde baltalamak üzere farklı grupları manipüle etmeyi başarırlarsa. Çoğunluk oyununu oynamak çeşitli Şii politikacıların elinde güçlü bir karta dönüşebilir ve bu, Şiilerin de sandıklarından daha az popüler olduklarını ortaya çıkabilir. Bazı özgün zamanlarda çoğunluk oyunu liberal hakları ve güvenceleri baltalayacak biçimde kullanılabilir ve bu durum, İslam’ın politikadaki rolü konusunda çeşitli kuşkular yaratarak, içerideki nazik güç dengelerini bozmak üzere dış güçleri davet edebilir. Federal hükümetteki güç paylaşımı konusundaki düzenlemelerin belirsizliğinden dolayı başka sorunlar da ortaya çıkabilir. (Daha bütünlüklü bir değerlendirme için bakınız “O’Leary, McGarry ve diğerleri- 2004”)
Doğrusunu söylemek gerekirse, devletin yeniden yapılandırılacağı uzun ve karmaşık bir süreçte bunlar ancak ilk adımlardır. Bugüne kadar başarılmış olanlar bu şekilde güçlendirilip derinleştirilerek sağlamlaştırılabilir. Tüm bunların hayata geçebilmesi için, özellikle Irak Kürtleri ve genel olarak Irak’ın geri kalan kısmının uluslararası diplomatik, siyasal ve kamusal desteğe gereksinimi vardır. Bu süreçte özellikle uzmanların yardımına, yeniden yapılanma yardımlarına, diplomatik tanınmaya, diyalog seminerlerine, konferanslarına, yardım programlarına, görüşmelerde bulunanların iyi niyetine ve geniş kaynaklara sahip demokratik devletlerin, bölgelerin ve örgütlerin yardımlarına ihtiyaç vardır. Avrupa devletlerinin parlamentoları, hükümetleri, Avrupa Birliği kurumları ve siyasal örgütleri, yeniden yapılanma ve uzlaşmanın gerçekleştirileceği karmaşık süreci aktif bir şekilde destekleyebilir. Avrupa’daki pek çok ülke, İkinci Dünya Savaşından çıktığı için yeniden yapılanma konusunda birinci elden deneyime sahiptir. Avrupa Birliği ve NATO’nun Avrupalı üyeleri, Avrupa ve başka yerlerde gerçekleştirdikleri misyonlar sayesinde deneyim sahibi olmuşlardır. Bunlar hep birlikte Irak’ın farklı halklarına ve bölgelerine, yeni altyapı sistemlerinin inşasında ve siyasal diyalog alanında geniş kapsamlı yardımlar sağlayabilirler.
Beklenenden daha sorunlu hale gelen bir kurtuluş ve işgal sürecinin yaşandığı Baas sonrası Irak’ta halklara yardım etme konusu, moral ve normatif bir yükümlülük olarak değerlendirilmelidir. Koalisyon güçleri, Saddam Hüseyin rejimini ortadan kaldırmak üzere başlattıkları savaşın gerekçesi olarak sundukları kitle imha silahları hakkında kanıtlar bulmayı başaramasalar bile, savaş sonrası dönemde barışı sağlamak, beklenenden daha zor gibi görünüyor olsa bile, hiç kimse, Irak halklarının bir kitlesel imha rejiminden kurtarıldıklarından şüphe etmemelidir. Irak halkları, sürgünler, kaybetmeler, kitlesel katliamlar, soykırımlar, savaşlar ve ambargolarla geçen onlarca yılın ardından çok daha iyi bir geleceği hak etmektedir. Demokratik, parlamenter, çoğulcu, hoşgörülü ve federal bir siyasi sistemin kurulabilmesi bakımından, önümüzdeki aylar ve yıllar, Irak için, Irak’taki halklar için, Irak’ın komşuları için ve genel olarak tüm Ortadoğu/Batı Asya’ya istikrar getirme arzusuyla çalışan herkes için hayati bir öneme sahiptir.
Irak’ta başarı ya da başarısızlık, Irak halklarına bağlı olacaktır ama, bir o kadar da uluslararası toplumun ve devletlerin yerinde ve zamanında, bu ülkedeki sisyasal sistemin yeniden yapılanmasının doğurduğu ihtiyaçları karşılama, yakın geçmişin geride bıraktığı derin yaraları sarma ve bu suçları işleyen Baasçı suçluları, adalet önüne çıkarma arzularına bağlı olacaktır. Kürdistan’daki demokratik deneyimin başarısız olmasına izin vermemek hayati bir önem arz edecektir, en azından Irak’ın geri kalan kısımlarındaki gönüllü yeniden entegrasyon ve demokratikleşme çabalarının karşılaştığı eşi benzeri görülmemiş zorlukların getirdiği potansiyel riskler ve bu sürecin baltalanması olasılığından dolayı. Demokratik ülkeler ve örgütler, bölge hâlâ istikrarını, refahını ve daha parlak bir geleceğe ilişkin umutlarını korurken, Kürdistan’ı güçlendirmek üzere aktif bir şekilde moral ve normatif görevler üstlenmelidirler. Olasılıkların ve ihtiyaçların böylesine aleni, kapsamlı ve çaba gerektirir nitelikte olduğu bir dönemde, benzersiz bir imkânın kaçırılmaya ve ardından da sızlanmaya hiç mi hiç zaman yok.
İran: “Kürtlere Yönelik Sistematik Ayırımcılık Yavaş Yavaş Değişmektedir.”
Kısmen oradaki Kürtlere ilişkin bilgi eksikliğinden dolayı, kısmen de 1979 yılından beri İran politikasında yaşanan köklü değişimlerden dolayı, İran ile Batı arasındaki gerilimlerden ve ayrıca İran’ın (Hatemi’nin iktidara geldiği) 1997 yılına kadar kendi kendisine uyguladığı izolasyondan dolayı, İran’daki Kürtlerin durumu hakkında yıllardır dış dünyada çok az şey bilinmektedir.
İran Kürtlerinin statüsünde yaşanan belli başlı değişim, Şii İslam’ın ideolojik siyasal bir sistem olarak dayatılmasıyla bağlantılı olmuştur. Böyle bir sistemin dayatılması iki anlamda; yani hem ulusal anlamda, hem de şimdilerde Şii Farsların hakimiyeti altında olan siyasi bir sistem içinde dinsel bir azınlık olma anlamında, Kürtleri bir azınlığa dönüştürmüştür. 1997’den bu yana ise umutlar ve beklentiler Hatemi’nin çevresindeki reformculara bağlanmıştır. Bu reformcular, İran’ın siyasal sisteminde bazı köklü değişimlerin gerçekleştirilmesinin koşullarını kolaylaştırabilirler. Bu süreçte Kürtler, kendi koşullarını iyileştirme ve böylece reforme edilmiş siyasi bir sistemin meyvelerinden bir parça yararlanma imkânı elde edebilirler. Birçok Kürt, reform sürecine katılmaya hazırdı. Geçtiğimiz yıllarda İran Kürtlerine belli bir yönetim sorumluluğu, sınırlı bir kültür ve dil özgürlüğü verilmiş ve bunlara ek olarak gazete ve dergilerin yayımlanması, radyo ve televizyon yayınları alanında bazı olumlu koşullar sağlanmıştır. Ancak tüm bunlar sonuç olarak, hakim Şii Fars elitler tarafından çizilen İslami politikaların çerçevesi içinde, otoritelerin izin verdiği ölçüde ve onların anlayışları doğrultusunda gerçekleşmektedir. Yakın bir zamana (Şubat 2004 yılındaki Parlamento Seçimlerine) kadar, İran Meclisinde (Parlamentosunda) Kürtlerden oluşan bir yasama blokoji Kürtlerin çeşitli kaygılarını dile getirebiliyordu; fakat bu durum Kürtlere yönelik Fars hakimiyet politikasının temel konumunu değiştirmemiştir (Blua 2003).
Yakın bir gelecekte, insan hakları ve ulusal azınlık hakları üzerinde yoğunlaşılması; hukukun üstünlüğünün güçlendirilmesi; buna ek olarak Kürt vilayetlerinin militarizmden arındırılması, İran Kürtlerinin durumunu iyileştirmek üzere İran hükümetine yapılacak baskılar bakımından en önemli öğeler olacaktır. AB’nin stratejisi ılımlı Kürt partileriyle diyalog kurulmasını ve ayrıca Kürt bölgelerinin doğrudan yararlanacakları bölgesel ve vilayet bazındaki yardımları kapsayabilir. Kürdistan valisi Abdullah Ramazanzade Kürdistan’ın potansiyeli konusunda olumlu bir tavır sergiliyordu, zira o İran’ın Kürtlere yönelik sistematik ayırımcılığının yavaş yavaş değişmekte olduğuna inanıyordu. Ramazanzade on yıl gibi bir süre içinde Kürdistan’ın yalnızca mutlu bir vilayet olmakla kalmayıp, aynı zamanda zengin bir vilayet haline geleceğine de inanıyordu (Economist 2000). Ramazanzade’nin işaret ettiği bölge, geleneksel olarak bilinen İran Kürdistan bölgesinin sınırlı bir kısmı olmasına rağmen, desantralizasyon ve yetki dağıtma süreci hiç kuşkusuz Kürtlere yarar sağlayacaktır; tıpkı İran’ın farklı güvenlik, ticaret ve ekonomik mekanizmalar, süreçler ve kurumsal düzenlemeler aracılığıyla Avrupa Birliği, ABD ve BM ile gerilimleri düşürme girişimleri gibi.
İran’ın sosyal, kültürel ve linguistik çeşitlilikleri, belli bir düzeyde resmi olarak inkâr edilmemiştir. Sanandaj’daki üniversiteye verilen isim gibi, Kürdistan adıyla bir üniversite kurma düşüncesi hâlâ Türkiye ve Irak’ta siyasal bir aykırılık olmanın ötesine geçememiştir. Avrupa örgütleri, parlamentoları, siyasi partileri ve kurumları, sıradan insanların yaşam koşullarını iyileştirmek amacıyla, ya çeşitli projeleri sürdüren özgün gruplarla kuracakları doğrudan ilişkiler aracılığıyla, ya da birkaç alanı ve bölgeyi kapsayan karma programlar aracılığıyla, Kürt okullarının kurulmasına, bilimsel ve kültürel projelerin geliştirilmesine yardımcı olabilir. Güç paylaşımının ve İran halklarının anlamlı bir temsilinin, ülkenin siyasal sistemine damgasını vuracağı yeni bir düzenlemeyi sağlayacak bir siyasal sisteme ilişkin belli başlı gelişmeleri gösteren herhangi bir işaret şimdilik görülmemektedir. Bununla birlikte, Kürtlerin ve diğer azınlıkların günlük yaşamlarını iyileştirme doğrultusunda küçük adımların atılması mümkündür ve böylesi adımlar açıkça desteklenmelidir. İran çalkantılı bir bölgedeki hayati bir ülkedir. İran, halklarının potansiyelleri, ülkenin doğal kaynakları ve coğrafi konumu, tüm bölgeyi olumlu yönde değiştirerek, iç reform süreçlerinin amaçlarına ulaşarak siyasal sistemi ve onun doğrultusunu yeniden yapılandırmasını sağlayabilir.
Suriye: Kapsamlı Reformlar İçin Bastırma
Kürtlerin sayısal azlığı, onlarca yıldır süren Alevi azınlık hakimiyeti, yeni devlet başkanının konumu- nun güçlendirilmesi ve Suriye’nin sözümona Barcelona sürecine katılımı, Suriye’den daha kapsamlı reform taleplerinde bulunulması için iyi bir imkân sağlamaktadır. Kürtler tek başlarına tüm siyasal sistemde radikal değişiklikler yapılmasını talep edebilecek bir konumda değillerdir ve hiçbir zaman da böyle bir konumda olmamışlardır. Alevi azınlığa dayalı hükümet, resmi periyodik reform görüşmeleriyle, Irak’ta Saddam rejiminin iktidardan uzaklaştırılmasıyla ve birkaç diğer faktör nedeniyle ivme kazanmış olan reform beklentilerini karşılamaksızın, ülke halkını daha uzun bir süreliğine denetim altında tutamaz.
Avrupa Birliği, AB-Akdeniz Ortaklığı parametreleri çerçevesinde, ticaret ilişkilerini ve sektörel programları Kürtlerin insan haklarındaki iyileştirmelerle ilişkilendirebilecek bir donanıma sahiptir. AB kurumları ve hükümetleri, (Mart 1963 tarihinden beri uygulanmakta olan) askeri yasaları ve olağanüstü hali kaldırması, Kürtlerin ve onların yaşadıkları bölgelerin Araplaştırılmasını durdurması ve sayıları neredeyse çeyrek milyonu bulan, yurttaşlıktan mahrum bırakılmış, devletsiz Kürtlerin statüsünü değiştirmesi için, Suriye hükümetine ve yetkililerine baskı yapabilir. Ayrıca, Kürtlerin toprak sahibi olmalarını, yasal evlilikler yapmalarını, Kürtçe dilinde eğitim almalarını ve Kürtlerin kamu sağlık hizmetlerinden yararlanmalarını yasaklayan birçok kararnamenin yürürlükten kaldırılması konusunda da çeşitli talepler dile getirilebilir (Rubin). Avrupa Birliği aynı zamanda, Mart 2004 yılı ortalarında Suriye Kürtleri Irak’taki Geçici Yönetim Yasasının imzalanmasını kutladıkları sırada yaşanan çatışmalar ve rapor edilen insan hakları ihlalleri hakkında bağımsız ve tarafsız hukuki araştırmaların yapılmasını da talep edebilir. Avrupa Birliği’nin ileri sürebileceği bir o kadar önemli diğer bir talep de, BM ve uluslararası insan hakları örgütlerinin, insan hakları ihlalleri konusunda alanda araştırma yapmasına izin verilmesidir. Suriye’ye verilen yardımların, Avrupa yurttaşları nezdindeki güvenilirliği bakımından bunlar önemli adımlardır. Ayrıca Ortadoğu/Batı Asya’da uzun vadeli barış ve istikrarın ciddiye alınması açısından ve Birliğe üye olma programlarına sahip ülkelerdeki yaşam koşullarının iyileştirilmesine katkıda bulunma arzusunda olduğunu resmen duyuran Avrupa Birliğinin, bu duyurularının açısından da bunlar oldukça önemli adımlardır.
İngilizce’den Çeviren: Cemal Atila
* Güney Danimarka Üniversitesi Siyaset Bilimi Kürsüsünde Öğretim Görevlisi
Güney Danimarka Üniversitesi Tarafından 26 Mayıs 2004 Tarihinde Kopenhag’da Düzenlenen “Kürtler: Bir Halk & Dört Devlet & Nasıl Bir Gelecek?” Konulu Konferansa Sunulan Rapor
Dipnotlar
1) Devlet stratejilerine ilişkin genel bir tartışma için bakınız O’Leary 2001.
2) Devletlerin başarısızlıklarına ilişkin kapsamlı tartışma ve belgeler için bakınız Goldstone, Gurr ve diğerleri, 2000.
Referanslar
Agranoff, R. Ve J.A.R Gallarin (1997). “İspanya’da federal demokrasiye doğru: Hükümetler arası ilişkiler üzerine bir inceleme.” Publius 27 (4): 138.
Annan, K. (2002). “Biz Halklar.” 21.Yüzyılda Birleşmiş Milletlerin Rolü. New York, Birleşmiş Milletler.
Baumeister, A.T. (200). Liberalizm ve “farklılık politikası.” Edinburgh, Edinburg University Press.
Blua, A. (2003). “Irak: Türkiye, İran ve Suriye’deki Kürt azınlıkları ilgiyle izliyor.”
Radio Free Europe/Radio Liberty
http://www.rferl.org/features/2002/10/23102002154346.asp.
Boland, V. (2004). “AB gecikmeden ‘Türkiye’yi kabul etmelidir’.” Financial Times, 5 Mayıs.
“Cesaret” (2004), Social Research 71 (1).
Economist (2000). “İran Kürtleri: Şanslı olanlar mı?” The Economist 357 (8202): 5657, 23 Aralık 2000 & 5 Ocak 2001.
Encarnacion, G.O. (2001/2002). “Franko’dan sonra İspanya: Demokratikleşme dersleri.” World Policy Journal 18 (4): 3544
Avrupa Konvansiyonu (2003). Avrupa anayasası için taslak anlaşma. Avrupa Konvansiyonu tarafından 13 Haziran ile 10 Temmuz 2003 tarihleri arasında oybirliği ile benimsendi. 18 Temmuz 2003 tarihinde Roma’da Avrupa Konseyi Başkanına sunuldu.
GeorgesPicot, E. (2004). “Chirac: Türkiye AB’ye Girmeye Hazır Değil.” Associated Press, 29 Nisan.
Goldstone, J.A., T.R. Gurr, ve diğerleri (200). Başarısız Devlet Görev Kuvveti Raporu: III. Aşama Bulgular, http://www.cidcm.umd.edu/inscr/stfail/
Hamburg, D. A. (1995). “Önsöz,” Larry Diamond, 1995, 1990’lı yıllarda demokrasiyi yaymak: Aktörler, araçlar, konular ve zorunluluklar (Carnegie Ölümcül Çatışmaları Önleme Komisyonu’na sunulan bir rapor, New York Carnegie Kuruluşu) içinde.
McDowall, D. (2000). Modern Kürt tarihi. Londra, I.B. Tauris.
O’Leary, B., J. McGarry & K. Salih, derleyenler (2004). Irak Kürdistanı’nın Geleceği. Philadelphia, University of Pennsylvania Press.
Oostlander, A. M. (2004). Türkiye’nin katılım sürecindeki ilerlemesini konu alan 2003 yılı Komisyon raporu. Avrupa Parlamentosu: FINAL A50204/2004, 19 Mart 2004.
Rubin, M. (2003). “Kürtler dışlanmış bir azınlık mıdır?” Social Research 70 (1): 295331.
Solana, J. (2002). “Türkiye için Avrupa yolu.” International Herald Tribune, 7 Aralık.
UGI (1994). Kürtler: Ulusların arasında kalakalmış. http://www.globalissues.co.uk/titles.php, adresinde mevcuttur, UGI.