Denilebilir ki, günümüzde tüm dünyayı meşgul eden başat konu korona virüs hastalığıdır. Tam bu süreçte ulus-devletin temel özeliklerinin yazılmasının sırası mı?  Evet, aşağıda kısaca belirteceğim nedenlerden ötürü, girilen süreçte emekçilerin ve ezilen kesimlerin, özellikle bu kesimleri temsil eden siyasi akımlar, devlet kurumunu tüm yönleriyle tanımalıdır.  Evet, korona virüs hastalığı, kısa sürede tüm dünya düzeyinde yayılmış ve öldürücü etkisi açığa çıkmış salgın (pandemik) bir hastalık türüdür. Kısa sürede tüm dünyayı tehdit eder bir duruma ulaştı.  Bu kadar kısa sürede dünya düzeyinde yayılabilmenin nedeni de, 1970’ın ortalarından beri içinde yaşadığımız küresel sürecidir. Küresel sürecin politika ve ekonomik işleyişini belirleyen de neoliberal politikadır. Ancak korona virüs hastalığına karşı alınması gereken tedbirler, Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi küresel ve bölgesel mekanizmalarla değil, ulus-devlet aracılığıyla alınmıştır. Oysa 2013’te Batı Afrika’da ortaya çıkan Ebola salgınına yönelik tedbirler, ABD önderliğinde kurulan uluslararası bir koalisyonla alındı ve yaygınlaşmasını durdurdular. Ebola salgına yönelik alınan tedbirler, neoliberal politikanın gereğiydi. Ancak son dönemlerde ABD neoiberalizmden çekilip, neomerkantilizm politikasına yönelme eğilimi içindedir. Neomerkantilizm yani 1945 öncesi vahşi kapitalizm politikasına yönelmek demek, ulus-devletin iki yüzünden biri olan barbarlığa yani otoriter ve hatta totaliter rejimlere yönelmesi demektir. Bu da emekçilere ve tüm ezilen kesimlere yönelik sömürü, baskı ve şiddetin daha da boyutlanacağı anlamına gelir. Elbette bu sömürü, baskı ve şiddeti ulus-devlet rejimleri tarafından uygulamaya geçirilecektir. O zaman ulus-devletin temel özelliklerine bakalım.

Giriş

Tüm toplumsal yapılarda, hatta iki kişi arasında bile eşitsizlik ilişkisi vardır. Bu durumda iki tür eşitsizlik vardır. Bunlar, bireyler arasındaki eşitsizlik ile sınıflar, gruplar, kastlar arasındaki eşitsizliktir. Bireyler arasındaki eşitsizlik ilişkisi, bireysel eşitsizlik, sınıflar, gruplar, kastlar arasındaki eşitsizlik ilişkisi ise toplumsal eşitsizliktir. Bireysel ya da toplumsal eşitsizliğin olduğu yerde, bazı insanların başka insanları etkileyebilme, denetleyebilme ve yönetebilme ilişkisini yaratır. Bu ilişki, ailede ebeveyn ile çocuklar arasında, işyerinde işveren ile işçi arasında, kabilede şef ile üyeleri arasında, partide yöneticiler ile üyeleri arasında vb. ortaya çıkar. İşte bu ilişki, yani bazı insanların başka insanları denetleyebilme ve yönetebilme ilişkisine iktidar denilmektedir.  Toplumun bütününde ortaya çıkan iktidar ise devlet iktidarıdır. Diğer tüm iktidar biçimleri, devlet iktidarına bağımlı olmak zorundadır. Çünkü yalnız devlet, yasa yapma-bozma ve uygulama yetkisine sahiptir.

Tasrihte ortaya çıkan devletlerin sınıflandırması konusunda yaygın kabul edilen sıralama şudur: Kent devlet, feodal devlet ve ulus-devlet olmak üzere üç çeşit devlet biçimi ortaya çıkmıştır.  Bu sıralamada imparatorluğa yer verilmemiştir. Çünkü imparatorluklar yeni bir toplum ve devlet tipi yaratamamıştır. Şimdi konumuz olan ulus-devlete bakalım.

Kişinin doğumundan ölümüne kadar geçen süreçte her tür faaliyeti, devlet tarafından düzenlenir. Devlet doğrudan ya da dolaylı olarak yurttaşlarının her tür etkinliğiyle ilgilidir. Yurttaşların yaşamı üzerinde bu kadar geniş yetkiye sahip olan ulus-devletin altı (6) temel özelliği vardır. Bunlar; ulus, egemenlik, sınırlar (ülke), meşru şiddet tekeli, bürokrasi, hukuktur.

  1. Ulus

Ulus, belli bir toprak parçası üzerinde egemen olan belli bir insan topluluğudur. Ulus kavramı hakkında birbirinden farklı görüşler vardır.

Ulusu, birbirlerine karşı birtakım bağlarla bağlı olan belirli bir insan topluluğu olarak da tanımlanabilir. Bir insan topluluğunu ulus durumuna getiren bu bağlar, objektif ve sübjektif niteliklidir. Ulusu oluşturan bu bağların niteliğine göre, üç çeşit ulus anlayışı vardır.  Objektif ulus anlayışına göre,  insan topluluğunu ulus durumuna dönüştüren birtakım objektif faktörlerdir. Sübjektif ulus anlayışına göre, insan topluluğunu ulus durumuna dönüştüren birtakım sübjektif faktörlerdir. Liberalizmde ise, insan topluluğunu ulus durumuna dönüştüren faktörün, insanların yurttaş statüsünde kendilerini yönetmesidir. Şimdi bu üç farklı anlayışı daha yakından görelim.

  1. 1. Objektif Ulus Anlayışı

Objektif ulus anlayışını oluşturan bağlar beş duyu ile hissedilir ve maddi niteliklidir. Bunlar; ırk birliği, dil birliği ve din birliğidir.

Irk Birliği: Irk birliğini temel alan anlayışa göre, insan topluluğunu ulus durumuna getiren bağ, bu insanlar arasındaki ırk birliğidir. Yani ulus, aynı ırktan olan insanların oluşturduğu bir topluluktur. Bu nedenle insanların bir ulus oluşturabilmesi ve dolayısıyla bir devlet kurabilmesi için aynı ırktan olmaları gerekir.

Irksal aidiyet unsuru, sömürge ülkelerde kurtuluş mücadelesine, ulus-devletlerde ise faşizm ideolojisine hizmet eden bir niteliğe sahiptir. Irksal farklılık, Avrupa sömürgeci devletlerinin sömürgelerinde ulusalcılığın gelişmesinde ve kendi devletlerini kurmasında önemli bir rolü olmuştur. Günümüzde ırksal farklılık, birçok ırkı (etnik) egemenliği altında bulunduran devletlerde, ezilen ulusların kurtuluş ve ulusal azınlıkların ise demokratik mücadelesinin önemli bir nedenidir. Çok ırklı ülkelerin devletleri, ırk farklılığından dolayı parçalanma riski taşımaktadır.

Diğer yandan ırksal aidiyet görüşüne göre, bir devlet, diğer devletin egemenliği altında yaşayan ırkdaşlarını o devletin egemenliğinden kurtarmalıdır. Hatta ırkdaşların yaşadığı bütün coğrafyaları ele geçirmelidir. Yine ırksal aidiyet görüşüne göre, devletin vatandaşı olan, ancak egemen ırka mensup olmayan insanlardan ülkenin kurtulması gerekir. Bu görüş, ülkede tehcir ya da soykırım politikaların uygulanmasına neden olur. Hitler’in Almanya’sında her iki görüş de uygulamaya konulmuştur. Nazi iktidarı, Almanya sınırları dışında Almanların yaşadığı yerleri işgal etmiş ve tüm Almanları birleştiren bir devlet kurmaya girişmiştir. Diğer yandan Alman vatandaşı olup Alman ırkından olmayan Yahudi ve Çingeneleri soykırıma tabi tutmuştur.

Dil Birliği: Dil birliğini esas alan anlayışa göre, ulus aynı ortak dili konuşan insanların oluşturduğu bir topluluktur. İnsanların kendi aralarında bir bağ kurabilmesi, bir ulus oluşturması ve bir devlet kurabilmesi için her şeyden önce bu insanların birbirleriyle konuşup anlaşmaları gerekir.

Hâlbuki bir devletin kurulabilmesi için mutlaka dil birliğinin olması şart değildir. Örneğin: Kanada, İsviçre, Belçika, vb. gibi devletlerde birden fazla dil konuşulmaktadır. Diğer taraftan aynı dili konuşan farklı devletler vardır. Arap devletlerin hepsi aynı ve ortak dil olan Arapçayı konuşurlar. İngiltere, İrlanda, Amerika Birleşik Devletleri İngilizce konuşan devletlerdir. Güney Amerika’daki birçok devlet ise İspanyolca konuşur.

Din birliği: Din birliği görüşüne göre, ulus aynı dine bağlı olan insanların oluşturduğu bir topluluktur. Bazı devletlerin oluşumunda din birliği belirleyici bir etken olmuştur. Örneğin, Boşnak, Hırvat ve Sırplar aynı ırka mensup olmaları ve aynı ortak dili konuşmalarına karşın üç ayrı ulus-devlet oluşturmuşlardır. Bunların ayrı ulus ve devlete dönüşmesini sağlayan faktör dindir. Hırvatlar Katolik, Sırplar Ortodoks ve Boşnaklar ise Müslüman’dır. Dünyanın farklı bölgelerinde birçok devletin kuruluşu ve varlıklarını devam ettirmeleri din sayesindedir. Örneğin: Pakistan ve Endonezya Müslümanlık sayesinde devletlerini kurabilmiş ve varlıklarını devam ettirebilmektedirler.

Bununla birlikte ulusun oluşumunda din faktörünün etkisi sınırlıdır, önemini büyütmemek gerekir. Dünyada birkaç dinin varlığına karşın yüzlerce devlet vardır. Onun için kaçınılmaz bir biçimde birçok devlet aynı dine mensuptur. Aynı dinden olan insanlar ayrı ulus oluşturmuşlar ve dolayısıyla ayrı devlet kurmuşlardır.

Değerlendirme: Nesnel ya da objektif ulus kuramına göre, uluslaşmayı sağlayan ırk birliği, din birliği ya da dil birliğidir. Ne var ki uluslaşma sürecindeki gelişmeler, nesnel ulus kuramını doğrulamıyor. Şöyle ki uluslaşmayı sağlayan, ırk birliği, dil birliği, din birliğinden ziyade ırk ayrılığı, dil ayrılığı, din ya da mezhep ayrılığıdır. Yani nesnel unsurlarda ortaklıktan çok farklılıklar belirleyicidir. Başka bir anlatımla, ırk birliği, ulus birliğine yol açmamıştır; oysa ırk ayrılığı ulus ayrılığına yol açabilir. Dil birliği her zaman ulus birliğine yol açmamıştır; oysa dil ayrılığı, ulus ayrılığına yol açabilir. Aynı biçimde din ya da mezhep birliği, ulus birliğine yol açmamıştır; oysa din ya da mezhep ayrılığı, ulus ayrılığına yol açabilir.

Gerçi, nesnel unsurlar ulus-devletin kurulmasında önemli faktördür, ancak tek başına ulus olgusunu açıklayamaz. Aynı ırka mensup olan ayrı ulus-devletler vardır. Aynı dili konuşan farklı ulus-devletler vardır. Aynı dinden ya da mezhepten olanların aynı ulusu oluşturacakları ve dolayısıyla tek devleti kuracakları söylenemez.

Bu nedenledir ki, ulusun oluşmasında nesnel unsurların etkinliği hakkında önceden kesin bir şey söylenemez. Nesnel unsurların her biri, değişik zaman ve yerlerde diğerine göre daha etkin olmuştur. Bu açıklamaları örneklerle somutlaştıralım. Hırvat, Boşnak ve Sırp toplulukların uluslaşmasında belirleyici etken, ırk ve dil değil, sadece dindir. Arnavut toplumun uluslaşmasında ise, belirleyici etken, dildir. Çünkü Arnavut ulusunun bir kısmı Müslüman (çoğunluk), diğer kısmı ise Hıristiyan olmakla birlikte, bu farklılık iki farklı ulusa yol açmamıştır. Müslüman ve Hıristiyan Arnavutlar kendilerini aynı ulusun mensubu olarak görmüşlerdir.

Aralarında ırk, dil ve din birliği olmasına karşın kendilerini ayrı ulus gören insan toplulukları vardır. Örneğin Araplar, aynı ırk ve aynı dine mensup olmalarına ve ortak dili konuşmalarına karşın ayrı devletlerin çatısı altında yaşamaktadırlar.

Görüldüğü gibi, ırk, dil, din unsurları bakımından ortak olan insan toplulukları kendilerini ayrı ulus olarak görmüş ve ayrı devletler kurmuşlardır. Diğer yanda ise bir başka topluluk ırk, dil, din bakımından ayrı olmakla birlikte, kendilerini aynı ulusa ait görmüş ve aynı ortak devletin ya da egemenliğin yurttaşları olarak yaşamayı kabul etmişlerdir. Bu insan toplulukları için önemli olan, hangi nesnel unsurları taşıdıkları değil, egemenliğin taşıyıcısı sayılan eşit yurttaşlık hak, görev ve özgürlüklerine sahip olmaktır.

  1. 2. Sübjektif Ulus Anlayışı

Sübjektif ulus anlayışına göre, ulus bir kısım sübjektif ilişkiler ile birbirine bağlanmış insanların ortaya çıkardıkları topluluktur. Bu ilişkiler, manevi ya da psikolojik nitelikli olup, bazı duygu ve düşüncelerden oluşur.

Sübjektif ulus anlayışını ilk olarak Ernest Renan (1823-1892) tarafından ileri sürülmüş ve savunmuştur. Sübjektif ulus anlayışına göre, ulusu oluşturan insanları birbirine bağlayan tarih, ideal, hatıra, amaç birliği gibi sübjektif bir ilişki ya da münasebettir. Mazide yaşanılan ortak başarılar, ortak acılar, ortak amaca ulaşmak için yapılan mücadeleler, ortak tehlikelere, tehditlere karşı birlikte hareket etme isteği gibi etkenler, insanları birbirine bağlar ve ulusu oluşturur. Renan’a göre, ulus, ortak bir tarihe sahip olan ve gelecekte de birlikte yaşama irade ve arzusuna sahip insanlardan oluşan bir topluluktur.[2] Sübjektif unsurlar ulus-devletin kurulmasında önemli etken olmakla birlikte, tek başına ulus olgusunu açıklayamaz

  1. 3. Liberalizm Ulus Anlayışı

Liberalizmde ulus; belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insan topluluğunun yurttaş statüsü esasında kendilerini yönetmeleridir. Yani bir devletin yurttaş topluluğudur. Yurttaşlar topluluğundan maksadı da, aynı yönetim altında olmayı arzulamalarıdır. Bu yönetimin özelliği de, egemenliğini yurttaşların iradesinden alması gerektiğini iddia etmesidir. Liberal ideoloji, ulusu, belli bir toprak parçasıyla ilişkilendirir ve bu toprak parçası üzerinde yaşayanların yurttaşlar topluluğu esasında yönetilmesi için devletleşmenin gerekliliğini savunur. Böylece devlet, toprak parçası ve yurttaşlıkla ilişkilendirilmektedir. Etnik köken ya da ırk, dil, din gibi faktörler tali durumda kalmaktadır.

Ne var ki, liberallerin hangi toplumların uluslaşabileceğine yönelik yaklaşımı çelişkili ve sorunludur. Liberallerin uluslaşma ilkesi, liberal tarih teorisinden üretilmiştir. Batı Avrupa’da liberalizmle, tarih anlayışı değişime uğramış ve yeni değerler sistemi oluşmuştur. Liberallerin tarih anlayışı, evrim ve ilerleme öğretisine dayanmaktadır. Tarihsel evrim, toplumsal gelişmenin aileden klana, bölgesele, ülke esasında ulusa ve nihayet geleceğin birleşik dünyasına varacak aşamalı bir süreci oluşturmaktadır. Bu birleşik dünyanın ortak bir dili de olacaktır. Başka bir anlatımla tüm dünyanın siyasal olarak liberalizme, ekonomik olarak da kapitalizme açılacağı tarihsel evrim gereğidir.

Dünyanın tüm ülkelerine kapitalizmin ilişkilerini taşımak, “barbar toplumları çağdaşlaştırma” olup bir ilerleme olarak algılanır. Bu durumda liberalizm için ulus olmanın ölçütü kapitalizmi yaşatabilir büyüklükte ve dış pazara taşıyabilir nitelikte olmasıdır. Bunu da “yaşayabilir büyük ulus” ve “ilerleme olarak ulus” la formüle etmiştir. Bu da belirli bir büyüklükte olması ve küçük toplumları asimile edebilecek biçimde bir genişleme gösterebilmesidir. Buna da “eşik ilkesi” demektedirler. E. J. Hobsbawn, “Bir halkın, eşiği aşacak büyüklükte olması koşuluyla, kesinlikle bir millet olarak sınıflandırılmasına olanak tanıyan pratikte yalnızca üç kriter vardı. Bu üç kriterden birincisi, milletin, mevcut devletle tarihsel bağı ya da oldukça eskiye dayanan ve yakın döneme uzanan geçmişle bağıydı. İkinci kriter, yazılı bir milli, edebi ve idari anadile sahip olan, çoktandır yerleşiklik kazanmış bir kültürel elitin varlığıydı. Üzülerek belirtmek zorunda olduğumuz üçüncü kriter, kanıtlanmış bir fetih yeteneğiydi.”[3] Liberallerin ulusla ilgili temel kriteri (kıstası), ortak bir mazi, kültürel elit grubun varlığı ile kapitalist sömürüyü dünyaya taşıyabilecek, dünyayı kapitalist pazara dönüştürebilecek kadar gelişmişliğidir. Doğrusu liberalizmin ulus anlayışı, Batı kapitalist ülkelerin sorunlarına yönelik çözüm arayışının ürünüdür.

Bu üç değişik ulus anlayışı, bir siyasi toplum olarak ulus kavramı ortaya çıktıktan sonra oluşturulmuş teorilerdir. Bu teoriler, 19. yüzyılın ikinci yarısında ve özellikle 20. yüzyılda kurulan ulus-devletlerin öne çıkan farklı faktörlerinden hareketle oluşturmakla birlikte yeterli değildir. Bu nedenle ulus kavramını daha yakından görelim.

  1. 4. Ulus: Nesnel ile Öznel Unsurun Sentezidir

Belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan belli bir insan topluluğunu bir ulus durumuna getiren bağlar, iki unsurun sentezinden oluşmuştur. Bu unsurlar, nesnel ya da kültürel ve öznel ya da siyasal niteliklidir.

Nesnel Unsur: Nesnel unsur, belli bir toplum ve bu toplumun üzerinde yaşadığı belli bir coğrafyadır. Bunları maddeler halinde görelim.

1- Belli bir toprak parçasını ülke olarak tasarlaması.

2- Bu belli ülke üzerinde ortak bir dile ya da dillere, tarihe, aidiyet duygusuna ve gelecekte birlikte yaşama arzusuna sahip olan bir kültürel toplumunun yaşamasıdır.

Öznel Unsur: Öznel unsur, belli bir insan topluluğunun ülke olarak tasarımladığı belli bir toprak parçası üzerinde egemenliğini yani devletini kurabilme ve devam ettirebilme niteliğinde olan bir faaliyettir. Bu nitelik; belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insan topluluğunu meydana getiren bireyleri, egemenlik amacı doğrultusunda birbirine bağlı kılan siyaset ve ideolojidir. Bu siyaset ve ideoloji, ortak hak ve görevleri anlayışı üzerinde egemenliğini kurmasını ve sürdürmesini amaçlayan faaliyettir. Demek ki öznel unsur, egemenliği amaçlayan bir siyasi/ideolojik faaliyettir. Başka deyişle ulus kavramının öznel unsuru; ulusal siyaset ve ideolojidir.

Uluslaşmanın veya devletleşmenin nesnesi; insan topluluğu ve üzerinde yaşadığı coğrafyadır. Öznesi; bu insan topluluğunun ülke olarak tasarımladığı coğrafya üzerinde egemen olma amacıdır ve bunun için mücadele etme kararıdır. Ulusu oluşturan öznel unsurdur, yani egemenliği hedefleyen siyasal/ideolojik faaliyettir.

Belli bir insan topluluğu ancak ulusal siyaset ve ideolojik araçla egemenliğini yani devletini kurabilir ve devam ettirebilir. Böylece bir kültürel toplum, devletleşme ile bir siyasi toplum niteliğine varır. Modern çağda ancak devlet sahibi olan insan topluluğu bir ulustur. Zaten modern toplum; ulus-devlet sistemi içerisinde (Westfalya, Cemiyeti Akvam, Birleşmiş Milletler) var olan ulus-devlettir. Modern çağda ulus-devletini kurma niteliğine sahip olamayan bir insan topluluğu, bir insan sürüsü ya da kalabalığı olarak başka bir devletin egemenliği altında yaşamak durumundadır. Bu insan topluluğun önünde iki alternatif vardır; ya asimilasyon veya entegre yoluyla ezen ulus-devletin içinde erir; ya da ulusal siyaset ve ideolojinin aracılığıyla nesnel koşulları devletleşme amacı doğrultusunda değiştirmek üzere mücadeleye girişir. Siyasal egemenlik hedefinde  iradesini ve tercihini ortaya koyan bir insan topluluğu, bir ulustur, ancak ezilen-ulus konumundadır. Demek ki hem bağımsız ve hem de ezilen-ulus bakımından anahtar kavram egemenliktir. O zaman egemenlik kavramını yakından görelim.

  1. Egemenlik

Modern dünyanın toplum biçimi, ulus-devlettir. Ulus-devlet formu, artık dünyanın tek bir siyasal toplum sistemine dönüşmüştür. Ulus-devlet ikileminin bütünselliğini sağlayan da egemenlik yetkisidir. Egemenlik ise; kimseye danışmadan ve izin almadan yasa yapma, bozma ve uygulama yetkisidir. Egemenlik en üstün yani asli iktidardır. Egemenlik iktidarı, başka bir iktidardan çıkmamış ya da türememiş ve başka bir iktidar tarafından kurulmamıştır. Egemenlik, modern siyasetin ve hukukun kavramsallaştırma ve kuramsallaştırma sürecinin asli kurucu kavramıdır. Egemenlik kavramı, ulus-devletin siyasal ve hukuksal kurumların muhtevasının ve biçimlenmesinin belirleyenidir. Egemenlik, ulus-devletin özü ve tüm siyasi ve hukuki yetkilerin kaynağıdır.

Modern devletle egemenlik kavramı aynı tarihlerde doğmuştur. Zaten modern devlet ile egemenlik kavramının teorik-pratik gelişimi bir bütünsellik içindedir. Modern devletin asli unsuru olan egemenlik kavramının doğuşu ve gelişim sürecinin anlaşılması, aynı zamanda modern devletin doğum ve gelişim sürecinin de anlaşılması anlamına gelir. Modern öncesindeki her tür devlet yapılanmasında, siyasi iktidar iki merkezlidir.  Yasa yapma yetkisi, toplum ötesi aşkın bir güce ya da tanrısal iradeye, uygulama yetkisi de yönetim erkine aittir. Bu nedenle modern öncesinin devleti, egemen olmayan devlettir. Modern ya da ulus-devlet; ise, XV-XVII. yüzyıllarda toplumsal alanda merkantilizm, siyasal alanda mutlakıyetçi monarşi ile feodal düzenin coğrafi ve siyasi parçalanmışlığını sonlandırmış, yasa yapma ve uygulama yetkisinin yani siyasal iktidarın tek elde toplanmasının sağlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Teorik düzeyde yapılması gereken ise ortaya çıkan modern devlete bir meşruiyet kaynağı sağlamaktır. 16. yüzyılda Jean Bodin (1530-1596), 1576’da Devletin Altı Kitabı isimli çalışmasında egemenlik kavramını siyasal düşünceye kazandırarak bu eksikliği gidermiştir. Bodin, toplum ötesi aşkın bir gücün ya da tanrısal iradenin ötesinde, dünyevi alanda (beşeri iradede) ve sürekliliği içeren egemenlik kavramıyla yasa/uygulama ilişkisini tek elde yani devlette bütünleştirecektir. Böylece egemenlik, devlet iktidarının merkezileşmesini simgeleyen bir kavram olarak doğmuştur. Bodin’e göre egemenliğin nitelikleri; mutlak, sürekli ve bölünmez oluşudur. 17. yüzyılda Thomas Hobbes (1588-1679) 1651’de Leviathan isimli çalışmasında bu ilkeleri olduğu gibi kabul etmekle birlikte, egemenlik kaynağını, tanrısal iradeden tamamen kopararak, rasyonel davranan bireylere dayandırmıştır. Bodin ve Hobbes’a göre, egemenlik devlet alanına aittir, ya da egemenliğin sahibi devlettir.

Jean Jacques Rousseau (1712-1778) 1762’de Toplum Sözleşmesi isimli çalışması ile ulusal irade ya da ulusal egemenlik kavramını siyasal düşünceye kazandırdı ve o günden beri de ulusal egemenlik kavramı, modern siyasal düşüncenin bir temel ilkesine dönüştü. Böylece Rousseau, egemenliği devletin alanın yerine halkın alanına yerleştirmiştir. Emmanuel Sieyés  (1748-1836) Üçüncü Sınıf Nedir? Çalışmasında siyasal temsil kuramından yola çıkarak, egemenliği ulus alanına yerleştirmiştir. Böylece Rousseau ve Siéyes egemenliği “genel irade” ya da ulusal irade ile özdeşleştirmişlerdir. Artık egemenlik, ulusal-egemenlik olarak ortaya çıkmıştır. Ulusal-egemenlikte, egemenlik kaynağının ulus alanına ait olmakla birlikte, kullanma yetkisi de ulus adına siyasal temsilcilerine başka bir deyişle devlette ait olduğudur. Bu devlet, ulus ile özdeşleşmiş ulus-devlettir. Bundan ötürü, egemenlik, ulus-devlet ikilemin bütünselliğine aittir.

Aslında bu ikilemin iki ucunda da devlet vardır. Çünkü ulus; kendisini oluşturan bireylerden ayrı ve onların üzerinde yer alan manevi ya da soyut bir varlıktır. Manevi varlığın yani fiziki varlığı olmayan soyut bir varlığın iradesi olamaz. Çünkü irade, akıl ve sinir sistemine sahip olan insanlarda bulunur. Ayrıca ulus kavramı geçmişte yaşamış ve gelecekte yaşayacak insanları da kapsar,  ne var ki ölmüş ya da henüz doğmamış insanların iradesi olamaz. Bu nedenlerden ötürü ulusal-egemenlik kavramı, bilimsel bir kurgu ya da bir fiksiyondur.[4] Demek ki, ulusal-egemenlik kavramı bir soyutlama olduğundan dolayı, gerçekte yönetimde olunamayacağından başka bir iradeye de sahip değildir. Devlet organlarında bulunan gerçek kişiler bir irade ortaya koyar ve aynı anda ulus olarak varsayılan toplum da bu iradeyi kendi iradesi olarak kabul eder. Bu işleyiş de temsil sistemi ile gerçekleşir. Böylece ulus-devlet egemenliğinde, ulusun egemen olduğu ideolojisini yayarak halkın, bireylerin devlete bağlılığı daha da güçlendirilir.

Egemen iktidarı, konu bakımından yasama yetkisi, yürütme yetkisi ve yargılama yetkisi olmak üzere üç kurum altında toplanabilir. Yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kullanan kurumlar bu yetkileri kendi adlarına değil, egemenden aldıkları yetkiyle ve egemen adına kullanırlar. Egemen iktidarı, nitelik bakımından mutlak, süreklilik ve bölünmezdir. Bu nitelikleri, kimseye danışmadan ve izin almadan yasa yapma, bozma ve uygulama yetkisiyle ortaya koyar.

Devletin merkezileşmesi, yani “bir” oluşu veya bölünmezliği; yasa yapma yetkisi açısındandır. Oysa uygulama ya da yönetim yetkisini başkalarına devredilebilir. Bu nedenle, kısmi yönetme yetkisini başkalarına devretmesi, egemenliğe aykırı bir durum değildir. Zira uygulama ya da yönetim yetkisi devlet biçimi değil, yönetim biçimidir. Yasa yapma ve bozma yetkisi ise devlet biçimini belirttir. Bu durumda ulus-devlet, yönetme bakımından, üniter, bölgeli, federal devlet olabileceği gibi, demokratik ya da otoriter, faşizm, de olabilir. Hangi yönetim tipinde olursa olsun, uluslararası ilişkilerde ve ülke sınırları içinde devlet yapısının unsurları konusunda yasa yapma ve bozma yetkisi tek organa aittir. Bu söylenenin federal devlet için de geçerli olduğunu vurgulamada fayda vardır. Çünkü federe yönetimler, federal devlet içinde bağımsız güç merkezleri değil, federal anayasasının tanıdığı kısmi yönetme yetkisidir. Federal yönetim ve federe yönetimler, federal anayasasının belirlediği amaçlar ve yetkiler doğrultusunda federal devleti bir bütün olarak temsil ederler.

  1. Sınırlar

Modern devletin egemenliğinin ve bağımsızlığının en somut göstergesi, sınırları belli olan bir bölge üzerinde denetim gücüne sahip olmasıdır. Devlet yürütme ve yargı yetkisini sınırları belli olan bir bölgede kullanır. Devletin sınırlarla ilgili iki işlevi vardır. Birincisi diğer devletlerin işgal tehdidine karşı sınırların bütünlüğünü korur. Diğeri de iç tehditlere karşı gaddarca davranır ya da hissettirir. Sınırların varlığı, daimi şiddet araçlarının mevcudiyetini gerekli ve meşru kılar. Sınırlar, devlete iç ve dış düşmanlar belirleme imkânı sağlar. Çünkü egemenlik denilen şey, sınırları belli olan toprak parçasından başka bir şey değildir. Zaten modern devlet, sınırları kesin bir biçimde belirlenmiş olan devlettir. “Devlete ait bir toprak parçası yoktur, devletin kendisi sınırları olan toprak parçasıdır.”[5] Sınırlar, ulus-devletin ortaya çıkmasıyla oluşmuştur.[6]  “Sınırlar, devletlerin egemenliğini belirlemek için çizilen çizgilerden başka bir şey değildir.”[7]

Modern öncesi geleneksel devletlerde, modern devletlerde olduğu gibi, belirlenmiş sınırlar yoktur. Geleneksel devletlerde sınırlar yerine sınır boyları vardır. Ulus-devletin sınırları ile geleneksel devletin sınır boyları birbirinden önemli biçimde farklıdır. Geleneksel devletlerde “sınır boyu bir devletin, merkezin siyasi otoritesinin dağınık ya da zayıf olduğu çeper bölgelerindeki bir alanı (başka bir devlete bitişik olması gerekmez) ifade eder.”[8] Sınır boyları, iki biçimde olur. 1. İki ya da daha fazla devlet arasında belirli bir bölünme. 2. Tek bir devletin yerleşik olmayan ve yerleşik bölgeleri arasındaki bölünme.

Ulus-devlet yalnızca sınırları belli olan bir toprak parçasının üzerinde değil, o toprak parçasının yer altı zenginlikleri,  çevreleyen denizler, üzerindeki hava sahası ve en önemlisi o bölgede yaşamakta olan insanlar üzerinde egemenlik kurmak istemektedir. Böylece ulus-devletler iç ve dış tehdit ya da dost ve düşman ikilemini yaratır ve buna göre örgütlenir. İşte egemenlik, sınırlar ve meşru şiddet tekeli devleti görünür kılar.

  1. Meşru Şiddet Tekeli

Ulus-devlet, hem yasa çıkaran hem de yasaları uygulayan mutlak bir güç merkezidir. Yani güç ya da zor kullanımı, tümüyle devletin tekelindedir.  Demek ki, şiddet araçlarının tekeli, modern devletin temel kurumsal ögelerinden biridir. Devlet,  şiddet araçların kullanımı üzerinde tekelleşmesinin sayesinde, bireylerin bireylere, grupların bireylere ve hatta devletin kendisinin de belirlenmiş yasalar ve koşullar çerçevesi dışında bireylere şiddet kullanmasını engellemektedir. Şiddet araçları şunlardır; sınırlar içinde polis, sınırlarda ise askerî güçtür. Böylece devlet, meşru şiddet tekeli yoluyla yurttaşları otoritesine itaat etmesini sağlayabildi.

Modern öncesi devletler, şiddet tekeline yani şiddet araçlarının kullanımının ve denetiminin tekeline sahip değildiler. Şiddet araçlarının üzerinde tekelci bir kontrolün sağlanmasının modern devlete ait bir özelliktir. Şiddet, devletin tahakküm alanını tanımladığı gibi sermaye birikiminin sağlanmasında da önemli bir etkendir. Devlet, birçok yöntemle, sermaye birikiminin en önemli mekanizması olmuştur. Modern devletin etkin rolü olmadan kapitalizm gelişip yaygınlaşamazdı. Bundandır ki, başlangıcından beri modern devlet, iç savaş ve dış savaşlarla yoğrulmuş bir savaş örgütüdür. Modern devlet, savaşı sürdürmek ve masraflarını karşılamak için yönetim ve vergilendirme mekanizmasını sürekli olarak genişletmiştir. Bu gelişmeler sürecinde meşru şiddet tekelini de oluşturmuştur.[9]

Modern devletin sahip olduğu şiddet tekeli ve araçları sayesinde, tarihin gördüğü en büyük yok edici güçtür. Bu gücü de yasa/uygulama ilişkisini birleştirmesinden alır. Ermeni soykırımı, Yahudi soykırımı (Holocaust), Kürd (Enfal) soykırımı, Eski Yugoslavya’daki soykırım gibi yaşanan bu durumlar, modern devletin yıkıcı gücüne dair örneklerdir. Bu örneklerden de anlaşıldığı gibi, egemenlik, sınırlar ve meşru şiddet tekeli unsurları devleti görünür kılar. Ancak modern devletin, görünürlüğünü gerçekleştirebilmesi için, modern öncesi devletlerde olmayan bir unsura ihtiyacı vardır, o da rasyonalitedir.

  1. Modern Devletin Rasyonel Özelliği: Bürokrasi

Devleti oluşturan organ ve makamların karmaşık mekanizması iki temel alandan oluşur. Birinci alan, egemenliği temsil eden karar güçleri olan parlamento, yürütme ve yargı olarak organ ve makamlar bürokratik değil, egemen iktidarı yani siyasi iktidar alanını temsil eder. Çünkü yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kullanan kurumlar bu yetkileri kendi adlarına değil, egemenden (ulustan) aldıkları yetkiyle ve egemen adına kullanırlar. İkinci alan ise, süreç içinde sürekli çoğalan ve çeşitlenen idari güdümlü organ ve makamlardır. Bu organ ve makamlar, belirlenmiş amaç doğrultusunda hiyerarşik bir biçimde örgütlenmiştir. Bu örgütlenme biçimi bürokratik modeldir.[10] Bürokratik örgütlenmesi tamamen parasal bir sisteme dayanan piyasa ekonomisinin bir ürünüdür. Modern devlette bürokratik örgütlenmenin başarısı ve üstünlüğü, modern öncesi devletlerde görülmeyen ve öngörülmeyen düzeydeki teknik üstünlüğüdür. Devletin teknik örgütlenmesi, kişiselliği (maneviyatı) dışlayarak, ahlaksal sorumluluk yerine bürokratik örgütlenmenin rutin işleyişini koyar.

Onun için soykırım gibi modern öncesi dönemlerde olmayan ve olması imkânsız kıyımlar, modern devletlerin bürokratik işleyişinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü bürokratik hiyerarşi işleyişi içinde soykırım gibi kıyımlar teknik bir işlem olarak yapılır. Bu işi yapanlar, bürokrasi mekanizmasının içinde, rutin bir iş yapıyormuş gibi kayıtsızlıkla yaşamlarını sürdürürler. Bürokratik hiyerarşik örgütlenme, bir şal gibi ahlaki sorumluluğun üstünü örter. Bürokratik örgütlenme, toplumu edilgenleştiren modern devletin şiddetini görünmez kılar. Böylelikle, devletin sömürülen sınıflar ve ezilen kesimler üzerindeki baskının, şiddetin perdelenmesine ve modern devletin tehlikeye girmesini önleyip devamlılığını sağlayan önemli bir unsurdur. Ancak bürokratik mekanizmanın çalışması için hukuk gereklidir.

  1. Modern Devletin Hukuksal Özelliği

Modern öncesi geleneksel düşünceye göre, yasa yapma yetkisi yani egemenlik, toplum ötesi doğasal bir güce ya da tanrısal iradeye aittir. Yani yasa dünyevi olmayan kutsal bir odakta yapılır ya da yazılır. İşte bu hukuk tabii hukuktur. Yasanın dünyevi olan bir odakta yapıldığına ilişkin olan hukuk ise, pozitif hukuktur. Pozitif hukukun yaratıcısı olan dünyevi odak, beşeri (insani) iradedir, yani genel soyut iradedir. Başka deyişle ulusun iradesidir. Modern hukuk; kaynağı beşeri iradede arayan pozitivist anlayışın ürünüdür. Böylelikle geleneksel toplumdan modern topluma geçiş, tabii hukuk tahakkümünden pozitivizm hukukun tahakkümüne de geçiş demektir

Hukuk, malların üzerinde denetim kurulmasını,  yasalara aykırı davranışlara yaptırım uygulamasının yanında, siyasal iktidarı örgütlemek ve bazı uygulama biçimlerini programlamaktır.[11] Böylece hukuk, ne toplum ötesi doğasal bir gücün ne Tanrısal iradenin ürünüdür, doğrudan doğruya egemen güce aittir. Pozitif hukuku, geçerliliğini ve tahakkümünü adil olmaktan değil, emretmesinden alır. Çünkü devlet, egemenliği kullanma yetkisine dayanarak hukuku oluşturmaktadır. Hukuk, devletin her alanda sürdürdüğü faaliyetlerinin gereği olarak yurttaşlarla kurulan iletişim dilidir. Bu dil aracılığıyla yurttaşlara genel buyruklarını iletir. “Yasalar, devletin yurttaşlarına seslendiği dildir, (…) kişisel durumları göz önüne almayan genel buyruklardır.”[12] Böylece hukuk, yasal-ussal meşru bir zemin üzerinde hareket eden ve kendisine itaat edecek yurttaşları ikna ederek, siyasetin ürünü ve aracı halini alır.

  1. 1. Yasal-Ussal Meşruiyeti

Gerek modern gerek modern öncesi devletlerin tümü için ortak bir şey varsa, o da meşruiyet sorunu ile karşı karşıya olunduğudur. Her devlet tebaasının veya yurttaşların, kişisel çıkarlarından dolayı değil, doğru olduklarına inandıkları için ve sorgulamadan otoritesine itaat etmelerini ister.[13] Modern devletin meşruiyet modeli, yasal-ussal meşruiyettir. Çünkü modern devlet öncesinde, iktidar, meşruluk kaynağı dünyevi olmayan bir güce dayanmaktaydı. Yani iktidarın kaynağı rasyonel olmayan bir kaynaktı. Feodal düzenin çözülmesi ve yerine modern devletin yerleşmesiyle birlikte meşruiyetin kaynağı beşeriyet alarak rasyonelleşmiştir. Meşruiyetin kaynağının değişimi hukukta da kendini gösterecektir. Artık hukukun kaynağı Tanrısal irade değil, rasyonel davranan bireyler ya da halktır. Yani hukukun kaynağı akla dayalıdır. Böylece hukuk, insanlar tarafından yapılan ve gerektiğinde ortadan kaldırılan bir devlet işlevi haline gelmiştir. Onun için siyasal ilişkilerde kişiler birbirlerine değil, “yalnızca yasaya boyun eğmektedir.”[14]

Pozitif hukuk, açık, öngörülebilir, istenmiş, sınırları belli, yazılı ve devletin kendi koyduğu yasalar bütünüdür.[15] Pozitif hukukun öngörülebilir özelliğinden ötürü, insanlar kendini güvende hissedebilmektedir. Pozitif hukuk kuralları kolayca değişebildiğinden dolayı yeni gelişmelere de kolayca uyum sağlamaktadır. Ancak yeni yasaların kazanılmış hakları ortadan kaldırma ya da bu haklarını kullanmada zorluklarla karşı karşıya kalma durumları olabilir. Bu tehlikelere karşı koruyucu bir tedbir olarak bazı temel hukuksal ilkeler düzenlenmiştir. Bu ilkelere aykırı olan yasalar ve bu yasaların uygulamaları hükümsüz kılınmıştır. Yurttaşlar yalnızca özel hukuk alanında değil, kamu hukuku alanında da bazı hukuksal ilkelerle düzenlenmiş kazanılmış haklara sahiptir. Devletin yürütme ve yasama organları, bu hakları çiğnemekten ya da kısıtlamaktan men edilmiştir.

Sonuç olarak modern öncesinde eşitsizliğin vazgeçilmez bir esas olduğu geleneksel toplumlarda tebaa olarak yaşayan insan, modern devlette hukuk nezdinde eşit haklara sahip, merkezi konumda olan, yurttaş kimliğine sahip bir insana dönüşecektir.

  1. 2. Yurttaş

Yurttaşlık, sadece modern devlete ait bir kavram değildir. Yurttaşlık antikçağdan beri var olmakla birlikte, ancak modern devletle merkezi bir konuma yerleşmiştir. Çünkü modern dünyada devletin kurucu özne-nesnesi olarak ortaya çıkmış ve devletin normatif bir öznesine dönüşmüştür.

Yurttaşlık, modern devlet ile üyeleri arasındaki ilişkiyi belirleyen temel kavramdır. Modern devlet amacına uygun olarak yurttaş kavramına belirli bir anlam yüklemiştir. Modern devlet yapısında anahtar bir unsur olan yurttaşlık kavramının beş belirleyici karakteristiği vardır.

Yurttaş olmak, bir siyasi topluluk olarak ulus-devletin üyesi olmaktır. Bu ulus-devlet üyeliğinin ortak hak ve görevleriyle donanmış resmî bir üyeliktir. Yurttaşlık, din, cinsiyet ve diğer aidiyetlerle sınırlandırılamaz.

Yurttaşlığın ikinci karakteristiği, yurttaşlığın bir çeşit statü ilişkisidir. Yurttaşlığımızı kendimiz belirlemeyiz. Yurttaşlık, içinde doğduğumuz ulus-devlet tarafından bize verilen bir niteliktir. Yurttaşlık bazen nerede doğduğumuza bazen de anne ve/veya babamıza bağlı olarak içinde yaşadığımız ulus-devlet tarafından verilen bir statüdür. Bir devletin yurttaşı olduğunda onu kaybetmek kolay değildir, aynı şekilde başka bir devletin yurttaşlığına geçmek de bir o kadar zordur.

Yurttaşlığın üçüncü karakteristiği de, onun ortak haklara sahip olmasıdır. Yurttaşlık ilişkisi pozitif bir yasal statüdür. Yurttaşlık statüsü sayesinde devlet dâhil olmak üzere herkese karşı ileri sürülebilecek yasal haklara sahip olunur. Onun için yurttaşlık hakları, en üst yasa olan anayasalarda açık bir biçimde belirtilir.

Yurttaşlığın dördüncü karakteristiği de, ortak görevleridir. Yurttaşlık bir hak olduğu kadar bir görevdir de. Yurttaşın yasal olarak yerine getirmesi gereken görevler askerlik hizmeti yapma ve vergi ödeme zorunluluğudur. Oy hem bir hak hem de bir görev olarak ifade edilmiştir.

Yurttaşlığın beşinci karakteristiği de, yurttaşlığın eşitlik anlamına gelmesidir. Yani tüm bireyler yurttaş statüsüyle devlet alanında eşit duruma gelirler. Ulus-devlet sınırları içinde yaşayan ve yurttaş statüsüne sahip olan herkes o devletin yasaları çerçevesinde eşittir. Yurttaşlar arasında eşitler ve daha az eşitler gibi bir ayrım yoktur. Tüm yurttaşlar eşittir ve yurttaş olmayanlardan ya da yabancılardan üstündür. Yasa nezdinde eşitler arasında birinciler yoktur.[16]

Yönetilenler; feodal düzende senyöre, mutlak monarşide krala bağımlıyken, ulus-devlette ortak hak ve görevleri tanımlayan yasalara bağımlı olur. Böylece ulus-devlet egemenliğinde yönetilenler; siyasal-hukuksal bakımından yasaya, sosyo-ekonomik bakımından nesnele (paraya) bağımlı ve kişisel bağımsızlık ilişkilerine sahip olan eşit ve özgür yurttaşlardır. Zaten ulus-devlet ve kapitalist üretim, tarihsel ve toplumsal olarak Batı Avrupa’da siyasal ve ekonomik bakımından kişisel bağımlılık ilişkilerinin, yasa ve paraya bağımlı kişisel bağımsızlık ya da bireyselleşme ilişkilerine dönüştürme sürecinde oluşan bir toplumsal örgütlenme ve üretim biçimidir

Sonuç Olarak

Carl Schmitt, devleti siyasal bir varlık ve siyaseti de devletin yetki alanı olarak tanımlar. Schmitt’e göre, siyasetin niteliğinin tanımlanabilmesi için, önce siyasal içerikli kararların neler olduğunu tespit etmek gerekir. Bu da, siyasal alanın sınırlarını belirleyecek iki karşıt ifadenin bulunmasıyla mümkün olur. Nasıl ki, ekonomik kararların “karlı/karsız, ahlaki kararlarınki ”iyi/kötü”, hukuksal kararlarınki “yasal/yasal olmayan” gibi karşıt ifadelerle belirleniyorsa, siyasal kararlar da karşıt ifadeler üzerinde tanımlanmalıdır.

Schmitt, siyasal alanı “dost/düşman” karşıt ifadeleriyle tanımlar. Bir topluluğun en önemli siyasal görevi diğer topluluklardan hangilerinin dost hangilerinin düşman olduğunu tespit etmektir. “Biz ve Diğerleri” ayrımında dost olarak belirlediğimiz topluluklar, bizim bağımsız ve bölünmemiş bir toplum olarak varlığımızı kabul edenlerdir. Düşman olarak belirlediğimiz topluluklar ise, bütünlüğümüzü ve bağımsızlığımızı tehdit eden siyasal faaliyet içinde olanlardır. Bir topluluğun en önemli amacı birliği ve bağımsızlığıdır. Ancak bunlar korunduğu zaman topluluğun amacına uygun faaliyetlerde bulunulmuş olur. Schmitt, devlet kuramını, hukuk, ahlak ve ekonomi gibi alanlarla ilişkilendirmez. Siyaset için yasallık değil, etkinlik önemlidir. Çünkü siyaset hukuktan önce gelir. Siyasal karar her şeyden önce var olmak sorunuyla ilgilidir. Siyasi faaliyet, diğer faaliyetlerden üstündür. Çünkü siyasetin amacı topluluğun sürekliliğini sağlamaktır. Toplum sürekliliğini sağlayamadığında zaten diğer faaliyetlerini gerçekleştiremez.  Onun için, ulus-devlet, hukuk, ahlak, din, ekonomi, gibi tüm faaliyetleri dost/düşman ikilemin doğrultusunda yapılandırır.[17]

O nedenledir ki, ulus-devlet; insan haklarının, hukuksal eşitliğin ve demokrasinin gelişmesine ve yerleşmesine imkân sağladığı gibi, otoriter, totaliter iktidarların kurulmasına da uygun bir temel oluşturur. Yani ulus-devlet; hem medeniyetin hem de barbarlığın en güçlü silahlarıyla donanmış ikiyüzlü bir örgüttür. Bu çelişkili durumun nedeni de iki temel toplumsal sınıf olarak burjuva ve işçi sınıfının ve diğer tüm ezilen kesimlerin taleplerini ve mücadelelerini ulus-devlet çerçevesi içinde gerçekleştirebileceklerine inanmaları ve buna yönelmeleridir. İşte tüm bu farklı kesimlerin taleplerinin ulus-devlet içinde karşılanacağına yönelik beklentilerden dolayı ulus-devlet, yüzyıllar boyunca Batı dünyasının ve tabii ki dünyanın egemen siyasal yapılanmasına dönüştü.

Kürd Toplumu ezilen-ulus statüsünde olduğundan ötürü, hep ezen-ulus devletlerin barbar yüzünü görmüş ve tanımıştır. Kürdlerin devletin medeniyet yüzünü görmelerinin, tanımalarının yolu egemen olmaktan yani devletleşmekten geçer.  Şubat 2020

 

[1] Bu metin, Mart 2020’de İsmail Beşikçi Vakfı’nda verilmesi düşünülen bir seminer için hazırlandı. Ancak korona virüs salgını nedeniyle vazgeçildi.

[2] Kemal Gözler, Devletin Genel Teorisi, Ekin Y., r 2014, Bursa, r. 51-58.

[3] Hobsbawn, Milletler ve Milliyetçilik, Çeviren, Osman Akınbay,  Ayrıntı Y. 1993,istanbl, . r. 55-56

[4] Gözler, A.g.e., s. 94.

[5]  G.Pogi, Devlet; Doğası, Gelişimi Ve Geleceği, Çeviren, Aysun Babacan,  İstanbul, Bilgi Üniversitesi 2008,istanbul, s. 31

[6] A. Giddens, Ulus Devlet Ve Şiddet, Çeviren, Cumhur Atay Kalkedon Y. 2008,İstanbul, r. 72-73

[7] A.g.e., s. 74-75.

[8] A.g.e. s, 73.

[9]   [9] Immanuel Wallerstien, Tarihsel Kapitalizm, Çeviren, Necmiye Alpan, Metis Y. 2012, İstanbul, r. 44-52

[10] Pogi, Devlet Doğası, Gelişimi ve Geleceği, 2008, s. 42.

[11] Pogi, Devletin Doğası, s. 40.

[12]  Pogi, Modern Devletin Gelişimi, Çevirenler, Şule Kurt, Binnaz Toprak, , İstanbul Bilgi Üniversitesi Y.2009, İstanbul, s. 119

[13] Pogi, Modern Devletin Gelişimi, s. 122.

[14]   M. Weber, Toplumsal Ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı, Çeviren, Özer Ozankaya,  Cem Y,2014, İstanbul r. 329

[15]  Pogi, Modern Devletin Gelişimi, s. 123.

[16] Pıerson, Chrıstopher, Modern Devlet, Çeviren, Neşet Kutluğ, Burcu Erdoğan Chiviyazıları Y. İstanbul, 2008, s. 175-195

[17] C. Schmitt, aktaran,  Pogi, Modern Devletin Gelişimi, r, 19-23