Ziya Gökalp’ın büyük çilesi KÜRTLER ve Türklere kurmuş olduğu tuzak! -2

Türk milliyetçiliğini azdıracak seviyede alevlendireceğim. Böyle olunca bırakın Kürtlerin hak-hukuklarını kabul edip vermesini, varlığını bile inkar edecekler. Başlarını ezdirecek seviyesine geldiğinde bu sefer Kürtler çaresiz bir vaziyette isyan edecekler. O zaman Kürtlük milli şuuru oluşacak ve uluslaşma safhası başlayıp ayrılma ihtiyacını hissedecekler.

Gökalp’ın “Kürtler üzerine kafa yoruşu ve incelemeleri, süreklilik niteliğini hiç bir zaman yitirmedi.”  Nitekim ölmeden bir kaç ay önce bile, 1924 yılında Cumhuriyet Gazetesinde yazmış olduğu makalede: “Eskiden beri zihnimi meşgul eden bir mesele var: KÜRTLER…” diyerek, Kürtlerin geleceğine ilişkin görüşlerini aktarır.

“Geçirdiğim dehşetli buhranı burada uzun uzun yazacak değilim” diye devam eden Ziya Gökalp’in, hem fiziksel yaşamını, hem düşünce dünyasını önemli ölçüde etkileyecek olan bu olaya dikkat çekmektedir. (Rohat; Ziya Gökalp’ın büyük çilesi KÜRTLER kitabı, sayfa: 11)

Hatta Türkçülüğe geçiş yapmadan önce, Kürtleri siyasallaştırıp onlara bir ulus bilincini oluşturması için, “Kürtçülüğün esasları” adı altında kitap yazma gereğini bile duyuyor ve yazıyor. (https://www.yenisafak.com/arsiv/1999/haziran/11/yazarlar/islamoglu/)

Fakat tüm bu uğraşlara rağmen kendini Kürtlere kabul ettiremiyor. Kabul ettiremeyince de bu işi tersine yapmaya karar veriyor.

Ziya Gökalp’ın yakın arkadaşı ve hemşehrisi Diyarbakır Paşazadelerden Kadri Cemil Paşa bu konuyla ilgili Ziya Gökalp’la anısını mealen şu şekilde anlatıyor:

“Ziya Gökalp’la beraber İstanbul’da kalıyorduk. Beraber Kürtçülükle uğraşıyorduk. Ziya, Kürtleri kendi başkanlığında bir araya getirerek bir Kürt devleti kurmak için var gücüyle çalışıyordu. Bunun için Diyarbakır ile İstanbul arasında mekik dokuyordu. Fakat bir türlü muvafık olamıyordu.

Bir gün bana, bu konuyla ilgili son bir defa Diyarbakır’a gideceğim. Muvaffak olursam oldum, olamasam bu konuda stratejimi değiştireceğim” deyince,

“nasıl bir strateji düşünüyorsun?” diye sorduğumda,

Bana; “bu işi tersine yapacağım” dedi ve hayretle, “nasıl yani?”

“Anladığım kadarıyla Kürtlere telkinle, anlatmakla Kürtlük milli şuurunu aşılamak, özellikle “bir Kürdün” ağzıyla çok zor. Çünkü Kürtler, “onları ulusallaştırma ve ulusal değerlere ulaştıracak milli kahramanlarına, yani “kendi milli değerlerine” değer veren bir yapıya sahip olmadığı için, genel olarak Kürt toplumu uluslaşmanın önemini anlama kapasitesi bakımından hazır değildir. Bunun için bu işi tersine yapmayı düşünüyorum. O da Türk milliyetçiliğini körüklemekten geçer.”

Bu konuyu daha detaylandırmak için yine sordum.

 “Nasıl yani?” Konuyu şöyle açıkladı;

“Türk milliyetçiliğini azdıracak seviyede alevlendireceğim. Böyle olunca bırakın Kürtlerin hak-hukuklarını kabul edip vermesini, varlığını bile inkar edecekler. Başlarını ezdirecek seviyesine geldiğinde bu sefer Kürtler çaresiz bir vaziyette isyan edecekler. O zaman Kürtlük milli şuuru oluşacak ve uluslaşma safhası başlayıp ayrılma ihtiyacını hissedecekler.”

Gerçekten böyle yaptı. Diyarbakır dönüşünde, (Türlere karşı inandırıcı olması için,) “Kürtlük izini ortadan kaldırması için, Kürtlükle ilgi elinde ne kadar materyal varsa hepsini yaktı. Ve azılı bir Türk milliyetçi hareketi başlattı.” Nitekim daha sonra bu konularda beraber çalıştığı “Halil Hayali” ve diğer “Kürtçü arkadaşları” bu çalışmaların dokümanlarını kendisinden istediğinde; “bunların hepsini yaktım” cevabını veriyor. (Rohat;Ziya Gökalp’ın büyük çilesi KÜRTLER kitabı, sayfa: 46-50)

Ve bildiğimiz Ziya Gökalp ortaya çıkmış oldu.

Nitekim “Diyarbekir’de görevli bir Türk Subayı olan Binbaşı Halit” bey de, 1900’ların başında “Kürtçülüğün Kâbesi” olarak bilinen Diyarbekir’de doğmuş olan Ziya Gökalp’in, otoriter Türk milliyetçiliğini benimsemiş bir rejimin fikir babası olma sürecini başlatan, ilgilenenler için (merak konusu olması gerekmez mi? Nitekim bunun farkına varanlar için) hep merak konusu olagelmiştir.”

Nitekim Robat’da adı geçen “Ziya Gökalp’ın büyük çilesi KÜRTLER kitabında; “Türkçülüğün esaslarını belirleyen birisinin Kürtler arasından çıkması da, bana daima kocaman bir paradoks (çelişki)  olarak görüldü.”

Doğrudur, Kürtler açısında, “Gökalp’in düşüncelerinin yarattığı yıkımın sonuçları ortadadır.” Fakat yukarda belirttiğimiz gibi, Kürtlerin ulusal bince varması için Gökalp’ın bunu amaçlayıp göze aldığını yazmamışmıydık?

“Kürt kimliğini inkar etmesi ve Turan hayallerine kapılması Ziya Gökalp’i bayağı rahatsız edecektir.” Kürt Ziya ile Türk Ziya’nın çekişmesi, onu hem ruhsal olarak, hem de fizik olarak önemli ölçüde yıpratır. Henüz 48 yaşında olmasına rağmen, bu şokun etkisinden bir türlü kurtulamayarak, genç yaşta ölür.(Rohat, age)

 Fakat evvelden Kürtlerin ulusal bince ulaşması için yapmış olduğu planlama gereği bunu göze aldığını görüyoruz. Ve bir nevi kendini feda ediyor.

“Kürd Teavün ve Terakkî Cemiyeti (KTTC),”

1908 yılında II. Meşrutiyet ilan edilince, sürgünde bulunan meşrutiyet taraftarı Kürt aydınlardan bir kısmı İstanbul’a döner ve “Kürt Teavün ve Terakkî Cemiyeti (KTTC)” isimli bir dernek kurarlar. KTTC’nin, Diyarbekir Müftüsü Subhi Efendi’nin başkanı olduğu Diyarbekir şubesi 13.000 kişilik halkın yoğun katılımı ile açılışı gerçekleşir.

 Aynı dönemde Diyarbekir’de ortaya çıkan bir başka dernek, “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) Diyarbekir Şubesi” ismini taşımakta ve başında Mehmed Ziya Bey (Ziya Gökalp) bulunmaktadır. II. Meşrutiyet’in başlarında Ziya Gökalp’in KTTC ve Kürt siyasi oluşumları ile ilişkileri iyidir. KTTC’nin yayın organı olan Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi’nde (KTTG) Ziya Gökalp’in bir şiiri yayımlanmıştır…

Meşrutiyet’in ilanı, Diyarbekir ve Kürdistan’ın genelinde olumlu bir atmosfer meydana getirir. Diyarbekir’de İTC yöneticileri ve Osmanlı zabitlerinin bir kısmı açıkça “artık okullarda Kürt dili ile öğrenim yapılacağını” ifade ederler.

Diyarbekir Cezaevinden 79 kişinin tahliye edildiği gün yaptığı konuşmada Yüzbaşı Mazhar Efendi;

 “… bundan böyle Kürtçe kitapların yazılacağını, Kürtçe gazetelerin neşir olunacağını, mekteblerde Kürt lisanıyla ilim ve ma’rifet öğretileceğini” söyler. Aynı konuşma Kürtçe olarak da Peymân Gazetesi imtiyaz sahibi Şükrü Efendi tarafından da yapılır. Sonra bu konuşma Türkçe ve Kürtçe olarak Peymân Gazetesi’nde yayımlanır. Peymân’ı, Ziya Gökalp yönetmektedir ve Malmîsanij’a göre bu konuşma Ziya Gökalp’in kaleminden çıkmıştır. Kürdistan’da bir gazetede yayımlanan ilk Kürtçe yazı olan bu metin Ziya Gökalp’in, İTC’nin Selanik’teki kongresine katılmadan önceki son yazısıdır.

Ziya Gökalp’in o dönem Kürt ulusçuluğu ve Kürt ulusalcıları ile ilişkisini anlamak için iki önemli bilgi daha var:

Birincisi; Ziya Gökalp’in dayısının oğlu Pirinççizade Feyzi 1909’da Kürd Teavün ve TerakkiGazetesi KTTG’ye yazdığı bir mektupta Kürt dili ile ilgili çalışmalardan bahseder. Mektup’ta Ziya Gökalp’in “on yıllık çalışmaları sonunda hazırladığı Kürtçe atasözleri ile dilbilgisini ve bir Kürtçe sözlüğü” yakında yayımlayacağı da yazılıdır.

Bu bilgiyi doğrulayan başka bir bilgi de var, şöyle ki: Musa Anter Hatıralarım isimli kitabında, Halil Hayali’den aldığı dokümanın içinde Ziya Gökalp’in kendi eliyle yazdığı Kürtçe Gramer’in de bulunduğunu, fakat Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesi’nin başka belgelerle birlikte buna da el koyduğunu, sonra yakıldığının kendisine bildirildiğini anlatır.

Pirinççizade Feyzi’nin mektubunda Ziya Gökalp’in bu çalışmaları Hanili Salih Bey(Salih Begê Hênî) ile birlikte yürüttüğü de yazılıdır. Ziya Gökalp’in bir zamanlar en iyi arkadaşlarından olan ve bir müddet Maden müftülüğü de yapmış olan Salih Beg, daha sonra 1925 (Şeyh Said İsyanı)  Kürt Ayaklanması’nda yakalanarak idam edilir.”

 Mahkemede kendisine; “Kürt İstiklâli fikrinin” nereden geldiğini sorulurken, “Meşrutiyet devrinden önce Diyarbekir’de mukim oldukları sırada, sonradan Türk milliyetçisi olan şair ve mütefekkir bir zat (Ziya Gökalp) ve başka arkadaşlarla buluşup şiir, edebiyat, ilim muhasebelerinde bulunduklarını, bir gün Kürt şairlerden Ehmedê Xanî’nin şiirlerini okudukları sırada o zatın (Gökalp‘lisanı olan ve edebiyatı bulunan bir milletin neden istiklâli olmasın’ dediğini, Kürtlük için çalışmayı böylece kararlaştırdıklarını” söyler. (http://www.duzceyerelhaber.com/Reha-RUHAViOGLU/7299-Kurtculugun-Kbesinden-Turkculugun-Kalesine-Ziya-Gokalp)

Burada bir not daha ilave edelim: Ziya Gökalp, 1926 yılında Giresun’da yayınlanan Giresun gazetesinde çıkan makalesinde, “Ortadoğuda Arap dili de dahil olmak üzere Kürtçeden daha geniş bir dil yoktur” diye yazar.

Bu anlatımlar çerçevesin de olaya bakacak olursak, gerçekten de Avrupaların ve onların yetiştirmiş oldukları Ziya Gökalp’ın, Türlere kurmuş olduğu tuzağa her kesimden Türkler tarafından fazlasıyla rağbet edildi.  Özellikle dindar ve muhafazakar Türk kesimi, Osmanlının parçalamasını getiren bu zehirlemeden ders almadan, bir nevi “şanlı Türk ulusu” sloganına kapılarak, arkası ve ne getireceği düşünmeden bir nevi bu tuzağa “balıklama” atladılar. Üstelik Türkler bunu övünç kaynağı da yapmaktan da geri durmadılar.

Etki-tepki kuralı gereğince, Türklüğe paralel olarak “Kürtlük” ve o günden beri de “Kürtçülük” hareketi de başlamış oldu.

Nitekim Ziya Gökalp Malta adasında sürgündeyken Ali Kemal’a hitaben yazdığı şiirinde,

“Türklüğe çalıştım sırf zevkim için

Ummadım bu işten asla mükafat

Bu yüzden bin türlü felaket çektim.”

Ziya Gökalp’ın bu konuda yaptığı faaliyetlerinde, (kendisi dindar olmamasına rağmen, bir nevi çalışmalarını meşrulaştırmak ve Türk halkının ezici çoğunluğu oluşturan dindar – muhafazakar kesimi bu sahaya çekmek için “İslam’ı millî bilinci oluşturmanın aracı olarak yorumlamasına” ve kullanmasına azami derecede itina göstermiştir.

“Millet, ümmet, muasırlaşma gibi kavramlara yüklediği yeni anlamlar ve İslam’ı millî kültürün payandası yaparak muasır medeniyet ile ilişkilendirme çabaları onun çabasıyla bu fikir ve kavramlar cumhuriyet ideolojisinin önemli bir etkeni kılınmıştır.”

Tayip Erdoğan’ın bu konuda kelime kelimesine sürekli “esip gürlemesi” referansını nereden aldığının kanıtı olsa gerek.

Bence, pek çok insan fark etmese de şu anda, Türkiye de “ikinci bir İttihat Terakki” ve “ikinci bir Talat Paşa” olayı yaşanmaktadır.

İşin ironi yanı sözüm ona “ümmetçi” geçinen dindar ve Osmanlı torunu olmakla övünenlerin bu işin başını çekmeleri. Oysa bunlar, bu “Türk milliyetçiliğin İslam Ümmetini ve koca Osmanlı imparatorluğunu parçalayan en büyük etken” olduğunu bilmelerine rağmen bu tuzağa gönüllü olarak düşmelerinde bir beis görmemeleri şaşırtıcı değil mi?

Bu nedenden dolayı, yani bir zamanlar dünyanın yarısına egemen olan Türklerin bu egemenliklerine rağmen “Türk milliyetçiliğine” sarılıp ve üstelik egemenliklerinde bulunanları, Kürtler gibi baskı altına almaları neticesinde, bu halkların da “kendi milli duygularına” sarılmaları ve “Milliyetçi” olmalarından daha doğal ne olabilir? Tıpkı Türklerin Türkiye’yi, Farsların İran’ı veya Fransızların Fransa’yı sevmesi kadar  “Kürtlerinde Kürdistan’ı sevip ona bağlanmaları” kadar doğal bir şey olamaz ve nitekim oluyor, olmaya devam da edecektir de.

[email protected]

https://m.nerinaazad.cc/tr/columnists/yahya-munis/turk-milliyetciligi-turke-kurulmus-bir-tuzak-mi-2

 

Türk milliyetçiliği, Türk’e kurulmuş bir tuzak mı? -1

Evet! Avrupa ve Ziya Gökalp’ın Türk milletine telkin ettiği Türk milliyetçiliği, Türk’e kurulmuş bir tuzak mı?

Her milleti oluşturan fertlerin kendi halkını, ülkesini ve kültürünü sevmesi kadar doğal bir şey olamaz. Bunda bir sorun yok. Fakat egemen milletlerin milliyetçiliği ile ezilen ulusların milliyetçiliği bir tutulamaz, ayni kategoride değerlendirilemez. Klasik manada söyleyecek olursak, egemen millet, bir millete lazım gelen her türlü haklara sahip olduğu halde, bununla yetinmeyip, başkasının hakkına tecavüz edercesine fazladan hak talebinde bulunursa ve üstün bir millet zehabına kapılarak bu hakkı (haşa Allah tarafından kendilerine verdiğine ve bunu) kendine layık görüyorsa o zaman kendine, yayılmacı ve başkasının haklarına tecavüz etme niyeti taşıdığına kanaat getirilir. Bu tür milliyetçilik ırkçılığa varacak kadar tehlikeli bir hal alır ki hem kendine hem de başka milletlere tehlike oluşturur. Şu anda Türkiye’de olan da  buna doğru gidiştir.

Ezilen milletlerin milliyetçiliği ise böyle değildir. Ezilen milletlerin milliyetçiliği; her egemen millet gibi ve her insan ferdinin doğuştan, Allah tarafında kendilerine verdiğine inanıp, sahip olması gereken haklara sahip olma isteğidir. Bu uğurda sergilediği istek ve verilen mücadele söz konusu olduğu için burada kendi milletini başka milletlerden üstün görme ve başkalarının haklarına tecavüz söz konusu değildir. Bilakis kendi milletinin kurtuluşu için olmasa olmazlar içerisinde en önemli ihtiyaçtır, gereksinimdir. Bu konu bu kadar net ve açıktır.

Şimdi egemen bir millet olan Türklerin milliyetçiliğine gelecek olursak;

Bilindiği gibi Türkler Orta Asya’dan gelirken 11. yüzyılın ortalarında Anadolu’ya yöneldiler.  Birkaç başarısız girişimden sonra, din birliği münasebetiyle Kürtlerden yardım istediler. Alpaslan kumandasında 1071 yılında Malazgirt savaşında Kürtler din kardeşliği münasebetiyle 12 bin askerle kendilerine destek oldular. Anadolu’ya yerleşmesinde kendilerine yardımcı oldular. Kürtlerin Türklerle ilk ciddi ilişkisi burada başladı. Bu sağlıklı ilişki Türk milliyetçiliği gütmeyen Osmanlı dönemi buyunca 1800 yılların başlarına kadar devam etti.

İslami düstura göre, Son derece eksik ve yanlış uygulamalara sahip olmasına rağmen (sembolik de olsa) hilafetin kendilerinde olması, Osmanlı devleti, İslam Ümmetinin merkezi olarak görülüyordu. Ne zamanki Osmanlıların son döneminde aydınlanma havasıyla Avrupalılar, Avrupa’da bulunan Jön Türkler – Genç Türlerin kulağına milliyetçiliği üflediler ve Fransız ihtilalinin körüklemiş olduğu “Milliyetçilik” havasına bunlar vasıtasıyla Türklerde kapıldılar. Türklerin bu milliyetçilik havasına kapılmasıyla Türklerle Osmanlı egemenliğin de bulunan tüm etnik milletlerle beraber sorunlar başladı. Bu milliyetçilik sorunu koca Osmanlıyı parçaladığı gibi,  o günden bu güne Türlerle Kürtler arasında sorunların yumak haline gelmesine sebebiyet verdi. Ve o günden bu güne sorunlar yumağı katlanarak devam ediyor.

600 seneyi aşkın egemen millet olmasına rağmen, Fransa’da eğitim görüp Fransızların milliyetçilik havasına kapılan Jön Türkler vasıtasıyla Türkler, uluslaşmaya yönelince o zamana kadar “Ümmetçilik” bağıyla Osmanlıya bağlı olan milletler de uluslaşmak için herkes kendi milletlerine yönelik milliyetçilik faaliyetlerini sürdürdüler. Kürtlerde bundan nasibini almaya çalıştılar. Böylece egemen olmasına rağmen Türk milliyetçisi düşüncesine kapılan Türkler sayesinde koca Osmanlı devleti dikiş tutmaya zorlanıp dağılma sürecine girmiş oldu.

Bu uluslaşma sürecinde Kürt cenahında başı çeken üç isim öne çıkmaktadır:

Tasavvuf cenahında; Orta Doğu ve Güney Doğu Asya bölgesinde Nakşibendi Tarikatının yeni yapılanmasının öncüsü Kürt asıllı Mevlana Halid’i Bağdadi – Şehrezori.

  1. Asra uygun İslam düşünce felsefe ve yorumcusunun öncüsü Bediüzzaman Said-i (Kurdi) Nursi.

Osmanlının son döneminin en büyük sosyologlarından ve modern Türkiye’nin ideoloğu Kürt asıllı Diyarbakırlı Ziya Gökalp.

Esasen Türkiye’nin kuruluşundan şu ana dek durumuna bakacak olursak, Türkiye’nin bu üç şahsiyetin oluşturmuş oldukları düşünce platformu çerçevesinde oluşmuş toplumsal takipçileri tarafından idare edildiğini söylersek abartmış olmayız her halde.

Türkiye’de bulunan Tarikat merkezli cemaatlerin ezici çoğunluğu Nakşibendi’dirler. Yine söz konusu (İstanbul ve Anadolu’daki) bu Tarikat ve Cemaatlerin hepsi de Kürt bölgesindeki Tarikat ve dini Cemaatlerin uzantılarıdırlar.

Tasavvufun dışında, çağdaş İslam düşüncesi çerçevesinde faaliyet gösteren cemaat ve kuruluşlar ise yine Kürt olan Bediüzzaman Said-i (Kurdi) Nursi öğretileri çerçevesinde oluşmuş kurumlardır.

Diğeri; “Üstün zekası ve çalışkanlığı ile geniş bir çevre edinmiş ve taşıdığı özgün düşünceleri ile Türkiye Cumhuriyetinin Kemalist felsefesini ve ırkçılığa varan devletin esas teşkilatını biçimlendiren; Türk devlet adamlarına bu yönde fikirleriyle ilham  veren ve böylece modern Türkiye’nin kurulmasında rol oynayan şahsiyet; büyük düşünür, Türkçülük tarihinin manevi babası olan Mehmet Ziya Gökalp’tir.”

Burada bir parantez açmak istiyorum:

Bazı şahsiyetler doğuştan liderlik ruhu taşımaktadır. Bunlar ne edip edip bir millete veya bir topluma lider olmak için uğraşıp dururlar.

Yakın tarihimizde bunlara örnek Mustafa Kemal,  Said-i Kurdi-Nursi ve Ziya Gökalp’tır.

Mustafa Kemal’in, daha subay seviyesinde bir muvazzafken bu tür arayışlarına girdiğini görüyoruz.

Kendisi Albay rütbesinde Libya’da görevliyken, Osmanlı İmparatorluğunun dağılmaya yüz tuttuğunu görüyor. Geninde, fıtratında ve ruhunda mevcut olan liderlik yeteneğini bir yerde icra etme arayışı içerisindedir. Bu nedenle olsa gerek, Kürtlük davası nedeniyle o zaman Libya’da sürgünde bulunan Botan beyi Bedirhan ailesinden Abdurrazak Bedirhan ve Şamil Paşazadeler’le temasa geçerek onlara mealen şu teklifte bulunuyor; “eğer beni lider olarak seçerseniz ben size bir Kürt devletini kuracağım.” Fakat onlar Mustafa Kemal’i ciddiye almıyorlar, hatta tersliyorlar. Dolayısıyla bu teklifini de reddediyorlar. Bu hadiseyi bizzat rahmetli Şerafettin Elçi bana anlatmıştı.

Fakat aynı Mustafa Kemal, yıllar sonra bu teklifi Türklere getirince kabul görüyor ve bilindiği gibi Türklere devlet kuruyor. Yıllar önce teklifini reddeden Kürtlere yönelerek ve intikam alırcasına hayatı onlara zehir ediyor.

Bediüzzaman Said-i (Kurdi) Nursi; daha gençken olağanüstü yetenek, kabiliyet ve bilgiye sahip olduğu halk tarafından keşfediliyor.

Osmanlı devletinin dağılma sürecine girdiğini o da anlıyor. Kürtlere önderlik yapıp onlara İslam düsturları çerçevesinde bir devlet kurmak uğraşına girdiğini görüyoruz. Kürdistan toprağını Ruslara kaptırmamak için onu komutan olarak Doğu cephesinde Ruslarla savaşırken görüyoruz.

Onu, Kürtlere bazı haklar almak için İstanbul’da Sultan Abdulhamid’le görüşürken görüyoruz,

Yine İstanbul Eminönü işçi pazarında Kürt hamal ve işçilerle bir araya gelip Kürtlük milli şuuru konusunda onları bilinçlendirilirken görüyoruz,

Kürt aşiretlerini bir araya getirmek için Botan bölgesini karış karış gezerken,

Şam’da Emevi camisinde İslam alemine hutbe okurken,

Kürdistan bölgesinin beli başlı alimlerini Diyarbakır’da toplayıp zavallılaştırılmış Kürt halkının kurtuluşu için onlara nasihat edip milli duygular etrafında onları örgütlemeye çalıştığını görüyoruz.

Ziya Gökalp’e gelince; o da Osmanlının dağılma sürecine girdiğini görüyor, onun da Kürtleri bir araya getirip onlara devlet kurma uğraşına girdiğini görmekteyiz. Bu konuda yoğun bir şekilde sosyal, siyasal, sosyolojik araştırma ve kültürel faaliyetlerini beraber yürütüyor.

Bir yönde Kürt halkının bilimsel sosyolojik tahlilini yapıyor, bu konuda raporlar hazırlıyor. Buna göre Kürtlerin toplumsal yapısını ortaya çıkarıp buna göre siyaset oluşturmaya çalışırken, bir yandan da Kürtlerin uluslaşma sürecine katkı sağlamak amacıyla Kürtlerin kültürel altyapısını kurmaya çalışıyor. Bunun için araştırmalar yapıyor, kitaplar yazıyor, dergiler çıkarıyor ve toplumsal cemiyetler kuruyor.

Örneğin; Kürt toplumunun sosyolojik bakımdan tanımını yapmak için araştırmalar yapıyor. Bu araştırmasını “Kürt aşiretleri üzerinde sosyolojik tetkikler” adı altında kitaplaştırıyor.

Kürtlerin kültürel alt yapısı için “Kürtçe sözlük,” Kürtlere ait “Atasözleri deyimleri” ve “Kürtçe dil bilgisi” kitaplarını hazırlıyor. Bu konuda o zamana kadar Kürtler arasında en kapsamlı ve yoğun çalışma yapanların başında Ziya Gökalp gelmektedir.

(Bu konuyu kaldığımız yerden 2 makale daha devam edeceğiz İnşallah)

https://m.nerinaazad.cc/tr/columnists/yahya-munis/turk-milliyetciligi-turke-kurulmus-bir-tuzak-mi-1