Faik Bulut Independent Türkçe için Psikiyatr Fikret Zengin ile konuştu

Faik Bulut Araştırmacı gazeteci, yazar

Pazar 3 Nisan 2022

Bingöl‘ün Karlıova ilçesine bağlı Tuzluca köyünde 1957’de doğan Fikret Zengin, Mikail köyünde başladığı ilkokulu, 1966 depreminden sonra Solhan Yatılı bölge okulunda tamamladı. Ortaöğrenimini sırasıyla Tatvan (yatılı bölge okulu), Elazığ, Bingöl ve Diyarbakır’da yaptı.

Dr. Psikiyatrist Zengin’in üniversitede okuduğu dönem, sağ-sol çatışmasının alabildiğine tırmandığı 1970’li yıllardı. O da bu çatışmalardan nasibini almıştı.

“Niçin ülkücü değilsin de tarafsızsın?” bahanesiyle 1977 yılında kendisini ormana kaçırıp feci şekilde döven ülkücü öğrenciler, “öldü” diye bırakıp kaçmışlar.

Psikiyatrist Dr. Fikret Zengin

Zengin, hak aramak için nereye başvurduysa karşısına kendisini dövenlerin arkadaşları çıkmış. Şikâyetleri işe yaramamış.

İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesinden 1984 yılında mezun oldu. Dört yıl Türkiye’de çalıştı.

1985’te ihtisas yapmak için Sağlık Bakanlığı’na başvuran Dr. Zengin, engellenmesini şöyle anlatıyor:

Bakanlık, Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde Ülkücü öğrencilerle yaşadığım olayı gerekçe göstererek ihtisas yapma hakkımı elimden aldı. Oysa o olayda dayak yiyen, dolayısıyla mağdur olan bendim. Anlaşılan o ki, Erzurum’daki ülkücü öğrenciler, bakanlıktaki arkadaşlarıyla dayanışma içine girmişler, beni mağdurken suçlu konumuna düşürmüşlerdi. Bunun üzerine yargıya başvurdum. Yargının karar vermesi uzayınca şansımı Almanya’da denemek istedim. Mahkeme benim lehime sonuçlandı ama ben o sırada Almanya’daydım ve hayatımdan memnundum, Türkiye’ye dönmedim.

1988 yılında Almanya‘ya göç eden Karlıovalı Fikret Zengin, Almanya’nın Duesseldorf ve Solingen şehrinde 20 yıl boyunca popüler bir psikiyatri ve psikoterapi mütehassısı olarak çalıştı.

Halk sağlığı alanında master yaptı. Ayrıca psikotravmatoloji, seksüel terapi, beslenme ve koruyucu tıp dalında eğitim aldı.

Almanya’da psikiyatristler ve psikoterapistlere eğitim verme yetkisine sahip oldu. Bu alanda çok sayıda insan yetiştiren Zengin, Almanya’da birçok mahkemede bilirkişi olarak çalıştı.

Özel muayenehanesi, ününü duyup şifa arayan hastalarla dolup taşan Dr. Zengin, buradaki çalışmalarının yanı sıra, koçluk ve danışmanlık, Almanya’nın en büyük sosyal güvenlik kurumunda doktorluk, mahkemelerde ise bilirkişilik yapıyordu.

İtibarı vardı ve iyi para kazanıyordu. Gelgelelim o, memleketi Bingöl’ün dağlarını özlüyordu. 2017 yılında memleket özlemi dayanılmaz hale gelince, dağlarıyla ünlü İsviçre’ye taşındı.

Dr. Zengin koçluk, danışmanlığın yanı sıra aynı zamanda yazardır da. İsviçre’de yayın yapan Haber Poium‘da çeşitli konularda yazılar yazıyor.

“Geleceğin Umudu Göç; Göçün nedenleri, göçün sosyolojik, psikolojik ve tıbbi etkileri ve sonuçları” ile “Kulak Çınlamasının Psikolojik yönü ve EMDR ile tedavisi” adlı iki eseri bulunuyor.

Zengin’in “Doğaya Dön” çerçevesinde projesini gerçekleştireceği arazi

Aynı zamanda tutkulu bir çevreci ve doğasever olan Dr. Zengin şunları söylüyor:

Beni İsviçre’ye, Bingöl’deki dağlara olan özlemim çekti. Özlemimi Alplerle gidereceğimi düşündüm. 26 Eylül 2019 tarihinde Bingöl dağlarının tepesi olan Koğa’ya (zirve) gittim. Alp dağlarından getirdiğim taşları, Bingöl dağlarına bıraktım. Bingöl dağlarından getirdiğim taşları Alp dağlarına bıraktım. Bingöl dağlarını Alp dağlarıyla kardeş ilan ettim.

Doğduğum köye bir çeşme yaptırdım. Karlıova’yı ekonomik yönden kalkındırmak amacıyla “Dr. Zengin Organik Gıda” adını verdiğim bir firma kurdum. Bu firma üzerinden yöredeki hayvancılığı geliştirmeyi; köylülerin ürettikleri tarımsal ürünleri, yurt içi ve yurtdışı pazarlarda gerçek değerleri üzerinden pazarlamayı planlıyorum. İsviçre’den Karlıova’ya getireceğim bir uzman eliyle kaşar peyniri üretmek ve dağda bir restoran açmak istiyorum.

Geçtiğimiz mart ayında tarih söyleşileri kapsamında gittiğim Zürih şehrinde Dr. Zengin ile tanıştım.

Nezaket gösterip ziyaretime geldi. Hayatının nerede başlayıp nasıl devam ettiğini, niçin bu mesleği seçtiğini sordum. İşte yanıtı:

“1500’lü yıllarda Dersim’den başlamış yolculuğumuz. Bingöl’ün Adaklı ve Yedisu, Erzurum’un Hınıs, Muş’un Varto ilçelerinden sonra 1700’lü yıllarda Bingöl Karlıova’nın Tuzluca köyüne bağlı Mikail mezrasına yerleşmişiz. Konargöçer idik biz. Alevi inançlı Hormek aşiretine bağlıdır ailemiz. 1957 yılında Mikail mezrasında dünyaya gelmişim. 12 çocuklu bir ailenin evladıyım.

Kış mevsiminde kalabalık gruplar halinde dedemin evine misafir gelenler, Şevbuhurk denilen sözlü anlatım (mesel, hikâye, destan, kahramanlık olayları, deyişler gibi anlatımlarla gecenin eğlenceli geçmesi için düzenlenen geleneksel etkinlik) için kalırlardı.

Çocukların bu sohbetlere katılması uygun görülmüyordu. Ancak dedemin izin vermesi sayesinde ağabeyimle bu sohbetlere katılma ayrıcalığını elde etmiştik. Eğlendirici ve eğitici bir okul işlevi gören bu etkinliklerdeki sohbetlerden çok şey öğrendim.

Sadece Doğu toplumlarıyla sınırlı olmayan uzun kış gecelerinin sohbetleri dünyanın her yerinde görülebilir. Zaten bizler de ateşin etrafında toplanan ve hafızaları tıpkı etrafında toplandıkları ateş kadar parlak insanların sayesinde bugünlere gelmedik mi?

Üç yaşında annemi kaybetmiştim. Annesini kaybeden bir hastam bana, ‘Siz annesizliğin ne olduğunu, annemi kaybedişimi, annemin ölümünü anlayamazsınız’ dedi. Bunun üzerine ben de ‘Anneniz öldüğünde kaç yaşındaydınız’ diye sordum. 10 yaşında olduğunu ifade etti.

Tekrar karşılık verdim:

‘Oysa ben 10 yaşına kadar beş anne kaybettim. Annemden sonra nenem, nenemden sonra ablam, ablam evlendikten sonra diğer ablam, o da evlendikten sonra diğer nenem…’ 

Dr. Zengin’in anneannesi Çeki nine anadiline, kimliğine ve töresine çok sadıkmış. Bu kurala uymayan çocukları ve akrabalarını defterden siliyormuş

Meslek seçiminde annemi çocuk yaşta kaybetmemin rolü büyüktür. Psikiyatriyi seçmemin ise birkaç nedeni var: İzmir’de derse gelen psikiyatri hocasının etkisi, psikiyatri okuyanların kendilerini daha iyi tanıyabileceğini düşünmem ve bir gün Avrupa’da psikiyatrist olacağıma dair kendime verdiğim söz.

İnsan sadece yabancısı olduğu coğrafyaların problemi değildir; tam tersine, doğup büyüdüğü coğrafyanın sancıları da birçok soruna nedendir. Coğrafyamı, doğduğum toprakları iyi tanırım. Özellikle kış mevsiminde yaşadığım/yaşadığımız sıkıntıları asla unutamam.

Üç yaşındaki kardeşimi yollar kar yağışından kapalı olduğundan köyün dışına dahi ulaştıramamıştık. Amcamın sırtında taşıdığı kardeşim, eve getirilmesinden kısa süre sonra hayatını kaybetti. Bu, coğrafyanın bizden aldıklarından başka ne olabilir ki!

İnsanın çocukluğu nerede geçiyorsa ciddi bir bağ kuruluyor orada. Bu bağ insana çok şey kattığı gibi birçok açıdan kişiye dayanma gücü veriyor.”

Dr. Zengin, resmi dil ve anadili ikileminden ötürü yaşadığı travmayı ise şöyle dile getiriyor:

Öğretmen evde anne-babamızla Kürtçe konuşmamızı yasakladığı gibi, sabah okula geldiğimizde ilk olarak dil kontrolü yapılırdı. Dilimizi çıkarırdık. Öğretmen kimin dil ucu çatallıysa o kişinin evde Kürtçe konuştuğunu söyler ve buna göre de öğrenciye ceza verirdi.

Bir çocuk anadilinden dolayı cezalandırılıyor! İnsan böyle bir şeyi nasıl unutabilir? En büyük travma bir çocuğun anadilinden koparılışıdır; hiçbir şey bu travmayı iyileştirmeye yetmez! Köyde okula gittiğim iki yıl boyunca bir nevi sağır ve dilsiz oyunu oynadık ve o yılları hiç unutamadım.

– Geçtiğimiz aylarda İstanbul’da mesleki çalışmanızla ilgili bir ödül aldınız. Hangi başarınızdan ötürü hak ettiniz? Ödülü veren kurumun adı neydi? Bunun yol açtığı “akademi” veya benzeri bir sisteme dayalı projenizi Avrupa’daki meslektaşlarınızla birlikte gerçekleştirmeyi planlıyorsunuz. Doğru mu?

İstanbul Çırağan Sarayı’nda “Best Of Europe Awards” (Avrupa’nın En İyisi) ödüllerini alanlar arasındaydım. İki dalda aldım: “SIMED Academy”nin kurucusu olarak Avrupa’nın En Başarılı Projesi ve “100 Soruyla: Süper Beyne nasıl sahip olunur?” ile Avrupa’nın en iyi yazarı sıfatıyla bu ödüle layık görüldüm.

SIMED Academy, şu alanları kapsamaktadır:

S=Sağlık, İ=İletişim, M=Motivasyon, E=Eğitim, D=Danışmanlık.

Bu konularda Avrupa’da (Almanya, Avusturya ve İsviçre) ve Türkiye’de hizmet veren bir sağlık kuruluşudur. Bu proje, Avrupa’nın en iyisi olarak değerlendirildi. SIMED Akademisi, Doktorlar, Psikologlar, Sosyologlar, Sosyal Hizmet Uzmanı, Nefes koçundan oluşan interdisiplin bir ekiple çalışıyor.

SIMED, kişilere ve kurumlara yukarıda sıralanan konuları sunarak kişilerin hastalanmamasını sağlamayı; gerçekleştirdiği programlarla sağlıklarını korumalarını ve kişilerin daha sağlıklı olmalarını temin etmeyi amaçlamaktadır. Bu süreçte hedeflerine ulaşmaları için kişilere yol gösterecek ve onlara bu yolda eşlik edecektir.

Biz bireyi bir bütün olarak görürüz. Kişilik gelişiminizi, ailenizle, çevrenizle, işinizle, alışkanlıklarınızla ve genetik risklerinizle birlikte değerlendiririz. Kurumumuz, onu oluşturan bireyleri ve bu bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerine ilaveten onların etkilerini de göz önünde bulundurarak inceler. Gereken değişikliklerin yapılması için yol yordam gösterir ve bu değişim sürecinde kendilerine eşlik eder. Sağlıklı, mutlu ve başarılı olma yolunda yanlarında durur.

İnsanların çoğu kendilerinin yarattığı korku ve hukuk sisteminin tutsaklarıdır. Biz bu tutsak sistemin kırılmasında size eşlik edeceğiz. Kişilerin sağlıklı, mutlu ve başarılı olmasında iyi iletişimin önemli bir rol oynadığı herkes tarafından bilinen bir olaydır. İyi iletişimin öğrenilmesinde sizlere yardımcı oluyoruz.

– Beynin geliştirilmesi konusunda kitap yazdınız. Beynin durağan değil dinamik olduğunu, gerekirse 100 yaşında bile beyni zinde tutmanın mümkün kılınacağını belirtiyorsunuz. Keza, beyin ve bedendeki hücreleri canlı tutmanın yönteminden bahsedip, ayrıntılı örnekler veriyorsunuz. Bu tezinizi farklı boyutlarıyla açıklayabilir misiniz?

İnsan beyni, 100 milyar nörondan oluşuyor. Beynimizde 100 milyar sinir hücresi var ve hepsi birbirine, bazıları ara istasyonlarla bağlı. Bir sinir hücresi, 10 bin hücreye kadar bağlantı kurarak inanılmaz derecede yoğun bir ağ oluşturur. Beyindeki sinir hücrelerin arasında oluşan ağların uzunluğu 100 bin km kadardır.

Oysa dünyanın çapı 40 bin kilometre olarak hesaplanmıştır. Yani dünya çapının 2,5 katı kadar uzunluktadır.
İnsan beynini hayvanlarınkinden ayıran en önemli fark, insanların düşünebilmesidir. İnsanlar her zaman yeni şeyleri düşünmeyi, keşfetmeyi ve icat etmeyi bilir. Bir diğer önemli husus ise öğrendiklerini ve deneyimlediklerini bir sonraki kuşağa aktarıyor olmasıdır.

Ayrıca, beyne yeterli ve yerinde emir verildiğinde, beyin onun gereğini yaparak kişiye çözüm önerisi sunar. Burada önemli olan, beynin sunduğu çözümü o kişinin algılaması ve uygulamasıdır. Tabii bunu yaparken de doğru soruları sormamız gerekir. Bilmelisiniz ki doğru soruya, doğru yanıt verilir. Buna “süper beyin” deniliyor.

Herkes süper beyne sahip olabilir. Önemli olan onun gereğini yapmaktır. Sayısız sinir hücreleri, fikirlerin, düşüncelerin, öğrenilen, hissedilen ama aynı zamanda otomatizmalara, anılara kadar hareket dizileri, düşünceleriniz, kişiliğiniz, istekleriniz, hedefleriniz ve hayallerinizin yanı sıra otomatik tepkileriniz, dürtüleriniz ve alışkanlıklarınız için de çeşitlilik sağlamaktadır.

Bu ağ statik değil, bir ömür boyu değişen dinamik bir ağdır. Sinir hücrelerinin gerçekte kullandığı prensip şudur: Aynı zamanda aktif olan sinirler bağlantılarını güçlendirir. Böylece bir bağlantıyı, bir ilişkiyi korur. Bu şekilde düzenli olarak kullandığımız bağlantılar güçlendirilir. Kullanmadığımız bağlantılar ise ortadan kaldırılır.

Herhangi bir aktivite olmadığında, oluşan ve katılaşan sinir hücresi bağlantıları geri çekilir. Sinir hücresi bağlantılarının bozulması zamana veya yaşlanmaya değil, eylemsizliğe bağlıdır. Paylaşılan aktivite, sinir hücrelerinin kendilerine ve bağlantılarına gerçekten ihtiyaç duyulduğunu öğrenmenin tek yoludur.

Aktivite, sinir hücrelerinin ve bağlantılarının korunup korunmadığına karar veren faktördür. Gelişme potansiyelimizi korumak için onu kullanmalıyız. Çünkü beyindeki temel prensip, ‘kullanılmayan şeyi kaybedersin’ düşüncesidir.

– Beyni genç ve diri tutmanın birkaç altın kuralı varmış. Nedir bunlar?

Evet, birkaç örnek verebilirim:

  • Her zaman geçmişten gelen travmatik deneyimleri yenilemeyin. Bununla çok uğraşmamak gerekir. Size travmatik acı çektirenleri, hiçbir şey beklemeden affedin.
  • Bağışıklık sisteminizi güçlendirin.
  • Egzersiz yapın (fiziksel ve zihinsel).
  • Depresyon, anksiyete (endişe, kaygı), sinirlilik ve bağımlılık yapıcı davranış gibi psikolojik rahatsızlıklarınızı tedavi ettirin.
  • Her gün yeni bir şeyler öğrenin: Okuyun. Müzik, sanat, toplumdaki yeni gelişmelere açık olun. Yabancı kültürler ve dillerle ilgilenin.
  • Beyninize, güçlü bir hafıza için ihtiyaç duyduğu molekülleri sağlayın. Bunlar arasında asetilkolin, GABA, serotonin, noradrenalin, adrenalin, dopamin, hormonlar, vitaminler ve mineraller bulunur.

Yaşam sevinci ve yaşam anlamını bulmak için:

  • Stresi azaltın ve stresle nasıl daha iyi başa çıkabileceğinizi öğrenin.
  • Rahatlama ve gevşeme egzersizlerini öğrenin ve düzenli yapın. Meditasyon yapın.
  • İyi bir uykuya sahip olun.
  • Toksinlerden (zehirlerden-alkol, sigara, bağımlılık yapanlar ile diğer zehirli maddeler) uzak durun.

– Beyin ile yaşanılan çevre, ortam, mekân ve zaman arasında nasıl bir etkileşim vardır?

İnsanlar doğmadan önce, embriyonal (anne karnında) dönemde, beyinde çok miktarda sinir hücresi üretilir ve birbiriyle bağ kurmak için hazır halde durur. Çocuğun beyni, yeni olayları öğrenmeye hazırdır.

Aynı zamanda yeni doğan bebek, yaşamını sürdürmek için başkasının yardımına, sosyal ve duygusal olarak ihtiyaç duyar. Uyarılarla hazır duran sinirler uyarılır ve sinir hücreler arası ağ oluşturarak, beynin yeni bir forma girmesini sağlar. Bu durumu bize gerekli olan olaylarda kullanırız.

Gerekli olan sinir hücrelerini kullanmadığımızda hücreler arasındaki ağ kaybolur. Bunu şöyle düşünebiliriz:

Örneğin, ülkenin Ege, İç Anadolu ve Karadeniz bölgelerinde yeni eko-sistem kurulacak. Bu bölgelere aynı bitki tohumları serpilir. Belirli bir süre sonra her bölgede iyi gelişen bitkilerin farklı olduğu tespit edilir. Her bölgenin kendine has bitkileri farklı gelişir. Beynin gelişmesi de böyledir: Kişinin büyüdüğü ve geliştiği ortama bağlıdır.

Her çocuğun kendisine has bir vücut yapısı vardır. Doğumdan önce hazır olan “sinir ağları” vücuttan gelen uyarılarla aktif hale gelir. Aktif hale gelen uyaranlar beyne ulaşır ve beynin yönlendirmesiyle vücudun organlarına iner. Böylelikle kişinin kendine has beyni oluşur. Sonrasında kişinin deneyimleriyle, yetiştiği ortam, aldığı eğitim, öğretileri kişilik kazanmasını sağlar.

Doğal olarak hepimiz birbirimizden farklıyız ve farklı yeteneklerimiz var. Bu farklılık, aynı zamanda bir zenginliktir de. Bu durum olmazsa birbirimizden bir şey öğrenemezdik. Dolayısıyla insan beyni kendisini organize etme ve belli bir forma sokma özelliğine sahiptir. Bu özellik ölüme kadar devam eder.

Gelişen beyin, beynin içyapısına ve çalışma şekline uyum gösterir. Sinirsel devrelerle ve ilişkide olduğu sinapslarla temas halindedir. Sözünü ettiğimiz gibi vücuttan gelen uyarılar beyne gelir ve oradan vücudun organlarına gider. Böylece beyindeki uyarıları kontrol eden merkez oluşmuş olur.

Daha sonra duyular (görme, duyma, koklama, dokunma algılayan) korteks oluşur. Bu duyular algılarla birlikte gereken cevabı verir. Buna bağlı olarak da sinir bağlantıları oluşur. Sinirlerin ve sinir hücrelerinin sık sık uyarılması beyinde iyice oturur duruma gelir. İnsanda her duyu için bir iç tablo (resim) oluşur.

İnsan olarak meraklı ve hevesliyiz; başkalarında da merak ve heves uyandıran varlıklarız. İnsan beyni diğer hayvanlardan çok farklı olduğu için, insanlar Ay’a gidebildiler. Kültür, sanat ve müzikte büyük ilerlemeler gerçekleştirdiler. Buna rağmen insan beyninin sınırını ve beceri yeteneğini tam olarak bilmiyoruz.

Sevgi, değer, merak, heves ve tecrübe ile elde edilen beceriler insan beyninin gelişmesini pozitif olarak etkiler. Bu sözü hatırlatmak isterim: “Çocuk sevgiyle büyür ve gelişir.” Bu, beyin için de geçerlidir. Buna merak, heves, deneyimler ve becerileri de eklemek gerekir.

– Tanrılaşma iddiasındaki insanoğlu, beynin sınırlarını niçin zorluyor?

İnsanoğlu hep yeni şeyleri keşfetmeyi ve öğrenmeyi ister. Bunu da ancak beynin bugünkü performasyonunu ve sınırını zorlayarak sağlar.

En dahi kişiler bile, bugün ancak beynin yüzde 40 ile yüzde 50’sini yani yarısını kullanabiliyorlar. Daha çok yeni şeyler öğreneceğiz. Öğrenmenin hazzını tadan kişi durmaz ve sürekli öğrenmek ister.

– “Hayat sadece oyundan ibaret değildir” derken, neyi kastediyorsunuz? Çok yönlü ve çok boyutlu faaliyetleri mi?

Hayat sadece oyundan ibaret değildir sözünden kastım, kişinin sadece nefes alıp vermesi değildir.

Kişi ne üretiyor? İnsanlık tarihine ve insan yaşamına ne katıyor? İnsan, yaşamının anlamı nedir? İnsanların yaşamına dokunuyor mu? Kendi iç dünyasıyla ve dış dünyasıyla barışık mı? Kendisini yaşıyor mu? Bu sorulara evet diyebiliyorsa, gerçekten hayat onun için sadece oyundan ibaret değildir.
– Anladığım kadarıyla nöroplastisite beynin yapısal veya fizyolojik değişikliklere uğrama yeteneği için kullanılan bir kavram. Bunu birkaç cümleyle sadeleştirip izah etmeniz mümkün mü? Keza nöroplastisitenin haz, aşk, heyecan, neşe-hüzün, mutluluk-mutsuzluk, öfke kontrolü, cinsellik (seksüel plastisite konusu), doğum ve emzirme sırasında anne-çocuk duygusu, kadın-erkek etkileşimi konusundaki rolü/işlevi nedir?

Nöroplastisite nedir? Açıklamak isterim. Nöro sözcüğü, “nöronları” yani beyindeki ve sinir sistemindeki sinir hücrelerini ifade eder. Plastisite ise “değiştirilebilir, şekillendirilebilir, dönüştürebilir” anlamdadır. Bu nöronlar (sinir hücreleri) arasındaki yeni bağlantılarla oluşur.

Eskiden beynin değişemeyeceği inancı vardı. Buna göre beyin, kendi yapısını hiçbir zaman değiştiremezdi; beynin bir bölümünün zarar görmesi durumunda işlevini sürdürmesinin yeni bir yolunu bulmak zordu.

Bu düşünceye bakılırsa, beyinsel veya zihinsel hastalıklarla doğan biri ömür boyu bu kısıtlılık veya hasarlarla yaşamak zorundaydı. Beynin değişmeyen ve sabit bir şey olduğu varsayıldığından, beyinle ilintili olan hastalığın da değişmeyeceği yolundaki görüş yaygındı.

Nöroplastisite, nöronların anatomik ve fonksiyonel olarak yenilenmesini ve yeni sinaptik bağlantıların kurulmasını sağlar. Beyin plastisitesi veya nöroplastisite beynin kendini yenileme ve yeniden yapılandırma yeteneğidir.

Sinir sisteminin bu uyarlanabilir potansiyeli, beynin bir bozukluk veya yaralanma sonrası iyileşmesini ve patolojiler nedeniyle değiştirilen yapıların etkilerini azaltmasını sağlar. Bunlar; multipl skleroz, parkinson, bilişsel düşüş, Alzheimer, disleksi (kişinin okuma ve yazma ile ilgili fonksiyonlarının olumsuz yönde etkilendiği bir rahatsızlık), DEHB, uykusuzluk ve benzerleridir.

Beyin, yapılan egzersizlerle (training) kendi yapısını ve fonksiyonlarını değiştirebiliyor. Yani beyin, düşünce ve aktivite yoluyla kendi yapısını ve işlevini değiştirme gücüne sahiptir. Bu tez, çeşitli alanlarda ispatlanmıştır.

Nöroplasitisite beşikten mezara kadar var olan bir olaydır. Yaşlılıkta bile bilişsel işlevlerimizde (öğrenme, düşünme, algılama ve hatırlama biçimimizde) radikal gelişmeler olabilir. Doğru koşullarda yeni beceri elde etmeye çalışmak, beyin haritalarındaki sinir hücreleri arasında bulunan yüz milyonlarca bağlantının değişmesini sağlar.

Bilim insanlarına göre serebral korteks ( Beyin zarı, gri madde olarak da adlandırılan, beyinde bulunan bir örtü), eldeki her bir göreve uyum sağlayacak şekilde işlem kapasitesini titizlikle yeniler. Beyin yalnızca öğrenmez, daima “nasıl öğrenileceğini” de öğrenir.

Bilim insanı Merzenich, “Beyin, içine bir şeyler doldurduğumuz cansız bir kap değildir” görüşündedir. Aksine; damak zevki olan, düzgün beslenme ve egzersizle büyüyebilecek, üstelik kendini değiştirebilecek canlı bir varlık gibidir beyin.

Nöroplastisite bireysel yaşam deneyimlerimize bağlı olarak öyle eşsiz gelişmemizi sağlıyor ki; dünyayı başkalarının gördüğü gibi görmemiz, başkalarıyla aynı şeyleri istememiz ya da işbirliği yapmamız genellikle zor oluyor. Ancak soyumuzu başarılı bir şekilde devam ettirmemiz için işbirliği de gerekiyor. Bunu sağlayan nöroplastisitedir.

Nöroplastisitenin artış gösterdiği bir dönemde oksitosinin fazla salgılanması olur. Bu da insanların birbirine uyum sağlama, birbirlerinin niyetlerini ve algılarını şekillendirme kabiliyetini artırır. Beyin temelde, sosyalleşme organıdır. Beynini iyi kullanan kişiler, aşırı bireyselleşme, aşırı bencil ve benmerkezci olma eğiliminden uzaklaşırlar.

Yukarda yazdığım gibi, nöroplastisite sinir hücreleri değiştirilebilir, şekillendirilebilir ve dönüştürebilir anlamında kullanılır.

İnsanların cinsellik, heyecan ve tatmin hissettiği yerler kişiden kişiye göre değişir. İnsanlar, genellikle belirli bir tipi çekici ya da tahrik edici bulduklarını söylerler. Burada insanların kişilikleri, kültürel yapıları, yaşadığı deneyimler ve fanteziler büyük rol oynar. Elde ettikleri deneyimlerle çekici buldukları tipler zamanla değişebilir.

İnsan libidosu kalıplaşmış, değişmez bir biyolojik dürtü değildir; aksine, değişkendir. Libido kişinin psikolojik durumu ve partneriyle gerçekleştirdiği deneyimlerle değişebilir. Aynı zamanda libido çok seçici de olabilir.

Seksüel plastisite konusu çok derindir. Örneğin çok sayıda farklı partnere sahip olmuş her yeni partner, uyum sağlamayı öğrenmiş kişilerde en üst düzeyde nöroplastite gösterir. İyi bir cinsel yaşama sahip, yıllardır evli olan çiftler için gerekli olan plastisite buna bir örnektir.

Burada iki örnek veriliyor: Biri sık sık partner değişimini yapan, diğeri ise hiç partner değiştirmeyen. Bu iki olayı sağlayan nöroplastisitedir. Yani uyumu nöroplastisite sağlıyor. Bu çiftler nöroplastisite ile altmışlarına geldiklerinde, tanıştıkları yirmi yaşlarındaki hallerinden çok daha farklı görünürler. Ancak libidoları birbiriyle uyumlu olduğu için birbirlerine olan bağlılıkları devam eder.

Bir diğer örnek de fetişist davranışlardır. Mesela kadın giysisi, bir erkeği kadının kendisinden daha fazla heyecanlandırabilir. Ayrıca ilişkilerdeki partnerlerin aldığı roller de kişiye haz verebilir. Örneğin sadizm, mazoşizm, voyeurismus (röntgencilik) ve teşhircilikte olduğu gibi.

Cinsellik bir içgüdü olarak kabul edilir ve içgüdünün de geleneksel olarak bir türe özgü, bireyde çok fazla değişiklik göstermeyen, kalıtsal bir davranış şekli olarak kabul edilir. Cinsel hazda ise, insanların birbirinden farklı hazları vardır ve bu hazza ulaşmak için farklı davranırlar.

İçgüdüler genellikle değişime karşı bir direnç gösterir; objeye (nesneye) ulaşmak gibi net, sabit bir amacı vardır. Cinsel içgüdünün insanlardaki ana gayesi, hayvanlardan farklı olarak, üreme amacından sıyrılarak hayret verici ölçüde çeşitlik göstermesidir. Bu da nöroplastisite sayesinde olmuştur. Yani beyinin değişimi ve yeniden şekillenmesiyle olmuştur.

İnsanlardaki tüm içgüdüleri hipotalamus adlı beyin yapısı kontrol eder. Amigdala duyguları işler ve kontrol eder. (Yani içgüdüleri hipotalamus, duyguları amigdala kontrol eder.) Bu yapıdaki beyin korteks dediğimiz yapı gibi plastisite yapısına sahiptir.

Nöroplastisite beynin tüm alanlarında, omurilikte ve periferik (çevresel) sinir sisteminde vardır. Yapılan deneylerin sonucunda bir beyin sistemi değişirse, ona bağlı diğer sistemler de değişir.

– Uyuşturucu bağımlıları ile bu tür maddeleri kullanmayanlarda nöroplasitite nasıl bir işlev görüyor?

İnsanlar yalnızca uyuşturucuya veya alkole karşı bağımlılık geliştirmezler. Bunun yanında kumara, çeşitli oyunlara, sekse ve hatta spora karşı bağımlılık geliştirebilirler. Tüm bağımlılıklar aktivitenin kontrolünün yitirdiğini gösterir. Kötü sonuçlarını bildikleri halde dürtüsel olarak yapılır, tatmin olmak için gitgide daha fazla uyarıcıya ihtiyaç duyulacak şekilde tolerans geliştirilir. Bağımlı olunan aktivite yapılamazsa, bağımlılıktan kurtulma sürecine girer.

Tüm bağımlılıklar beyinde uzun vadeli bazen de ömürlük nöroplastik değişikliklere yol açar. Tüm bağımlı olaylarda beyne haz veren dopamin nörotransmitterini daha aktif hale getirir. Kokain alımı da dopamin nörotransmitterinin fazla salgılanmasını sağlar.

Dopamin, ödül nörotransmitter olarak da adlandırılır. Başarı elde edilince beynimiz dopamin salgılar. Bu dopamin salgılanmasından dolayı enerji artışı, heyecan verici bir memnuniyet ve özgüven artışı meydana gelir. Dopamin sistemimizi ele geçiren bağımlılık yapan maddeler, uğraşmamıza gerek kalmadan haz almamızı sağlar. Aynı zamanda dopamin de plastik değişime dahil olur.

Dopamin artışı; heyecanlanmamıza yol açtığı gibi hedefimizi gerçekleştirmeye yönlendiren davranışlarımızdan sorumlu olan nöral bağlantıları da güçlendirir. Dopamin salınımı, her iki cinsin de cinsel dürtüsünü artırır, orgazma ulaşmalarını sağlar ve beynin haz merkezlerini aktive eder. Pornografi de haz merkezini uyarır ve dopamin salgılanmasına sebep olur.

Bağımlılık yapan bir uyuşturucunun tek bir dozu delta “FosB” olarak adlandırılan bir protein üretir. Uyuşturucu madde her kullanıldığında daha fazla delta “FosB” birikir. Bu durum, genlerin açılmasını veya kapanmasını etkileyecek bir genetik anahtar oluşuna kadar devam eder.

Bu uyuşturucu maddenin kullanımı kesildikten çok sonra bile etkisi devam eden değişikliklere neden olur; böylece dopamin sisteminde geri dönüşü olmayan bir hasara yol açar. Spor yapmak ve şekerli içecekler tüketmek gibi uyuşturucu madde içermeyen bağımlılıklar da delta “FosB” birikimine yol açarak dopamin sisteminde kalıcı değişiklikler gerçekleştirir.

Bilindiği gibi, arzulamak ve hoşlanmak iki farklı kavramdır. Bağımlı şiddetli bir arzu hisseder, çünkü plastik beyin uyuşturucuya ya da deneyime duyarlı hale gelmiştir. Duyarlılık, toleranstan farklıdır.

Tolerans geliştikçe bağımlı, bir maddeye ya da hoş etkisi için deneyime daha fazla ihtiyaç duyar. Ama duyarlılık geliştikçe bağımlı, maddeye karşı şiddetli arzu hissetmek için gitgide maddeye daha az gereksinim duyar. Dolayısıyla duyarlılık, hoşlanma hissi olmadan daha fazla istemeye neden olur. Bu durumda delta FosB duyarlılığa sebep olur.

İnsan beyninde heyecan verici ve tatmin edici iki haz sistemi vardır: Biri heyecan hazzı seks, diğeri ise iyi bir yemek gibi arzuladığımız bir şeyi düşlediğimizde hissettiğimiz “iştah açıcı” hazla ilgilidir.

Nörokimyası büyük oranda dopaminle bağlantılıdır ve gerginlik seviyemizi artırır. İkinci haz sistemi ise tatmin ya da tüketmek hazzıyla ilgilidir ki bu durumda gerçekten seks yapıldıktan ya da düşlenen yemek yenildikten sonra huzur verici ve doyurucu bir tatmin hissedilir. Buradaki nörotransmitter endorfin fazla salgılanır. Aşırı mutluluk hali (öfori) verir.
Röportajımızın devamını ikinci bölümde okuyabilirsiniz.

* * *

Psikiyatrist Fikret Zengin’in “duygusal zehirlenme, travma, Batı’ya göç olayı ve vizyon” konusundaki sıra dışı önerileri (2)

Faik Bulut’un Psikiyatrist Fikret Zengin ile gerçekleştirdiği röportajın ikinci kısmı

Pazartesi 4 Nisan 2022

Röportajın ilk bölümünde esas olarak “beyni geliştirme” yöntemleri ile beynin duygu ve düşüncelerle olan bağının az bilinen yanlarına değindik.

Şimdi de farklı psikolojik-psikiyatrik olayların tedavisine ilişkin görüşlerini sunacağız.

– Duygusal zehirlenme üzerinde çalıştığınızı duydum. Nedir bu duygusal zehirlenme?

Duygularımız, algılanmak için vardır. Onlar vasıtasıyla iç ve dış dünyamızda olup bitenlerin farkında oluruz. Ama duyguların fazlası hayatlarımıza hükmeder, gözlerimizi bulandırır, geleceğimizi veya enerjimizi çalarsa, bu durumda zehirli hale gelirler. Bizleri zehirlerler. Onları iyileştirmek istiyorsak, öncelikle çözüm bulmamıza kesinlikle yardımcı olmayacak olumsuz ve toksik duygulardan kurtulmaya hazır olmalıyız.

Birkaç örnek vermek istiyorum:

  • İhanete uğradığımızda sinirlenmek ve öfkelenmek normaldir; ama birdenbire kızıp her şeyi kırıp dökmek, çok şeye zarar vermek doğru değildir… Bu, zehirli (toksik) bir duygudur.
  • Kandırıldığımızda hayal kırıklığına uğramak normal tepkidir. Ama bir daha başkalarına asla güvenmemek doğru değildir.
  • Bir hatadan sorumlu tutulduğumuzda utanmak normaldir. Ancak bir daha asla risk almamak doğru değildir. Bu toksik (zehirlenmiş, zehirli) bir duygu ve davranıştır.
  • Bize yalan söylendiğinde şüphelenmek ve dikkatli davranmak normaldir. Bunu genelleştirmek ve genellikle başkaları hakkında hep çekinceli olmak doğru değildir.
  • Korkulu bir olay yaşadığımızda, korkmak olağandır. Lakin bundan dolayı her şeyden korkup hiçbir şey yapmamak sosyal hayatı kısıtlar. Bu da toksik duygu ve davranış sonucunda oluşur.
  • Biri bizi sevmediğinde reddedilmiş hissetmek normaldir. Fakat herkesin bizi reddedeceğini düşünmek doğru değildir. Bu toksik bir düşünce ve duygudur.
  • Kaybettiğimizde veya hüsrana uğradığımızda oyalanmak bir süre için olağandır. Ama sürekli olarak cesareti kırılıp hiçbir şey yapmamak doğru değildir. Cesaretinizin kırılması normaldir. Oysa uzun süreli hüzün, duyguda zehirlenme manasına gelir.
Psikiyatrist Fikret Zengin

Yaşamak demek kendini tanımak demektir. Bu bilgiye dayanarak, başkalarıyla ve kendimizle ilişki kurabiliriz.

Duygularımızı gizlemek, bastırmak veya yok etmek bir hatadır çünkü bu şekilde gideceklerini düşünüyoruz.

Duygular kaybolmazlar; kalırlar ve aynen bir hapishanedeki tutsaklar gibi kilitlenirler. Bu ise sadece kafa karışıklığına, ilgisizliğe ve duygusal tahrişe (zedelenmeye) yol açar.

Duygular dışarıdan kontrol edilemez, onları içeriden kontrol etmemiz gerekir. Bu nedenle duygusal sağlığımıza dikkat etmeliyiz, çünkü bu duygularımızın toksik hale gelmesini önleyecektir…

  • Kişi, yaşamış olduğu zedeleyici olayı sık sık anımsar ve aynısını tekrar yaşadığını zanneder. Kişi, zedeleyici olayı rüyasında da sık sık görür ve korku ile uyanır.
  • Toksik duygulara sahip bir kişi ne pahasına olursa olsun sevilmek ister. Ancak duygusal sağlık, mutlu hissetmek için başkalarına güvenmek değil; öncelikle kendinize gösterdiğiniz sevgiye güvenmek demektir.
  • Zehirli duyguları taşıyan/yaşayan kişi, sahip olduğu maddi varlıklar sayesinde başkaları tarafından kabul görmeye ve tanınmaya çalışır. Ancak duygusal olarak sağlıklı olmak, kendinizi olduğu gibi kabul etmekle mümkündür.
  • Toksik duygulara sahip olan kişi, dışarıda takdir arar. Oysa duygusal olarak sağlıklı olmak, kendinize değer vermek demektir.
  • Toksik duygulara sahip insan, başkalarının görüşlerine çok fazla önem verir. Öte yandan bu, duygusal açıdan sağlıklı, motive edici olumlamaların yardımıyla yaşamaya değer olumlu bir benlik imajı geliştirmek anlamına da gelir. Kendinizi hangi durumda bulursanız bulun, çevrenizde olup bitenler değil, kendi içinizde neler olup bittiği çok daha önemlidir.

Hiç kimse sürekli korku, ızdırap ve başarısızlık hakkında konuşarak bir krizin veya yaralanmanın üstesinden gelemez, mutlu olamaz.

Nasıl düşünürseniz ve konuşursanız, öyle yaşarsınız. Konuştuğumuz konular bizde iz bırakan olaylardır.

Duygusal esneklik, güvenmemiz gereken önemli bir araçtır. Yanılmamıza, öfkelenmemize, ağlamamıza vb neden olmasına izin vermeliyiz.

Aynı zamanda kendimizi affetmemize, iyileşmemize ve yeniden mutlu olmamıza da müsaade etmeliyiz.

  • Olumlu eylem yoluyla toksik bir duyguyu değiştirebiliriz.
  • Kişi, onu hayata bağlayan ve ona yaşam sevinci veren olaylara odaklanmalı; toksik (zehirli duygular taşıyan) kişilerden uzak durmalıdır.
  • Hayatınızda sorunlar ve zorluklarla karşılaşırsınız; hatırlamaktan hoşlanmadığınız kaçınılmaz durumlar ve anlar yaşarsınız. Hâlbuki bunların hepsinin üstesinden gelebilecek gücünüz vardır. Bu gücün farkına varmanız ve bunu aktif hale getirmeniz lazımdır.
  • Aynı zehirli duygularda ısrar etmek, bir insan olarak yaşamamızı, öğrenmemizi ve gelişmemizi engeller.

Unutmayın! Sağlıklı olmak, aşkı bulmak, mutlu ve zengin olmak, başarılı olmak, dolu bir hayatı yaşamak sizin elinizdedir.

ABD doğumlu İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni Thomas Stearns Eliot, negatif (olumsuz) psikoloji noktasında dikkat çekici bir benzetme yapmıştır:

Negatif insanlara (toksik insanlara) maruz kalmak, radyasyona maruz kalmak gibidir. Kısa süreli, düşük dozlara dayanabilirsiniz. Ancak sürekli maruz kalmak, sizi öldürür!

– Bir diyardan diğerine göç olayının, yer değiştirmenin sağlıklı olduğuna işaret ediyorsunuz. Mesela hayvan kümelerinin (kuş, memeli, sürüngen vs) yer değiştirmek suretiyle hayatta kalma şanslarını artırdıklarından bahsediyorsunuz. Kızılırmak’taki bir yılanın Karadeniz yoluyla ta Akdeniz sahillerine kadar gidip çiftleştikten sonra geri dönebildiğine dair örnek veriyorsunuz. Bunun yanında, gurbette yaşayan göçmenlerin olumsuz davranışlarına da değiniyorsunuz. Bu durumu bedensel ve ruhsal açıdan izah eder misiniz?

Bütün göçlerin motivasyonunda şu vardır: Canlılar bulunduğu yerlerde iyi yaşamadıklarını veya üreyemediklerini sezdiklerinde ve farkına vardıklarında, farklı iklimlere ve bölgelere göç ediyorlar.

Bir anlamda var olma ile yok olma (survival question yani hayatta kalma ile beka meselesi) arasında bir seçim yapma sorunudur. Buna göre ya yok olup gidecek yahut hem kendini yaşatacak hem de üremek suretiyle soyunu devam ettirecektir.

Doğal olarak göçmenler, bu süreçte düşündüğüyle yaşadığı arasında büyük farklıklarla karşılaşırlar. Bu da büyük hayal kırıklığına sebep olur.

Hindistan kökenli ABD vatandaşı psikanalist Salman Akthar, göçü, psikolojik olarak şöyle tarif eder:

Göç, bir ülkeden diğer bir ülkeye gidilmesi sonucunda oluşan bir psikolojik süreçtir. Bu süreç, göçenin kişiliğini anlamlı ölçüde etkiler. Göçmenler, göç nedeniyle birtakım kayıplara uğrarlar. Örneğin; alıştığı yemekler, dinlediği müzik, sosyal ilişkileri, konuştuğu dil, sahip olduğu değer yargıları, sosyal rolleri, mesleği, konuştuğu dilin işlevsiz kalması ve kimlik kaybı. Bu yabancılaşmaya, aşırı güvensizliğe ve orientation (yönelim ve uyum sağlama) bozukluğuna sebep olur.

Her şey, göçmene yeni ve yabancıdır. Sahip olduğu sosyal ve kültürel değerlerin işlevsiz olduğunu görür, toplumsal rolünü yitirir. Geldiği ülkenin dilini bilmemesi, gurbette sosyalleşmemesine yol açar.

Sonucunda göçmen, yeni bir orientation (yönelim-uyum) ve sosyal rollerin tanımına tekrar ihtiyaç duyar. Buna yeni sosyalizasyon (sosyalleşme) denir. Bu ise var olan aşırı güvensizliği ve uyum bozukluğunu artırır. Giderek korkuya sebep olur.

Saydığımız sosyal ilişkiler, başlangıçta göçmenlerin büyük çoğunluğunda fonksiyonsuz kalırlar yani herhangi bir işe yaramazlar. Bu da korku ve güvensizliği artırır. Her iki duygu, birtakım psikolojik bozuklukların ortaya çıkmasına neden olabildiği gibi bazen de hızlandırır.

Ek olarak göçmenler, gurbetçi konumlarından dolayı birçok risk faktörüne maruz kalırlar. Bu risk faktörleri, onların sağlığını tehdit etmektedir.

Bunları şöyle sıralayabiliriz:

  • Aile içi yaşam,
  • Göçten kaynaklanan ayrılıklar ve parçalanan aileler,
  • Göçün etkileri ve sonuçları,
  • Göçten dolayı konuştuğu dilin geldiği ülkede fonksiyon görmemesi,
  • Göç nedeniyle önceki mesleğini kaybetmesi,
  • Anaokulunda ve normal okuldaki eşitsizlikler ile ayrımcı uygulamalar,
  • Yerli halktan daha kötü evlerde oturulması,
  • İş yerlerinde daha ağır ve zor şartlarda çalışma zorunluluğu,
  • Yaşamda oluşan akut (çetrefil, içinden çıkılmaz) olayların fazlalaşması ve uzak mesafelerde bulunması/ikamet etmesi yüzünden zamanında müdahale etmenin azlığı veya imkânsızlığı.
  • İşsizliğin, gurbet eldeki yerli halk arasındakinden daha fazla olması,
  • Yerli halkın göçmenlere karşı önyargılı olmaları,
  • Ayrımcılık, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık.

– Kulak çınlamalarının tedavisi konusunda da öncü bir rol oynamışsınız. Çınlamanın psikolojik yönü ve EMDR ile tedavisi hakkında bir çalışmanız da bulunuyor. Bu önemlidir, zira çınlamayı tam giderecek bir tedavi yöntemi şimdiye kadar henüz bulunamadı. Gördüğüm kadarıyla ilk başaranlardan birisiniz.

Ben, esas olarak farklı travma (ya da örselenme, beden ve ruh açısından etkili/ciddi yaralanma belirtileri) ile ilgili  bilgi ve tedavi yönteminiz hakkında görüşlerinizi soracağım. Sözgelimi gece yarısı eşini boğmaya kalkışan eski bir polisi (veya özel harekât görevlisini) tedavi etmişsiniz? Keza siyasi mültecilerin (özellikle mahkûmlar ve işkence görenlerin) çok değişik travmatik hallerinden bahsediyorsunuz. Bunlar arasında suskun kalanlar da olabiliyor. Bazı örnekler vermeniz mümkün mü?

Olağanüstü bir durum olan psikolojik travma, ruhsal bir şoktur ve çoğunlukla aniden oluşur. Bu durumda kişinin yaşamı, sağlığı ve bedensel entegrasyonu direkt veya indirekt (dolaysız ya da dolaylı) tehdit altındayken kişilerde korku, dehşet ve şok durumu ortaya çıkar. Bu da kişilerde strese sebep olur. Sonuçta bütün duyu organları uyarılır, kişide şiddetli korku, çaresizlik ve kontrol kaybı gibi durumlar oluşur. Uzun vadede süreklilik taşıyan psikolojik bozukluklara sebebiyet verir.

Travmalara neden olan başlıca etkenler şunlardır: Deprem, sel, kasırga gibi doğal afetler, kazalar, yangınlar, insanların şiddetine maruz kalmak, işkence, tecavüz, rehin alınma, toplama kamplarında tutulma, cezaevinde kötü şartlarda tutulma vb. İlaveten bu şartlarda işkenceye maruz kalma, savaş koşulları altında yaşama, insanların öldürülmesine ya da dövülmesine şahit olma, sürgün edilme, zorunlu göç ettirilme vb.

İnsanlar tarafından yaratılan travmaların sebep olduğu psikolojik bozukluklar, genellikle daha ağırdır. İyileşmeleri daha uzun sürer ve tedavileri daha zordur. Diğer faktörler ise, travma esnasında kişinin kaçması yahut travmaya karşı mücadele etmesi imkânıyla bağlantılıdır.
Kişi travmaya maruz kaldığında feryat, korku, şaşkınlık, hiddet ve öfke durumları oluşur. Bu normal bir reaksiyondur. Kişi, büyük bir ihtimalle kendiliğinden iyileşebilir. İyileşmediği takdirde kişide olaya dayanamama, şaşkınlık ve dezoryantasyon (uyumsuzluk, yönelimsizlik) oluşur. Bu, patolojik bir reaksiyondur. Kişi bu esnada, olayı bastırmaya ve inkâr etmeye çalışır.

Bazı durumlarda kişide uyuşma, aldırmama durumu oluşur. Bunu başaramazsa, bir tarafta korku ve kontrol kaybını, diğer tarafta ise travmatik olayı yeniden yaşar. Kimi zaman da olaylara dayanamaz, duygularını bastırmak için çeşitli ilaçlar ve maddeler alır. Böylece ilaç ya da madde bağımlılığı gelişir.

Olayın devam etmesi halinde, kişide olay, resim ve düşünce bazında canlı kalır. Buna “Hypermnesia” denilir. Bu durumun artarak devam etmesi durumunda kişide psikosomatik (psikolojik bedensel yakınmalar), dissosiyatif (çok kişiliklilik hali) bozukluklar ve sürekli devam eden kişilik değişiklikleri ortaya çıkar. Kişi, bazen “kendisini tanımadığını ve değiştiğini” söyler.

Fikret Zengin, bilhassa travmalar üzerinde duruyor.

Travma sonucunda ortaya çıkan psikiyatrik bozukluklar çok farklı olabilir. Bazen bir bozukluktan bir diğerine dönüşebilir. Bazen de birkaçı bir arada bulunabilir.

Başlıcaları şunlardır: Akut stres bozukluğu, uyum bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu, post-travmatik depresyon, yaygın anksiyete (tedirgin/kaygı) bozukluğu ve panik bozuklukları, kısa psikotik bozukluk, dissosiyatif bozukluklar (kimlik bozukluğu, depersonalizasyon yani kişilik bozukluğu, konversiyon yani libidonun başlangıçtaki içgüdüsel amaçlara yönelmesi, bilinçdışına atılmış istekler); somatizasyon bozukluğu yani tıbbi olarak açıklanamayan bedensel semptomların bulunduğu psikiyatrik durum. Aynı zamanda yorgunluk, sırt ağrısı, baş ağrısı, baş dönmesi, mide bulantısı, ellerde ve ayaklarda ortaya çıkan bedensel tepki; devamlı kişilik değişiklikleri, madde bağımlılığı, seksüel bozukluklar, davranış bozuklukları, kendini zedeleme davranışları, değer yargılarında değişiklikler vs.

Travma sonrası stres bozukluğunun görülme sıklığı, travma olaylarının sıklığına ve yaşam şartlarına bağlıdır. Erkekler, kadınlara nazaran bu travmaları daha sık yaşıyorlar. Fakat travmalar, kadınları daha çok etkiliyor. Yapılan araştırmalar, travma sonrası stres bozukluğunun kadınlarda görülme riskinin erkeklere göre iki kat daha fazla olduğunu ortaya koyuyor.

Travma sonrası stres bozukluğunun (PTSD) belirtileri ise şunlardır:

  • Kişi, yaşamış olduğu zedeleyici olayı sık sık anımsar ve aynısını tekrar yaşadığını zanneder. Kişi, zedeleyici olayı rüyasında sık sık görür ve korku ile uyanır.
  • Normalde aldırış edilmeyecek uyaranlara karşı aşırı derecede duyarlıdır ve küçük uyaranlarla irkilme tepkisi gösterir.
  • Aşırı bunaltı ve iç sıkıntısı duyar, aşırı huzursuz davranışlar sergiler.
  • Duygusal yaşamda uyuşukluk oluşur. Kişi giderek toplumsal ilişkilere ilgi duymaz hale gelirken insanlardan uzaklaşma eğilimi içine girebilir.
  • Erken sinirlenir, kızar, kendisine hâkim olamaz. Uyku bozukluğu yaşar.
  • Yaşadığı olayı hatırlamak istemez. Olayı hatırlatan durumlardan uzak kalmak ister. Buna benzer olayları televizyonda gördüğü zaman hemen kendini bir odaya kapatmak ister.
  • Konsantrasyon bozukluğu ve unutkanlık yaşar.
  • Suçluluk ve utanma duygusu taşır.
  • Kişilik değişiklikleri yaşar, izole (tecrit) olur, kendi kabuğuna çekilir. Kimseye güvenmez. Kendini zaman zaman kontrol edemez ve kırıcı olur. Çoğu defa hem kendisi, hem de çevresi onu tanıyamaz hale gelir.
  • Karamsar olur. Dünyaya hep olumsuz yönden bakar.
  • Başkalarının onu anlamadığını düşünür.
  • Sürekli ona hükmeden, ona işkence eden kişinin gölgesinde yaşar. Zaman zaman paradoksal olarak onu ideal kimse olarak görür, uygulamaları ve istemleri kabul eder.
  • Kendi özgüvenini ve ümidini kaybeder. Geleceğe şüpheyle bakar.
  • Aile ilişkileri bozuktur.
  • Kimi zaman intihar düşüncesi gelişir. Hatta birkaç kez intiharı düşünmüş, girişimleri bile olmuştur.
  • İç sıkıntılarını, huzursuzluğunu ve suçluluk duygusunu bastırmak için alkol veya uyuşturucu madde kullanır. Sonunda da bağımlı hale gelir.
  • Hayattan tat almama, kendisini boşlukta hissetme, ruhsal çöküntüye girme gibi depresyon belirtileri sergiler.
  • Yaşadığı olayı veya olayları başkasına anlatmak istemez; sır olarak saklar. Bu sır onun vücuduna zehir gibi dağılır ve onu yer bitirir.

Çok değişik travmalar yaşayan insanları tedavi ettim. Travmalar, her insanda aynı sonuçlara sebep olmaz.

Benim gördüğüm “Özel Tim” gibi güvenlik birimlerinde çalışanlar, daha ağır travma sonucu bozukluklara sahiptiler.
– Sizce “vizyon” nedir; birkaç cümleyle özetler misiniz?

Vizyon gelecekte ulaşmak istediğin yerdir, hayal ettiğin gelecektir. Geleceği gözlerinin önünde canlandırmak ve şekillendirmektir. İşte bu hayal gücüne ve değişim için attığımız tohuma vizyon deniliyor. Vizyon, yenilikçi bir bakış açısı geliştirerek statükoya meydan okumaktır. Kafamızdaki vizyonun, etkileyici olması önemlidir.

Etkileyici vizyon, gelecek ile ilgili bir hayali ortaya koyan, kararlarımıza yol gösterecek kadar amaca odaklı, ancak inisiyatif kullanmayı özendirecek kadar esnek, kolaylıkla anlatılabilen ve değişime konu olanları heyecanlandıracak kadar da gerçekçi bir hülyadır.

Vizyon, insanın bir elinde gerçek dünyayı tutarken, diğer eliyle geleceğin dünyasına uzanarak ona dokunmaya çalışmasıdır. Vizyon, var olan gerçeklerden başlar ama zihinlerdeki sınırları arayıp yeni ufuklar açar.

Ortak vizyon, birçok kişi tarafında kabul edilen ve kendisine tamamen inanılan olaydır. Aynı zamanda bireylerin kişisel vizyonuna uygun olmalıdır. Ortak değer ve ilkeleri içermelidir. Zira hayatta paylaştıkça artan iki değer var: Sevgi ve bilgi.

Vizyonu uygulamak için hedefler iyi belirlenmeli, karar verilmeli ve iyi planlanmalıdır. Bunların uygulanması için iyi bir iletişime gerek vardır. Mesela sık sık kontrol edilmelidir. “Hedefe ne kadar yakınım? Hedefe ulaşmamı engelleyen faktörler var mıdır? Varsa nelerdir?” türünden sorgulamalar yapılmalıdır.

Bir de bazı önermelerin teşhis ve tedavilerine bakalım:

Toplumda sık sık yaşanan kavga, tartışma ve cinayetlerin temel nedeni, ilişkilerdeki saldırgan tutumdur. Kişi kendi duygu ve düşüncelerin varlığını algılanmasını öğrenmeli, uygun şekilde ve uygun zamanda dile getirmesini bilmeli, agresifliği (saldırganlığı) bırakıp uzlaşmacı olmalıdır. Başka düşüncelere ve inançlara karşı hoşgörülü davranmalıdır. Kendini aktif, sosyal, girişken, medeni cesaret sahibi bir insan yapmak için kişi/kişiler çaba göstermelidir.

Kendine güven, kendini başkalarına ezdirme!

Ünlü Alman filozofu ve dilbilimcisi Friedrich Wilhelm Nietzsche der ki:

Kabul etmediğin bir düşünceyi, davranışı uygun bir dille söylemelisin. Her bildiğini, her düşündüğünü söylemek zorunda değilsin. Fakat her söylediğini iyi bilmelisin.

Başka insanları hor görme, insanları olduğu gibi kabul et. Başkalarını değiştiremezsin; sadece kendini değiştirebilirsin. İlişkilerini belirli mesafede tutmayı öğren.

Bunların uygulanması için, kişinin sağlıklı olması gerekir. Bu yüzden sağlığına önem vermelidir insan. Sağlık zenginliktir. Bu zenginliği korumalıdır.

Doğru beslenmeye dikkat edilip önem verilmesi şarttır. Düzenli olarak hareket etmek gerekir. Ruhsal sıkıntılardan uzak kalınmalıdır. Lüzumsuz münakaşalara girilmemelidir. Kendine zaman ayırmak lazımdır.

İnsanı rahatlatan ve gevşeten şeyler yapılmalıdır. Bunun birçok çeşidi var; örneğin, meditasyon ve kas gevşetici alıştırmalar, Autogenes Training (Otojenik Eğitim, bedenin derin gevşetilmesi/rahatlatılması yolu ile otonom sinir sistemi üzerinden kişinin ruhunu, psikolojisini rahatlatma metodu) yapmak gibi. Bu, yani sağlıklı yaşam, başlı başına ayrı bir konudur. Bu konuda birçok şey öğrenilebilinir.

37 yıllık mesleki tecrübelerime dayanarak söylüyorum ki, bunların hepsini insan sonradan öğrenebilir ve geliştirebilir. İsteyen herkese veya kuruma, kişisel ya da kurumsal geliştirme seminerleri ve kursları verebilir, bilgimi paylaşabilirim.

Gelecek yoktur; geleceği kişiler, kurumlar ve toplumlar kendileri yaratır.

– Bir psikiyatrist gözüyle baktığınızda, Türkiye’deki siyasi ve toplumsal ortamı nasıl görüyorsunuz? Siyaset psikolojisi açısından Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı’nın ruh haline ilişkin yorumunuz nedir? Aynı şekilde R. Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener’in siyasi davranışlarını değerlendirmeniz mümkün mü?

Politikadan pek anlamıyorum. Onun için politikacıları burada analiz etmek istemem. Gördüğüm kadarıyla toplum çok gergin. İster üniversite, ister ev, ister iş olsun, sadece günlük ortamınızı düşünün. Her yerde (kutuplaşma ve) gerginlik hâkim.

TV’de programları izleyemiyorum. Tartışmalarda birbirlerine hakaret ve küfür ediyorlar. Caddelerde veya sokaklarda insanlar birbirini dövmeye kalkışıyorlar. Liste devam edebilir. Sakin ve huzurlu insanlar göremiyorum.

Çok gergin bir insan olduğunuzda, sadece zihniniz ve duygularınız değil, bedeniniz de etkilenecektir. Belki de aklınız yaklaşan kararlar, söylenecek şeyler etrafında dönüyor ve hiçbir şey söylemeyip beklemeye karar verdiniz. Uğraşmanız gereken bazı durumlardan ve insanlardan kaçınıyor olabilirsiniz.

Bu tür şeyleri reddedip bastırdığımızda bile vücudumuz bunların hepsinin farkındadır. İnsanlar sorunların çözümünü bulamıyor kendilerini çaresiz hissediyorlar. Bunun yanında duygularını bastırmaya çalışıyorlar.

Bu ise işlevsiz kaldığında ve işe yaramadığında öfke patlamalarına, kin, nefret ve intikama sebep olur. Tıpkı aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi:

– Türkiye’deki demokrasi sorunları ve eksikliği nasıl giderilebilir? 

İlk önce genel olarak bir sorunu çözümünü anlatayım. Önce bir sorunun tanımı gerekir. Yani sorun nedir ve tarif edilmesi gerekir.

İkinci aşama sorunun analiz edilmesidir. Sorunun nedenleri nelerdir? Üçüncü aşamada sorunun çözümleri nelerdir? Bu alternatiflerden hangisi bana daha çok uyar, onu daha kolay uygularım ve sonucuna varırım? Bu ve benzeri soruların doğru yanıtı verildikçe ve bulundukça oturup karar verilmesi elzemdir.

Bu aşamadan sonra çözümün plana göre uygulanmasına başlanır. Bunların yapılması için konulardan bilgi toplanması ve iyi iletişim gereklidir. Bunların yanında zaman zaman planın nasıl yürüdüğü de kontrol edilmelidir. Mesela şu tür sorular sorulmalıdır:

Hedefin neresindeyim, hedefe ulaşmada engeller var mı? Varsa nelerdir? 

Bu çerçevede Türkiye’de demokrasi sorunu da analiz edilip çözülebilir. Uzun bir süreçtir. İnsanların bunu canı gönülden istemeleri; değerli ve önemli olduklarının farkına varmaları şarttır. Gerçekleşmesi için de üstlerine düşeni yapmaları lazımdır.

Grafik: Problemin tanımı, analizi ve çözümü

– Ülkedeki etnik ve inançsal karşıtlıklar/kışkırtmalar sonucu meydana gelen çatışmaların (Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-İslamcı) çözmenin yolu nedir? Bilhassa Kürt meselesinin çözülememesinin arka planında ve bilinçaltında yatan (siyasi-psikolojik) etkenler ne olabilir? 

Çoğunluk veya hükmeden zümreler; diğerlerinin kendileri gibi düşünmesini ve davranmasını istiyorlar. Bu, zaman zaman toplumda toleransın azalmasına ve çatışmalara yol açmaktadır.

İnsanlar, kendileri dışında başka kimselerin de olduğunu idrak ve kabul etmeliler. Başkaları denilen bu ötekilerin görüşleri ve inançları farklı da olabilir. Onların olduğu gibi kabul edilmesinde büyük yarar var. Karşıtlık ve çatışmaların psikolojik/fikirsel çözümünün ön koşulu budur.

Burada bir anımı anlatmak istiyorum. Ben, 11 yaşındayken kuzu çobanlığını yapıyordum. Dağda komşu köyden iki kuzu çobanıyla karşılaştım. Bunlar 16-17 yaşlarında ve Sünni inançlıydılar. Alevi olmam hasebiyle beni yere atarak donumu aşağıya çekmek suretiyle sünnet olup olmadığıma baktılar.

Bu olayın üstünden tam 54 yıl geçti. Halen soruyorum: Neden ve hangi amaçla bunu yaptılar? 

Demek ki bunların yetiştiği evde bu gibi konular konuşuluyormuş; “Aleviler sünnet olmuyor” deniliyormuş.

Söz konusu aile içi konuşmadan etkilenip böyle belleyen bir kişi, demokrat olabilir mi? Diğer insanlara tolerans gösterebilir mi? Başkalarının düşüncelerine saygılı olur mu? 

Buna karşılık ben, geçmişte şahsıma reva görülen kötü muameleyi yapan bu iki çobandan birinin torununa iki yıl burs verdim.

Demek ki demokrasi evde başlar. Evde diğer insanları hoş görme kültürü olursa ve adalet varsa, orada yetişen çocuklar da büyüdüklerinde demokrat olur, insanları hoş görür ve onlara saygılı olurlar. Kişi neyi görür ve yaşarsa, onu tanıyıp uygular. Doğal olarak daha sonraki evrelerde yani okullarda, iş yerlerinde ve komşularıyla olan ilişkilerindeki deneyimler de hayli önemlidir.

Türkiye’de Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-İslamcı vardır. Bunların birbirini tanımaları ve karşısındakilere hoşgörüyle bakmaları gerekir.

Ötekileştiren tutum ve davranışlardan kaçınmak şarttır. Farklılıklarımız, bizim zenginliğimizdir. İnsanlar, farklılıklardan yeni şeyleri öğrenir ve birbirlerini tamamlarlar.

– 2018-2020 yılları arasında birkaç yayın organında mesleki faaliyetiniz hakkında röportajlarınız yayımlandı. Şimdiki söyleşinize ilave olması babından mevcut yaşamınızda değinmek istediğiniz farklı bir konu var mı?

27 Mayıs 2021 tarihinde SİMED Akademisi’ni kurdum. Çeşitli yerlerde ve değişik konularda yazılar yazdım. Günde 12 saat aktif olarak kliniğimde çalışıyorum. 8 öğrenciye (6 kız, 2 erkek) burs veriyorum.

O günden beri Türkçe iki kitap yazdım: “Beynini Keşfet” ile “100 Soruyla: Nasıl Süper Beynine Sahip olunur?”

Üçüncü kitabım da yakında yayımlanacak: “Aşk, Sevgi ve Cinsellik” konularını içeren geniş kapsamlı bir çalışma olacak.

Kaynak:https://www.indyturk.com/node/492646/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/z%C3%BCrihte-ya%C5%9Fayan-%C3%BCnl%C3%BC-psikiyatr-fikret-zengin-i%CC%87nsan-100-ya%C5%9F%C4%B1ndayken#.YkkmZ78OEQI.whatsapp