Bu yazıyı 09.07.1937 tarihinde şehit edilen ve Kürdistan ulusal kurtuluş hareketinin önderlerinden biri olan Alişêr Efendi’nin anısına ithaf ediyorum.

Önce Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkışına ve muhtevasına bakalım.

Osmanlı bürokrasisinde ve şehir kökenli toprak ağalarında 1870’lerde devletin devamını sürdürmek amacıyla Osmanlıcılık, Panislamizm ve Pantürkizm ideolojik akımları kendini gösterir. Osmanlıcılık, Osmanlı İmparatorluğun vatandaşlarının din ve milliyet farkı gözetmeksizin, tüm Osmanlı kulları için eşitlik ve yurttaşlık hakkının verilmesini savunur. Osmanlı İmparatorluğunu ve bunun coğrafyasını, tüm Osmanlı vatandaşlarının ortak imparatorluğu ve ülkesi olarak ele alır ve teritoryal milliyetçiliği işler. Panislamizm Padişah Abdülhamit (1876-1908) döneminde iktidar erki olarak uygulamaya konuldu. Ve bu anlayışa dayalı olarak ıslahata girişildi. Pantürkizm ideolojisi, 1908’de Jön-Türk hareketi ile İttihat-Terakki iktidarında uygulama alanı bulmuştur. Pantürkizm, Fransız liberalizmi ve pozitivist felsefi akımdan etkilenen batıcı-laik bir akım olarak Orta Asya’dakiler de dahil bütün Türkleri Osmanlı imparatorluğunda birleştirme amacına sahipti. Bu amacını gerçekleştirmek için, Alman emperyalizminin bir müttefiki olarak Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na katılan Osmanlı İmparatorluğu, müttefikleriyle birlikte yenilmiş ve parçalanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğunun egemen sınıfı Asyatik toplumlarda olduğu gibi askeri ve sivil üst bürokrasidir. Yıkılan Osmanlı İmparatorluğunun bürokrasisi, yeniden egemenliğini kurmak ve devam ettirmek için savaş sonrası siyasi ve askeri faaliyetlere başlarlar. Bu bürokrasi; Osmanlıcılık, Panislamizm, Pantürkizm akımlarının kadrolarından oluşmaktadır.  Ortak amaçları mevcut koşulların imkânları dâhilinde Anadolu ve Kürdistan (Kuzey, Güney ve Güneybatı Kürdistan) coğrafyasında Osmanlı Hilafetini ve Saltanatını yeniden tesis ederek kendi hükümranlıklarını sağlamaya çalışmaktır. Bu hedef doğrultusunda Osmanlı bürokrasisinin oluşturduğu Mustafa Kemal hareketi, ulusal demokrat bir hareket olmadığı gibi demokratik ve emperyalizme karşı olan bir niteliği de yoktur. Mustafa Kemal hareketi, zor ve şiddet yoluyla Anadolu da Bolşevik Devrimi’nden etkilenen siyasal akımların ve oluşan şuraların önünü keserek tasfiye etmiştir. Ermeni, Rum, Pontus halkları imha edilmiştir, kurtulabilenler ise ülkelerini terk etmek zorunda kalmışlardır. Kuzey Kürdistan’ı da zor ve şiddet yoluyla işgal ederek ve Türk vatanı olarak Lozan’da resmileştirmiştir. Bunu emperyalizme karşın yapmış değil, emperyalizmin izni ve desteğiyle yapmışlardır.  “Emperyalist savaşa taraf olarak katılan Osmanlı imparatorluğu parçalanıp T. C. ye dönüşürken, Kürdistan’ın paylaşılması sürecine katılmış ve kendisine de önemli bir pay düşmüştü. Bu bakımdan milli mücadele gerçek anlamda bir ulusal kurtuluşu değil, Kürt Ulus’unun baskı altına alınması sürecinin başlangıcı olmuştur. Bir yönüyle milli mücadele Kürt Ulusu açısından Kürdistan’ın İngilizlerle anlaşılarak paylaşılması anlamına gelmektedir..”.[1] İsmet İnönü, Cumhuriyetin ellinci yılı münasebetiyle verdiği  bir demeçte: “İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur” der.[2]  Evet; Ortadoğu’da emperyalizmin bekçiliğini üstlenen; Kürdistan’ın kuzeyini işgal edip Kürdleri uluslararası ezilen ulus durumuna getirmede etkin bir rol üstlenen; diğer halkları zor ve baskı yöntemleriyle asimile eden; asyatik  ilişkileri tasfiye etmeden devlet eliyle işçi sınıfının aşırı sömürmesi yoluyla sermaye birikimini sağlayan; Kemalist rejimin aracılığıyla ve devlet eliyle tüccarlar ve büyük toprak sahiplerini  kapitalistlere dönüştüren Türkiye Cumhuriyeti yeni kurulmuş bir devlet değil, Osmanlı devletinin devamıdır. Osmanlı bürokrasisi kaybettikleri egemenliklerini tekrar ele geçirebilmek için iş birliği yaptığı toplumsal sınıf ve gruplarla birlikte Osmanlı devletini, Türkiye Cumhuriyeti biçiminde yeniden kurmuştur.

Şimdi Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasi sorunundan önce, demokrasinin temel özelliklerine bir bakalım. Bir ülkede demokrasinin olup olmadığının iki temel ölçütü vardır: Birincisi, başta düşünce ve örgütlenme özgürlükleri olmak üzere temel hakların kabul edilmesi ve uygulamada hiçbir kısıtlamanın olmaması; ikincisi ise, farklı kültürel kimliklerin eşit olarak kabul edilmesi ve siyasal taleplerinin karşılanmasıdır. Bu ölçütleri bir bütün olarak içermeyen siyasal rejim demokratik olarak nitelendirilemez. Bu durumda yalnızca, Türkiye, Senegal gibi liberal-demokrasiye geçiş sürecinde olduğunu ilan eden devletlerin değil de, mevcut Batı’nın liberal-demokrasilerinin bile, ne ölçüde demokratik niteliğe sahip olduğunu tartışmaya ve ortaya koymaya ihtiyaç vardır. Bilincimin el verdiği kadarıyla demokrasi sorununu; Modernliğin İç Çelişkileri ve Demokrasi, Demokratik Meşruluk, Liberal-Demokrasi ve Çokkültürlülük Sorunu, başlığı altında olmak üzere iki bölüm altında incelemeye çalışacağım. Bu incelemenin sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal muhtevasının ve demokrasisinin nemenem bir şey olduğu ortaya çıkacaktır sanırım.

(1) Modernliğin İç Çelişkileri ve Demokrasi

Modern toplumun siyasal örgütlenme biçimi ulus-devlettir, ekonomik örgütlenme biçimi ise kapitalizmdir.  Ulus-devletin amacı sınırsız egemenlik gücüne sahip olmaya, kapitalizmin amacı da sınırsız sermaye birikimine ulaşmaktır. Modern dünyanın zihinsel ve kültürel yapısı da, kapitalizm ve ulus-devlet sisteminin kesişmesi doğrultusunda biçimlenmiştir. Bu durumda modern toplum yani ulus-devlet ile kapitalizmin, amaçları doğrultusundaki faaliyetlerinin ve bu faaliyetlerden kaynaklanan zihinsel ve kültürel dünyası bakımından demokrasiye uygun olup olmadığına bakalım.

Weberci anlamda “ideal tip” olarak modern toplum, ekonomide liberal-kapitalist, kültürde insanın bireysel özgürlük esasında, diğerleriyle eşdeğer olduğunu kabul eden ve bireysel farklılıklara hoşgörü ile yaklaşan bir ilkeler sisteminin benimsendiği, siyasette de düşüncelerini açıklama ve örgütlenme özgürlüklerinin garantilendiği, liberal-demokratik temsili bir sistemdir. Bu özellikler bakımından modern toplum; ileri düzeyde sanayileşmiş, kapitalist, siyasal toplum (devlet) ile her biri özerk olan bireylerin toplamını kapsayan sivil toplum ayrılığı esasında kurumsallaşmış, çoğulcu, demokratik toplumdur. Dünyada, geleneksel toplumdan modern topluma geçiş ilk olarak ve dört yüzyıldan fazla süren bir süreç içinde Batı’da oluşmuş ve tamamlanmıştır. Batı dışında kalan ve modernleşmekte olan toplumların demokratikleşmesi için önce kapitalistleşmek, sanayileşmek, sonra da bu ekonomik gelişimleri bireysellikle temellendirilmiş, hoşgörülü, çoğulcu, özgürlükçü bir kültürle tamamlamak gerekmektedir.

Demokratikleşmenin modernleşmeyle ilişkili duruma getirilmesi hem Batı toplumlarında hem de Batı dışındaki toplumlarda, egemenliğin mevcut kurumlaşmış biçimlerini meşrulaştırıcı nitelikler taşımaktadır.  Bu iki madde halinde açıklanabilir. (1) modernleşme teorisi; Batı toplumsal-siyasal örgütlenme tarzını, yani temsili liberal-demokrasiyi tüm dünyanın varması gereken bir ideal toplum evresine çıkartarak benimsemektedir. Böylece temsili liberal-demokrasiyi ideal demokrasiyle özdeşleştirmektedir. Bu da Batı’nın kurumsallaşmış hegemonya biçimini meşrulaştırmaktadır.  Başka bir deyişle Aydınlanma çağının bireysel özgürlük esasında oluşturulmuş olan değerlerinin en iyi biçimde temsili liberal-demokraside gerçekleştirildiği kesin olarak benimsenmiştir. (2) Batılı olmayan toplumlarda, ekonomik ve kültürel gelişmelerin henüz temsilî liberal-demokrasinin yerleşmesine uygun olmadığı gerekçesiyle, demokratik olmayan ve hatta demokrasi karşıtı olan uygulamaları kabullenilmektedir. Böylelikle batılı olmayan toplumlar, demokrasinin toplumsal önkoşullarını sağlayıncaya kadar demokrasiyi yerleştiremeyecek durumdadırlar.

Yukarıda modern toplum yani temsili liberal-demokrasinin, Aydınlanma düşüncesinin benimsendiği esas değerlerden biri olan bireysel özgürlükle uyumlu, ekonomik, kültürel ve siyasal niteliklere sahip olan toplum olduğu söylenilmişti. Oysa modern kuramın bizzat kendisi demokratikleşmenin önünde birçok sorunlar çıkarmaktadır.

Birinci sorun: Toplumsal ilerleme, Marx’ın üretim güçleri olarak adlandırdığı sanayinin ilerleyişiyle tanımlanmıştır.  Modernleşme teorisinde, sanayileşmenin gelişmesiyle gerçekleşen ekonomik büyümeden sonra ancak toplumsal refahın yani adil gelir dağılımının, kendi başına bir değer olacağı kabul edilmiştir.   Oysa, ortaya çıkan çevre ve iklim sorunlarını göz ardı etsek bile, ilerlemenin insanın kendi akıl ve irade gücünden (kendi denetiminden) bağımsızlaşması, demokratikleşmenin dolayısıyla özgürleşmenin önünde bir engel oluşturmaktadır.

İkinci sorun: Etnik veya ırk esasına dayalı ulusal baskının ve sınıfsal baskıcılığın varlığıdır. Modern toplumun siyasal örgütlenme biçimi olarak ulus-devlet ve ekonominin örgütlenme biçimi olarak kapitalizmin uygulayışı etnik ve/veya ırk kökene göre belirlenen bir ayrımcılığa dayanmaktadır.  Bu ayrımın dayandığı ölçü baskıyı da meşrulaştırmaktadır.  Modern toplum içinde yaşayan insanların çok büyük kesiminin, yaşamlarını sürdürmek için emeğini başkalarının emrine vermek zorunda olmasından kaynaklanan sınıfsal baskıcılık, etnik ve/veya ırk kökenli ayrımcılığa dayalı baskıcılık katlanılmayacak kadar büyüktür.

Üçüncü sorun: Modern toplumun kendi kurumsallaşmış sistemi içinde var olan ataerkillik ve bunun uzantısı olarak da cinsiyet esasında oluşan bir ayrımcılık ve baskıcılıktır. Hane alanı ile devlet alanının birbirinden ayrılması manasına gelen sivil toplum-siyasal toplum ayrışması, kadının birey olarak özgürleşmesinin önünde, cinsiyet esasından gelen ek bir engel veya cinsiyet esasına dayalı bir ayrımcılığı meşrulaştırıcı bir temel oluşturmaktadır. Baskı altında olan etnik ve ırk grupları (farklı kültürel kimliklerin) ile emekçi kesimlerin üyesi olan kadınlar için, söz konusu olan ayrımcılığa dayalı baskıcılık daha da katmerleşmektedir. Tüm bu nedenlerden dolayı, insanın, amaçlı toplumsal faaliyete bulunma ve bu yöntemle sivil ve siyasal ya da özel ve kamusal hayatını birlik içinde, kendi iradesiyle belirleme imkânına sahip olması manasında yorumlanması gereken bir vatandaş (zoon Politikon) olarak kavranmasını içeren demokratikleşme de bu açıdan engellenmiş olunmaktadır.

Dördüncü sorun: Ulus-devletin şiddet kullanma tekeline sahip olarak, toplum dışı, doğal bir varlık olarak kavranan birey ve bireysel özgürlük ile çelişkili bir biçimde tanımlanması sorunudur.  Ulus- devlet, şiddet kullanma tekeline sahip olan egemen güçtür. Birey ise bu gücün kendi özel ya da sivil alanına müdahalesinin azalması ölçüsünde özgürdür. Bu modern kavrayışta insanın zoon politikon olmadığı, katılımcı bir demokratik kavrayıştan kaçındığı açıktır. Bu nedenle modernlik, bu ölçüde de, katılımcılık ile bireysel özgürlüğün bir arada düşünüldüğü aydınlanma idealini gerçekleştirmek bir yana, bu idealle çelişkili siyasal kurumsallaşmaları ortaya çıkarmış olmaktadır.[3]

Modernliğin bu iç çelişkilerini ve bunlara yönelik eleştirileri belirledikten sonra, cevap verilmesi gereken bir başka soru daha vardır. Modernlik çelişki olduğu, çelişki de değişim olduğuna göre, modernlikteki değişimin nasıl olacağıdır? Bugüne kadar Batılı temsili demokrasilerinde değişim, merkantilizmden liberalizme, liberalizmden merkantilizme geçişle olmuştur. 20. yüzyılda ulus-devletin farklı bir modeli olarak gerçekleşen sosyalist devletlerde ise, tek partiye dayalı despotik yönetimlerle yönetilmiştir. “Çağdaş sosyalist devlet, ulus-devlettir ve yöneticilerinin, çıkarlarının tehlikeye gireceğini anladıklarında askeri şiddet kullanmaya olan düşkünlükleri ve toprakları konusundaki kıskançlıkları diğer ulus-devletlerden farksızdır.”[4] Bununla birlikte modernlikteki değişimin seçişi, egemen olanlarla egemenlik altında olanların ki farklı olacaktır.  Eğer egemen olanların damga vurduğu değişimle ortaya çıkacak yeni toplum biçiminde bugünkünden daha iyi olması gerekmeyen başka çeşit bir ayrımcılığın ve baskıcılığın olunacağıdır.[5] Bu değişimi de doğa ya da tarih (evrensel) yasalarının gereği olarak toplum nezdinde meşrulaştırmaya çalışacaklardır. Ancak bu değişim insanın bilinçli, amaçlı toplumsal faaliyetiyle de kurulabilir. Bu olabilirlik, modernliğin değişim yönünü amaçlı toplumsal faaliyet yoluyla belirlemek manasına geldiği ölçüde, değişimin ana doğrultularını belirleyecek bir toplumsal-siyasal teoriye ihtiyaç vardır. Bu toplumsal-siyasal teorinin hedefi de, baskı altında olan sosyo-ekonomik ve farklı kültürel grupların sorunlarının çözümüne odaklanan politikalar üretmeli ve uygulamalıdır.  Farklı kültürel kimliklerin sorununun çözümü konusunda, Taylor’ın geliştirdiği kuramı görmeden geçmek eksiklik olur. Onun için Taylor’ın farklı kültürel kimlikler konusunda getirdiği çözüm önerilerine bakalım.

(2) Demokratik Meşruluk, Liberal-Demokrasi ve Çokkültürlülük Sorunu

Günümüzde Ulus-devletinin En Önemli Sorunu, Farklı Kültürel Kimliklerin Siyasal Talepleridir

Tüm ulus-devletlerin ve tabi ki liberal demokrasilerin toplumları ya çokuluslu ya da çoketnili ya da her ikisini de içinde taşımaktadır.  Bu nedenle ulus-devletinin en zor ve etkili siyasal sorunlarının başında gelen, farklı kültürel kimlikler temelinde ortaya çıkan siyasal taleplerdir. Kymlicka, kültürel kimlik farklılıklarından kaynaklanan siyasal talepleri üç biçim altında ifade eder.

Birincisi, farklı kültürel hakların kabul edilmesine yönelik taleplerdir. Bunlar anadilde eğitim, basılı ve elektronik medya olmak üzere farklılıkların korunmasını ifade eden kültürel haklardır.

İkincisi, ulus-devlet içinde yer alan farklı kültürel grupların otonom varlıklar ya da statüler olarak tanınmasına yönelik taleplerdir.

Üçüncüsü ise, ulus-devlet içinde yer alan farklı kültürel grupların ayrılarak bağımsız bir devlet kurabilmelerine yönelik taleplerdir.[6]

Bu siyasal talepler, ulus-devlet formu içinde uygulanan liberal-demokratik temsili sistemler ile liberal-demokratik temsili sisteme geçme amacını ilan etmiş otoriter siyasal yapılanmaların karşı karşıya kaldığı ortak sorunlar alanı oluşturmaktadır. Bu sorunlar gittikçe daha büyümekte, karmaşıklaşmakta ve çözümü de zorlaşmaktadır.  Çünkü ulus-devlet formu içinde işleyen demokratik sistemin meşruiyetinin dayanaklarından birini oluşturan siyasal-kültürel türdeş vatandaşlığa dayanan siyasal alan, farklı kültürel mensubiyet özelliklerine kapalıdır. Onun için siyasal-kültürel türdeşlik vatandaşlık anlayışının sorgulanması gerekir. Bu sorgulamada amaç, demokratik meşruluk kavramının muhtevasını ve siyasal sonuçlarını, varolan liberal-demokratik temsil sistemine özgü meşruluk anlayışını aşan bir çerçevede kurulmalıdır. Burada farklı kültürel kimliklerinden kaynaklı sorunlara daha yakından bakalım

Demokratik Meşruluk Kavramı, Ulus-Devlet Meşruluk kavramıyla Çelişmektedir.

Demokratik meşruluk kavramı hem ulus-devlet meşruluk kavramı hem de Liberal-demokratik meşruluk kavramı ile çelişmektedir. Şöyle ki, belirli bir coğrafyada yaşayan belirli bir toplumda, o toplumun bütün üyelerinin uyması zorunlu nitelikte olan kararların yani yasaların belirlenmesi ve bu yasaların uygulamaya geçirilmesi, mutlaka bir meşruluğa dayandırılmak zorundadır. Herhangi bir meşruluğa dayanmadan yasa yapan ve uygulayan siyasal iktidar biçiminin birer zorbalık (diktatörlük) olduğu açıktır.

Orta çağlarda siyasal iktidar meşruluğunu Tanrı kaynaklı bir kutsallığa, modern çağda ise meşruluğunu ortak toplumsal rızaya dayandırmaktadır. Günümüzdeki liberal-demokratik temsili sistemler, aralarında idari (başkanlık, yarı başkanlık, parlamenter sistem gibi) ve her toplumun kendi tarihsel deneyiminin etkilerinden kaynaklı farklılara karşın, aslında aynı ilkelere sahiptir. Robert Dahl, bu ilkeler şöyle açıklar:

1- Görevde olanların seçilmesi.

2- Özgür, âdil ve dönemsel aralıklarla yapılan seçimler.

3- Kapsayıcı seçme hakkı. Her yetişkinin görevlilerin seçiminde oy kullanma hakkı vardır.

4- Bütün yetişkinlerin, yönetimde seçimle belirlenen mevkiler için yarışma hakkı. Ancak, bir mevkie seçilmek için gereken yaş sınırı, seçme hakkı için getirilen yaş sınırından daha yüksek olabilir.

5- Düşünce özgürlüğü. Vatandaşlar, bir cezalandırma tehdidi altında olmaksızın, geniş anlamıyla siyasal meseleler hakkında, görevlilerin, yönetimin, rejimin, sosyo-ekonomik düzenin ve yürürlükte bulunan ideolojinin eleştirisi de dâhil olmak üzere, kendi düşüncelerini ifade etme hakkına sahiptirler.

6- Bilgilendirme özgürlüğü. Vatandaşlar, alternatif bilgilendirme kaynaklarına ulaşma hakkına sahiptirler. Ayrıca, alternatif bilgilendirme kaynakları vardır ve hukuken korunmaktadırlar.

7- Örgütsel özgürlük. Yukarıda sıralananlar da dâhil olmak üzere, çeşitli haklarını gerçekleştirebilmek için, vatandaşlar, siyasi partiler ve çıkar grupları da dâhil, görece özerk kuruluşlar ve örgütler oluşturma hakkına da sahiptirler.[7]

Bu ilkeler üzerinde yükselen liberal-demokratik temsili sistemin uygulandığı her toplumda, temel değer olarak bireysel hak ve özgürlükler kavramına ve temel uygulama alanı olarak da ulus-devlete dayanmaktadır. Bu da liberal-demokratik temsili sistemlerin siyasal meşruluk bakımından yaşadıkları sorunların, en önemli kaynağıdır. Yani günümüzdeki mevcut liberal-demokratik temsili sistemler, iki farklı meşruluk anlayışı olarak hem demokratik meşruluğu hem de liberal-demokratik meşruluğu bünyesinde taşıdığını ileri sürmektedirler. Oysa liberal-demokratik meşruluk, demokratik meşrulukla çelişmektedir. Şimdi bu meşruluklara bakalım: (1) Demokratik meşruluk anlayışı, bireyin yasaların yapım ve uygulama sürecine doğrudan ya da dolaylı olarak katılarak, o yasaların meşruluk zeminini belirleyen ortak rızanın oluşumuna etki etmesi gerekmektedir.  (2) Liberal-demokratik meşruluk ise, yasaların yapımı ve uygulama sürecinin dayandığı ortak toplumsal rızadaki toplumsallığı, ulus-devletin çerçevesi içinde kaldığı sürece kabul etmektedir. Bu durumda bu iki meşruluk iki nedenden ötürü çatışma halindedir. Birinci nedeni, ortak toplumsal rızaya dayalı meşruluk yani demokratik meşruluk ile türdeş bir siyasal- kültürel bütünlük olarak ulus ve ulusun bütünlüğünü koruma, geliştirme ve devam ettirme amacıyla varlığını meşrulaştıran devletin birliğine dayanan ulus-devletle çelişmektedir. Çünkü ulus-devlet kavramının anlattığı ve idealleştirdiği, devletin bir siyasal kurumlar sistemi olarak meşruluk kaynağını ulusal türdeşliğe dayandırarak tanımlarken, yasalara meşruluk sağlayan kaynak olarak toplum ise, kültürel, ideolojik, ekonomik, dinsel, dilsel veya açık biçimde değişik yaşam biçimlerine dayanan tercihlerin belirlediği bir çeşitlilik göstermektedir. İkinci nedeni ise, bireysel özgürlük, bireyin toplum içinde var olan bu çeşitlilik içinde kendi kimliğini özgürce  oluşturmayı içerdiğinden ötürü, yasaların yapılması ve uygulanması  sürecine bireyin, ulusal türdeşlik esasına göre belirlenmiş bir sınırlama içinde katılımına onay veren, bireylerin toplum içindeki  farklı kültürel kimliklerinin  siyasal ifadesini bütünüyle ortadan kaldırmasa bile  ulus-devlet çıkarının gereği olarak sınırlandırılmakta ve bu da  demokratik meşrulukla çelişkili olmaktadır.

Demokratik meşruluk ile ulus-devlet meşruluk arasındaki diğer bir çelişki de şudur: Demokratik siyaset ile ulus-devlet çerçevesindeki siyasetin amaçlarıyla ilgilidir. Demokratik siyaset, yapılan yasalardan direk ya da en direk olarak etkilenen veya etkilenme olasılığı olan bireylerle grupların yasa yapma ve uygulama sürecine özgür iradeleriyle katılarak, ortak iyilik hedefinde ortak toplumsal bir rızanın oluşmasını gerektirir. Ulus-devlete göre siyaset ise, yasa yapma ve uygulama sürecine katılanların özgürlüğü, ulus-devletin bütünlüğünün ve varlığının korunmasıyla sınırlı olduğudur. Var olan ve yaşanan biçimiyle, liberal demokratik temsili sistemlerin siyasal katılım ve çoğulculuk ilkeleri gereğince uygulanan çoğulculuğun, türdeş bir siyasal- kültürel bütünlük anlayışına ve ulus-devletin bütünlüğüne ve varlığına zarar vermeyecek bir tarzda, yalnızca sosyo-ekonomik farklılıkların siyasal partiler, baskı ya da çıkar grupları aracılığıyla pazarlık konusu yapılmasıyla sınırlandırılmıştır.

Modern toplum olarak ulus-devlet, kültürel, ekonomik, ideolojik, yaşam biçimleri tercihinden kaynaklanan farklılıkları ve bu farklılıklardan ötürü de eşitsizlikleri yapısında taşımaktadır. Bu farklılıkları, türdeş bir siyasal- kültürün yani ulusal-kültürün ve ulus-devletin bütünlüğünü tehdit etmemek şartıyla, siyasal olarak ifade edilebileceğini kabul etmek ile yasaların yapılması ve uygulanması süreçlerinde ortak toplumsal rızanın sürekli, değişebilen, sınırsız ve engellenmemiş bir katılım oluşmasını temel ilke olarak içeren demokratik meşrulukla çelişmektedir. “Bu çelişki, basitçe ulus-devletin siyasal kurumsal yapısında birtakım uyarlamalarla giderebilecek bir çelişki olmayıp, özünde farklılıkları ve buna dayalı eşitsizlikleri gizlemeye dönük olan ulus-devletin baskıcı siyasal potansiyelini de açığa vuran bir çelişki olmaktadır.”[8]

Ulus-devlet meşruluk kavramı ile demokratik meşruluk kavramı arasındaki çelişkili gerginlik, Charles Taylor’un da söylediği gibi, liberal-demokratik temsili sistemlerde, sığ ya da yüzeysel demokrasi görünümünün arkasında, devletin zorlayıcı gücünü dengeleyen, denetleyen ve sınırlandıran kurumsal yapılanmaların ortadan kalkarak, yumuşak bir despotizme (baskıcılığa) kaynak oluşturabilir.[9]  Böyle bir “yumuşak despotizm” yönelimi, liberal demokrasiye geçme amacını ilan etmiş toplumlarda ise kaba bir despotizme dönüşebilir. Çünkü, hem gelişmiş kapitalist toplumların kriz unsurlarını, hem de ulus-devlet olma ve ulus-devlet içi demokratikleşme süreçlerini aynı zamanda yaşamaktan kaynaklanan meşruluk krizlerini birlikte yaşayan daha az gelişmiş kapitalist toplumlarda, doğrudan doğruya kaba despotizme neden olabilir.

Demokratik Meşruluk Ancak Devletten Bağımsız Bir Alanda Gerçekleşebilir

Bazı yazarlar demokratik meşruluk ile ulus-devlet arasındaki çelişkinin, temsili demokrasi geleneği içerisinde katılımcı versiyonu ile aşılabileceğini ileri sürerler. “Açıkça söylemek istersek, siyaset teorisinin elitist demokrasi geleneği içerisindeki versiyonunu benimsiyoruz. Gerçekten de, elitist demokrasi modeline çoğulcuların katkısı açıkça ekonomi ve devletten farklılaşmış (bizim sivil toplum olarak adlandırdığımız) üçüncü bir alanın kavramsallaştırılmasıdır. Çoğulcu analize göre, birbiriyle kesişen ayrımlar, birbirleriyle örtüşen üye grupları ve sosyal hareketlilikle sıkıca bütünleşmiş bir sivil toplum, istikrarlı bir demokratik siyasi toplumun ön koşuldur. Bu tür bir sivil toplum, bir grubun sürekli hâkim olması ile radikal halk hareketlerinin ve antidemokratik ideolojilerin ortaya çıkmasına karşı bir garantidir.”[10] Yazarlar, kendi sivil toplum anlayışının liberal demokrasi sivil toplum anlayışından farklı olduğunu ileri sürerler. “Liberal demokrasi olarak düşünülen birçok rejim vardır; fakat sorun şu ki, bizim düşüncemize göre liberal demokrasinin hâkim modelleri (ve kuramları) yeterince demokratik değildir. Sivil toplum ve devlet karşıtlığının standart liberal modeli bakış açısından, demokrasi bütünüyle araçsal olarak görülür, fakat böyle bir görüş bizim düşüncemizle bağdaşmamaktadır. Bunun yerine, biz, sivil toplumu hem özel hem de bireylerin konuştuğu, toplandığı, örgütlendiği ve kamuyu ilgilendiren sorunlarda beraber sonuca vardığı ve de politik toplumu ve dolaylı olarak da kararları etkilemek için birlikte hareket ettiği politik açıdan ilişkili kamu ve toplumsal alanlardan oluşan hem demokratik meşruluğun hem de hakların odağı olarak düşünmekteyiz.   Bu düşünce, klasik liberalizmin ikiye ayrılmış kurumsal/özel çerçevesini yok eder ve aynı anda muhtemel formlar ve demokrasinin konumu hakkındaki bütün monistik düşüncelere meydan okurken demokrasiyi de temel bir değer seviyesine yükseltir.”[11]  Böylece, radikal yani katılımcı demokratik sivil toplum, açık uçlu ve devamlı gelişen bir süreç olarak kavranmakta ve ifade edilmektedir. “Radikal demokratik kuram devlete karşı bireysel haklar düşüncesinden ziyade demokratik meşruluk ilkelerinden ileri gelir. Bu gelenek, bireysel haklar listesiyle desteklenen demokrasinin daha “gerçekçi” seçkin modellerinin lehine vatandaşlar tarafından sosyal hayattaki ütopik demokratik doğrudan katılım normlarını terk etmeyi reddeder. Sivil toplumun … ütopik ülküsünü ele alır; vatandaşlığın çağdaş ve eşitlikçi temellere dayanan klasik ilkeleri, yani yöneten ve yönetilen herkesin katılımını, gerçekleştirecek kurumsal düzenlemeleri açık bir şekilde ifade etmektedir.”[12]

Bu düşüncede demokrasi, günümüzdeki liberal-demokrasilerin tanımlarına göre basitçe bir hükümet kurma metodun ötesinde, yasaların yapılması ve uygulanması süreçlerini meşruluk kavramı bakımından eleştirel bir değerlendirmenin yapılabilmesini sağlayan ölçüleri içermektedir. Bu ölçütler, doğrudan doğruya yasaların bir kamusal diyalog süreci sonucunda oluşacak konsensüs esasında meşruluk kazanacağını kabul etmektedir. Bu görüşe göre, yasalara demokratik meşruluğunu sağlayan ölçütler şunlardır: (1) “Siyasal kararların demokratik meşruluğu, ancak bu kararlardan etkilenecek olanların, karar alma sürecine özgürce katılabilmelerine bağlıdır. (2) Siyasi karar-alma sürecine özgürce katılma imkânı, toplumu oluşturan bireylerin eşitliğini gerektirir. Bu eşitliğin ekonomik güç, siyasal iktidara yakınlık ya da uzaklık ve toplumsal sınıf ve statü konumlanmalarından etkilenmemesi zorunludur.  (3) Yine bu eşitlik, siyasal sürece katılanların birbirlerini eşdeğer özneler olarak görmelerini, sürece katılmak için gereken araç ve imkanlara eşitçe sahip olmalarını ve sürecin içerdiği tartışma/konuşma (diyalog) konularının sınırlandırılmamasının zorunlu kılmaktadır.”[13]  Demokratik meşruluğun bu ideal ölçüleri ve bu ölçülerden türeyen normlar, demokratik kamusal tartışmanın içeriği ve kapsamı hakkında bir engel getirmemektedir. Bununla birlikte, sivil toplum, devletten özerk bir alan anlamına gelse de tam olarak devletten ayrı ya da bağımsız bir alan veya birim değildir. Çünkü siyasal kararların demokratik meşruluğu, devletin varlığının ve bütünlüğünün korunmasını tercih eden veya bunu bir sınırlama olarak dayatan kurumlar içinde gerçekleşen konuşma (diyalog) süreciyle oluşturulamaz.   Bu anlayıştan dolayı Cohen Arato’nun tanımladığı “sivil toplum” görüşü, olması gereken (normatif) görüşle çelişkilidir. Normatif görüşe göre, siyasal kararların demokratik meşruluğu, yukarıda belirtilen ideal ölçüleri bünyesine almış, devletin varlığını ve bütünlüğünü koruma mantığına endeksli siyaset anlayışını aşan ve doğrudan devletin ana gövdesi içinde olmayan, üstelik devletten büyük ölçüde bağımsız olması hedeflenen bir başka alanda toplumsal sorunların, tartışma süreci sonunda varılacak anlaşma ile çözülmesi halinde oluşur. Bu bakış açısından hareketle Charles Taylor’ın görüşüne bakalım.

Charles Taylor’ın devletten bağımsız bir alan olarak “sivil toplum”u kendi içinde “piyasa” ve “kamusal alan” biçiminde ikiye ayırması, daha özenli bir niteliğe sahiptir. Sivil toplum içinde yer alan piyasa, aslında bireysel çıkar ve fayda ilkelerine göre ortaya çıkan ilişkileri içermektedir. Kamusal alan ise, toplumun bütününü ilgilendiren ortak sorunlarda, katılımcı bir tartışma süreci sonucunda toplumsal ortak iyiliğini gözeten bir konsensüse varma ilkesine dayanan ilişkileri içermektedir. “Kamusal alan toplum üyelerinin, matbu veya elektronik çeşitli iletişim araçları sayesinde bir araya gelerek ya da yüz yüze görüşerek kamu yararıyla ilgili konuları tartıştığı ve böylece bu konular hakkında ortak bir fikir oluşturduğu varsayılan ortak bir mekandır.  “Ortak bir mekân” diyorum, çünkü birçok iletişim aracı ve ortamı olsa da, bu ortamlarda birçok mübadele gerçekleşse de ilkesel olarak hepsinin birbirleriyle iletişim içinde oldukları farz edilir.”[14] Başka bir deyişle, kamusal alan, toplum üyelerinin fikir alışverişinde bulunup ortak bir fikre varabildikleri bir ortak mekandır. Bunun içindir ki ortak mekân bir fail, ancak toplumun siyasal kuruluşundan bağımsız ve tamamıyla seküler olduğu düşünülen bir faildir. [15]

Bu anlamda kamusal alan, bir açıdan, demokratik meşruluk temelini oluşturan ve bu nedenle siyasetin demokratik olarak sürdürüldüğü bir soyut yer ya da mekân mahiyetini kazanarak, demokratik siyasetle çok büyük ölçüde örtüşmektedir. Böyle yaklaşıldığında, ortaya ikinci bir sorun çıkmaktadır. Bu da kamusal alan ile devlet arasındaki ilişkinin nasıl olunacağının düşünülmesi konusudur. Demokratik meşruluğun ideal ölçülerini kendinde taşıyan kamusal alanın ideali, devletin toplumu oluşturan bireyler ve gruplar üstü, onlardan bağımsız ve onlara egemen durumunu yumuşatmak, dizginlemek, devleti doğrudan kamusal alana, kamusal alanda ortak sorunlarla ilgili ortaya çıkan konsensüslere bağımlı kılmasıdır. Hatta daha da ileri giderek devletin olmadığı bir kendi kendini yöneten özyönetimci bir toplum idealine ihtiyaç olduğunu ortaya koyabilmelidir. Bu ideal sayesinde, yaşayan biçimiyle varolan devlet-toplum ilişkilerinin mahiyetinin ne olduğu ortaya çıkar. Şöyle ki: (1) Bu ilişkileri düzenleyen yasaların meşruluğu, (2) devletin toplumsal iradeye ne kadar bağlı olduğu ya da olmadığı, toplumdan bağımsız ve topluma egemen bir durumda hareket etme yeteneğinin ne ölçüde toplum çıkarına, faydasına dizginlenip dizginlenmediğini bilme ve eleştirme olasılığını vermektedir. Kamusal alanın ideali, demokratik bir toplumsal-siyasal birlikteliğin oluşturulmasında üçüncü bir sorun ortaya çıkarmaktadır. Bu da Taylor’un ifade ettiği ve kamusal alanda bir araya gelen toplum üyelerinin kim oldukları ile alakalıdır. Yani ulus-devlet sistemi içindeki farklı kültürel kimliklere sahip olan bireylerle grupların, farklı kültürel kimliği ile mi, yoksa türdeş bir siyasal-kültürel bütünlüğe dayanan ulusun üyesi olma vasfını içeren vatandaş kimliğiyle mi kamusal alanda bir araya gelmelidirler? Bu sorunun cevabı, sayıları yüz milyonlarca olan ve baskı altında yaşayan farklı kültürel grupları çok yakından ilgilendirir.

Kamusal Alan ve Çokkültürlülük

Bazı görüşlere göre, kültürel kimlik farklılıkları, vatandaşların kamusal alanda bir araya gelmeleriyle ilgili olmayıp, vatandaşların ahlaki, özel veya yaşam biçimine dair bireysel tercihlerinden çıkmaktadır. Kamusal alanda yer alan vatandaşların ve grupların, kendi ahlaki, özel ve kısmi tercihlerini değil, ortak toplumsal sorunların çözümünde dikkate alması gereken toplumsal ortak iyiliği gözeterek faaliyete bulunmalarıdır.  Örneğin ahlaki tercihleri içeren bir kamusal tartışma sürecinde, farklılıklarla ilgili konuşulamayacak ve bundan ötürü de ortak bir anlaşmaya varılamayacak kadar kopuk ve karşıt bir biçimde konumlanması mümkündür. Bu durumda tartışmayı sürdürmenin bir yararı yoktur, çünkü bir karar alınamayacaktır. Bu nedenle, siyasal karar alınabilmesi için kamusal tartışma sürecine bir sınır getirme yöntemiyle, ahlaki, özel, ideolojik gibi tercihlerin bu sürece katılmasının önlenmesidir.

Kamusal tartışma sürecine bir sınır getirme görüşünü büyük ölçüde liberaller tarafından benimsenmekte ve savunulmaktadır. Bu görüşe göre, demokratik bir siyasal sürecin kurumsallaşmasının ön koşulu olarak önce türdeş ulusal-kültürel bütünlüğün oluşturduğu zemin üzerinde ve meşruluğunu da bu türdeş ulusal-kültürel bütünlüğe dayandıran bir ulus-devletin varlığı gerekir.   Kamusal alanda yer alan toplumsal bireylerin toplumsal ortak iyiliğe dair siyasal kararların alınması sürecinin kurumsallaşmasından önce, ulus-devletin varlığının ve bütünlüğünün çıkarını gözetecek tarzda davranabilecek bilince sahip vatandaşların oluşturulması fikrini ileri sürmektedir. Bu tutum, liberal demokrasiye geçiş sürecini ilan eden toplumlarda daha çok belirgindir. Ghassan Saleme, demokratikleşme bakımından bu yaklaşımın ne kadar mahzurlu olduğunu şöyle açıklar: “Demokratikleşme üzerinde…, ulusal kimlik sorununu bir çözüme bağlamadan önce düşünmek zorundayız, iyi bir Jakoben, böylesine hayati bir evreyi es geçemeyeceğimizi söyleyecektir: Önce ulus gelmeli, sonra onun demokratikleşmesi. Ancak, bugünkü devletlerin kurulmasından bu yana geçen onlarca yıllık süreden sonra, demokratikleşmenin ne zaman sona ereceği bilinmeyen bir milliyetperver veya milliyetçi duygunun yaygınlaşmasına verilen öncelik şartına bağlanamayacağını artık kabul etmek gerekmektedir.”[16]

Hem yerleşik liberal-demokratik temsili sistemler hem de demokrasiye geçiş sürecindeki toplumlar, türdeş ulusal-kültürün bütünleştirici özellikleriyle ifade edilen vatandaş kimliğine dayalı bir siyasal sürecin amaçlanmasından ötürü, kültürel kimlik farklılıklarından türeyen eşitsizlikçi, asimilasyoncu, baskıcı ilişki ve politikaları önemsiz ayrıntılar olarak görmektedir.  Buna karşın vatandaşların kendi kültürel kimlik önceliklerini sahiplenerek, kamusal tartışma sürecine katılma olanaklarının sağlanması gerektiğini ileri süren görüşler de vardır. Bu konuyla ilgili Taylor’ın önemli katkıları olmuştur.  Taylor’a göre, liberal-demokratik temsili sistemin çoğulculuk anlayışı, farklı kültürel grupların sorununun çözümünü engelleyen bir işleyişe sahiptir. Birden fazla siyasal partinin hükümet olmak için seçmenler önünde yarıştığı, temsil ettikleri toplum kesimlerinin çıkarları doğrultusunda siyasal kararları etkilemeyi amaçlayan birden fazla baskı gruplarını bünyesinde taşıyan liberal-demokratik çoğulculuğun bazı sınırları vardır. Bu sınırlar fiziki ve simgesel sınırlar olarak belirtilebilir.  Fiziki sınırlar, liberal-demokratik temsili rejimlerin içinde yer aldığı ulus-devletin ülkesidir.  Simgesel ya da sembolik sınırlar ise, yasa yapma süreçlerine katılma iradesine sahip olan birey ve grupların ulus-devlete meşruluk sağlayan türdeş ulusal-kültürel bütünlük içinde tanımlanan vatandaşlık anlayışı ile belirlenmektedir. Başka bir deyişle, siyasal kararlar alma sürecine, tanımlanmış ulusal kültürün mensubu olan vatandaş olarak katılmaktadır. Liberal-demokratik çoğulculuğun işlevi, yalnızca sosyo-ekonomik farklılıkların siyasal alana taşınmasına ve siyasal partiler ile baskı gruplarının aracılığıyla pazarlık konusu yapılabilirken, kültürel farklılıkların siyasal alana taşınmasına yol verilmemekte ve engellenmektedir.

Taylor, çoğulculuğu, farklı tarihsel-toplumsal koşullarda oluşan farklı kültürel kimliklerin eşit ölçüde saygıdeğer kabul edilmesi ve siyasal alanda tanınması olarak tanımlamaktadır.  Taylor, farklı kültürel kimliğe, “katlanmayı”, “müsamaha” etmeyi ifade eden ve bu manada farklı kültürel gruplar arasında eşitliğe değil, bir kültürel grubun üstünlüğüne dayalı hiyerarşik tutumu bünyesinde taşıyan hoşgörü anlayışına karşı olup, kültürel kimliklerin eşit ölçüde saygı esasına göre değerlendirilmesi gerektiğini söyler.  Taylor’a göre, çoğulculuk kültürel kimliklerin eşdeğer saygı esasında tanınması olmaktadır.  “Tanınmama ya da yanlış tanınma zarar verici olabilir; insanı, sahte, çarpıtılmış ve indirgenmiş bir varoluş tarzına hapsederek baskıya dönüşebilir.”[17] Burada kadınların, siyahların ve daha çok sömürgeleştirilmiş halklar, bu aşağılanmışlığın ve ezilmişliğin getirdiği acıya katlanarak yaşamaya mahkûm edilmiş oluyorlar. “Bu açılardan bakıldığında, yanlış tanıma, gereken saygının gösterilmediği belirtmekle kalmıyor. Bu durum acı verici bir yaranın açılmasına neden olarak kurbanlarını, sakatlayıcı bir biçimde, kendilerinden nefret ederek yaşamaya mahkûm ediyor. Varlıklarının hak ettikleri biçimde tanınması, insanlara gösterilmesi gereken saygının gereği olmakla kalmaz. Bu can alıcı önem taşıyan bir insan gereksinmesidir.”[18]

Modern öncesi toplumlarda, “tanınma hiçbir zaman bir sorun olarak göstermedi kendini. Genelde tanınma, herkesin varolduğunu sorgulamadan kabul ettiği toplumsal kategoriler üzerine oturmuş olması nedeniyle, toplumsal kimlik üzerine kuruluyordu.”[19] Yani, insanlar; statü ayrıcalıklarına göre eşitsiz zümreler biçiminde bölünmüşlerdi. Hukuksallaşan ve statikleşen bu bölünmelerden türeyen bireylerin kimlikleri, dışarıdan (doğuştan) verilmişti.  Örneğin soylu ve serf doğuştan gelen bir toplumsal konum ve bireysel kimliktir. Modern dönemde ise, modern toplumu oluşturan ulus-devlet ve kapitalizm koşulları altında, bireylerin kimlikleri, doğuştan gelmemekte ya da dışarıdan verilmemekte, bireylerin başkalarıyla girdikleri diyalog süreçleri aracılığıyla kurulmaktadır. Taylor’a göre, modernlik koşullarında kimlik ile tanınma arasındaki yakın ilişkiyi bilmek için, insanlık durumunun çok önemli bir özelliği olan diyalogu göz önünde tutmak gerekir. “Kendimizi açıklayabilecek, bu nedenle de kimliklerimizi tanımlayabilecek insanlar olma durumuna, ifadeyi olanaklı kılan zengin insan dillerini edinerek ulaşırız…, dil kavramını geniş anlamda, yalnızca konuşmada kullandığımız sözcükler anlamında değil, kendimizi tanımlarken kullandığımız başka dışavurum tarzlarını, bu arada sanat, el kol hareketleri, sevgi vb. “diller”ini kapsayacak anlamda kullanmaktır. Ama bu dışavurum tarzlarını başkalarıyla etkileşim içinde öğreniriz. İnsanlar kendilerini tanımlamak için gereksinme duydukları dilleri tek başlarına edinemezler, tam tersine bu dillerde, bizim için önem taşıyan başkalarıyla girdiğimiz etkileşimler yoluyla tanışırız. Bu anlamda, insan zihninin doğuşu monolojik bir şey, herkesin kendi başına elde ettiği bir şey değil, tersine diyalojik bir şeydir.”[20]

Bu dilleri diyalog içinde öğrenip ardında kendi amaçlarımız için kullanmakla yetinmeyiz.  Tabi ki, kendi görüşlerimizi, tavırlarımızı, kanılarımızı geliştirmemiz, bunları büyük ölçüde tek başımıza düşünerek bulmaya da çalışırız. Oysa kimliğimizin tanımlanması gibi önemli sorunlarda işler farklı yürüyor.   “Kimliğimizi her zaman, önemli saydığımız öbür kişilerin bizde görmek istedikleri şeylerle diyalog içinde, bazen de çatışma içinde tanımlarız.”[21] Demek ki, bireylerin kimlikleri dışarıdan verilmemekte, ancak bireylerin başkalarıyla girdikleri diyalog aracılığıyla kurulmaktadır. Taylor’ da diyalojik kimlik ve kültürel tercihlerin sabit değil, dinamik yani değişmeye yönelik olduğudur. Bu görüşü, kamusal alanın seküler niteliği hakkındaki görüşüyle uyum içindedir. Taylor’a göre kamusal alan ve kamusal alanda yapılan diyalog, insanın toplumsal ortak ilgi konusu olan sorunlara tartışma- konuşma ve konsensüs (uzlaşma) içinde çözüm bulmayı amaçlayan faaliyetinin hiçbir aşkın, dinsel ya da kutsallaştırılmış sınırlamaya bağımlı olmamasıdır.

Taylor’a göre çoğulculuk, diyalojik ve değişime açık bireysel kimlik oluşturma sürecinin önünü açacak biçimde, farklı kültürel kimliklerin siyasal tanınmasına imkân vermek anlamındadır. Aynı zamanda, Taylor’ın çoğulculuk anlayışı, çok-partili, çok-baskı gruplu modernliğin yerleşik liberal-demokratik temsili sistemindeki kamu alanının kültürel kimlik farklılıklarının ifade edilmesine kapalı olma özelliğinin eleştirilmesinin ve teşhirinin de mihenk taşı olmaktadır.  Çünkü liberalizm, farklı kültürel kimliklerin varlığını sürdürmek için ortak amaçlı faaliyete izin vermez. Taylor bunu şöyle açıklar: “Eşit saygı politikasının, hakların liberalizmi içine gömülmüş öyle bir biçimi vardır ki, bu biçim şu nedenlerle farklılıkları içinde barındıramaz; (a) bu hakları tanımlayan kuralların, istinasız herkese aynı biçimde uygulanmasında ısrar eder ve (b) toplu amaçlara kuşkuyla bakar. Elbette bu, modelin, kültür farklılıklarının ortadan kaldırma peşinde koştuğu anlamına gelmiyor. … Ama bu modelin farklılıkları içinde barındıramayacağını söylemem, farklı toplumların içindeki üyelerin gerçekten ulaşmak istedikleri şeylere, varlığını sürdürmek demek olan şeye, kendi içinde yer veremeyecek olmalarındandır. Bu da (b) toplu amaçtır.”[22]  Yani, farklı kültürel grupların siyasal ve kültürel haklarını ele geçirmek için toplumsal amaçlı faaliyetine karşıdır. Oysa, günümüzde baskı altında olan farklı kültürel kimliklerin talebi: “Farklı kültürlerin eşit değerde olduğunu hepimizin kabul etmesidir; bu kültürlerin, yalnızca varlıklarını sürdürmelerine izin vermekle kalmayıp onların değerli olduklarını kabul etmemizdir.”[23] Böylece Taylor’ın teorisinin hedefi, liberal-demokratik temsili sistemin olduğu kadar, postmodernizmin mutlak rölativizminin (göreceliğinin) aşılmasıdır.[24] Sonuç olarak liberal-demokratik temsili sistem, farklı kültürel kimliklerin siyasal talebi olan ulusal ve demokratik haklarının tanımasına karşıdır.

Türkiye Cumhuriyeti ve Demokrasi

Mustafa Kemal önderliğinde Pantürkizm akımı, Osmanlıcılık ile Panislamizm kadrolarını tasfiye ederek ve CHP’nin tek partili iktidarı altında bir despotik Cumhuriyet rejimini kurmuşlardır. Demek ki, Türkiye Cumhuriyet rejimi demokratik olmayan, zora dayalı bir siyasal yöntemle kurulmuştur. Kuruluşundan itibaren düşünce ve örgütlenme özgürlükleri başta olmak üzere temel hakları kabul etmemiş ve Türk etnik grubun dışındaki farklı kültürel kimliklerin varlığını inkâr etmiş ve zor, şiddet ve soykırım yoluyla Türkleştirilmelerini devletin temel, değişmez siyasal amacı olarak kabul etmiştir. İkinci Paylaşım Savaşı’nın Müttefikler cenahının zaferiyle sonuçlanmasından kaynaklanan yeni dünya düzenine uyum sağlamak için 1946’da çok partili rejime geçmiştir. Böylece Türkiye Cumhuriyet rejimi, demokrasiye has özellikler arasında olan dönemsel seçimlerin yapılması ve birden çok siyasi partilerin kurulabilmesi ve bu farklı siyasi partilerin bu seçimlere serbestçe katılabilmesi ve benzeri işlevlerden dolayı, biçimsel yönüyle demokratik bir görünüm vermektedir. Ancak düşünce ve örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere temel hakların tanınmasının sınırı ya da koşulu vardır. Bu koşul da farklı kültürel kimliklerin Türkleştirilmesi amacının benimsenmesidir. Böylelikle toplum ve devlet yalnızca Türk etnik grupla özdeşleşmiş olmaktadır. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin iddiası, toplum, yalnızca Türk etnik kimlikten oluştuğu ve Türkiye Cumhuriyeti de Türk etnik grubunun devleti olduğudur.  Bu durumda farklı kültürel kimlikler bırakın eşdeğer görülmeyi, tam tersine, bu kimlikler kendilerini siyasal ve hukuksal olarak ifade etme ve örgütlenme haklarından da mahrum kalmaktadır.   Türkiye’de nüfus bakımından en kalabalık iki etnik grup bulunmaktadır. Bunlar, Türk etnik grubu ile Kürd etnik grubudur. Modernliğin söylemiyle Türk Ulusu ve Kürd Ulus’udur. Egemen konumunda olan Türk etnik grubu, T.C. aygıtı aracılığıyla bugüne kadar Kürdlerin varlığını inkâr etmekte, zor ve şiddet yoluyla Türkleştirme siyaseti yürütmektedir. Günümüzde ise, Kürdleri siyasal ve hukuksal çerçevesi içinde değil, sadece söylemle bir azınlık grup olarak tanımaktadır. Bununla birlikte, değil ki ulusların kendi kaderini tayin hakkını, demokratik ve kültürel haklarını bile tanımamakta ve ülkesi olan Kürdistan’ı inkâr etmektedir.  Böylece bugüne kadar Kürdlerin inkârı üzerinde yürütülen asimile etme politikasını, günümüzde ise aynı asimilasyon politikasını bu sefer de Kürdleri egemenlik ve ulusal kültürel haklarından soyutlanmış bir tanıma ile sürdürmektedir. Bu siyasal koşullarda, kuvvetler ayrılığı ilkesini uygulamaya geçirmek, başta yargı olmak üzere siyasetin denge ve denetleme işleyişini sürdürecek kurumlarının oluşturulması mümkün değildir. T.C. kuruluşundan bugüne kadar hiçbir dönemde içerik bakımından demokrasiye özgü özelliklere sahip olmamıştır. Sadece biçimsel yönüyle demokratik bir görünüm sunmuştur.  Çünkü T.C. nin tek bir amacı vardır; o da Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde yaşayan tüm farklı kültürel kimliklerin ve özellikle de Kürdlerin Türkleştirilmesidir. Bunu sağlayabilecek her tür yöntem mubahtır. O zaman tüm kural ve kurumların temel görevi bu amacı gerçekleştirmektir. Bu nedenle T.C. kuruluşundan bugüne kadar hep ırkçı ve otoriter bir rejim olmuştur.  Gerek iktidar partilerinin ve gerekse muhalefet partilerinin ortak özelliği, ırkçı ve otoriter rejimin savunucuları olmalarıdır.

Bu ırkçı ve otoriter rejime karşı demokrasiyi savunanlar ise Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi ve güçlenmesini Kürdlerin anadilde eğitim ve yerel özerklik statüsüne sahip olmalarıyla gerçekleşebileceğini öne sürmektedirler. Örneğin bu çalışmada görüşlerinden yararlandığım Köker, Kürd sorunu hakkında şunu söylemektedir: “Kürt sorunu, varlığını inkâr eden kurulu düzenin iktidar sâhipleri ile “kimlik siyâsetini aşmak gerek” argümanına yaslanarak bu sorunu küçümsemek isteyenlerin aksine, iki önemli ayağı ile, Türkiye’nin demokratik bir siyâsî sistemi bilinen evrensel ölçülere uygun bir biçimde inşâ edip güçlendiremeyişinin ana sebebi olmayı sürdürmektedir. Sorunun iki ayağından biri,” dil” -özellikle Kürtçe anadilinde eğitim- diğeri de “özerklik”tir.”[25]  Bu demokratların göremediği husus tanımladıkları ‘Kürd Sorunu’nun ana dilde eğitim ve yerel özerklikle sınırlı olmadığı, özünde bu sorunun Kürdlerin bir ulus olarak egemenlik hakkından mahrum kalması ve bu hakkı kullanma önündeki despotik, anti-demokratik ve devletin tüm kurum ve güçleriyle engel olmasıdır. Diğer bir ifadeyle ‘Kürd Sorunu’ özünde Kürdistan sorunudur ve Kürdlerin devlet olma sorunudur. Zaten Kürdler, yüz yıldan fazla bir süreden beri Kürdistan coğrafyası üzerinde egemen olma mücadelesini sürdüren bir ezilen- ulus konumundadır. Dolayısıyla Türkiye’nin demokratikleşmesinin yolu, Kürdlerin bir ulus olarak tanınması ve Türkler’ in sahip olduğu tüm haklara ve özellikle egemenlik hakkına sahip olmalarını sağlayan yeni bir kuruluş sözleşmesinden geçer. Ancak bu sözleşme üzerinde kurulacak demokrasi modeli Anadolu ve Kuzey Kürdistan’da yaşayan tüm halkların egemenlik, ulusal ve etnik, dini ve tüm bireysel hak ve hukukunu garanti altına alabilir.

Sonuç Olarak

Yukarıda modernliğin çelişki olduğu, çelişkinin de değişim olduğu ve modernlikte değişimin olunacağı söylenmişti. Günümüzde tüm ulus-devletler, ikisi olumsuz ve biri olumlu olmak üzere üç değişimi birlikte yaşamaktadır. Birincisi, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin toplumsal-siyasal değişim yönü, neoliberalizmden neomerkantilizme geçiş sürecini yaşamaktadır. İkincisi, yeniden nüfus alanlarının paylaşım mücadeleleri kızışmakta ve bu mücadeleler de çok kutuplu dünyadan iki kutuplu dünyaya geçiş süreciyle içiçe girmiştir.  Üçüncüsü ise, olumlu bir değişim olarak baskı altında olan farklı kültürel kimlikler, tüm farklı kültürel kimliklerin eşdeğer olduğunun kabul edilmesi ve bu temel üzerinde tanınmasını talep etmektedirler.

İki kutuplu dünyanın başını çekenler, büyük olasılıkla ABD ile Çin olacaktır. Hatta Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesinin bir nedeni de çok kutuplu dünyanın devamını sağlamaya yöneliktir. Ancak Rusya, Almanya, Fransa gibi çok kutuplu dünyanın devamından yana olanların ekonomik ve siyasal imkanları, hedeflerini gerçekleştirmeye yetmemektedir.  Bu nedenle AB ve G7 ülkelerinin tümü ya da büyük çoğunluğu, demokratik ülkelerin dünyanın otoriter rejimlerine karşı uluslararası iş birliğini sağlamak ve güçlendirmek gerekçesiyle ABD’nin başını çektiği kutupta yer alacaklardır. Bu durumda kendi kutbunda yer alan ve biçimsel yönüyle demokratik bir görünüm sunan ülkelerin, otoriter- ırkçı politikalarını da görmezden geleceklerdir. Çünkü, merkantilizm, ekonomik politika olarak korumacı; dış politika olarak yayılmacı ve iç politika olarak da etkin ve güçlü bir ulusal devletçidir. Merkantilist politikaların işaretleri verilmeye başlandı bile. Bu işaretler, 24-25 Nisan 1999 NATO Washington zirvesi ve stratejik konsepti ile 28-30 Haziran 2022 NATO Madrid zirvesi ve stratejik konsepti karşılaştırıldığında görülecektir. Yukarıda 1995 yılında Taylor’ın liberal-demokratik temsili sistemlerin yumuşak bir despotizme yönelebileceğini söylediği söylenmişti. Günümüzde ise, merkantilist politikaların gereği olarak ve büyük bir olasılıkla yerleşik Batılı liberal-demokrasilerde yumuşak despotizme (baskıcılığa), liberal demokrasiye geçme amacını ilan etmiş toplumlarda ise kaba bir despotizme (tek partili rejim, vb.) dönüşebilir.

Bu değişim, aynı zamanda insanın bilinçli, amaçlı toplumsal faaliyetiyle gelişmiş bir demokrasiyi de ortaya çıkarabilir. Bize göre bu değişimin yönü, federal katılımcı konsensüs demokrasi olmalıdır. Federal katılımcı konsensüs demokrasi modeli, katılımcı demokrasi modeli ile konsensüs demokrasi modelinin özelliklerini içeren bir demokrasi modelidir.  Başka deyişle, İsviçre, Belçika ve Bosna-Hersek demokrasi modellerinin bir karışımı ve söz konusu demokrasileri aşan bir model olmalıdır. Bu demokrasi modeli, sosyo-ekonomik grupların çelişkilerini, ezilen ulusların ve farklı kültürel grupların sorunlarını, kamusal alanda tartışma, konuşma ve uzlaşma yoluyla makul bir ölçekte çözebilir. Bununla birlikte vatandaşları, egemenliğin hem öznesi hem de nesnesi yapacak bir demokrasi modelinde, geniş anlamda insan ve halkların hakları, özgürlükleri tanınır ve teminat altına alınır ve bu haklarının ve özgürlüklerinin sınırlanması girişimleri önlenebilir. Federal katılımcı konsensüs demokrasi modeli, vatandaşları egemenliğin hem öznesi hem de nesnesine dönüştüremez, ancak bunu yapabilecek bir demokrasi modelinin yolunu açabilir.  Bunu başarmanın yolu da, toplum ile devlet arasındaki ilişkilerin, devletin bütünlüğünü, varlığını ve sermaye mülkiyetini koruma mantığına endekslenmiş bir siyaset biçiminin nasıl aşılacağı ve toplumsal kurumların demokratik karar alma süreçlerine katılımlarını mümkün kılan bir yeni siyasal yapılanmanın ortaya çıkarılması doğrultusunda, tartışmaya ve teorik-pratik faaliyete büyük bir ihtiyaç vardır.  Federal katılımcı konsensüs demokrasi modeli, bu ihtiyacı karşılayacak toplumsal-siyasal ve kültürel ortamı oluşturabilir.

Oysa içinden geçtiğimiz süreçte, ezilen ve sömürülen kesimler olarak kadınlar, işçiler, emekçiler ve farklı kültürel kimlikler, büyük bir tehdit ve risk altındadırlar.  Bu ezilen ve sömürülen kesimler arasında en büyük tehdit ve risk altında olan ise farklı kültürel kimliklerdir. Çünkü kadınlar ve işçiler için soykırım riski yoktur, ancak farklı kültürel kimlikler için soykırım riski vardır.[26] Zaten ulus-devlet; insan haklarının, hukuksal eşitliğin ve temsili liberal- demokrasinin gelişip yerleşmesine imkân sağladığı gibi, faşist, totaliter iktidarların kurulmasına, sömürgecilik ve soykırım uygulamalarına da uygun bir temel sağlar. Yani ulus-devlet hem medeniyetin hem de barbarlığın en güçlü silahlarıyla donanmış ikiyüzlü bir örgüttür.  O zaman belli bir coğrafya üzerinde yaşayan farklı kültürel kimliklerin soykırım tehdidinden kurtulmalarının yolu devletleşmekten geçer.  Çünkü farklı kültürel kimlikler ya da ezilen uluslar, örneğin Kürd ulusu devletin medeniyet yüzünü değil, hep barbarlık yüzünü tanıdılar.

Toplum üyelerini egemenliğin hem öznesi hem de nesnesi yapacak ve farklı kültürlerin eşit değerde olduğunu ve bu kültürlerin varlıklarını tanımakla yetinmeyip onların değerli olduklarını kabul edecek bir demokrasi modeli, baskı altındaki farklı kültürel grupların mücadelesiyle ulaşılacak bir şey değildir. Bu hedefe ancak dünya düzeyinde en geniş anlamda insan ve halkların haklarını ve özgürlüklerini savunarak ve bu amaç doğrultusunda teorik-pratik faaliyet yürütmekle mümkündür. Baskı altında olan farklı kültürel gruplar ve özellikle ezilen-uluslar, ifade edilen demokrasi modeline her kesimden daha fazla muhtaçtır ve her kesimden daha fazla benimser ve destekler.  Bugüne kadar, böyle bir demokrasi modeli olmamıştır ama bundan sonra olması için talep edilmelidir.   Farklı kültürel kimlik sorunun çözümü; egemen konumunda olan kültürel grubun, baskı altında olan farklı kültürel grupları kendisiyle eşdeğer olarak tanıdığını ve farklı kültürel kimliği ile kamusal alanda bir araya gelmelerini kabul etmesinden geçer. Ancak egemen konumunda olan kültürel gruplar hem kendi mevcut statülerinin hem de baskı altında olan farklı kültürel kimliklerin mevcut statülerinin devamında ısrarlıdırlar. Bu koşullarda, baskı altında olan farklı kültürel kimliklerin ya da ezilen-ulusların ve ezilen-ulus olarak Kürd ulusu; egemen uluslarla eşdeğer olduklarını ve egemen ulusların (Türk, Fars ve Arap ulusun) sahip olduğu ulusal-siyasal statü, hak ve özgürlükleri talep etmelidir. Bu, meşru hakları ve görevleridir. Farklı kültürel kimlikler ya da ezilen-uluslar ve somuta Kürd ulusu; kendilerini ulusal-demokratik hak ve özgürlüklere laik görmelidir ve laiktirler de. Ulusal-demokratik mücadelelerini de bu eksen üzerinde vermelidirler. Bu durumda Kürd ulusal siyasal akımları, ezen-ulus siyasal akımlarıyla ilişkilerini bu eksen üzerinde yürütmelidirler, aksi durumda ulusal niteliğini yitirmiş olurlar.     09.07. 2022/Amed

[1] Başkaya, Fikret Paradigmanın İflası Doz yayınları 1997, s. 80

[2] Milliyet Gazetesi,29 Ekim 1973, aktaran Fikret Başkaya, age, s. 46

[3]  Levent Köker, Modernleşme mi, demokratikleşme mi? Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye, s.155-168, Giddens, Anthony, Sosyoloji, Çeviren: Ülgen Yıldız Battal, Phonix Y. Ankara, 2005, s. 149-158

[4]  Giddens, age, s. 158

[5] Wallerstein Immanuel, Tarihsel Kapitalizm ve Kapitalist Uygarlık, İlerlemeler ve Geçişler Üstüne, Çeviren: Necmiye Alpay, Metis Y. İstanbul, 2012, s. 92

[6]Kymlicka, Will, Çokkültürlü Yurttaşlık Azınlık Haklarının Liberal Teorisi. Çeviren: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Y İstanbul, 2020, s.  64-76

[7] Dahl, Robert, Demokrasi ve Eleştirileri, Çeviren: Levent Köker, Yetkin Y. Ankara, 1996, s.281

[8] Köker, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye, Demokratik Meşruluk, Kamusal Alan ve Çokkültürlülük Sorunu, s. 341

[9] Charles Taylor, liberal polştşcs and puplic sphere, Charles Taylor, Philosophical Arguments, Cambridge, Mass: Harvard universty Pres. 1995.278, aktaran, Köker, age, s. 342

[10] Jean L. Cohen, Andrew Arato, Sivil Topum ve Siyasal Teori, Çevirenler: A. Argun Akdoğan, Ulaş Bayraktar, Berna Yılmaz, Alparslan Zengin, Büşra Kurt, Efil Y. Ankara, 2013, s.17

[11]  Cohen, Arato, age, s.505

[12] Cohen, Arato, age, 528

[13] Köker, age, Radikal Demokrasi, s. 358

[14]  Taylor, Charles, Modern Toplumsal Tahayyüller, Çeviren: Hamide Koyukan, Metis İstanbul, 2021, s. 96

[15] Taylor, age, s. 113

[16] Salame, Ghassan, “Introduction,” G, Salame (ed.), Democracy Without Democrats the Renewal of Politics tu the Müslim World, London: I, B. Tauris, 1994, s. 11, aktaran, Köker, age, s.348

[17] Taylor, Charles, çokkültürcülük, Tanınma Politikası, Çeviren: Yurdanur Salman, YKY, 2018 age, s. 46

[18] Taylor, age, s. 47

[19] Taylor, age, S. 55

[20] Taylor, age, s. 53

[21] Taylor, age, s. 53

[22] Taylor, age, s. 80

[23] Taylor, age, s. 83

[24] Çokkültürcülük, Taylor, Tanınma Politikası, s. 46-93, Köker, Charles Taylor: Kimlik/Farklılık Sorununa Sahici demokratik Çözüm Arayışı, s. 11-14, Köker, Demokratik Meşruluk, Kamusal Alan ve Çokkültürlülük Sorunu, s.337-352

[25]  Levent Köker, Güçlendirilmiş parlamenter sistem ’in esas hedefi yeni demokratik cumhuriyet anayasası olmalıdır, Artı Gerçek gazetesi, 31.05. 2022

[26] Çokkültürcülük, Tanınma Politikası, Wolf, Susan, Yorum, s. 95-96