“Medeni ülkelerde mebus; milletin mümessili, ruh hallerini, medeni ve manevi ihtiyaçlarına vakıf, genelin teveccühüne mazhar (erişmiş), alim, hür, serbest, azade, vatan-millet ve devlete hizmetçi, hakkı söyleyen, hakperest, iradesine sahip ve mazlumun hamisi ve koruyucusudur. Halbuki bizim memlekette mebus; -nadir madum hükmündedir (nadir bulunan şey yok hükmündedir)- temsil niteliğinden binlerce merhale uzak, seçilme dairesinde meçhul, muhtaç, ihtirasperver, gaddar bir fırkanın yöneticilerine köle, cahil, vicdanını satmaya hazır, vatan-devlet ve milletle alakasız, irtibatsız, hercai (hiçbir şeyde kararlı olmayan), zulmü onaylayan, siyaset rüzgarlarına karşı her dakika yüzlerce vaziyetlere maruz, bilâ-ihtiyar (kendiliğinden) elleri kalkar-ayakları da kalkar, bir ferdin veya birkaç kişinin zorbalıklarına binaen tayin edilen zevattan (kişilerden) ibarettir.

Bununla birlikte böyle bir uğursuz mebus ve bu gibi seçimler şüphesiz ki me’şûm (uğursuz) olacaktır! …

Sağlam bir surette istihbar ettiğime nazaran, her konuda Kürdlerin hakiki temsilcisi olan “Kürdistan Teali Cemiyeti”dir.”

* * *

Arapça bir deyim var: “Acemi, alışkın gibi değildir.” Kaziye-i mücerrebesine (tecrübe edilmiş önermeye) binaen Batı’nın afak ilim ve irfanından meyvelenen ve mütedavil olan Meşrutiyet, temsil ve teşri’ (kanun koyma); Şark’ın karanlık ufuklarında ve bilhassa muhtelif unsurlardan oluşmuş, mizaç ve değişik tabiatlarıyla (huylarıyla) bir arada ve zıt fikirlere sahip olan bu unsurların Osmanlı İmparatorluğu’nda hakkıyla anlaşılmaması, mahiyetine nüfus edilmemesi pek tabii olmakla beraber muzlim (karanlık) bir fikri muhitin çöllerinde yaşamış, şehevi ve gazabi kuvvetlerinden bir çeşit şeciye (karakter) ve meziyetlerden mahrum ve şahsi menfaat ve muvakkat lezzetlere meftun olmuş ve her nasılsa -umumi cehalet dolayısıyla- aydınlar zümresi adıyla şöhret bulmuş olan meşrutiyetimizin üstatlarının sefil himmetlerine, cahilane teşebbüslerine ve zalimane uygulamalarına binaen memleketimizde Meşrutiyet, temsil ve teşri’; nakıs (eksik) bir tarzda değil belki makus (baş aşağı edilmiş)  bir surette telakki edilmiştir.

Özetle: Meşrutiyet’in başlangıcında Kürdistan aşiretleri arasında bir yeni terim olarak yağma, talan ve münazaaları meşrutiyet lafzıyla ifade ediyorlardı. Falan aşiret meşrutiyetle gitmiş, falan taife falan taife ile meşrutiyet yapmış, aramızda meşrutiyet var gibi.

Şu telakkide aşiretlerin ayıplanması ve çirkin görülmesi değil, bilakis takdir ve tahsini (güzel görme) lazımdır. Çünkü; aydınlar ve üstatlardan Meşrutiyet’imiz tarafından, Meşrutiyet’in başlangıcından bugüne kadar en yegane düstur, en mühim gaye ve en kıymettar faaliyet ve başarı katl (öldürme), gasp, soygun ve talan etmekten ibaretti. İşte meşrutiyetin birinci günlerinde otuz şu kadar sene Hilafet tahtında oturan Hakan merhumun saraylarını talan etmeleri, inkara kabil olmayan bir delildir.

Medeni ülkelerde mebus; milletin mümessili, ruh hallerini, medeni ve manevi ihtiyaçlarına vakıf, genelin teveccühüne mazhar (erişmiş), alim, hür, serbest, azade, vatan-millet ve devlete hizmetçi, hakkı söyleyen, hakperest, iradesine sahip ve mazlumun hamisi ve koruyucusudur. Halbuki bizim memlekette mebus; -nadir madum hükmündedir (nadir bulunan şey yok hükmündedir)- temsil niteliğinden binlerce merhale uzak, seçilme dairesinde meçhul, muhtaç, ihtirasperver, gaddar bir fırkanın yöneticilerine köle, cahil, vicdanını satmaya hazır, vatan-devlet ve milletle alakasız, irtibatsız, hercai (hiçbir şeyde kararlı olmayan), zulmü onaylayan, siyaset rüzgarlarına karşı her dakika yüzlerce vaziyetlere maruz, bilâ-ihtiyar (kendiliğinden) elleri kalkar-ayakları da kalkar, bir ferdin veya birkaç kişinin zorbalıklarına binaen tayin edilen zevattan (kişilerden) ibarettir.

Bununla birlikte böyle bir uğursuz mebus ve bu gibi seçimler şüphesiz ki me’şûm (uğursuz) olacaktır! …

Gerçekten medeni ülkelerdeki seçimlerde propagandalar, münakaşalar, mücadeleler ve münafeseler (çekememezlikler) yok değildir. Fakat mezkûr çabanın neticesi millet ve devletin refahı, mülk ve memleketin ümranı (mamurluğu) fert ve şahısların saadetidir. Yoksa bizde olduğu gibi sonuç yalnız maksat ve şahsi menfaatlerin temini ve dolayısıyla devlet ve milletin imhası, mülk ve memleketin tahribi değildir.

Şu makalemde hakiki meşrutiyete değil, bizim meşrutiyetimiz itiraz ve itirazımızın sıddık (doğruluktan ayrılmayan) ve safvetini (paklığını) ispat makamında Divan-ı Harbi Örfi’de muhterem üstat Beidiûzaman Hoca Saidî Kurdî Hz.lerinin insan kalabalığında ifade ettikleri nutkun bir cümlesiyle: “Eğer meşrutiyet böyle ise ve böyle bir meşrutiyete hücum irtica ise, alem şahit olsun ki ben mürteciyim.” sözünü tamamlar ve sadede rucu’ ederim (dönerim).

Mebusluğa düşkün ve meyilli olanların ısrarlı tekliflerine veya o vekillerin iskatından dolayı seçimlerin yapılmasına karar verildiği muhakkak ise de, seçimlere kimlerin katılıp katılmayacağı şüphelidir.

Katılanların arasında şüphelilerden birisi de Kürd milletidir. Biz mütalaaları, muhakeme ve hususi istihbaratımıza dayanarak değerli okuyucularımıza aşağıdaki şekilde bilgi vermeyi ve yol göstermeyi faydalı görüyoruz.

Doğu’da ve bilhassa Osmanlı ülkesinde ve böyle bir vakitte ve bilhassa İslami unsurlar için seçime katılmak bence abes ve belki de zararla iştigal demektir.

Çünkü;

Her çend azmûdem ez wey nebûd sûdem,

Men cerebe’l -mûcerreb hallet bih’n nedame. (H. Şirazi)

(Her ne kadar denedimse de ondan faydalanmadım,

Tecrübe edileni tekrar deneyen pişmanlığa uğrar.)

Bununla beraber Kürdlerin şimdiki vaziyetini incelemek ve ona göre ifadelerde bulunmak lazımdır. Gerçekten eğer Kürdler fırsattan istifade yoluyla her konuda ve yönde İslam hilafetinden yüz çevirip terki alaka etmişlerse -ki bu fikir yalnız bence değil belki her Müslümanca merdut (redolunmuş) ve Kürdlerin karakter ve diyanetine muhaliftir- elbette iştirak etmeyeceklerdir. Nitekim Kürdler eski tas eski hamam masalına uyarak eskisi gibi hayat hakkı, terakki ve teali (ilerleme ve yükselme), hal ve istikbalden sarfı nazar ile beraber bütün varlıklarını; İstanbul sokaklarında irade edenlerin mef’ulu ve Kürdistan’da istediğinin faili olan bir takım serseri memurlara teslim ve tevdi ve bu meselede devam etmek isterlerse seçimlere katılmak elbette zorunludur.

Hayır eğer Kürd milleti ifrat ve tefritte (aşırılıklardan) sakınır ve milli gelişmelerine, saadet, refah ve her çeşit gelişme ve ilerlemesine talip ve Hilafetin devam, beka, şevket ve kuvvetine rağip olurlarsa elbette makul, faydalı ve manidar bir surette katılacaklardır!..

Yukarıda arzedilenler; şahsi mütalaalarımdan ibarettir.

Duyulanlara gelince: Sağlam bir surette istihbar ettiğime nazaran, her konuda Kürdlerin hakiki temsilcisi olan “Kürdistan Teali Cemiyeti”dir.

Yalnız hiçbir Kürdün değil, belki hiçbir Müslümanın ümit edemeyeceği birtakım muamelelerin ortaya çıkmasına ve bir nebze kararların icrasına binaen -haksız yere Cemiyetin şubelerini kapatmak ve sebepsiz şekilde cemiyete mensup ve cemiyet nazarında mühim bir mevkie sahip olanların tevkifi (Hamza Efendi gibi) yardımların ve desteklemelerin engellendiği gibi vs. … verilen karardan vazgeçmek ve Firdevsi’nin şu beytine binaen:

“Eger Rustem ez deste in tirzen,

Men û mûş û wîraneyî pîrzen.”

(Eğer Rûstem bu okçunun elinden (perişanlık içindeyse)

Ben ve fare kocakarının viranesiyiz.)

Gerekli şeçim teşebbüslerinden samimi bir şekilde vazgeçilmiştir.

İnsaniyet, insaf ve kanun noktayı nazarından kapatma ve mezkûr tevkiflere bir çare bulamadığımız gibi, Cemiyetin şu sükût, çekimser ve doğrusu ilişkiyi terketmesini de İslamiyet itibarıyla hoş görmüyoruz. Meğer ki Hafız’ın nazariyesi:

“O seri men şikest we men dilî o

Sin bis’-sinni ve’l cûrûhû qisas.”

(O başımı kırdı ve ben onun kalbini,

Dişe diş, yaralamaya karşı kısas.)

Kemali ehemmiyetle tahattur (hatırlansın) ve ihtar edilsin.

İşte birkaç aydan beri Kürdistan mecmuasında Cemiyetin şubelerinin kapatılması ve adamlarının tevkif edilmesi ve muhacirlerin terk edilmeleri için peşpeşe yazdığım makalelerden en yegane maksadım bu gibi hadise ve şayiaları görmemek ve işitmemekti. “Wema ala’r-resuli ille’l -belağ” (Elçiye ancak tebliğ vardır.)

Kake Heme

(Kurdistan, sayı: 14, 23 Eylül 1335/23 Eylül 1919)