Eğer söz konusu videoları -tıpkı önceki paylaşımımda değindiğim örneklerde olduğu gibi- “Kürtler ve diğer milletler özünde barbar değildir” ya da tersinden “filan millet doğası gereği ırkçıdır” şeklinde okuyup meseleyi bu eksene yerleştiriyorsak, bu yaklaşım Bahçeli–Öcalan kardeşlik söyleminin dayandığı aldatıcı mantığın yeniden üretilmesinden başka bir anlam taşımaz. Bu tür okumalar, Kürt meselesini siyasal bir sorun olmaktan çıkarıp ahlaki bir yargılar alanına hapsetmekte; meseleyi, egemen milletlerin iyi niyeti, merhameti ya da kardeşlik jestleriyle çözülebilecek bir “vicdan sorunu” gibi sunmaktadır.

Günümüz dünyasında milletlerin ve devletlerin davranışları dostluk ya da merhamet üzerine kurulmaz. Irak ve Kuveyt bunun klasik örneğidir: her ikisi de Arap milletine mensup olmalarına rağmen, tarihsel ilişkileri bu tür ahlaki anlatıların siyasal gerçekliği açıklamakta ne kadar yetersiz olduğunu açıkça göstermektedir. Bu nedenle “egemen millet daha merhametli olsaydı sorun çözülürdü” türü yaklaşımlar, meseleyi siyasetin alanından koparmaya yarar.

Hiç kuşku yoktur ki Kürdistan’ı sömürgeleştiren tüm devletlerin siyasi kültürü yapısal olarak ırkçıdır. Bu devletlerin eğitim sistemleri, ideolojik aygıtları, hukuk düzenleri ve kurumsal yapılanmaları, Kürt milletinin varlığının silinmesini hedefleyen bir felsefe üzerine inşa edilmiştir. Söz konusu videoların gösterdiği şey tam olarak budur: münferit bir ahlaki sapma değil, kurumsallaşmış bir siyasal zihniyet.

Benzer biçimde, Kürtlere karşı açıkça ırkçı tutum sergileyen bu kitleler, dünyanın herhangi bir yerinde Filistin milletinin savunusu gündeme geldiğinde gönüllü destekçilere dönüşebilmektedir. Bu durum, söz konusu kişilerin “Türk olmayan her millete” ilkesel bir düşmanlık beslemediğini; aksine, yalnızca kendi egemenlik tahayyülleri için tehdit olarak gördükleri ötekilere yöneldiklerini göstermektedir. Kürt siyasetinde de—özellikle bireysel düzeyde—zaman zaman bu geç kapitalist, reaksiyoner ve hiyerarşik ırkçılık dilinin izleri yeniden yüzeye çıkabilmektedir. Ancak tam da bu nedenle Kürt siyasal kültürü, kendisini bu gerici ve dışlayıcı dilden bilinçli biçimde ayrıştırmak zorundadır. Çünkü bu dil, Bahçeli–Öcalan kardeşlik ideolojisinin felsefi temelini oluşturmaktadır.

Kürtlerin meselesi, bir bireyin Türk, Arap ya da Fars milletlerine ait olup olmaması sorunu değildir. Bu tür bir okuma, yalnızca Bahçeli–Öcalan aparatının işine yarar. Zira bu aparat, Kürt ulusal talebini—Bahçeli ve Öcalan’ın yaptığı gibi—“Türkün arılığını bozmak” inancına dayalı ırkçı bir indirgemeciliğe dönüştürerek, meselenin özünü görünmez kılmaya çalışır. O öz ise açıktır: eşit ulusal statü, siyasal egemenlik ve Kürt milletinin diğer milletlerle eşitlenmesi talebi (bkz. Öcalan, Özgür İnsan Savunması, s. 37; “Türkün ırksal arılığı”na ilişkin pasajlar).

Asıl sorun, Kürt milletinin Türk devlet aklının ve Öcalan çizgisinin ürettiği sahte ve yüzeysel teorik kategorilere inanmaya zorlanmasıdır. Eğer Kürt bireylerine “filan egemen millet Kürtlere daha merhametli davransaydı Kürt meselesi kalmazdı” deniyorsa, bu tam olarak Bahçeli–Öcalan kardeşlik tuzağının ifadesidir. Oysa Kürt meselesi, Kürt milletinin var olup olmayacağına dair yapısal, siyasal ve tarihsel bir meseledir. Devletlerin soykırımsal kurumları, yasaları ve politikaları dönüştürülmeden ve Kürtlere eşit ulusal statü tanınmadan, “ben küçük kardeşim, sen büyük kardeşsin” türü Apo Ağa’nın kabileci söylemleriyle çözülemez. Bu, eşitsiz ulusal egemenliğin temel problemidir ve Bahçeli–Öcalan’ın paternalist kardeşlik etiği içinde çözülebilecek bir konu değildir.

Varsayalım ki yüz yıl önce Kürtler tek başlarına siyasal iktidarı ele geçirmiş, Türkler ise bağımlı bir konuma düşmüş olsalardı; böyle bir durumda Türk milletinin Kürt siyasal otoritesine güvenmesi ya da siyasal-ulusal varlığını bir “akrabalık hukuku” ve Bahçeli–Öcalan usulü aşiretçilik çerçevesinde müzakere etmeye razı olması beklenemezdi. Bugün Kürt meselesini kardeşlik içinde çözülebilir bir sorun gibi tarif etmek, kanseri dua ya da şekerle tedavi etmeye benzer: meseleyi çözmez, yalnızca erteler.

Kürt meselesi, doğası gereği bir “siyasal olgu”dur. Ulusal egemenlik, kolektif varlık ve siyasal tanınma probleminden doğmuştur ve çözümü de ancak bu düzlemde aranabilir. Bu nedenle kendi özgün mantığına, kendi siyasal okumasına ve kendi çözüm perspektifine sahiptir. Buna rağmen hem Öcalan hem de Türk devleti, Kürt milletini bu meselenin bir “büyük–küçük kardeşlik problemi” olduğuna ikna etmeye çalışmaktadır. Öcalan’ın söylemi tam da bu noktada siyasal olanın yerine psikolojik ve ahlaki bir kardeşlik masalı koymakta; siyasal sorunu sembolik, metaforik ve büyüleyici bir dilin ardına gizleyen retorik bir simyaya dönüşmektedir.

Bu nedenle Öcalan’ın yaklaşımı, “siyasal olgu”yu propagandaya indirgeyen; simgesel manipülasyonla ve ideolojik falcılık ve büyücülük yoluyla yeniden kurgulamaya çalışan bir söylemsel operasyon niteliği taşımaktadır.

Nitekim Öcalan, özellikle 2003 sonrasında Türk devletinin ırkçı ve kolonyal aklına “makul” görünme arayışı içinde, milletleri birbirinden ayrı, kapalı ve özsel varlıklar olarak tanımlayan özcü ve ırkçı bir düşünce hattını yeniden üretmektedir. Bugün bu hattı açık biçimde “Kürtlerin entegrasyonu” söylemi altında dolaşıma sokmaktadır. Bu durum, ilkesel ve tutarlı bir siyasal pozisyondan ziyade, devlet aklıyla uyumlu ve konjonktüre göre biçimlenen bir söylemsel esnekliğe işaret etmektedir.

Bu yaklaşım, yer yer Türk devletinin ırkçı söylemini açıkça içselleştiren ve “Türk milletinin saf ve temiz ırkı” fikrine yaslanan bir dile dönüşmektedir. Öcalan, Kürtlerin zorla Türkleştirilmesini eleştirirken bunu Kürtlerin siyasal hakları ya da eşit ulusal statüsü üzerinden değil; Türklüğün ırksal arılığının bozulduğu iddiası üzerinden temellendirmektedir:

“Kürtlerin zoraki Türk sayılması Türk arılığını da bozmaktadır. Ortaya ne Kürt ne de Türk, çirkin bir melezleşmeye yol açmaktadır. Doğal melezleşme zenginlik ve güzellik sağlayabilir. Zorakilik, hastalık üretir” (Öcalan, 2015: 37).

Burada zorla asimilasyonun eleştirisi, Kürtlerin siyasal eşitliği ya da ulusal varlığı temelinde değil; Türk milletinin ‘ırksal saflığının’ korunması üzerinden kurulmaktadır. Böylece Kürt meselesi siyasal eşitlik ve egemenlik sorunu olmaktan çıkarılıp, biyolojik ve kültürel saflık etrafında dönen özcü bir çerçeveye hapsedilmektedir. Dahası, “doğal melezleşme” ile “zorakilik” arasında kurulan bu karşıtlık, asimilasyonu ilkesel olarak reddetmek yerine onu “doğal”, gönüllü ve dolayısıyla meşru bir süreç olarak yeniden kodlamaktadır. Başka bir deyişle, bu söylem Kürtler için zoraki asimilasyonun yerine gönüllü/normalleştirilmiş asimilasyonu öneren ideolojik bir zemin üretmektedir.

Bu yönüyle Öcalan’ın yaklaşımı, Bahçeli’nin açık ve kaba milliyetçiliğinden söylemsel olarak ayrışıyor gibi görünse bile, bilinçli biçimde aynı ırkçı-özcü epistemolojik zemini paylaşmakta ve Türk devletinin kolonyal ulus anlayışını meşrulaştırıcı bir işleve bürünmektedir.

Kaynak:

Öcalan, A. (2015). Demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa (İmralı notları). Weşanên Mezopotamya, s. 37.

 

Kaynak:https://www.facebook.com/1008431253/posts/10234490755022660/?rdid=fU4Or6eRnvEQP7xd#