ELAZIĞ – Daha önce kaleme aldığı 13 farklı romanıyla yoksulların, halkların ve inançların acılarını kaleme alan yazar Metin Aktaş’ın, Êzidîlerin 73’üncü ferman olarak nitelendirdiği DAİŞ’in Şengal saldırısını 14 yaşındaki bir çocuğun gözünden anlattığı “Yezda” romanı yayımlandı.

Maruz kaldığı, tanıklık ettiği acıların etkisi ile yakın tarihte yaşanan olaylar ile azınlık halklar ve inançların maruz kaldığı acıları 14 farklı roman ile kaleme alan Yazar Metin Aktaş, son olarak Êzidîlerin son ferman olarak nitelendirdiği DAİŞ’in Şengal’e dönük saldırılarını anlatan Yezda romanı Aram Yayınevi’nden çıktı. Munzur Efsanesi, Gerçek ve İşkence, Hamal Dersimli Bektaşi, Acı Fırat Asi Fırat, Sürgün, Cennetin Ölümü, Nişancı, Dicle, Harput’taki Hayalet, Cefr, Son Derviş, Rüzgar Ateş Gibi Yakıyordu, Avesta ve Yezda romanları ile toplumun alt kesimini oluşturan yoksul, azınlık inanç ve kültürlerde insanların yaşamlarını, Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanmış trajedileri anlatan Aktaş, son kitabına ilişkin dihaber’e konuştu.

* Yezda’nın hikayesine başlamadan önce sizi biraz tanıyabilir miyiz?

Dersim’in Ovacık ilçesine bağlı Çayüstü (Mamkirek) Köyü’nde 1956 yılında doğdum. İlkokulu köyümüzde olmadığı için başka bir köyde okudum. Sonra 6 yıllık yatılı Tunceli Lisesi’ni kazandım. Buradaki 3’üncü yılımda siyasi sebeplerden dolayı Hakkari Lisesi’ne sürüldüm. Buradan da aynı gerekçelerle İzmir Urla Lisesi’ne gönderildim. Burada pansiyonlar çok yoğun abluka ve faşist saldırılar altındaydı. Bıçaklanan, yaralanan arkadaşlarımız olmasından dolayı oraya gidemedim. Sonra siyasal hareket mücadelesine girdim. Defalarca gözaltına alınıp tutuklandım, çıktım. Sonrasında kendi köyümde yaşadım. 1994’te köyümüz yakılıp boşaltılınca Elazığ’a taşındım.

İLK KİTABININ ARDINDAN EVİ YANDI!

* İlk yazım deneyiminiz ne zaman başladı?

Edebiyata, Hakkari Lisesi’nde okurken Hakkari Lisesi Gazetesi adlı yerel gazetede 1974 – 1976 yıllarında köşe yazıları ve röportajlar almakla başladı. Köydeyken de yazmaya devam ettim. 1994’te köyümüz yakıldıktan sonra Elazığ’a yerleştim. Elâzığ’da 2006’da benim Ermeni Tehciri’ni anlatan ‘Harput’taki Hayalet’ romanım yayınlandıktan sonra Elâzığ’daki gecekondum faili bilinmez bir şekilde yakıldı. Bu süre boyunca 14 eserim yayımlandı.

14 YAŞINDAKİ ÊZİDÎ KIZININ GÖZÜNDEN

* En son yayımlanan kitabınız Aram Yayınları’ndan çıkan Yezda oldu. Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz? Sizi bu kitabı yazmaya iten durumlar nelerdi?

Yezda, yüzyıllar boyunca süren Kürtlerin trajedisinin bir başka ülke topraklarındaki devamıdır. Yezda romanını yazarken tamamen DAİŞ tarafından yapılan vahşi, insanlık dışı uygulamalardan etkilendim. Ben Ezidîlerin yaşamlarına yabancı değilim. Son Derviş romanımda da Osmanlı döneminde 72’nci ferman olan katledilen Ezidîleri anlattım. Yezda romanı, IŞİD askerleri tarafından Şengal dağlarında esir alınan Ezidî Pirinin kızı olan Yezda’nın trajedisini anlatır. Bu romanı bir yazar olarak yazarken yazdığım her sayfada gözyaşlarım vardır. Okuyanlarda da bu derin hisler vardır. Çünkü yaşanan şeyler hiçbir insan vicdanının kabul edemeyeceği şeylerdir. Bir inanç, düşünce, siyasal iktidar ve ekonomik menfaat uğruna insanlara bu kadar büyük dayanılmaz acılar yaşatılmasının günümüzde ne kadar korkunç bir şey olduğunu anlatmak istedim. Bugün topraklarımızda başka etnik özellikleri olan insanlara tahammül etmeyen, onları yok etmek için milyonlarca, trilyonlarca para harcayan insanlara seslenmek istiyorum. Yani niye birlikte yaşamak için biraz da barış elinizi uzatmıyorsunuz. Niye ısrarla bizim evimizi, köyümüzü yakıp topraklarımızdan sürerek bizi şey yapmak istiyorsunuz.

‘DİĞERLERİNDEN FARKI MÜCADALE RUHU DOĞURDU’

* Son romanınızdan da anlaşılacağı üzere Ezidîlerin yaşadığı acıları derin hissetmiş ve güçlü bir şekilde de kaleme almışsınız. Ezilen tüm etnisiteler gibi Ezidîlerin de maruz kaldıklarını yakından takip ediyorsunuz. Ezidîlerin bu denli acılara maruz kalmasını neye bağlıyorsunuz? “73’üncü ferman da diğer fermanlar gibi aynı nedenlerden oluştu ve aynı sonuçları doğurdu” diyebilir miyiz?

2014’de Şengal’deki katliam başlamadan öncesi de vardı. Bunlar kendi içerisinde yaşayan Ezidîleri öldürüyor, katlediyor, işkence ediyor sonra zorla kendi dinlerine davet ediyorlardı. Ama 2014’ten sonra son noktaya vardı. Şengal’deki 3 Ağustos 2014 katliamından önce bunlar öyle büyük vahşetler yapıyorlar ki insanları öldürüyor, kafalarını kesiyor, sokaklara, ağaçlara asıyorlar. Ve öylesine korkunç ruhsal baskı yaratarak bunların yenilemeyeceği, ölemeyeceğine inanılıyor. Şengal’i istila ettikleri zaman Şengal dağlarına kaçan on binlerce Ezidî o kadar çaresiz ki. Orada bir yandan katlediliyor bir yandan açlıktan susuzluktan ölüyor ve kırılıyor. O dağda bir gün 7 tane gerilla geliyor ve onlara “Mücadele edin” diyor. Ezidîler bunların gerilla kılığına giren 7 kutsal melek olduğunu söylerler. Bu 7 gerilla on binlerce IŞİD militanı ile mücadele ediyor. Ve Ezidîlere, kasaba gönderilen koyun gibi boğazlanmanın gerekmediği ve mücadele etmesi gerektiğini öğretiyorlar. Ve bu 7 gerilla Şengal dağlarında onlara mücadele etme ve hayatta kalma ruhunu kazandırıyor. Bu 7 gerilla, IŞİD militanlarından birkaç tanesini öldürdüğü zaman IŞİD elemanlarının ölümsüz olmadığını, ölebileceğini ve yenilebileceğini öğreniyorlar.

Ezidiler mazlum bir kavimdir. Tarih boyunca hep katledilmişlerdir. 73’ncü ferman olarak adlandırdıkları bu katliamda da katledilmiştir. Ama 73’ncü fermanın diğer fermanlardan farkı onlara mücadele etme ruhu edinmiş olmalarıdır. Öyle bir ruh kazandırıyorlar ki o andan sonra 1 saat içerisinde Şengal dağlarına sığınan on binlerce Ezidî’ye bir telepati gibi bu haber yayılıyor. Ve hepsinin hayatta kalmak için mücadele etmesi gerektiği ruhu onlara veriliyor ve bu Ezidîler bu şekilde IŞİD’e teslim olmayarak hayatta kalmayı başarıyorlar.

‘ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ HİÇBİR HAYAT TARZINA MÜSAMAHA ETMEMEYE BAŞLADI’

Arap milliyetçiliği dinle bütünleşerek gerçektende kendi bünyesinde hiçbir kültürel, inançsal farklılığa tahammül etmiyor. Ezidîler en eski Kürt kavmidir. Yani Kürtlerin teolojilerini inançlarını bünyesinde taşıyan en eski kavimlerdir. Kutsal kitapları Kürtçe yazılmış bir kutsal kitaptır. Araplar hiçbir zaman Kürtlerin kendi anadilleriyle yazılan kutsal kitabına tahammül edemediler. Tarih boyunca Araplar, Türkler ve Farslar, bireysel insanlardan bahsetmiyorum, siyasal olarak hep Kürtleri katlettiler. Şimdi son 2 bin yıllara gelince Arap milliyetçiliği selefi milliyetçiliğe dönüşerek öylesine bağnaz bir hal haline geldi ki hiçbir hayat tarzını, farklılıklara kesinlikle müsamaha etmemeye başladılar.

Bu topraklarda artık Türk, Arap ve Fars egemenleri artık şunu kabul etmeliler. Bu topraklarda yaşayan her insanın bir Arap, Türk, Fars ve Müslüman kadar yaşama hakları vardır. Eğer onların inanç ve hayat tarzlarını beğenmezsek dahi onların yaşam hakkını kabul etmek zorundayız. Birbirimizi sevmek zorunda değiliz. Ama hepimizin bu toprakların insanıyız ve birbirimizin farklılığına tahammül etmek zorundayız. Özellikle Yezda’yı bu topraklarda şeriat özlemi içerisinde olan insanların okumasını isterim. Ne yazık ki yaşadığımız bu topraklarda milyonlarca insan ne olduğunu bilmediği bir rejim için mücadele ediyor.

‘İNSANLARIN KENDİ VİCDANLARI İLE HESAPLAŞMALARI İÇİN YAZDIM’

* Her yazarın, çizerin ya da ses sanatçısının eseriyle değinmek istediği bir nokta vardır ya da okuyanlara, dinleyenlere vermeyi amaçladığı bir durum vardır. Sizin bu kitaptaki amacınız ya da vermek istediğiniz mesaj neydi?

Ben Yezda romanımı yazarken Dersim, annemin hayatını anımsadım. Veya Şırnak’ta aylar sonra yasaklanan evine gidip yakılan evinin üzerinde ki harabeler üzerinde ağlayan kadının çığlıkları bana geliyor. Yani acılar her yerde aynıdır. 1938’de benim annemin evini yaktılar, sürdüler. Gitti varoşlarda yaşadı geldi, yoksul sefalet içerisinde yeniden hayat kurdu. 1994’te aynı yine annemin evini yaktılar. Bu ne korkunç bir trajedidir, döngüdür. Demek istediğim şey artık bundan vazgeçilmelidir. Yezda’da aslında şunu anlatmak istedim, çok övündüğümüz siyasal iktidarların çok övündüğü tarihimizde biz ne yapıyoruz? Bir kez daha yüzletilmesini istedim.

14-15 yaşlarında gencecik bir kızı evinden alarak, köle pazarlarında satarak, metres olarak kullanarak, onlara en insanlık dışı işkenceler yaparak hangi adalete hangi inanca hizmet ediyorsunuz? Yani hangi tanrı, kimin tanrısı böyle bir duruma müsamaha eder. Artık bir toplum olarak oturarak bunları sorgulamak, insanların kendi vicdanı ile hesaplaşmaları için yazdım. Özellikle de biz bir grup yazar olarak Kobanê olaylarında Urfa’ya bir yolculuk yaptık. Orada Suriye savaşından kaçan insanların kaldığı kampları gezdik. Garip bir şeyle karşılaştık. Burada gelen Kürtlere değil gelen Araplara sadece devlet yer veriyor. Ezidî Kürtlerine de ya oradaki yerel yönetimler, belediyeler onlara kamp kurmuştur, ya da halk desteği ile ayakta kalıyor. Yani böyle bir vicdan olabilir mi? Sen bir ülkenin topraklarından kaçan insanları kendine sığınmacı olarak kalması hoş ama ırksal, etniksel farklılıklarından dolayı birine çadır kuruyorsun, para veriyorsun ama diğer etnik kimlikten gelen insanlara da böyle yapıyorsun. Bu ülkenin yöneticileri de dâhil hemen bu politikalardan vazgeçmeliyiz. Yezda romanımda bunları anlatmak istedim. Körleşen vicdanların, inançların, ahlaki yapıların, gelenek ve göreneklerin körleştirdiği inançlarımızın ne kadar bizim vicdanımızı körleştirmek istediğini anlatmak istedim.

‘BENDEN SONRAKİ YAZARLARIN BU ACILARI YAZMAYA DEVAM ETMESİNİ İSTERİM’

* Hemen hemen bütün eserlerinizde anlattığınız olay yarım kalıyor gibi. Bu kitabınızda da aynı durum hakim. Kitabın devamını yazacak mısınız?

Aslında bir yazar olarak insanın söyleyeceği son sözün bittiği an artık o bitmiştir bence. Yazdığım her kitapta hep söylediğim şeyin yarım kaldığını hisseden bir insanım. Mesela Yezda’nın acılarını anlatamadım. Bana göre hep yarım kalmıştır. Eğer bir gün olanaklarım olursa daha diğer devamını anlatmak isterim. Ayrıca benden sonra da gelen yazarların bu acıların kaldığımız yerden yazmasını isterim. Gelecek kuşakların bunları yaşamasın. Ben acı çeken insanlar içerisinde büyüdüm. Benim çocuklarımda benim acılarım içerisinde büyüdü. Ama artık torunlarımızın acılar içerisinde büyümesini istemiyoruz.

‘FARKLILIĞA TAHAMMÜL EDİLEMEZ DURUMA GELİNDİ’

* Romanlarınızda yakın tarihimizdeki trajedik olaylar gibi geçmişte inançları nedeniyle baskıya maruz kalan kesimleri de anlatıyorsunuz. Örneğin Cefr kitabında Alevilik Yezda’da ise Ezidilik. Bu ikisinin ortak yönleri nedir?

Bu topraklarda, yaşadığımız coğrafyadaki halklar aynı kültür ve köklerden besleniyor. Ezidiler ve Alevilerde geçmişte Zerdüşt inancından gelen kökleri çok güçlü olan ve kökünden gelen şeyleri gelecek kuşaklara taşıyan iki inanç grubu olduğu için birbirlerine yakın noktaları çok sayıdadır. En önemli ortak özellikleri muhalif olmalarıdır. Bu topraklarda egemen inançlar her zaman kendinden olmayan inançlara yoğun baskılar uygulamışlar. Onları katliamlar ile yok etmeye çalışmışlar. Topraklarından sürmüşler, bu binlerce yıldır bitmeyen trajedidir. Bu anlamda yoğun bir şekilde Ezidîlerle Aleviler arasında geçmiş bağları olduğundan dolayı ortak noktaları çoktur.

Bu topraklarda egemen ırk, düşünce, inanç çok bağnazdır. Diğer farklı azınlıkta olan inançların kendini özgürce ifade etme ve eşit şekilde yaşamalarını kabul etmemiştir. Bugün de aynı şeyleri yaşıyoruz. “Sadece benim gibi benim egemenliğimi kabul edersen yaşayabilirsin” diyorlar. Rüzgar Ateş Gibi Yakıyordu kitabımda da Türkler, Kürtler ve Farslar nasıl müslümanlaştırıldı, bunu soruyordum. Bu egemen inanç softalaştı. Kendisi dışından hiçbir farklılığa tahammül edemez duruma geldi. Bu teoloji ve inanç sistemi kendi teolojilerini eleştirip kendilerini sorgulamazsa bu trajedi yıllarca sürer. Geleceğin sorunlarına geçmişin çözüm yöntemleriyle bakıyorlar. Bu da husumet yaratıyor. Aleviler, Süryaniler, Keldaniler ve Ermeniler bu acılara maruz kalmışsa bunun tek sebebi, bu egemen inancın diğer inançlara hoşgörüsüz davranmasıdır. Kabul etmemesidir ve siyasal iktidarlarında bunu bir araç olarak kullanarak toplumun kontrol mekanizmasına dönüştürmelerinden kaynaklanıyor.

‘DUYDUĞUM ÇIĞLIKLARI DUYURMAK İSTEDİM’

* Son olarak romanlarınızda yaşadığımız coğrafyadaki azınlık halkların, ırkların, inançların ve yoksullukların yaşanmış hikâyelerini anlatıyorsunuz. Bir yazar olarak buradan beslenmenizin bir sebebi var mı?

Yazdığım konular arasında bir tercih değil. Yaşadığım Ovacık’ta 1938’de akrabalarım dahi nüfusun yüzde 80’i acımasızca katledildi. Benim çocukluk yıllarımda yani 1965’lerde kocası, kardeşleri ve babaları öldürülen aşağı yukarı 30 dul kadın vardı. Çocukluğumu onların çığlıklarıyla, acılarıyla büyüdü. Ben şu an dahi yazmaya başladığımda onların çığlıklarını duyarım. Yolda ani bir ses duyduğumda aynı şeyleri halen hissediyorum. Bir zulüm, bir katliam sadece o kuşakla sınırlı kalmıyor, ondan sonraki kuşağı da etkiliyor. Ben bir yazar olarak bir şey yazmaktan çok o kadınların, çocukluğumuz üzerinde büyük etki bırakan evleri yakılmış yıkılmış, ailesi katledilmiş o insanların seslerini duyurmak istiyorum. Ama görüyorum ki toplum o kadar körleşmiş ki. İdeoloji, inanç hukukları o kadar öldürmüş ki sadece benim değil milyonlarca insanın feryatlarını duymuyor. Özellikle azınlık toplumların ve yoksul insanların hayatını anlatmak kendi siyasal tercihim değil tamamen insani tercihimdir. Beraber büyüdüğüm, acılarını çığlıklarını duyduğum insanlar, acılarına ortak olduğumu gördüm, gözyaşlarına tanık oldum unutamıyorum. Bazen de diyorum yazmayayım bunları. Çok daha mutlu olduğu şeyleri yazayım diyorum ama yapamıyorum. Umarım ki bizden sonraki yazarlar umarım bizim gibi olmayacaktır, aşkı ve mutluluğu anlatacaklardır.

Nuri Akman / Müjdat Can – dihaber

http://dihaber.net/TUM-HABERLER/content/view/7104