Dünyanın mükemmel millet numunelerinden biri olan Macarların “Millet dilinde yaşar” atasözü; fikrimce yüce sözlerdendir. Lisanın bir milletin hayatındaki mevkiini, bundan daha canlı bir ifade ile göstermek mümkün olmazsa gerektir. Benim bu söze ilave edeceğim çok şey yoktur. Kestirme bir tabirle dil ve milliyet aynı şeydir. Milliyet mefhumu etrafında epeyce muhtelif mikyaslarla (ölçülerle) hareket eden ulemayı lisan [dilbilimciler], başlı başına en mühim cevher olduğunda hemen hemen müttefikirler. Gah bize gıpta veren gah gözlerimizi kamaştıran medeniyetlerin her millette -genel bir mana ile- dil inkılabından sonra başladığına şüphe yoktur. Lisan-ı inkılabat, ictimai, zihni ve maddi alemdeki tekamülü (olgunlaşması), lisandaki tekamülün eseri değilse bile piri ve pederi denilebilir.

 

Hiçbir milletin kafasına asrın ihtiyaçları ve medeniyetin icapları kendi dilinden başka bir vasıta ve yol ile kabul ettirilemez. Her dil birçok tesirlere tabi bir inkişaf seyri takip ederek bugünkü seviyeye varmıştır. Ve herhangi bir dil, halen tekamülün zirvesine ermiş olduğu iddiasında değildir ve olamaz. Hayatın akışına nihayetsiz bir çeşitliliğe malik olan safhaları, dilden de nihayetsiz bir kemal [mükemmellik, olgunluk] istemektedir.

Kürd dili, çok uzun baskı ve zulüm seneleri zarfında hayatın her şubesinde [kısmında, dalında] tard edile edile [koğularak] ancak beş on Kürd medresesinin divanları arasında cılız bir talim ve taalüm [öğretim ve öğrenim] vasıtası olarak hüviyetini muhafaza edebilmiştir. Bugün koca bir milletin kuvve-i maskesi hizmetini gören ve milleti binlerce senelik zamanın tufanları önünde payidar tutan, bundan sonra da tutacak olan işte bu dildir. Bunu hafife almak günahtır, cehalet ve suikasttır. Bu kadar müthiş sergüzeştlerden [serüvenlerden] sonra Kürdçeyi de her beş on senelik bir teneffüs serbestisi ile tecelli eden gelişme, dilimizin ve milletimizin kabiliyetine çok ümitlendirici bir delildir. Bize hayat hakkı tanımayan zihinlerin, kendilerince şimdiye kadar hayal-i muhal olan [imkânsız olan] bir hakikati telaş ile temaşa ettiklerini fark ediyoruz. Kürd dilinin umulmaz bir inkişaf kabiliyetine malik olması hakikati; milletimizi istikbali aydınlık şahrahına [anayoluna] çıkaracak lisanımızdır.

Münevver gençlerimize ve fikir sahibi erbaplarımıza düşen bir mukaddes iş, Kürdçenin tekamülüne azami gayretle çabalamaktır. Bunun için ne çok düşünmeye, ne de bir keşif ve icada lüzum vardır. Her milletin yürüdüğü yoldan biz de yürüyeceğiz. Yalnız dil bahsinde değil, her konuda rehberimiz medeni milletlerin tecrübeleri olacaktır. Elden geldiği kadar çok ve çeşitli eserler yazmak, Kürdçeyi geliştirmek (olgunlaştırmak) için en iyi çalışma usulüdür. Bir dil akademisini, dil encümenlerini (meclislerini), edebi heyetlerini şimdilik zikretmiyorum. Dilimizden burada bu kadar mufassal [detaylı] bahsetmeyi bu makaleye başlarken düşünmemiştim. Macar atasözünün ilham ettiği bir fikri, tarih ve coğrafyamız hakkında söyleyeceklerime girizgâh etmek istiyordum. Mamafih milletin hayat kaynağı olan dil üzerindeki bu duruşu, onun sınırsız kutsiyeti huzurunda bir kısa ibadet olarak sayarsam, yeridir.

Burada asıl; tarih ve coğrafyamızın milli varlığımızdaki konumunu tayin etmek niyetindeyim. Milletimize nispeten, dahilde ve hariçte iyice kalabalık görünen bir zümrenin tarihimizin şerefli varlığını, hatta yalnız bir Kürd tarihinin varlığını kabul etmekten uzak durduklarını akabinde söylemek icap eder. Milliyetlerin teşekkülünde esas ve temel sebeplerin nelerden ibaret olduğu bugün bilinen ilimlerdendir. Vakıa (gerçek) mazide ayrı bir siyasi teşkilata sahip olmamak, başkalarından müstakil bir hayat sürdürmenin özel bir unvanla bir hükümet teşkil etmiş bulunmamanın hali hazırda bir millet itibar edinmek şart-ı esasi olmadığını iddia edenler yok değildir. “Büyük milletlerin tarihi istikbaldedir.” diyenlerle de hemfikir olanlarımız bulunabilir. Lakin, bu sebepler tarihimizi bilmek faydasından ve onu en mükemmel tarzda tedvin etmek vücubundan [gerekliliğinden] bizi asla müstağni [gerekli bulmayan] kılmaz. Tarihimizde bir millet için kâfi gelecek iftihar, şeref ve hayat anasırı [öğeleri] fazlasıyla mevcut iken onu ihmal ve nisyan etmek [unutmak], milletimize pek elim zayiata mal olagelmiştir. Uğradığımız hücumlar bazen suikasttan oluyorsa çok defa da tarihimize bağlı bir cehalettendir. Başkalarındaki ve kendimizdeki bu cehli gidermek borcu daha ziyade bize terettüp eder [düşer]. Bize maddi sebeplerin hepsiyle ecnebi olan nice ilim erbabının “Kürd tarihi” üzerindeki pek kıymetli araştırmalarına rağmen birçokları için genel tarihin en karanlık bir köşesi olarak yine tarihimiz kalmaktadır. Bu tarihimizden değil, sırf ona alakasızlığımızdan ileri gelen bir eksikliktir.

Tarihimizi cehlen veya garazen [bilerek veya bilmeyerek] yok edenlere karşı biz ne bu ecnebi araştırmalarını gösterebiliriz ne de araştırma lüzumunu kendilerine tahmil edebiliriz [yükleyebiliriz]. Borcumuzdur ki dünya tarihi içinde biz kendi elimizle adeta ispat ettirelim ve bu çeşit inkarcılara, hem de daha ziyade bugünün ve yarının Kürd insanlarına gösterelim.

Tarihimizden habersizlik, milletimizde itimad-ı nefsi [özgüveni] esaslıca sarsan bir amil-i su’ [kötü yaptırım] olmuştur. Pek çoğumuz mesela Eyyubi devletini bir Kürd devleti olduğunu iddia etmeye kendimizde ilim ve akıl cesareti bulamayız. Ve mesela herhangi bir ecnebi ansiklopedi “Muhit’ül Maarif”in buna dair yazdığını bile bilmeyiz.

“Kürd”ün mazisi [geçmişi] nasıldır? İnsaniyetin bu zümresi kaynağını nerelerden almış, ne tür inkılaplar geçirmiş? Nasıl hakimiyetler ve mahkumiyetler görmüş, siyasi ve ictimai yaşamında ne tür değişiklikler olmuş, nasıl siyasi, medeni müessese ve kurumlar oluşturmuştur? Bu ve bunlara benzer soruları yetkililerimiz, sayılanların bile çok kere mutlak bir suskunlukla karşılamaları, bugünkü vaziyette ne kadar tabii sayılmak istense de yine mahcubiyeti gerektiren bir noksanlık olmaktan kurtulamaz. Bu utancı milletimizin tüm kitlesine isnat etmek de utanılacak bir küstahlık olur. Bundan fikir ve dilimizi tahzir ederiz [sakınırız]. Milletimizin mesul ve gayri mesul [sorumlu ve sorumsuz] tabakaları her vakit, her meselede muayyendir [bellidir]. Bu sebeple sözümüzün hududunu tanıyoruz. Geçmişimizin bütün şeref ve hayat kaynaklarından habersiz bir karanlık ömürle yaşattığımız bu millete intisaptaki yüksek zevki kaç tanemiz hayatından mücerret [soyut] olarak ilim ve tarih üzerindeki çabaları esasla bir kanaatle duruyoruz.

Milletin yurtseverlik şuurunu bir hale koyacak olan tarihtir. Şuursuz kudretlerin devamlı mevcudiyetlere masdar [kaynak, temel] olması gayrı tabiidir, daha doğrusu mümkün değildir. Tarihimiz milli birliğimizi tesis edecektir. Milletin merkezi asabiyesi mazisine [geçmişine] şuurlu bir şekilde haberdar olmasıdır. Tarih bize manevi kudretlerimizi tanıtacaktır. Bunları tanımaya ihtiyacımız kesindir.

Manevi kudretler; -ki bizim için binlerce senelik menkıbelerden, mefharatlardan [övgülerden], destanlardan, zaferlerden, başarılardan, meselsiz şereflerden, kahramanlıklardan bir kelime ile geçmiş nesillerin pek, pek yüksek hayatından vücut bulmuş bir kainatın müessirleridir [etkileyenleridir]- bugünkü nesle yetişen ve yetiştirilecek olan neslin damarlarına ve dimağına ancak ve ancak tarihin eliyle aşılanabilir. Bizi medeniyetin her merhalesinde fersah fersah geride bırakmış milletlerin hiçbiri o kadar tetebbuat [incelemeler, araştırmalar], tetkikat ve tahkikat semeresi olan tarihlerini, bugünkü ihtiyaca kâfi görmüyor. Bunlar bir taraftan tarihlerinin mevcut hazinesine yeni yeni vesikalar [belgeler], hakikatler, keşifler ilave etmekle, bir taraftan tarihlerinin her kısmından birer ayrı tarih dünyası vücuda getirmekle, bir taraftan da tarihi genç neslin okuyanların ruhunda canlı ve derin hareketler doğuracak yolda yazmakla meşguldürler. Her milletin kendi namına izafetle medeniyet tarihi, edebiyat tarihi, sanat tarihi, savaş tarihi, matbuat [basın] tarihi … ve saire diye mütemadiyen ortaya attığı binlerce muhalledat [kalıcı şeyler, şaheserler] tarih için sükûn bulmaz bir ihtiyacın eserleridir.

Tarih bir de yazma ve anlatım tarzı itibarıyla ayrı bir usule tabi bir gayeye yürüyor. Tarihin yalnız malumatımızı artırmak, geçmiş hakkında bizi aydınlatmak, ecdadımızın tecrübelerinden bizi istifade ettirmek cihetlerinden olan hizmetlerine bir de “destansı bir kısım ilave edilmiştir. Doğrudan doğruya mekteplerden [okullardan] başlayarak halkın kesif [yoğun] bir tabakasında ecdada, ecdadın [ataların] eserlerine, ecdadın faziletlerine hürmet hislerini tesis etmek, vatan, millet akideleri etrafında siyasi eğitimi yükseltmek, iyilik ruhunu, fazilet prensiplerini, fedakarlık gibi, sadakat gibi, feragat nefsi gibi hareketleri manevi bünyemizde birer tabii keyfiyet [nitelik] haline getirmek, yaşayan nesle geçen nesillerden adeta bir damar uzatarak mazinin maddeten sönen harikadar hayatını tarihin kanallarıyla yeni nesilde yeni tecelliler manen yaşatmak, geçmişi daha yüksek faziletler ve daha yüksek bir hayat ile istikbale götürmek [geleceğe taşımak]… İşte tarihin, mektep ve milli terbiye noktasında istihdam tarzı…

Hiçbir millet geçmişine bu türlü alakalardan müstağni [uzak] olamaz. Geçmişin bu rabıtalarıyla [bağlarıyla] bağlı olmak bir zarurettir. Bizde ise en hayatî ihtiyaçtır. Manevi kudretlerimize vakıf olmak ve o kudretlerin kaynaklarından itimad-ı nefs [kendine güveni] almak ihtiyacındayız. Hayatın her safhası bize gösteriyor ki şuura dayalı bir özgüven, her zaman en büyük eserlerin babası olmuştur.

Teyit edelim ki fenni ve tecrubî usuller dairesinde bir Kürd tarihinin gerekliliği bütün şiddetiyle ihtar eden zaman artık bizi geride bırakmıştır. Bu satırları yazarken aziz ve fedakar hemşehrimiz Seyyid Hüseyin Hüznü Efendi’yi hatırlıyoruz. Yazmakta olduğu birkaç ciltlik Kürd tarihinin birinci cildini ibtihaçla [sevinçle] gördük. Şark dillerindeki birçok tarihi eserlerden istifade edilerek yazılan bu kıymettar Kürdçe tarih, her meziyetten kat-ı nazarla, yeni dönemin Kürd tarihçiliği vadisinde ilk eser olmak itibariyle, önemli hususiyetlere haizdir.

Seyyid Hüznü Efendi bu tarihi ile Kürd intibahının [uyanışını] en mükemmel abidesini dikmiş bulunuyor. Şüphesiz tarihçiliğimiz gittikçe yeni, gittikçe gelişen adımlarla ilerleyecek ve hayalî gayemiz olan Kürd tarihini gözlerimiz önünde bulacağımız gün gelecektir. Fakat ne olsa Seyyid Hüznü Efendi Hz.lerinin bu eseri Kürd kütüphanesinin başında muazzez [değerli] bir elmas gibi parlayıp duracak ve tunçtan bir kaside gibi müellifin milletine aşk-ı bülendini [yüce aşkını] ve milletin müellife sonsuz şükranlarını inşâd edip gidecektir.

Seyyid Fadli [faziletli] bu eser-i güzininden [seçkin eserinden] dolayı ne kadar tebrik ve kendisine ne kadar teşekkür etsek azdır. Bununla beraber tarihimize borçlu olduğumuz hizmet, Seyyid Hüznü Efendi’nin eseri ile bitmiş değildir. “Tarihlerini bilmeyen milletler münkariz olurlar [yok olmuş]” kaidesi, “Babil”in tacdar [taçlı hükümdar] mahuduna [ahdedilene] görünen ateşten yazı gibi bizi rüyamızda da rahatsız etmelidir. Her yetki sahibi Kürdü, Kürd tarihinin ikmaline davet ediyoruz.

“Tarih”imizin uyanmış ruhunda hiç şüphesiz yükseğe doğru yeni bir şevk cümlesi, yeni bir şayia uyandıracaktır.

“Kürd tarihi”, Kürd mazisi [geçmişi] için yalnız bir aksedilen değil, asıl Kürd istikbalini yaratacak bir güneş olacaktır.

Coğrafyamıza gelince; İçinde barındığımız meskenin taksimatını, tertibatını, sıcağa, soğuğa, rüzgâra, doğaya tesirinin mukavemet derecesini bilmek, bahçesinden, toprağından vesaire müştemilatından imkân ve istifade şeklini anlamak ne ise, bir millet için coğrafyasını öğrenmek daha pek çok mühim bir iştir. Kürdlerin nerelerde yerleşik olduklarını, arazisinin ziraat, sanat, maden vesaire gibi birçok yönüyle kendisine kabiliyetler arz ettiğini, medeniyetin maddi ihtiyaçları ne dereceye kadar istifade etme kudretine haiz bulunduğunu, Kürdistan denilen bir kısım insanların yerleşim yerinin üstünde, altında, havasında, kaynakları ve kuvve-i tabiiyenin [doğasının] ne halde olduğunu, bunların ne tarzda istihdam edilebileceğini, Kürd denilen beşer topluluğunun ticaret, sanat, zanaat, ziraat, içtimaiyat [sosyolojik] cihetlerinden ne manzara arz ettiğini; komşularıyla diğer milletlerle olan muhtelif [çeşitli] münasebetlerini, memleketin ihtiva ettiği antika eserleri, kadim yapıları, dini mabetleri gibi servetlerin eski ve yeni vaziyetlerini, vatanın hususiyetlerini başka topraklara ve zümrelere nazaran kuvvet ve zayıflık teşkil eden taraflarını, umumi teşkilata verilecek istikameti… Kürdistan mevcudiyetinin gerçek ödemesi millet ancak coğrafya ile öğrenebilir ve öğretebilir. Coğrafya muhtelif şubeleriyle memleketin hakiki, sahih [gerçek] bir fotoğrafı gibi gözümüzün önünde bize rehberlik edecektir.

Tarihimizin varlığından nasılsa, coğrafyamızın hudut ve şümulundan da öyle habersiziz. Bugün dünyada coğrafya, muazzam uğraşılara sahne olan bir ilim şubesidir. Her tarafta milli ve milletlerarası nice -genel mana ile- coğrafya cemiyetleri yeryüzü, yeraltı, eski ve yeni, canlı ve cansız bütün mevcudatı [varlıkları] en ince teferruata kadar, olduğu gibi insanlığın bilgisine mal etmek çabasıyla çırpınmaktadır.

Biz bu çalışmalara iştirak edecek halde değilsek de, o çalışmalardan ve faydalarından istifadeye muhtaç ve istifade ile mükellefiz. Kürd gençliği bu ihtiyacı iyi görmüş ve altı yedi sene önce Kürd coğrafyasının esası olacak teşebbüslere bir usul dairesinde girmiş idi.

Bir başlangıç olmak üzere Kürd coğrafyasının malumat [bilgi] unsurlarını baskı ve tevz’ edilen [dağıtılan] soru kağıtları vasıtasıyla bilgileri toplama teşebbüsünün esasını teşkil ediyordu. Bu işi idare ve takip eden “Jîn” gazetesi idarehanesinde coğrafyamızın ilk unsurları [öğeleri] toplamış oluyordu. Coğrafyamızın bu suretle üzerinde iyice çalışılmış bir zemini var demektir. Gerçek bir coğrafya daha başka bir şeydir ve daha başka çalışmayı gerektirecek analizler semeresidir [ürünüdür]. Öyle tetkikler ki durup dinlenmemek onların şanınadır. Lakin evvelki tarzda, daha muntazam bir teşkilat ile çalışmak faydasız bir usul değildir. Bilhassa Kürd vatanıyla alakayı, Kürd vatandaşları arasında genelleştirmek gibi bir önemli faydası vardır.

Her muallim, her münevver, her ilim ve araştırmacı, hatta her aklı başında vatandaş, her bulunduğu mahalde bir coğrafya için çok lüzumlu malumatı iyi, doğru bir görüşle toplayıp “coğrafya” ile meşguliyeti iş edinen bir heyete tevdi ederse vatanımız daha az zahmetle, fakat zamana göre daha mükemmel bir coğrafyasına temel atılmış olur. Bunu yapacak adamlar olup olmaması başka bir meseledir. Asıl mesele şudur ki bir tarih ve coğrafya yapmaktaki hayati zaruret artık takdir edilmelidir. Tarih gibi coğrafya da milli eğitimimizin bir mühim amili [etkeni], nefsimize ve kudretimize itimat etmenin bir kaynağıdır. Manevi tarih kudretlerimize, coğrafya bütün şubeleriyle maddi kudretlerimize bizi inandırır.

Fikrimizce dilimizi milletimizin ruhu mertebesinde tutar ve onun inkişafına ait çalışmayı bir ibadet gibi tanırsak, bundan sonra hayati bir ihtiyaç ile muhtaç olduğumuz iki şeyi; tarih ve coğrafya sahalarındaki çalışma gelir. Tarih ve coğrafya, milletimizdeki yüksek kabiliyeti alabildiğine tekâmül ettirerek [olgunlaştırarak] medeniyet semasında yükseltecek iki kanat gibi itinaya layıktır. Biri milleti kendi kendine, diğeri milleti başkalarına tanıtmak ve inandırmak… İşte bu iki eserin ana hedefleri.

Milletin hayatı, bu iki ihtiyacın tatmin edildiği gün büsbütün başka, parlayan bir inkılaba mazhar olacaktır. Buna imanımız kavidir [tamdır].[1] 


Kaynak: Seîd VEROJ, 20. Yüzyıl Kürd Aydın ve Siyasetçilerinden Vanlı Memduh Selim (1887-1976), Peywend Yayınları, Van, 2024


[1] Vanlı M. Selim, Hayati İhtiyaçlarımızdan: Milli Tarih ve Milli Coğrafya, Dîyarîyî Kurdistan, sayı: 9, 28 Eylül 1925, Bağdat, s. 25-32