Çermik, Diyarbakır’ın ilçelerinden biridir. Dört dağın ortasında, üç tarafı sularla çevrili çukur bir vadide yeşil ağaç ve bitki örtüsüyle kaplı bir yerleşim alanıdır. Nurettin Değirmenci’nin tanımlamasıyla: “Tarihin hüküm sürdüğü, zamanın durduğu, tabiatın konuştuğu yer”dir.

Yaşamımda ve anılarımda Çermik’in çok önemli yeri vardır. Annemin Çermikli olması; gençliğe ilk adım atış dönemlerimde Çermik’e her gidişimde dayım Nurettin Değirmenci ve yakın akrabam Osman Bardakçı’dan kitap okuma sevgisini edinmem; 1971-1976 yıllarında Ankara’da yüksekokulu okurken Faho dedemin (Annemin babası Fahri Değirmenci/ d.1906-ö.1999) yanında kalmam bunun temel nedenidir. Ayrıca yine o dönem Ankara-İskitler ve Altındağ ilçesi Kazıkiçibostanları gecekondularında Çermiklilerin çok yoğun yerleşmiş olması ve bir çoğuyla ilişki içinde bulunmam ve Çermiklilerin çalıştırdığı dayım Veyis’in, Tingolar’ın ve Ulus Rüzgarlı Sokak’taki Neco’nun kahvelerine gelen Çermiklilerle iyi ilişkilerimin olması da anılarımda çok farklı özel bir yer tutmaktadır.

1970’li yılların başlarında Ankara’da solcu, devrimci Çermiklilerin sayısı çok çok azdı. İstanbul’da olan var mıydı, hatırlamıyorum. Ankara’da benim tanıdığım devrimci dört Çermikli vardı: Nurettin Değirmenci ve onun tanıştırdığı Emin Köse, Yusuf Andiç, Hikmet Pamukçu. (Hikmet Pamukçu’nun bana 1972’de akrabası Ebubekir Pamukçu’nun Çermik üzerine yazmış olduğu Mezarlığı Unutmak isimli bir şiir kitabını verdiğini hatırlıyorum. Bu kitabı 12 Eylül sürecinde pek çok şey gibi kaybettim).

Hatırladığım bir başka şey ise Ankara’da okuduğum o dönem Çermik’te Kâmil Sümbül’e sol içerikli gazete, dergi ve kitaplar göndermemdir. Yine o dönem Çermik’e gidişlerimde Mahmut Aktaş, Süleyman Süsen, Celal Değirmenci, Ahmet Engin, Hayrettin Şeker, Hacı Özer gibi demokrat arkadaşlarla bahçeli kahvelerde buluşmamız, sohbet etmemiz ve bazen de Haburman Köprüsü’nde ya da Göze’de bol sohbet eşliğinde geceleri yıldızların altında harefene (şenlik) yapmamızdır.

Bu arkadaşlarla sohbetlerimizde birbirimizden bir şeyler öğrenmeye çalışır, gayret ederdik. Örgütsel yapılar veya düşünce grupları içerisinde henüz yer almadığımızdan dolayı o dönem tartışmalarda mat etme, alt etme, tahakküm kurma, kendi düşüncesini kabul ettirme kimsenin aklından geçmezdi. Dostça, demokratça tartışılırdı. Çok sürmedi bu durum; Dünya’da ve Türkiye’de esen fırtına hızla her yeri olduğu gibi Çermik’i de etkisi altına aldı, rakip örgütler arasında arzu edilmeyen şeyler yaşanmaya başladı ve demokratça tartışmaları bıçak gibi kesti. Dahası, Çermik dağlarında eskiden sadece tavşanlar, tilkiler, kurtlar, ceylanlar bazen av bazen de avcı olarak gezerdi. 80’li yıllara gelindiğinde “toplumu özgürleştirmek” sevdasıyla silahlı devrimciler de Çermik dağlarını mesken tutup dağlarda gezmeye başladı. Dağlarda gezen bu devrimcilerden biride Devran’dır.

Çermiklilerle ilişkilerimin yoğun olduğu o zamanlar Devran’ın yaratıcısı Doğan Karaağaç’ın ismini duymamıştım. Aramızdaki yaş farkından olabilir. 1982-84 yıllarında tutuklu kaldığım Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi’nde de hiç karşılaşmadık. Ancak çok yakın bir zamanda İsmail Beşikci’nın “Devran” başlıklı yazısını okuyunca Cendere(*) romanı ve yazarı Doğan Karaağaç’tan haberim oldu. İlk etapta Doğan Karaağaç ismi yabancı gibi geldi, ama hafızamı yoklayınca Nurettin Değirmenci’nin kendisinden, “Hilvan-Şanlıurfa kapalı cezaevinde yatan, okumayı seven bir siyasi mahkûm” olarak bahsettiğini hatırladım. (N. Değirmenci, 2002’de Gördüklerim Düşündüklerim, Bulut Yayınları, s.253).

Romanın yazarı, kahramanları ve seçilen mekânı Çermik olunca, yarı bir Çermikli olarak merak edip Cendere’yi bir solukta okudum.

Anıları gelecek kuşaklara aktarmak yazmakla olur. Doğan Karaağaç anılarını yazmakla kalmamış, anı-romanıyla aynı zamanda kendisini yazar olarak kanıtlamış. Romanda zaman, mekân ve insan ilişkisi çok iyi kurulmuş. Sade ve anlaşılır bir anlatımı var. Gerçekle kurgu iç içe, neyin geçmişte yaşanan, neyin kurgu olduğu belli değil, flu; yaşanmışlıklar sanki sahiden olan şeyler. Çermikli şahsiyetlerden bazılarının bilinen gerçek isimleriyle kitapta yerlerini almış olması da romana ayrı bir güzellik katmış.

Cendere, yazarın üç kitap olarak tasarladığı dizinin ilki. Romanın baş-kahramanı Devran, çocuk denilecek yaşta bir gençtir. Van’da Sağlık Kolejinde okurken bağlı olduğu örgütün almış olduğu bir karar sonucu okulu ikinci yılında terk ederek doğup büyüdüğü Çermik’e geri döner. Babası geliş nedenini sorduğunda: “Okulu bıraktım. Okul okumanın anlamı kalmadı. (…)Devrim yapacağız baba” (s.64) diye yanıtlar. Sonrasında her şeyle bağını kesip devrim yapmak için yola koyulur.

Roman 1960’lı, 70’li yıllara ve 12 Eylül’e odaklansa da, beyaz sakalının “her bir teli bir zulmün emaresini taşıyan” bilge Molla Ali’nin anlatımı ile Birinci Dünya Savaşı, Ermeni soykırımı, Cumhuriyet’in ilanı, Şeyh Said isyanı, Yahudilerin gidişi; yaşlı Masum Kerimhan’nın anlatımıyla da Dersim kıyımı geri dönüşlerle geçmiş radikal bir şekilde sorgulanır. Ayrıca, kitapta Diyarbakır’da Türkiye Komünist Partisi mensuplarıyla yapılan bir kavgada silahla kolundan yaralanan ve Çermik’e getirilen Binbella anlatılmakta (s. 208). Tam da burada geçmişle yüzleşmemize katkı için, keşke bir geriye dönüş daha yapılarak; 19 Aralık 1978’de Diyarbakır Temel Dağıtım temsilciliğine yapılan saldırıyla TKP’nin önemli kadrolarından Mehmet Çakmak’ın öldürülmesi ve Ömer Ağın’ın yaralanması, 14 Mart 1979’da Doğubeyazıt DHKD Başkanı Mustafa Çamlıbel’in öldürülmesi gibi birçok sol ve Kürt devrimci hareketlerin önemli kadrolarına karşı yapılan saldırı ve öldürmelerin neden ve sonuçları da sorgulansaydı. Kitapta bu ve benzeri olaylara yer verilmeyip sorgulanmaması bana göre bir eksiklik. Ayrıca, Çermik’te eskiden beri yaşanan ve büyük bir sorun olan kan davalarına, aileler arası düşmanlıklara değinilmeyip sorgulanmaması da bence yine bir başka eksiklik.

Cendere’nin devamı olacak dizinin ikinci ve üçüncü kitaplarını merakla bekliyorum.

(*) Doğan Karaağaç, Cendere, Yeni Alan Yayıncılık, Ağustos 2020, İstanbul, 236 sayfa.

Kaynak: Çermik Dağlarında Gezer Bir Devrimci – Müslüm Üzülmez