“Talih ku bête firset, mohlet li nik heram e.”

(Talih fırsat verirse, onu ertelemek haramdır.)

 (Melayê Cizîrî)

Her ne kadar konferans çerçevesi “Ortadoğu, ‘Arap Baharı’ ve Suriye Kürdistan’ı” olarak belirlenmişse de, sözkonusu “Arap Baharı” olunca, elbette ki sadece Ortadoğu coğrafyasıyla sınırlı değildir. Buna Kuzey Afrika’yı da eklemek gerekir. Çünkü bu kavram kapsamında değerlendirilen Tunus, Mısır ve Sudan Kuzey Afrika coğrafyasına girmektedir. Bu durumda adı geçen bölgelerin mevcut konumunu şekillendiren son yüzyıllık önemli tarihsel siyasal olaylarla ilgili bazı hatırlatmalarda bulunmak gerekir.

Jeopolitik ve jeostratejik olarak Ortadoğu tarih boyunca hep çekim merkezi olmuştur. Ortadoğu’nun uluslararası önemi sadece enerji kaynakları bakımından zenginliği değildir, üç kıtayı birleştiren coğrafik konumuyla tarih boyunca dünyanın kara, hava ve deniz ulaşımı yolları üzerinde bulunma özeliği, üç büyük dinin de bu gölgeden çıkmış olması ve farklı etnik, dini (mezhebi) bileşenleri nedeniyle Ortadoğu’nun önemi hiçbir zaman azalmayacaktır. Bugün bölgesel olarak su kaynaklarının paylaşımı sorunu da buna eklenince, bölge üzerindeki hesapların ve dengelerin çok boyutluluğu daha kolay anlaşılabilir.

Ortadoğu ve Afrika’da yaşanan mevcut durumun ve sorunların temel kaynağı, 15 Kasım 1884- 26 Şubat 1885 yılında halkları hesaba katmadan Berlin Batı Afrika Konferansı’nda paylaştırılan Afrika ve Osmanlı İmparatorluğu’nun egemen olduğu Ortadoğu ve Arap coğrafyasının genel hatlarıyla paylaşılmasına dayanan bir dizi açık-gizli siyasi antlaşmadır. Bu antlaşmalardan en önemlisi de, 16 Mayıs 1916’da İngiltere ile Fransa arasında imzalanan ve Ortadoğu’yu farklı ülkelere bölen Sykes-Picot Anlaşması’dır. Bu anlaşmanınsonucu olarak bölgede egemen olan İngiltere ve Fransa’yla bölgesel ve yerel yönetimler arasında 1919-1922 yılları arasında imzalanan bir dizi açık-gizli anlaşmalarla ve nihai olarak da Kahire Konferası’nda zamanın sömürge bakanı Winston Churchill tarafından Ortadoğu’nun bugünkü genel siyasi sınırları belirlendi[1]. Ancak Ankara Hükümeti ve İngiltere arasında sorun olan Güney Kürdistan ve Musul meselesi ise sonraki bir tarihe ertelenmiştir.

24 Temmuz 1923’de Ankara Hükümeti ve İtilaf devletleri arasında imzalanan Lozan Antlaşması’yla Kürdistan coğrafyası ve toplumu dört parçaya bölünmüştür. Böylece Batılıların Ortadoğu’daki petrol ve nüfus egemenliği amaçları, bölgede kadim bir geçmişi olan ve önemli bir nüfusa sahip olan Kürdlerin de en az Araplar vd. halklar kadar, yaşadığı tarihsel coğrafyası üzerinde kendi kendini yönetme hakkı olduğu gerçeğinden daha ağır basmıştır. Bu nedenle bölgedeki en kalabalık nüfusa sahip devletsiz bir millet olan Kürdler, yaklaşık olarak yüz yıldır varolmanın mücadelesini vermektedir.

Bugün “Büyük Ortadoğu Projesi” olarak önplana çıkan, doğrusu kimileri tarafından “Yeni Dünya Düzeni” ve kimileri tarafından da “3. Paylaşım Savaşı” olarak değerlendirilen bu uluslararası müdahaleler, Arap Monarşi ve dikta rejimlerine karşı gelişen halk ayaklanmalarının doğurduğu sonuçlar, Sykes-Picot Antlaşması’nın oluşturduğu statükonun tarihe karışmak noktasında olduğunun da en önemli göstergesidir. Aslında bu süreç, Amerika’nın Irak’ı işgal etmesiyle başladı ve Irak Baas rejimini iktidardan düşürülmesiyle de-facto olarak Irak üç parçaya bölündü. Irak Arap coğrafyası Sünni ve Şii Araplar arasında ikiye bölündü, her ne kadar bütünüyle olmasa da Güney Kürdistan coğrafyası da Kürdlerin denetimine geçti. Bugünkü Ortadoğu’nun siyasi sınırlarının belirlendiği Sykes-Picot Antlaşması’nın etkisini yitirmesi yönündeki gelişmeler, statükonun değişmesinin yolunu da açmıştır ve bu durum Kürdlerin 20. yüzyılda başaramadıkları devlet kurma şansını artırmıştır.

Gelinen aşamada “Arap Baharı” olarak adlandırılan başkaldırı hareketlerinin ilk halkasını, aslında Güney Kürdistan halkının 1991-92 yıllarında Saddam’ın Baas rejimine karşı başlattığı başkaldırı ve daha sonra onu takip eden Irak Şiilerinin başkaldırısından sonraki yeni bir halka olarak değerlendirmek gerekir. Bugün “Arap Baharı” olarak adlandırılan halk ayaklanmaları sonucunda, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki diktatör liderler ve rejimler birer birer düşmektedir. Tunus’la başlayan bu halk hareketinin gelişen dalgaları Ortadoğu’daki statüko ve dikta rejimlerinin en önemli halkası olan Suriye Baas rejimine dayanmıştır.

“Arap Baharı” derken de elbette ki tekdüze bir akıştan bahsetmiyoruz. Libya pratiğinin gösterdiği gibi uluslararası camianın desteğiyle de Arap Baharı’nın Tunus ve Mısır’da olduğundan farklı bir yöntemle de devam etmekte olduğunu göstermektedir. Çünkü despot ve diktatör rejimler kolay kolay iktidarını bırakmak istememektedirler. Sudan örneği ise apayrı bir çerçevede değerlendirilmesi gerekir. Çünkü Sudan pratiği bir rejim değişikliğiyle sonuçlanmamış, iki ayrı bağımsız devlet ortaya çıkarmıştır.

Bahsedilen bölgelerde yaşanan gelişmeler elbette ki uluslararası güçlerin iradesinden bağımsız değildir. Başını ABD ile bazı Avrupa ülkelerinin çektiği ve Türkiye’nin de bölgesel bir güç konumunda yer almak istediği “stratejik eksen”, bölgede değişimle birlikte halkın katılımının daha güçlü olduğu yönetimlerin ve demokrasinin yerleşmesini savunurken, Rusya-Çin’nin başını çektiği İran ile Suriye’nin de içinde yer aldığı direnç ekseni ise mevcut statükonun devamından yana bir siyaset izlemektedirler. Bu da, bölgenin önemli yerel aktörleri olan Türkiye, İran, İsrail, Mısır, Suriye ve Kürtler arasında önemli bir gerilimin kaynağını teşkil etmektedir. Bu yazıda, yukarıda ortaya konulan tabloyu daha da netleştirmek için kısaca İran-Suriye, Türkiye-Suriye, Rusya-Suriye ve Suriye-Kürtlerin ilişkilerini biraz daha açmaya çalışacağız.

İran-Suriye İttifakı

İran ve Suriye ilişkilerini değerlendirirken, konuya bir soruyla başlarsak beklide farklı cevaplarla konuyu daha geniş bir perspektifte değerlendirebiliriz. İran İslam Cumhuriyeti, “Arap Baharı” olarak adlandırılan Arap halk hareketlerini Arap monarşilerine karşı “İslami Uyanış” olarak değerlendirip ve birçok yerde de bu hareketleri desteklerken, neden Suriye’de tam tersi bir tavır sergilemektedir?

Bu sorunun cevabını netleştirmek için, İran’ın toplusal dokusunu oluşturan farklı etnik ve mezhebi bileşenleri, İran’ın nükleer ve konvansiyonel silahlanma faaliyetleri, bölgedeki Şii nüfus dengesinin siyasi hesaplar üzerindeki etkisi, İran’ın bölgedeki enerji kaynaklarıyla ilgili konumu ve önemini hatırlatmak gerekir. İran’ın nükleer ve konvansiyonel silahlanmaya yönelik faal politikası ve Ortadoğu’da etkinliğini artırması başta Suudî Arabistan, Mısır, Türkiye ve Ürdün olmak üzere, diğer bölge ülkeleri ve Körfez ülkeleri tarafından da bir tehdit olarak görülmekte ve bundan büyük rahatsızlık duyulmaktadır.

İran etnik ve dinsel-mezhepsel olarak heterojen bir yapıya sahip olduğundan dolayı, iç ve dış siyasetinde etnik ve mezhepsel boyut çok önemli bir etkendir. Etnik yapısıyla Farslar yaklaşık olarak İran nüfusunun yarısını oluşturmakta ve geride kalan diğer yarısını da Azeriler(%18), Kürtler (%10-12), Beluciler(%4), Araplar (%3), Türkmenler(%3) ve diğer küçük topluluklardan oluşmaktadır. Mezhepsel olarak dünya Müslüman nüfusunun yaklaşık olarak %10’nu oluşturan Şiiler, çoğunlukla Körfez ülkelerinde dağılmış durumdadır. “Suudi Arabistan nüfusunun %10’u, Katar nüfusunun %80, Bahreyn’in %72’si, Irak’ın %60, Birleşik Arap Emirlikleri’nin %41’i, Kuveyt’in %25’i Şiilerden müteşekkildir. Suudi Arabistan ve İran’ın kıran kırana mücadele ettiği Yemen’de ise nüfusun yaklaşık olarak %45’ni Zeydi Şiileri ve %55’ni de Sünniler oluşturmaktadırlar. Basra Körfezinde Şiilerin bulunduğu bölgeler genellikle zengin doğal gaz ve petrol yataklarına sahiptir”.[2]

İran’ın, Şii nüfus potansiyeli üzerindeki hesapları düşünüldüğünde, onun bu konumu, ABD, Avrupa ve Basra Körfezi ülkeleriyle ilişkilerinde belirleyici etkenlerden biridir. Buna Şii-Sünni ayrımının tarihsel çelişkilerini de eklediğimizde, bugün İslam âleminde ve bölgede Şiilik ve Şiilere dayalı politikalar gütmek, bölgesel hegemonya ve nüfus sağlamanın en önemli unsurlarından biri olduğu açıktır. Şiilik ya da Şii inancı, aynı zamanda Fars devlet ideolojisinin temel dayanağıdır. Bu nedenle İran bölgedeki Sünni Arap yönetimlerine karşı etkisini artırmak için, Şii nüfus potansiyeline dayalı yayılmacı bir politika izlemektedir.

İran ve Suriye ilişkileri, 1979 İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana, yani tam 32 yıldır kesintisiz devam eden stratejik bir ittifaka dayanmaktadır. Bu ilişkinin çok önemli bazı temel dayanakları olduğu kadar, paradoksları da vardır. Birincisi; Hafız Esad liderliğindeki Suriye Baas iktidarı, 1980-1988 yılları arasında süren Irak-İran Savaşı’nda, Irak Baas rejimine karşı hep İran’dan yana tavır koymuştur. İkincisi; “İsrail’in 1982 yılında Lübnan’ın bir kısmını işgal etmesi, Suriye-İran dostluğunun adeta bir ittifaka dönüşmesine yol açmıştır.”[3] Öyle ki Şia mezhebi temelli bir İslami ideolojiyi kendine rehber edinen İran, laik ve sol Hafız Esad rejiminin 1982 yılında Hama'da Müslüman muhalefete karşı giriştiği kitlesel kıyıma da tek bir itirazda bulunmamıştır. Üçüncüsü ise; İran, başta Hizbullah olmak üzere İran Devrim İdeolojisi zemininde bulunan İslami ve diğer ABD-İsrail karşıtı direniş örgütlerine gereken askeri ve lojistik desteği ancak Suriye üzerinden sürekli bir şekilde sağlayabilmektedir. 

ABD'nin özellikle İran, Hizbullah ve Hamas ile birlikte "Direnç Ekseni" diye tanımladığı aktörlerin başında gelen Suriye, aynı zamanda biraz İran ve biraz da Lübnan demektir. Çünkü Suriye, Lübnan ve burada Hizbullah ile İran arasında bir köprü oluşturmakta, bütün yardımlar Suriye kanalıyla Hizbullah’a aktarılmakta ve aynı zamanda Hamas’ın askeri yönetimi de burada üslenmiştir. Suriye’de bir rejim değişikliğinin, İran’ın hem Irak hem de Lübnan’daki nüfuzuna olumsuz etki yapacağı gün gibi bellidir. Bu nedenle İran Ortadoğu’da bu tür radikal örgütler üzerinden etkinliğini artırmak ve sürdürmek istiyor. Bunu da ancak Suriye üzerinden ve Esad rejiminin desteğiyle yapabilir. Bu sebepten ötürü Tahran, sonuna kadar Esad rejiminin arkasında durmayı tercih etmektedir.[4]

Elbette ki İran-Suriye ilişkilerinin bu temel ortaklıklarının yanısıra önemli zafiyetleri de vardır. Ancak mevcut durumda İran ve Suriye’nin ortak hareket etmesi de birbirine bağlı olan kaderlerinin kaçınılmaz gereğidir. Bütün çelişkilerine rağmen yaklaşık otuz yıldır İran ve Suriye arasında devam etmekte olan ilişkileri göz önünde bulundurduğumuzda, bu iki ülkenin bölgede bir “stratejik ortaklığı” oluşturduğu açıkça görülmektedir. Hata bu süreç İran ve Suriye arasında stratejik ortaklık sınırlarını da aşarak bir yerde “kader ortaklığı” niteliğine bürünmüştür. Bu nedenle bu girift ilişkiler yumağı üzerinde devam eden İran-Suriye ilişkileri, siyasi analistler tarafından “mantık evliliği” olarak tanımlanmaktadır.

Bundan dolayı bu evliliği bozacak gelişmeler ve olayların ortaya çıkmasa, yani Ortadoğu denkleminde Suriye halkasının kopması ve Baas rejiminin düşmesi, şüphesiz olarak birinci derecede İran’ı ilgilendirmekte ve etkilemektedir. Şii ideolojik eksenli İran İslam Cumhuriyeti ile yüzde yedilik(%7) Alevi(Nusayri) azınlığın egemenliği altındaki Suriye Baas rejimi arasındaki otuz yıllık stratejik ilişkiyi göz önüne aldığımızda, Suriye’de yaşanan süreç ve muhtemel değişimin İran için ne ifade ettiği daha kolaylıkla anlaşılabilir. Suriye’deki değişim sürecine Türkiye ve İran’ın tarihsel ve bölgesel rekabeti de eklenince, İran’ın son gelişmelerden duyduğu rahatsızlık ve olası gelişmelere karşı giriştiği manevralar daha net bir şekilde anlaşılmaktadır. Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi Batı ile iyi ilişkileri olan rejimlerin devrilmesi ve buralarda siyasal İslamcıların da dâhil olduğu “demokratikleşme” sürecinin başlamasını olumlu ve bir kazanım olarak gören İran İslam Cumhuriyeti’nin, 1982’de Hama’daki katliama sesiz kalması, aynı şekilde bugün de Suriye’deki katliamı görmezlikten gelmesi ve halk hareketine karşı Beşar liderliğindeki Baas diktatörlüğünün yanında yer alması, İran’ın ne kadar pragmatist bir yaklaşıma sahip olduğunun göstergesidir.  

Bu amaçla İran çeşitli manevralar ve örtülü operasyonlarla genelde bölgede ve özelde de Suriye'deki olası gelişmelere karşı pozisyonunu güçlendirmeye çalışmaktadır. İran’ın Güney Kürdistan ve Kandil’e yönelik operasyonları da bu çerçevede değerlendirilmelidir. İran, bir taraftan Kürtlerin genel olarak bölgede ve özel olarak da Suriye’de gelişmekte olan yeni süreçte siyasal bir özne olarak daha da etkin olmalarını istememektedir. Diğer taraftan da Suriye’ye yönelik olası bir dış müdahaleye karşılık, İran-Suriye eksenli bütün unsurları devreye sokabilmek ve savaş cephesini geliştirmek istemektedir. Bundan dolayı Cengiz Çandar’ın da belirttiği gibi, İran olası bir Suriye müdahalesine karşı İran-Suriye cephesini güçlendirmek için “İran-Suriye arasındaki Kuzey Irak Koridoru’nu açık tutmak, bu amaçla Erbil’deki Kürt yönetimine”[5] yoğun bir baskı uyguladığı apaçıktır. Bunu yapmakla bir yandan Kürdler arasına nifak sokarak iç çatışma yaratmak, diğer yandan da İslam-Elensar gibi İran yanlısı İslami grupları bölgeye yerleştirmek istemektedir.

İran ve Suriye’nin bölgede oluşturduğu ittifakın Kürd karşıtlığı gün gibi ortadayken, AKP reaksiyonerliği temelinde, “Kürt-Şii İtifakı[6] gibi yaklaşımları dillendiren çevrelerin İran-Suriye eksenine oturması demek, Kürd milletinin evlatlarının kanını, grupsal ilişkileri önceleyerek işgalci devletlerin çıkarına heba etmek demektir. İnşallah böyle tarihsel bir hataya sapılmaz. Kimse Kürdlerin kaybeden ata oynama tercihi ve mantığını izah edemez. Çünkü “İran-Suriye ekseninin tarihsel geleceği yoktur”. Girişte Melayê Cizîrî’den yaptığımız alıntıda da söylendiği gibi, “Talih ku bête firset, mohlet li nik heram e/ Talih fırsat verirse, onu ertelemek haramdır”.

Türkiye- Suriye İlişkileri

Türkiye aslında Suriye'de taşların yerinde oynamasını istemediği halde, Irak pratiğinden çıkarttığı dersten hareketle Suriye’ye müdahale sürecinde aktif bir rol almak istiyor. “Türkiye, Irak’a müdahale sürecindeki tutumun tersine ABD öncülüğündeki koalisyona katılma ve bu koalisyonun olası bir askeri müdahalesinde yerini alma hazırlığındadır. Çünkü emperyalistleşen Türkiye, Suriye’de başlayan sürecin durmayacağı ve Batı’nın müdahale edeceğini fark ettiğinden dolayı bugüne kadar izlediği politik tutumuna aykırı bir politika yürütmektedir. Zira, Tunus, Mısır ve Libya konularında ikircikli ve çelişkili bir politika izlemişti. Suriye konusunda ise Baas rejimine karşı cephede yer almıştır. Bunun nedeni, bölgesel güç olma gayreti ve Kürdistan sorunudur.”[7]

Bunun için Türkiye her vesileyle bölgeyle olan tarihi, kültürel ve toplumsal bağlarına vurgu yapıp Arapların desteğini kazanarak bölge siyaseti üzerinde etkili olmak istiyor. Aslında Türkiye’nin İsrail’le devam etmekte olan geriliminin asıl nedeni de budur. Türkiye İsrail’le ilgili olarak Arap kamuoyuna verdiği mesajlarla Arap halklarının desteğini alarak İsrail’in bölge siyasetinin üzerindeki etkisini kırma yönünde bir politika yürütmektedir. Çünkü Türkiye’nin bölgesel güç olmasının önündeki en önemli engel İsrail ve İran’dır. Bugün Türkiye’nin İran’la ticari ilişkisinin iyi durumda olması ve ortak bir Kürt meselesinin olması bu çelişliyi ortada kaldırmaz. Bu çelişkinin aynı zamanda konjöktürel, bölgesel ve tarihsel boyutu da vardır.

Suriye’deki gelişmeler Türkiye-İran ilişkilerini önemli derecede etkilemektedir. Çünkü İran, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik tutumunu, bölgedeki nüfuzuna zarar vereceği düşüncesindedir. Konjöktürel olarak Türkiye’nin İran’la büyüyen ikili ekonomik işbirliği ve iyi ticari ilişkileri vardır. Ancak “Suriye’ye müdahale” meselesi ve NATO’nun “Füze Kalkanı” projesine katılma kararı, “Türkiye için büyük bir stratejik hamle olduğu kadar, bölge dengelerini değiştirip İran ile olan ilişkilerini de etkileyeceği”[8] gün gibi ortadadır. Eğer bu karar pratiğe geçirilirse, Türkiye ve İran gerilimini artıracak ve Tahran şimdiden bunun getireceği olumsuz sonuçlardan dolayı Ankara’yı uyardı ve “Müslüman ülkeler NATO’nun çıkarlarına alet olmamalılar” açıklamasıyla Türkiye’ye olan tepkisin ortaya koydu. Bu gelişmeler karşısında Türkiye ve İran’ın belki de Kürtler dışında uzun vadeli stratejik çıkarlarının örtüşmesinin mümkün olmadığı görülmektedir. Bu nedenle “Suriye’de yaşanan isyanın ardından İran ve Türkiye’nin farklı politikalara yönelmesinin aynı zamanda iki ülke arasındaki ilişkileri de etkilemesi kaçınılmazdır. Böyle bir durumda Türkiye’nin İran’la ilişkilerinin bozulmasını salt füze kalkanı projesine katılımla açıklamak yeterli değildir.”[9] Türkiye ile İran arasında Irak üzerinden de bir rekabet söz konusudur. Her iki ülke Irak’ta da siyasi ve ekonomik etkisini artırmak istemektedir. Bu nedenle her iki devletin ilişkisini de, Ortadoğu’daki yeni gelişmeler ve yukarıda bahsettiğimiz olaylar karşısındaki tutumu belirleyecektir.

Rusya-Suriye İttifakı

Rusya’nın Sovyetler Birliği döneminden beri Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yıllarca yatırım yaptığı rejimler ve liderler, tek tek iktidardan uzaklaşmakta. Irak, Mısır ve Libya’dan sonra Suriye’nin de “kaybedilmesi”, Rusya’nın Ortadoğu’daki etkisini ve varlığını zayıf düşürmektedir. Rusya bölgede etkisini kaybederken, ABD’nin başını çektiği küresel aktörler ve onların yol verdiği Türkiye gibi bölgesel devletler siyasi etkinliğini artırmaktadırlar. Buna karşı Moskova, İran-Suriye planını ortaya koyup bölgenin daha fazla istikrarsızlaşmasının zeminini sağlayarak ABD’nin bölgeye daha çok yerleşmesini engellemek ve aynı zamanda arabuluculuk siyaseti de izleyerek bölgedeki varlığını korumaya çalışmaktadır.

Mevcut durumda Suriye, İran’ın yanısıra bölgede ABD’nin başını çektiği Batı karşıtı bir eksen oluşturmak isteyen Rusya ve Çin’e olan yakın ilişkileri nedeniyle Ortadoğu’daki en önemli dayanakları konumundadır. Doğrusu Çin’in bölgeye yönelik net bir politikası yoktur, ancak Rusya ile birlikte hareket ederek ABD ve Avrupa’ya karşı tavır alabilmektedir. Bugün Suriye, Rusya ve Çin’in Orta Doğu’ya açılan penceresi konumundadır. Siyasi ve diplomatik münasebetlerin yanı sıra iki ülke askerî, enerji, ticarî, kültürel ve diğer alanlarda da yakın işbirliği içerisindedirler.

Suriye’ye bir dış askeri müdahalenin yapılmamasını savunan Rusya ve Çin, Beşar Esad’ı desteklemeye devam etmekte ve BM Güvenlik Konseyi’nde Beşar Esad rejimiyle ilgili yaptırım kararlarının alınmasına veto uygulamaktadır. Çin ve Rusya’nın bu tavrı, Güvenlik Konseyi’nin diğer daimi üyeleri olan ABD ve Avrupalı ülkeler tarafından sert bir şekilde eleştirildi. ABD’nin BM daimi elçisi Susan Rice, Çin ve Rusya’nın bu tavrını “Suriye halkının yanında durmak yerine Suriye rejimine silah satmayı tercih edenlerin ucuz numarası” olarak değerlendirdi. Suriye halkı da yaptığı gösterilerde Rusya ve Çin karşıtı açıklamalar yapıp bayraklarını yakarak tepkisini ortaya koydu.

Elbete ki İran ve Suriye itifakı, Rusya ve Çin’i de kendine dayanak edebilmenin yollarını arıyor. Ancak Rusya’nın, Suriye ve İran’a desteği sınırsız olmayacağı aşikardır. Ortadoğu’daki yeni süreci tam olarak okuyamayan Rusya, medetini statüku ve Diktatör rejimlerin devam etmesine bağlamıştır. Bu nedenle Libya’da olduğu gibi Suriye’de de kaybetmesi en yakın ihtimaldir.

Suriye ve Kürtler

Siyasi haritasını incelediğimizde kuzeyde Türkiye’yle batıda Lübnan ve İsrail’le, güneyde Ürdün’le ve doğusunda Irak’la sınır komşusu bir ülke olan Suriye’nin konumu itibariyle Ortadoğu dengeleri açısından oluşturduğu hassasiyet daha net bir şekilde anlaşılmaktadır.

Suriye etnik yapı olarak Arap, Kürt, Süryani, Türkmen, Ermeniler ve Çerkezler gibi farklı milletlerden oluşmaktadır. Suriye’deki Kürtler, ataları Hûrî ve Mîtanî (Metînî)’ler zamanından beri bu bölgede yaşamaktadırlar. Hûrî-Mîtanî Kürtlerinin başkentleri de Weşûkanî (Serê Kaniyê) idi.

Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı yönetimi altında olan Suriye, kuruluşundan 1946 yılına kadar uzun bir dönem Fransız Sömürge yönetimi altındaydı. Türkiye ve Suriye sınırı, Fransa’yla yeni Türkiye yönetimi arasında imzalanan 1921 tarihli Londra Antlaşması’yla belirlendi. Bu yeni sınır anlaşmasıyla Güneybatı kürdleriyle Kuzey Kürdleri arasında resmen bir duvar örülmüş oldu.

Fransız manda yönetimi altındaki Suriye için, 1922’den itibaren beş büyük otonom bölge projesi oluşturulmuştu. Suriye’de Arap milliyetçilerinin manda yönetimindeki ağırlığının artması sonucunda Fransız manda yönetiminin otonom bölgeler projesini engelledi. 

Kuzey Kürdistan’da 1919’da gerçekleşen Koçgiri Hareketi ve 1925 Şeyh Said Hareketi’nin başarısızlığından sonra, çok sayıda siyasi kadro, kürd aydını ve aşiret lideri Binxet olarak adlandırılan Güney Batı Kürdistan’a geçmek zorunda kalmışlar. Bu kadrolar kısa sürede Fransız mandası altındaki Suriye’de Kürtlerin toparlanıp örgütlenmesine giriştiler. Bu çalışma ve girişimlerin sonucunda, 1927 yılında farklı siyasal eğilimleri bir araya getiren Xoybûn partisi kuruldu. Denilebilir ki bu tarihten itibaren, 1957 yılına kadar Suriye Kürdistanı’ndaki siyasal ve kültürel faaliyetler bu örgütü oluşturan kadroların öncülüğünde verilmiştir.

1928’de Suriye parlamentosundaki beş Kürd milletvekili Kürdçenin resmi dil olarak kabul edilmesi talebinde bulundular. Bu talebe ilkesel olarak karşı çıkılmasa da pratik uygulama koşullarının olmadığı gerekçesiyle reddedilir. 1929 yılına gelindiğinde Suriye parlamentosunda bulunan beş Kürd milletvekili Kürdistan bölgesi için otonomi talep ettiklerinde, bu kez Fransızlar “Kürdlerin aleviler ve Dürziler gibi bir dinsel azınlık oluşturmadıkları ve belirli bir bölgede yoğunlaşmadıklarını”[10] ileri sürerek bu talebi reddettiler. Ancak Kürt kültürel faaliyetlerinin önünü de kesmediler. Celadet Bedir Xan’ın öncülüğünde ve kişiliğinde sembolleşen Hawar ekolü de 1932’de ortaya çıktı.

1936’lara gelindiğinde Suriye’deki Kürd hareketi başta Hıristiyanlar olmak üzere diğer etnik ve dini gruplarla oluşturdukları ittifak adına otonomi talep ediyorlardı. 1936-39 yılları arasında gelişen Arap milliyetçiliği, Suriye devletinin Arap karakterini güçlendirdi ve bunun sonucunda Ortodoks Hıristiyan olan Mişel Eflak’ın başını çektiği ve Pan-Arabist bir siyasal çizgiyi savunan Baas Partisi kuruldu.

İlk kongresi 1947'de Şam'da yapılan Baas Partisi, İdeolojik olarak kendini sol ve Sovyetik eksenli olarak tanımlamaktaydı ve Pan-Arabist bir siyasal amaç çerçevesinde Ortadoğu'da tek bir Arap devleti kurulmasını benimsemişti. Partinin sloganı “birlik, özgürlük ve sosyalizm” idi. Baas Partisi’nin programına göre “Suriye’de yaşayan herkes Arap ve dilleri de Arapça olmalıydı”. Baas Partisi’nin belirtilen siyasi amacı doğrultusunda 1958’de yılında Mısır, Suriye ve Yemen arasında Birleşik Arap Cumhuriyeti’nioluşturmak üzere bir anlaşma imzalandı. Ancak 28 Eylül 1961’de Suriye’de yapılan askeri darbe sonucunda önce Suriye ve Aralık 1961’de de Yemen’in çekilmesiyle söz konusu birlik dağıldı. Buna rağmen Mısır, bir süre daha Birleşik Arap Cumhuriyeti sıfatını kullanmaya devam etti.

1949’lardan itibaren ardı ardına yapılan askeri darbeler, Kürtlerin var olan bütün haklarını ellerinde aldılar. 1957 yılının sonlarında Suriye’de Kürtlerin siyasal mücadelesi yeni bir sürece girer ve Nurettin ZAZA’nın başkanı olduğu Suriye’de Kürd Demokratik Partisi kurulur. Parti büyük baskılar ve tutuklamalar altında 1960 Ağustosu’na kadar aktif bir şekilde çalışmalarını sürdürür. Suriye’de Kürt Demokratik Partisi, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisinin kuruluşuna ve örgütlenme çalışmalarına da önemli katkılarda bulunmuştur.

Suriye’de, 1963 yılında Baas Partisi’nin bir askeri darbeyle iktidara gelmesinden sonra, faşizan ve otoriter bir rejim kuruldu. Suriye devleti tam anlamıyla asker, polis, istihbarat elemanlarının, asker-sivil bürokrasinin devleti oldu. Daha sonraki süreçte de gelişen Arap şovenizmi ve Baas ırkçılığı, nüfusu birçok Arap emirliğindeki Araplardan ve bugün dünya gündeminde olan Filistinli Arapların nüfusundan daha az olmaya Suriye’deki Kürtlere karşı yoğun bir Araplaştırma politikası uygulamaya konuldu. Suriye’nin Cezire bölgesinde Kürtlerin topraklarına el kondu ve Türkiye sınırı boyunca “Arap Kemeri” oluşturularak o bölgeye silahlandırılmış Arap aşiretleri yerleştirildi. Böylece Kürdler bütün kültürel ve siyasal haklarından mahrum bırakılmış ve yaklaşık olarak %15’ine de vatandaşlık hakı dahi fazla görülmüştür. Baas rejimi böylece Araplaştırma politikasını bugüne kadar sürdürdü.

“1963’ten bu yana iktidarda olan Baas totaliter rejimi, şimdiye kadar karşılaştığı en büyük kitlesel desteğe sahip olan bir isyanla karşı karşıyadır. Bugüne kadarki uygulamalardan hareketle Baas rejiminin kitlesel protestoları önlemeye yönelik geliştirdiği strateji ve taktik tutumu şudur. Stratejisi, muhalif gruplara ve dolayısıyla protestoculara en şiddetli bir biçimde saldırmaktır. Taktiği ise muhalif güçleri manipüle etmek ve zaman kazanmak amacıyla göstermelik reform vaatlerinde bulunmasıdır.”[11]

Gelinen nokta itibariyle, Suriye’deki Beşar Esad’ın başında olduğu Baas rejiminin devam etmesi zor gözükmektedir. Çünkü ne Ortadoğu eski Ortadoğu ne de dünya Soğuk Savaş döneminin dünyasıdır. Dünyanın ve Ortadoğu’nun ontolojisi değişirken Suriye’nin mevcut rejimini sürdürmesi imkânsızlaşmaktadır”[12]. Bu nedenle Türkiye’nin yakın zamana kadar dillendirdiği “sıfır sorun” siyaseti, en azında Suriye ve İran bazında yeniden tanımlama durumunda kalmıştır.

Mevcut durumda Baas rejimine karşı muhalif güçlere ABD’nin yanında destek veren ve yönlendiren bölgesel devletler; Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’dır. Suriye’ye müdahale konusunda ABD, Almanya, İngiltere ve Fransa da Beşar Esad’a “istifa et” çağrısını yaptılar. Bu çağrı da askeri müdahalenin bir işaretidir. Baas rejimine destek verenler ise, Rusya ve Çin’nin yanısıra İran ve Suriye destekli bölgesel direniş örgütleridir.

Türkiye, Ortadoğu’nun ABD için sahip olduğu stratejik önemin farkındadır ve bu nedenle Ortadoğu ve dolayısıyla Suriye’de başlayan sürecin durmayacağı ve kaçınılmaz olarak Batı’nın öncülüğünde bir dış müdahale olacağını görmektedir. Bu konuda, Türkiye’nin bölgede daha fazla role sahip olması koşuluyla, 2003 Irak ve Libya müdahalesindeki tutumunun tam tersi bir tutum almış durumdadır. Türkiye bu iki ülkedeki Batı müdahalesine tarafsız kalmanın veya reddetmenin kendisini önemli stratejik kazanımlardan mahrum bırakacağının farkında artık. Bunun içindir ki ABD öncülüğündeki koalisyon ve bu koalisyonun bir askeri saldırısı durumunda, önde gelen bir güç olarak yer alma hazırlığındadır. Böyle bir durumda ABD’nin onayı ile Güneybatı Kürdistan’ın federal ya da otonom bir statüyü ele geçirmesini engellenebileceğini hesaplamaktadır.

Esad rejimi ise Türkiye’nin Batı’yla birlikte hareket edip “Suriye’ye saldırması durumunda bunun bedelini katbekat fazlasıyla ödeyeceğini” söyleyerek açık bir şekilde tehditlerde bulunmaktadır. Yakın zamana kadar ortak Bakanlar Kurulunu yapan ve “Osmanlı Milletler Topluluğu”nu oluşturma çağrısında bulunan Türkiye ve Suriye, gelinen noktada kılıçları kuşanmış durumdadır. Belki de bu devletlerin ortak Kürd meselesi olmasa ilişkileri daha farklı olurdu.

Bölgede çok önemli bir dinamiğin taşıyıcısı olan Kürt millet meselesi başta Türkiye, İran, Irak ve Suriye olmak üzere Batı devletlerini de ilgilendiren milletlerarası ve bölgesel bir meseledir. Bugün bölgede ve uluslararası düzlemde, Kürd millet iradesinin en güçlü temsili Güney Kürdistan Federal Hükümeti’nin omuzlarındadır. Bu bağlamda Güney Kürdistan siyasi liderliğinin gelişen süreci doğru okuması ve gereken refleksleri gösterebilmesi tarihsel ve ulusal bir sorumluluktur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kürt millet meselesi bölgesel olduğu kadar, aynı zamanda her bir bölgesel devleti ilgilendiren bir iç meseledir de. Bu nedenle Türkiye içeride Kürt millet meselesine Kürtlerin de kabul edebileceği makul bir çözüm getirmeden, bölgedeki hareket alanı, üstlendiği misyon ve aktörlüğü gerçekleştirmesi çok zor.

Erdoğan Mısır’da Arap Ligi’nde yaptığı konuşmada:Gelin, özlemi duyulan o Filistin bayrağını en kısa zamanda göndere hep beraber çekelim” derken, nüfusu Filistinlilerden az olmayan Suriye’deki Kürtlerin de en az Filistinliler kadar haklarının olduğunu kabul etmelidir. Çünkü “Arap baharı”, sadece Arap dikta rejimlerinin devrilmesiyle sınırlı ele alınmamalıdır. Bu coğrafyada çözümlenmemiş etnik ve ulusal sorunlar da gündemin en önemli maddelerinden biridir. 21. yüzyılın en önemli bir özelliği de, halolmamış etnik, dini (mezhepsel) ve ulusal sorunların çözümünün tekrar gündemin birinci maddesine dönüşmesidir. Bu bağlamda Türkiye, İran ve Suriye’deki Kürdlerin ulusal talepleri Güney Sûdan, Filistin ve Kosova’dan daha az önemli değildir.

Suriye müdahalesiyle ilgili asıl merakla beklenen en önemli sorulardan biri de, Beşar Esad diktasındaki Baas rejiminin yıkılmasından sonra oluşan yeni durumda Suriye’de nasıl bir yönetim ve dengenin oluşacağıdır. Kuşkusuz Suriye bölgedeki dengeler açısında çok önemli bir halkayı oluşturmaktadır. Bu halkanın kopması, kendisiyle birlikte çok değişiklikler getirecektir. Bunlardan Kürd millet meselesinin çözüm şekli ve Sünni-Şii dengesi, yeni Suriye’nin dengesini ve yönünü belirleyecek en önemli unsurlardır.

Sonuç olarak, 7 Ekim’de Suriye Kürdistanı’nın seçkin liderlerinden biri olan Meşal Temo’nun Baas rejimi veya uzantıları tarafından bir suikast sonucu öldürülmesini şiddetle kınıyorum. Yaklaşık olarak eli(50) yıldır Suriye Arap halkı ve Kürdistan halkına karşı cinayetler işleyen Baas rejimi, hukuken ve siyaseten bu cinayetten sorumludur. Hariri olayında olduğu gibi, bu olayın da faillerinin bulunması için başta BM olmak üzere, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve diğer meşru mekanizmaların da devreye girmesi gerekir. 

Bugün bölgede değişim ve demokrasinin yerleşmesini isteyen ABD ve AB ülkeleri başta olmak üzere, BM, Arap Birliği, İslam Konferansı vb. milletlerarası kurumlar Suriye Arap ve Kürd halkı için hiçbir meşruiyeti kalmayan Beşar Esad ve Baas rejimini, daha fazla kan dökmeden en kısa zamanda iktidardan indirilmesi için gerekli baskı ve müdahaleyi bir an önce yapmalıdır. Suriye’nin geleceğini, Suriye halklarının özgür ve demokratik bir ortamda, karşılıklı rızaya dayalı olarak eşit temsil hakkı temelinde, kendi iradesiyle kendileri belirlemelidir.     

15.10.2011/Amed

Bu makale, bir dizi röportajlardan oluşan ve Doz Yayınları tarafından 2012'de yayınlandıktan tam 12 yıl sıra yasaklama kararı çıkarılan Geşepêdanên Rojhelatanavîn, Sûriye û Kurdistana Rojava (Ortadoğu, Suriye ve Batı Kürdistan'daki Gelişmeler adlı kitabımda yayımlanmış. Yaşadığımız Sürecin anlam ve önemi nedeniyle yeniden siz değerli okurlarla paylaşmak istedim.

Kaynak: http://www.kovarabir.com/seid-veroj-ortadogu-%e2%80%9carap-bahari%e2%80%9d-ve-suriye-kurdistani/


[1] Aluf Benn, Dikkat: Ortadoğu yeniden yapılandırılıyor, Kaynak:http://www.haaretz.com/weekend/week-s-end/caution-middle-east-under-construction-1.351743#article_comments

[2] Ünal GÜNDOĞAN, İran ve Ortadoğu, s. 214

[3] Dr. Bayram SİNKAYA, İran-Suriye İlişkileri ve Suriye’de Halk İsyanı, Ortadoğu Analiz, Cilt: 3, say: 33

[4] Sercan Doğan, İran'ın Suriye'deki Gelişmelere Yaklaşımı, ORSAM Ortadoğu Uzman Yardımcısı

[5] Cengiz Çandar, Radikal gazetesi

[6] Yusuf Ziyad, Kürt-Şii ittifakı olur mu?,  http://guncelyorum-canadil.blogspot.com/2011/09/iran-devletinin-tek-cks-yolu-kurt-sii.html, http://yenisosyalizm.blogspot.com/2011/09/iran-devletinin-tek-cks-yolu-kurt-sii.html

[7] M. Emin ASLAN, Suriye ve Kürdistan’ın Güneybatı Bölgesindeki Gelişmeler, http://www.kovarabir.com

[8] Semih İdiz, Füze kalkanı kandırmaları, Milliyet Gazetesi

[9] Doç. Dr. Veysel AYHAN, “Sıfır Sorun” Siyaseti: Dış ve İç Politikaya Yansıması, ORSAM Ortadoğu Danışmanı

[10] Nelida FUCCARO, “Sömürge Yönetimi Altındaki Suriye’de Kürtler ve Kürt Milliyetçiliği: Siyaset, Kültür, Kimlik”, BÎR dergisi sayı:1

[11] M. Emin ASLAN, Suriye ve Kürdistan’ın Güneybatı Bölgesindeki Gelişmeler, http://www.kovarabir.com

[12] Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN, Suriye Olayları ve Türkiye, ORSAM Ortadoğu Danışmanı