Lozan Konferansı toplantısı 20 Kasım 1922 tarihinde başladı. Kürdler ve Kürdistan’ı çok yakından ilgilendiren önemli bir konferans olmasına rağmen, Kürdler bu konferansta temsil edilmemiş, Kürdlerin hak ve hukuku da dikkate alınmamıştır. Bu konu gündeme geldiği zaman, Ankara Hükümeti heyeti tarafından sıklıkla dile getirilen söylem, Meclisin ve hükümetin hem Kürtlerin hem de Türklerin meclisi ve hükümeti olduğu, Lozan Konferansı’na giden heyetin Türkleri ve Kürtleri temsil ettiği, Misak-ı Milli’nin Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de Misak-ı Milli’si olduğu ifade ediliyor. Doğrusu görüşmeler sürecinde hiçbir şekilde Kürd milleti temsil edilmemiştir. Kürd asıllı olarak heyette bulunan Diyarbekir mebusu Zülfü Tigrel, müşavir olarak Lozan heyetinde görevlendirilmiştir. Ne Kürdleri ne de herhangi bir Kürd kurumunu temsil ettiği asla iddia edilemez. Zaten kendisi de rahatsızlığını bahane ederek hiçbir oturuma katılmamıştır. Görüşmeler sürecinde İsmet Paşa: “Hem Kürdleri ve hem de Türkleri temsil ettiğini”, “Türkiye büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir.” “Kürtler de Turan kökenlidir, Türklerle birlikte yaşamak istiyor.” mahiyetindeki tezlerine karşı Curzon; Kürtlerin Türklerle bir arada yaşamak istemediklerinin göstergesi olarak 1914’teki Bitlis ayaklanması ve daha sonra da Dersim-Koçkıri hadiselerini örnek gösterir.

Lozan Konferansında Kürdistan meselesi; ağırlıklı olarak İngiltere ve Ankara Hükümeti arasında ve Güney Kürdistan’ı da içerisine alan “Musul Meselesi” çerçevesinde tartışılmıştır. İsmet Paşa başkanlığındaki Türk delegasyonunun Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından yayımlanan “Misak-ı Milli Beyannamesi”ne dayanarak Musul’un Türkiye’ye bırakılması gerektiği iddiasına karşı, Lord Curzon’un 14 Aralık 1922 tarihli cevap niteliğindeki mektubunda, bu iddianın neden kabul edilemeyeceğini ırksal, siyasal, tarihsel, ekonomik ve stratejik boyutlarıyla değerlendirdikten sonra şöyle bir yorum yapmıştır: “Savaşta yenilmiş bir gücün kaybettiği bölgeleri almak için zafer kazananlara böyle bir şeyi dikte etmesinin yeni ve şaşırtıcı bir iddia”[1] oluğunu belirtir.

Lozan Konferansı yaklaşık sekiz ay devam eder, IV Bölümden ve her bir bölümü birkaç kısımdan oluşan ve toplam 143 maddeden ibaret olan antlaşma metni, 24 Temmuz 1923’te Türk Hükümeti tarafından imzalanır ancak Türk heyetinin Musul’la ilgili iddiaları kabul edilmez. Lozan Konferansı’nda Musul meselesinin çözümü bir sonuca bağlanamayınca Britanya, Musul ve Kerkük meselesinin çözümünü, Milletler Cemiyeti’ne devreder. Mustafa Kemal, Lozan barış görüşmeleri sürerken 17 Ocak 1923’te İzmit’te İstanbul basınına verdiği mülakatta Musul meselesini değerlendirirken, konuyla ilgili temel yaklaşımını iki madde halinde özetlemiştir. “Musul Bizim için çok önemlidir; birincisi, civarında sonsuz petrol kaynakları vardır. İkincisi, bunun kadar mühim olan Kürtlük meselesidir. İngilizler orada bir Kürt hükümeti teşkil etmek istiyorlar. Bunu yaptıkları taktirde bu fikir bizim sınırımız dahilindeki Kürtlere de sirayet edebilir.”[2] değerlendirmesinde bulunur. Görüşmeler sürerken Ankara Hükümeti temsilcisi İsmet Paşa’ya görüş belirtmesi istenirken, “İsmet Paşa, 27 Ocak 1923 tarihli telgrafında Musul’la ilgili kişisel görüşünü şu ifadeyle dile getirmiş: “Ben Musul’dan feragat ederek sulh aramak fikrindeyim.”[3]

Lozan Antlaşması, genel çerçevesi itibarıyla esasında Sevr Antlaşması’nın devamı ve revize edilmiş hali olarak değerlendirilebilir. Sevr’den Lozan’a giden süreçte, başta İngiltere olmak üzere, emperyalist ülkelerin ortak çıkarları tekil çıkarların önüne geçmiştir…. M. Kemal, Emperyalist İtilaf devletlerinin onayı ve “Bolşevik Devrimi’nin yarattığı yeni koşullardan ve dengelerden yararlanarak Lozan Anlaşması’yla (24 Temmuz 1923) Kuzey Kürdistan üzerindeki egemenliğini garantilemiş oldu. Böylece Kürdistan Türkiye, İran, Bolşevik Rusya, İngiltere mandası olan Irak ve Fransa mandası olan Suriye arasında paylaştırılarak İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya gibi dönemin güçlü emperyalist devletlerinin onayıyla, zor ve şiddetle, işgal ve ilhak edilerek Lozan Antlaşması’yla bu yeni durum resmileştirilmiştir.

Resmi tarihe göre, bu süreçte M. Kemal’in liderliğinde çetin koşullar altında, işgalci itilaf devletlerine karşı büyük bir kahramanlıkla anti-emperyalist bir mücadele yürütülerek bu kazanımlar elde edilmiştir. Ancak tarihsel gerçekler ve belgeler bunun böyle olmadığını gösteriyor. Bazı yerel direnişler M. Kemal ve arkadaşları bölgeye gelmeden önce ve onlara rağmen başlamıştı. Yunanistan’la yaşanan savaşın haricinde M. Kemal, dönemin emperyalist güçleri olarak bilinen İngiltere, Fransa, İtalya ve Bolşevik Rusya’nın hiçbiriyle çatışmaya girmemiş. Tam tersine hepsiyle önce ikili anlaşmalar yapılmış ve daha sonra Lozan’da toplu bir anlaşma yapılmış. Zaten M. Kemal’in Kürdistan’a gönderilmesi, söylendiği gibi sadece Vahdettin’in onayıyla değil, esas olarak İngiltere’nin isteği ve onayı ile olmuştur.

İlk önce 16 Mart 1921’de İngiltere ve Bolşevik Rusya arasında yapılan anlaşmayla Kemalist harekete destek verilir. Daha sonra 20 Kasım 1921’de Fransa ve Ankara arasında imzalanan anlaşmayla Fransızlar Klikya bölgesinden çekilir. Fransa aynı zamanda Türk-Yunan savaşında İngiltere’nin tutumunu eleştirerek Bolşeviklerle birlikte Mustafa Kemal’e destek veriyordu. Bu anlaşmalar sağlandıktan sonra Ankara hükümetiyle diplomatik ilişkiler geliştirilir ve böylece 21 Şubat 1921’de düzenlenen Londra Konferansı’na Yunanistan’la birlikte davet edilir. Fransa’ya göre Türk-Yunan savaşı, kendi konumunu güçlendirmek amacıyla Britanya’nın tertibiyle vuku bulmuştur. Ali İlmi Fani de benzer bir değerlendirmeyi Adana’da yayımladığı Ferda gazetesinde yapmış; “Türk ile Yunan’ın Anadolu’da birbirinin boğazına sarılması ayniyle İspanya’daki boğa güreşlerini tasvir ediyor. Zafer sevinciyle sermest olan büyük Britanya için esasen galibiyet şerefine böyle bir kanlı eğlence tertibi lazım idi.”[4]

İtilaf Devletleri Sevr Antlaşması’nda bazı değişiklikler yapmak için İstanbul Hükümeti ile Yunanistan ve Ermenistan temsilcilerinin katılımıyla 21 Şubat 1921’de Londra’da bir Konferans düzenlenmeye karar verirler. Bir Kürd temsiliyetinin olmadığı Londra Konferansı’nın gündem maddelerinden biri de, Sevr Antlaşması temelinde Kürdler ve Kürdistan meselesiydi. Konferansa resmi olarak yalnız Osmanlı Hükümeti davetliydi fakat delege olarak ya da bir temsilciyle BMM temsilcisinin de konferansa katılabileceği bildirilmiştir. Ancak BMM hükümeti İstanbul heyeti içinde yer almayı kabul etmediği için, İtalya üzerinden yeniden ayrı bir heyet olarak davet edilmişti. Bu muhataplık başlı başına Mustafa Kemal’in başkanlığındaki BMM için önemli bir diplomatik başarıydı. Osmanlı Hükümeti temsilcisi olan Bekir Sami Bey, hükümetinin görüşlerini açıklayan bir muhtıra sunduktan sonra, kendini “Türklerin ve Kürtlerin” meşru temsilcisi olduğunu açıklamış ve ondan sonra da sözü BMM heyetine bırakmıştır. Lord Curzon, Sevr’in altmış ikinci ve altmış dördüncü maddelerini yeniden özetleyerek, Bekir Sami Bey’in konuya dair yaklaşımını ve izahatlarını dinleme arzusunu dile getirmiştir.

Bekir Sami Bey, Kürdistan nüfusunun BMM’de tümüyle temsil edildiğini, her sancağın bir seçim bölgesi için beş vekil seçtiğini Kürtlerin Ankara’da tümüyle temsil edildiğini, kendisinin Ankara meclisinden bir vekalet alarak bu görüşmelerde Türkler gibi Kürtleri de temsil ettiğini ifade etmiştir. İstanbul’daki Kürdistan Teali Cemiyeti ve onu temsilen Şerif Paşa’nın Kürtleri temsil etmediğini ileri sürmüştür. Bekri Sami Bey’in bu oturumda dile getirdiği en önemli hususlardan biri Kürdistan’da referandum yapılmasını kabul edebileceklerine dair beyanıdır. Bütün tartışmalara itirazlara rağmen Konferans herhangi bir bağlayıcı karar almadan sona ermiştir.

Bu cevaplardan sonra Lord Curzon, Kürtler çerçevesinde vilayetlere özerklik/Otonomi verilmesi hususunun ayrıntılarını sormuştur. Bekir Sami Bey, bu otonominin sadece Kürt vilayetleri için değil, tüm vilayetler için uygulanacağını, bu sistemde vilayetlerin kendi bütçesinin olacağını ve kendi iç işlerini yürüteceklerini ifade etmiş, bunun ademimerkezî bir yönetim biçimi olarak düşünüldüğünü dile getirmiştir. Bekir Sami konferanstan hemen sonra görüşmelerin muhteviyatı üzerine Mustafa Kemal’i bilgilendirmiş. Fakat Mustafa Kemal, Bekir Sami Bey’in Kürdistan meselesine ilişkin yaklaşımı sert tepkilere neden olmuş ve eleştirel bir mahiyette, Ankara’nın konuya bütüncül bir Kürdistan perspektifiyle bakmadığını net olarak ifade etmiştir ve özerk bir yapılanmanın da “Türkiye” bağlamında sürdürülebilir olamayacağını bildirmiştir.

Bu çerçevede, hükümet eliyle organize edildiği anlaşılan çeşitli etkinliklerle, Kürt ileri gelenlerinin imzalarıyla Londra’ya çekilen telgraflarda, BMM’nin Kürtleri temsil ettiği ve Kürtlerin BMM’nin öngördüğü çerçeve haricinde herhangi bir taleplerinin bulunmadığı güçlü bir şekilde ilan edilmiştir.[5] Henüz Londra Konferansı’yla ilgili tartışmaların sürdüğü bir süreçte, Boşlevik Rusya ile BMM hükümeti arasında 16 Mart 1920’de Moskova Antlaşması imzalanmıştır.

Türkiye Lozan’da fiilen olmasa da hukuken halâ Osmanlı İmparatorluğu’na ait olan Suriye, Irak, Lübnan, Filistin’in manda yönetimlerine bırakılmasını kabul etti. Aynı şekilde Mısır, Sudan ve Libya üzerindeki tüm haklarından vazgeçti. Limni, Semandirek, Midilli, Sakız, Sisam, adaları dahil 12 ada Yunanistan ve İtalya’nın hükümranlığına bırakıldı. İskenderun sancağı Suriye sınırları dahil edilerek, geçici nitelikteki Türk-Fransız İtilafnamesi onaylandı. Batı Trakya Yunanistan’a, Musul İngilizlere bırakıldı. Sonuç itibariyle söz konusu antlaşmayla, Batı Trakya, Ege adaları, Musul, İskenderun sancağı [bu günkü Hatay vilayeti], Batum [Gürcistan sınırlarına dahil edildi] Misak-ı Milli’ hilafına “çözüldü”[6]

Lozan Antlaşması’nın doğrudan olmasa da, en azından azınlıklarla ilgili bahsi geçen maddeleri dahi uygulanmadığı halde, antlaşmaya taraf devletler, bugüne kadar Türkiye’nin anlaşmaya aykırı uygulamalarını görmezlikten geldiler. Bugüne kadar Kürdistan aydınları ve siyasi yapıları, değişik zamanlarda Lozan Antlaşması'nın yıldönümlerinde çeşitli toplantılar ve konferanslarla bu süreci farklı boyutlarıyla değerlendirmiş olsalar da, dünya kamuoyunda gerekli ilgiyi uyandırabilecek etkinlikler ve girişimlerde bulunamadılar.

Lozan Antlaşması'yla ilgili konuşulan ya da ileri sürülen bir iddia da, anlaşmanın yüz yılını doldurması nedeniyle geçersiz olacağı zannıdır. Bu iddia ya da zan doğru değildir, böyle bir uluslararası anlaşmada belirli bir süre belirtilmemiş ise, anlaşmayı imzalayan taraflar imzalarını geri çekmediği müddetçe veya Rus devriminden sonra Bolşeviklerin Sykes-Picot Antlasması’ndan çekildiği gibi bir durum oluşmadıkça ya da mevcut dünya nizamını ve statükoyu değiştirebilecek büyük bir yeniden yapılanma ve düzenleme olmadıkça bu tür anlaşmalar üzerinden yüz yıl ya da daha fazla süre de geçse, kendiliğinden zaman aşımına uğrayacak anlaşmalar değil ve geçersiz olmazlar. 

Dönemin emperyalist İttifak Devletleri’nin onayı ve ulusal çıkarları doğrultusunda imzalanan Lozan Antlaşması’nda Kürdlerin kendi kendini temsil etmesi sözkonusu olmadığı gibi, Kürd milletinin her nevi siyasal, milli ve kültürel hakları da yok sayılmış. Anlaşma metinlerinde Kürdlerin farklı bir “soy”dan olduğuna dair ibarenin geçmemesi için, Türk heyeti tarafından büyük bir çaba gösterilmiş. Dışişleri ve Türk heyetinin başkanı olan İsmet Paşa’nın azınlık haklarının korunmasıyla ilgili görüşmelerde “Biz Türkler ve Kürdler” sözü haricinde Türk delegasyonu özellikle Kürd ve Kürdistan kelimelerinin kullanılmasından kaçınmış ve mümkün derecede metinlere yansımasını engellemeye çalışmıştır. “Türk Hükümetinin bütün çabası, imalı bir biçimde de olsa Kürtleri içine alacak metinlere, anlaşma maddeleri içinde yer vermemekti.”[8]

Beş kısımdan ve toplam olarak 143 maddeden oluşan anlaşma metninin “Azınlık hakları” bölümünde, Kürdler için de bazı dil ve kültürel haklar aranabilir. Ancak Ankara Hükümeti Kürdleri azınlık olarak kabul etmediği için, sözkonusu hakların Kürdlere tanınmasını kabul etmemiş. Çünkü varılan anlaşma gereğince azınlık hakları Müslüman olmayanlar için geçerliydi. Fakat alt komisyon belgelerinde Müslüman azınlıklardan bahsedilirken, parantez içerisinde “Kürdler, Çerkezler ve Araplar” sıralanmaktadır. Antlaşmanın 39. maddesinin 4. paragrafında bahsedilen haklar ise Türkiye’de yerleşik olan herkesten bahsetmektedir: “Herhangi Türkiye tebaasının münasebatı hususiye ve ticariyede, gerek din, matbuat veya her nevi neşriyat hususunda ve gerek içtimaatı umumiyede herhangi bir lisanı serbestçe istimal etmesine karşı hiçbir kayit vaz’edilmeyecektir.”[9] paragrafından hareket ederek Kürd dilinin basın yayın alanında kullanılabileceği yorumu yapılmaktadır ve yapılabilir de.

Kürdlerle ilgili esaslı tartışmalar, Musul sorununun görüşüldüğü oturumlarda yapılmış. Bu oturumlarda da “Kürd, Kürdistan sözcükleri bir soy bir coğrafi yer anlamında (Kürdlerin oturduğu topraklar) Musul sorunu oturumlarında sık sık anılmıştır.”[10]

Lozan Antlaşması’yla başta İngiltere olmak üzer İtilaf Devletleri, Ankara Hükümeti’ne o kadar tavizler verdi ki pes dedirtecek derecede. Sürgün edilecek yeni rejim muhaliflerinin listesi dahi bu anlaşmayla belirlendi. Mustafa Kemal ve “Kuvvayi Milliye” hareketine muhalif olan siyasetçiler, Vahdettin’in maiyetindeki bürokratlar, mülki ve askeri mensuplar, aydınlar, gazeteciler, askerler vd. mesleklerden birçok farklı şahsiyetlerden oluşan 150 kişilik bir sürgün listesi de anlaşmanın bir maddesi olarak onaylanmıştı ki bu olay Türk siyasi tarihinde “150’likler listesi” ya da sürgünü olarak bilinir. 

Lozan Konferansı’nda Ankara Hükümetiyle antlaşma metni üzerinde mutabakat sağlandıktan yaklaşık üç ay sonra, antlaşma metni mevcut şekliyle birinci BMM tarafından onayının sorun olabileceği endişesiyle, ani bir kararla mebusan meclisi 1 Nisan 1923’ten itibaren sona erdirildi ve esas olarak Lozan’ı kabul edecek yeni meclis seçimlerine gidildi. Yapılan yeni seçimler sonucunda, ikinci dönem BMM, 11 Ağustos 1923’te açılmıştır ve Mustafa Kemal de yeniden Meclis başkanı seçilmiştir. Bu seçimlerde özellikle Kürdistan’da seçilen mebuslar başta olmak üzere bütün adaylar merkezden belirlendi ve böylece birinci dönem BMM’indeki muhalif grup büyük oranda tasfiye edilmiş oldu. Yeni BMM kompozisyonuyla yapılan ilk iş, artarda düzenlenen üç oturum sonucunda Lozan Antlaşması ekleriyle birlikte 23 Ağustos 1923’te onaylanarak kabul edilmiştir. Yeni meclis üyelerinin onayıyla önce Büyük Millet Meclisi (BMM), Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’ne dönüştürülür ve TBMM’in merkezden belirlenmiş ikinci dönem mebuslarının oylarıyla önce Lozan Antlaşması imzalanır ve ondan sonra da 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilir. Yeni meclisin ilk elden gerçekleştirdiği diğer önemli bir etkinlik ise, Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları adlı eseri bastırılarak mebuslara ücretsiz olarak dağıtılmıştır. Aslında jet hızıyla alınan bu kararlar Lozan sonrası gelişecek sürece dair çok önemli işaretlerdi.

Lozan görüşmelerinin devam ettiği günlerde, Kürdler ve Kürdistan’la ilgili gerçekleşen diğer bir önemli gelişme ise, Güney Kürdistan için “muhtariyet” anlaşmasını görüşmek üzere Şeyh Mahmud’un Ankara’ya gönderdiği heyettir.  Rewanduz’daki Türk birliklerinin kumandanı Özdemir Bey (Ali Şefik Bey) aracılığıyla Güney Kürdistan Hükümeti adına BMM Hükümetiyle muhtariyet görüşmelerini yapacak heyet 23 Şubat’ta Süleymaniye’den hareket etmiş ve 25 Nisan’da Ankara’ya varmıştı. Özdemir bir taraftan bu görüşmeleri organize ederken diğer yanandan da Ankara’ya gönderdiği şifreli telgrafta, Ahmed Takî sorumluğundaki Kürd heyetinin Ankara’daki Kürd mebuslarla bir araya gelmesinin engellenmesi talebinde bulunur. Fakat Ahmed Takî ani bir rahatsızlığı nedeniyle hazırlanan üç kişilik heyette yer almamıştır.

Şeyh Mahmud’u temsilen Güney Kürdistan’dan gelen heyet, 25 Nisan 1923’te Ankara’ya vardıktan bir gün sonra Başvekil Hüseyin Rauf Bey tarafından kabul edilir. Heyet üyesi Refik Hilmi görüşmeyi şöyle aktarır: “[…] İçinde evraklar bulunan çantayı ona teslim ettik. Şöyle dedi: “Ben gece onları okuyup incelerim ondan sonra Hazret Gazi Paşa’ya sunarım. Şimdi Büyük Millet Meclisi tatilde olduğu için bir şey söyleyemeyiz ve karar veremeyiz. İsmet Paşa da Lozan’da Musul sorunuyla ilgileniyor ve hiç şüphe yok ki Musul vilayeti bize dönecektir. O zaman Kürtler de kendi amaçlarına ulaşırlar. Din ve tarih kardeşi olan Türklerle birleşirler. İngiliz gavurlarından kurtulurlar.”[11] Açıklamasından da anlaşıldığı gibi, Ankara Hükümeti’nin Güney Kürdistan’a dair “muhtariyet” meselesi siyaseti, aslında bir taktik ve zaman kazanma meselesidir. Aslında Şeyh Mahmud’un gönderdiği heyet henüz Ankara’ya ulaşmadan, İngilizlerin Şeyh Mahmud’a karşı başlattıkları hareketle birlikte Rewanduz üzerinde kurdukları baskı sonucun, Özdemir maiyetiyle birlikte 21 Nisan 1923’te Rewanduz’dan çekilmeye başlamıştı.

Böylece Ankara’nın Binbaşı Özdemir (Ali Şefik) özerinden yürütülen askerî ve siyasi politikası bir boyutuyla önemli kazanımlar elde etmiş, Şeyh Mahmud ile İngilizleri karşı karşıya getirmeyi başarmış ve iki taraf arasında yeni bir çatışmayı tetiklemiştir. Şeyh Mahmud, hem askeri hem de siyasi olarak yalnız bırakılmıştır. Bunun sonucunda Kürdler İngilizleri karşısına alarak Güney Kürdistan’daki kazanımlarından da olmuşlar. Lozan’da imzalanan antlaşma çerçevesinde ertelenen Musul sorunu (aslında Güney Kürdistan’ın geleceği meselesi) ise, 1925’te kabul edilen Irak Anayasası’nda Kürdlere bir statü verilmediği belli olduktan sonra, 1926’da İngiltere’yle anlaşma sağlanarak çözüldü.

Aslında Kürd aydınları ve örgütleri, İstanbul gibi metropollerde yoğunlaşıp Kürdistan coğrafyasında uzak kaldıkları için, halkla yeterli bütünlüğü sağlayamamış ve gerekli desteği alamamışlar. Dolayısıyla I. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan barış masaları vb. platformlarda güçlü bir halk desteğiyle yer edinememişler ve taleplerini de yeterince ilgili yerlere ulaştıramamışlar. Aynı durum Lozan için de geçerlidir. Türkler bu anlaşmayla önemli bir başarı elde ederek bir ulus devlet şeklinde varlığın İtilaf devletlerine kabul ettirirken; Ķürdler ise birliğini oluşturamamış, büyük güçlerin bölgedeki siyasetini ve politikalarındaki değişimi doğru okuyamamış, iyi niyetleriyle Türklerin vaatlerine kanarak bu yönde gerekli ve yeterli girişimlerde bulunamamışlar ve seslerini duyuramamışlar. Böylece Lozan Türklere büyük kazanç sağlarken, Kürdleri de uzun bir müddet uluslararası politikanın gündeminden düşürmüştür. Dr. Ahmed Nafiz Bey’in II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte 30.03.1945’te Xoybûn Kürd Cemiyeti adına “Sanfransisko Konferansı”na sunduğu raporda, Lozan Antlaşması sonrası durumu şöyle ifade etmiş, “İlgisiz bir Dünya, Kürdistan’ı ilgili devletlerin ulusal ihtiraslarına sunulan bir parçalanmış av olarak terketti.”[14] 


[1] Sinan Hakan, Cumhuriyet’e Giderken Kürtler (1920-1923), İletişim Yayınları, İstanbul, 2023, s. 247

[2] Sinan Hakan, Cumhuriyet’e Giderken Kürtler (1920-1923), İletişim Yayınları, İstanbul, 2023, s. 260

[3] Sinan Hakan, Cumhuriyet’e Giderken Kürtler (1920-1923), İletişim Yayınları, İstanbul, 2023, s. 289

[4] Ali İlmi, Merdane Hareket Edelim!, Ferda Gazetesi, No: 204, 7 Şubat 1921

[5] Sinan Hakan, Cumhuriyet’e Giderken Kürtler (1920-1923), İletişim Yayınları, İstanbul, 2023, s. 137-139-141-143

[6] Fikret Başkaya, Misak-ı Milli) https://sendika.org/2006/11/misak-i-milli-bir-efsaneyi-sorgulamak-fikret-baskaya-10072

[7] M. S. Lazarev, Emperyalizm ve Kürt Sorunu (1917-1923), Öz-Ge Yayınları, Ankara, s. 253

[8] Hasan Yıldız, Fransız Belgeleriyle Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan, Koral Yayınevi, İstanbul, 1992, s. 132

[9] http://ua.mfa.gov.tr/detay.aspx?88

[10] İsmail Göldaş, Lozan: Biz Türkler ve Kürtler, Avesta Yayınları, İstanbul, 1999, s. 72

[11] Refik Hilmi, Anılar: Şeyh Mahmud Berzenci Hareketi, Nûjen Yayınları, İstanbul, 1995, s. 142

[12] Mehmet Bayrak, Kürtlere Vurulan Kelepçe Şark Islahat Planı, Özge Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013, s. 38

[13] Fikret Başkaya, Kovara Bîr (Araştırma İnceleme Dergisi), Sayı: 11, Diyarbakır, 2009, s. 161-176

[14] Mehmet Bayrak, Kürtlere Vurulan Kelepçe Şark Islahat Planı, Özge Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013, s. 62