Öcalan’ın 21 Nisan 2025 tarihli İmralı görüşme notlarında tekrar tekrar vurguladığı bir tema, kendisini Ortadoğu’daki tüm krizlerin, çatışmaların ve çözüm arayışlarının merkezî aktörü olarak konumlandırmasıdır. Bu durum yalnızca abartılı bir özgüven değil, aynı zamanda paranoyak, mesiyanik ve totalleştirici bir siyasi tahayyülün dışavurumudur. Öcalan, herhangi bir kolektif siyasi yapının, halk inisiyatifinin ya da kurumsal temsilin değil, sadece kendisinin bu coğrafyayı istikrara kavuşturabilecek güç olduğunu iddia etmektedir.

Doğrudan Alıntılarla Kurulan “Büyük Oyuncu” Mitolojisi

Öcalan görüşmede açıkça şöyle demektedir:

"Kendimi de ortaya koydum. 52 yıl 1 aydır, işte bugün 1 ay daha oldu, son Kürt ayaklanmasını ben yaptım."

"İsrail, bu Gazzeleştirme sürecine Kürtleri de dahil etmek istiyor. Bunun önünde tek engel benim."

"Ben aradan çıksam, asıl savaşı şimdi başlatmaya hazırdık demişler işte. Bu felaket olur. Gazzeleşme dediğim bu."

"Benim bu işi en iyi götürecek kişi olduğuma şüphe yok. Kendimi övmeye gerek yok."

"Gazze meselesi korkunçtur. Bunları önleme yeteneğim var ve bölge barışına inanılmaz bir rahatlık getirecektir."

"Bir beyin hazırlığım var. Türkiye’deki barış gerçekleşmesi kesinlikle bölgeyi etkiler. Dünyaya da yansır."

"Biz bir ay çalışalım, İsrail’i de durdurabilirim."

"Ben SDG 100 bin olur dedim, oldu."

Bu alıntılar yalnızca kişisel bir etkiyi değil, tarihsel ve jeopolitik sonuçlar üreten neredeyse mistik bir aktörlük iddiasını içermektedir. Öcalan, bir siyasi liderin ötesine geçerek kendisini kader belirleyici, düzen kurucu ve düzen bozucu tüm güçlerin merkezindeki sabit nokta olarak sunar. Her gelişmenin kaynağı ya da hedefi odur. Kendisinin dışında gelişen her siyasi hamle —ister Mazlum Abdi'nin SDG'yi büyütmesi olsun, ister İsrail’in bölgede pozisyon alması— ancak onun eksikliğiyle açıklanabilir.

Mesih Kompleksi ve İdeolojik Mutlakiyet

Bu tür bir söylem, psikanalitik olarak "mesih kompleksi" (Messianic Complex) ile açıklanabilir. Bir kişi, kendi varlığını halkın kurtuluşuyla özdeşleştirir. Artık “ben” değil, “biz” adına konuşur. Ama bu “biz”, gerçek kolektif özne değil, kişinin kendisiyle özdeşleştirdiği sanal bir cemaattir.

Benedict Anderson’ın "hayali cemaat" kavramı burada tersine çevrilir: Öcalan’ın hayali cemaati, ulusal bir kolektivite değil, kendi şahsiyetinde bedenleşmiş halkın kaderidir. Yani halkın öznesi halk değil, "Öcalan"dır. O varsa halk vardır, o yoksa halk da yoktur. Tam da bu nedenle şöyle der:

"Fesih kongresinden sonra hemen DEM’in kongresini yapacağım, onu ben yapacağım."

Burada halk, örgüt, siyaset gibi kavramların hepsi, birer araçsal figüre indirgenmiştir. Strateji de, çözüm de, barış da sadece onun imzasıyla mümkündür.

Yıkıcı Kolektivite Korkusu: Kendisinin Dışında Üretilen Her Güce Düşmanlık

Öcalan’ın “büyük oyuncu” tahayyülünde, kolektif Kürtlük ancak onun içinden geçerek anlam bulabilir. Örneğin Mazlum Abdi'nin SDG’nin büyümesindeki rolü, onun gözünde:

“İhanettir. Kürtlere statü dayattı. O işler konuşularak olur.”

Yani kendi kontrolü dışında gerçekleşen her gelişme, halk yararına olsa bile, meşruiyet dışıdır. Kürtlerin kendi özneleşme çabaları, kendi kaderini tayin iradesi onun süzgecinden geçmediği sürece “ihanet” da “yıkım” sayılır.

Böylece ortaya çıkardığı figür, klasik bir "önder" değil, hegemonik bir anlam üreticidir. Gramsci’nin kavramıyla, "organik entelektüel" olmaktan çıkmış, yerini dogmatik hegemonyanın bekçisine bırakmıştır.

Jeopolitik Paranoya ve Mutlak Tehdit Algısı

Öcalan’ın dünyasında İsrail’in temel hedefi o’dur; MIT onunla stratejik ilişki yürütür; SDG onun önerisiyle büyümüştür; Kandil onun yokluğunda felakettir. Bu yapı, onu hem kaçınılmaz hem de dokunulmaz bir figüre dönüştürür.

“Şu an İsrail’in tek derdi beni ortadan kaldırmak. Kandil’in aklı yerinde değil ki bunu engelleyebilsin. Yerleşim itibariyle böyledir, Kandil İran’ın, SDG ise İsrail’in etkisindedir. Bunu ancak ben engelleyebilirim.”

Bu tür bir söylem, sadece kişisel bir güç tutkusunu değil, tüm kolektif siyasi aklın tek bir beden içinde somutlaştırılması arzusu taşır. Bu, hem demokratik siyaset hem de halkın özneleşmesi açısından tam anlamıyla yıkıcı bir pozisyondur.

Kendisini Tanrılaştıran Bir Lider Kültü

Öcalan’ın söylemindeki bu “büyük oyuncu” fantezisi, artık siyasi bir strateji olmaktan çıkmış; bir varoluş felsefesine dönüşmüştür. Onun yokluğunda halk ölecektir. Onun susmasıyla savaş başlayacaktır. O konuşursa barış gelir.

Bu tahayyül, sadece halkı edilgenleştirmez; aynı zamanda her türlü alternatif düşünceyi, eylemi ve aktörlüğü meşru olmayan, hatta tehlikeli sayar. Bu da onu siyasi anlamda otokratik, psikolojik olarak ise paranoyak–mesiyanik bir pozisyona yerleştirir.

Ve böylece Öcalan, halkı kurtarmaya çalışan bir lider değil, halkın kendisini kurtarmak zorunda kaldığı bir mitolojik figüre dönüşür.

Kaynak: https://www.facebook.com/share/p/15LCc12CUg/