İster “Kürt meselesi”, “Kürt açılımı”, “demokratikleşme” ya da başka bir kavram şeklinde ifade edelim, Kürt meselesinin çözümünden ya da nasıl çözülebileceğinde bahsederken, tarihsel geçmişe değinmeden ya da en azından son yüzyıldaki tarihsel gelişmeleri hatırlatmadan, meseleyi doğru kavramak ve çözüm üretmek mümkün değildir. Böyle bir yazıda elbette ki enine boyuna Kürt tarihini ve tarihte Kürt-Türk ilişkilerini mercek altına alamayız, ancak bazı hatırlatmalarda bulunmadan da Kürt meselesiyle ilgili tartışmalarda doğru bir yöntem ve gerçek bir çözüm zemini de oluşturulamaz.
Ortadoğu ve Mezopotamya’nın kadim halklarından biri olan Kürtler Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında bölünmüş ve en büyük nüfusa sahip devletsiz bir millettir. Kürtlerin ya da Kürdistan’ın parçalanmışlığının en önemli nedenlerinden biri, yaşadıkları coğrafyanın jeopolitik konumudur. “Kürdistan meselesi”, Birinci Dünya Savaşı’ndan bugüne kadar Kürtlerle bölgesel devletler ve bölgesel egemenliğini korumak isteyen uluslararası güçler arasında yaşanan en önemli ve etkili meselelerden biri olup, bugün de sıcak bir şekilde gündemdeki yerini korumaktadır.
Bugüne kadar devletin resmî ideolojisi ve bu ideolojinin etkisinde kalan kurum ve akademisyenlere göre “Kürd”, “Kürdistan” ya da “Kürt vatanı icat etme arzusu” gerçekliğe aykırı bir şekilde Kürtlere dış güçler ya da emperyal güçler tarafından empoze edildiği ileri sürülmektedir. Gerek Arap ve Pers kaynaklarında, gerekse de Osmanlı/Türk kaynaklarında Kürtlerin yaşadığı coğrafyaya “Kürdistan” denildiği birçok belgede yer almaktadır. Bu yazıda söz konusu belgelerin tümünü vermemiz mümkün olmadığı için, örnek olsun diye sadece ilgililerin rahatlıkla ulaşabileceği birkaç tanesinden bahsedeceğim. Örneğin Osmanlı padişahlarının Kürt “mir”lerine ve aşiret reislerine gönderdiği fermanlar ve mektuplarda ve aynı zaman da Osmanlı Devleti’nin 1893 yılında hazırlattığı Orta Asya Haritası’nda Kürdistan bölgesini ve o zaman kapsadığı vilayetler açık bir şekilde belirtilmiştir. Cumhuriyet döneminde de başta M. Kemal olmak üzere Cumhuriyet kurucularının kuruluş sürecinde Kürt ileri gelenlerine, münevverlerine ve aşiret reislerine gönderdiği telgraf ve mektuplarda ve ayrıca Meclis-i Mebusan’ın birçok oturumunda defalarca “Kürdistan” kelimesi kullanılmıştır. Kısacası tarihsel olarak Kürtlerin yaşadığı coğrafya “Kürdistan” olarak adlandırılmıştır.
Kürt meselesi ilk olarak Cumhuriyet döneminde ortaya çıkmış bir sorun değildir. Osmanlı Devleti’nin son yüz yıllında, yani 1800’lerin başlarından itibaren de Kürt meselesi gündemin önemli sorunlarından biri olmuş ve bu dönemdeki Kürt hareketleri, siyasal olarak 1514’te Kürt mirlikleriyle Yavuz Sultan Selim arasında imzalanan antlaşmaya dayanmaktaydı. Merkezi Osmanlı Devleti’yle Kürt mirlikleri/beylikleri arasında yapılmış olan bu anlaşma, gevşek bir siyasal bağlılık temeline dayalı olup, hem Osmanlı dönemindeki Kürt hareketleri için hem de daha sonraki Kürt hareketleri için tarihsel siyasal varoluşun en önemli dayanaklarından biri oluşturmuş. Osmanlı Kürtlerin ilişkileri 19. yüzyılın ortalarına kada bu temel üzerinde şekillenmiş. Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce Osmanlı İmparatorluğu’nu hem egemenlik alanı daralmış ve hem de siyasal yönetim olarak oldukça zayıflamıştı. Batıda ortaya çıkan milliyetçilik fikri Omsalı İmparatorluğu’nu da sarmıştı ve Birinci Dünya Savaşı başlamadan evvel Balkanlar’ın büyük kısmı ve Afrika İmparatorluktan kopmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında yer alan Osmanlı İmparatorluğu kaybetti ve Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamakla kaybeden taraftan olmanın getirdiği yükümlülükleri yerine getirmek zorunda kaldı. Birinci Dünya Savaşı sürecinde, dünyanın yeniden paylaşılması ve yeni Dünya düzeninin kurulması için gizli ve açık anlaşmalar yapıldı.
Dünyada esen ve Osmanlı coğrafyasını da saran milliyetçilik rüzgarının Kürtleri etkilememesi mümkün değildi. Belki de en son bu rüzgarda etkilenen Kürtler oldu. Kürtler de 1900’lerin başından itibaren örgütlenmeye, basın-yayın alanında faaliyetlerini artırmaya ve milli taleplerini dillendirmeye başlarlar. Birinci Dünya Savaşı geçici bir duraklamaya neden olsa da, savaştan hemen sonra kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti ve yayın organı olan JÎN dergisinin yayınlanmasıyla, Kürtler kısa zamanda teşkilatlanıp savaş galibi devletlere ve kurulacak yeni dünya düzeniyle ilgili yapılan uluslararası toplantılara taleplerini ulaştırmaya çalışırlar.
Savaştan hemen sonra, Yunanlara karşı bir hareket örgütlemek üzere padişah tarafından Samsun’a gönderilen M. Kemal, buradan ilk olarak Kürt aşiret reislerine, ileri gelenlerine ve Kürt münevverlerine telgraflar çekerek yardım talebinde bulunur. M. Kemal bu yardım taleplerinde bulunurken oluşturulacak yeni yapı içerisinde Kürtlerin de hak ve hukukunun tanınacağını belirtir. Kürtlerin bir kısmı buna olumlu cevap verirken bir kısmı da inanmaz ve milliyetçi Kürt örgütlerini oluşturarak, hem Wilson’un İlkeleri’nde ve hem de Bolşevik’lerin ilan ettiği ve Savaş sonrası yapılan anlaşmalarda da yer alan “Kendi kaderini tayin etme hakkı” doğrultusunda mücadeleye girişirler. 1919 Koçgiri ve Şeyh Mahmud Berzenci Hareketi’, 1925 Kürt Hareketi, Ağrı Kürt Hareketi (1927-1932) ve Dersim Kürt Hareketi (1922-1938) bu amaç doğrultusunda gerçekleşmiş hareketlerdir. Ankara hükümeti ve reis M. Kemal’in İngilizler, Fransızlar ve Bolşevik’lerle yaptığı açık-gizli anlaşmalar ve onlardan aldığı destekle Kürt hareketlerini yenilgiye uğratarak dağıttı.
Ankara Lozan Antlaşması’nı yapıp ve Musul Meselesini hal ettikten sonra, Kürtlere yönelik tavrını daha açık bir şekilde ortaya koymuş. Şeyh Said’in adıyla anılan 1925 Kürt Hareketi’ni bastırdıktan sonra, artık Türk milliyetçiliği ırkçılık temelinde “ötekini” inkâr ve yok etmeye yöneldi. Musul meselesi de malum çözüme bağlandıktan sonra, 1926’larda artık Kürd, Laz, Arap, Çerkez vb. “öteki” etnik toplulukların adlarını telâffuz etmek bile yasaklandı. Artık M. Kemal Cumhuriyetin temel unsurlarından bahsederken: “Cumhuriyetimizin temel unsuru Türk halkıdır” (Tekin Alp, Türkleştirme, say 8, Resimli Ay matbaası- İstanbul-1928) diyecektir. Aynı kaynakta İsmet İnönü de şöyle demektedir: “Vazifemiz, bu vatanda yaşayan herkesi bir an önce asimile etmek, Türkleştirmektir”. Bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki Cumhuriyet kurucuları diğer etnik ve ulusal toplulukları yok sayan bir politika izlemişler. Bu politikanın dayandığı temel amaç, Misak-ı Milli denilen sınırlar dahilindeki halkların Türklük potasında eritilmeye zorlanmasıydı. Bu amaca varmak için izlenen yöntem ise inkâr, asimilasyon, tenkil, tehcir, mübadele ve ıslahat kavramlarıyla açıklanmıştır. İstisnalar hariç, bu kavramların içeriği o zaman da bugün de Türk aydınları ve siyasetçileri tarafından olumlu gösterilmiş ve bu kavramların temel parametrelerini oluşturduğu kavrayış ve bu kavrayışın yarattığı pratik sonuçlar da meşrulaştırılmıştır. Bu kavramlar, Türk siyasetçisi ve aydınları tarafından Türk etnisitesinin uluslaşmasının temel kodları olarak kabul edilmiştir. Bundan dolayı, Cumhuriyet Devleti, Türklük etnik kimliği temeli üzerinde kurulmuştur ve 85 yıllık pratiği de diğer etnik kimlikleri ve ulusal toplulukları “Türklük” potasında eritmek olmuştur. Sanki yaşanan tarihsel olaylardan habersizmiş gibi konuşan AKP grup başkan vekili Suat Kılıç: Türklük kavramının bir etnik grubu değil, Amerikalılık gibi bir kavram ifade ettiğini” söylemesi abesle iştigal etmektir.
Aslında Kürt hakları meselesi, bugünkü bölgesel siyasal konjonktürden bağımsız, tarihsel ve siyasal bir varoluş meselesidir, özü itibariyle Kürtlerin otantik halkı olduğu bu coğrafyada kendi kendini yönetme ya da devlet olma meselesidir. Bu çözüme karşı olanların ileri sürdüğü tez, tarihte Kürtleri tek çatı altında toplayan bir devletlerinin olmadığını ve bundan dolayı da Kürtlerin bugün devlet kurma taleplerinin pek makul olmadığını ileri sürmektedirler. Eğer devlet olayını modern anlamda düşünürsek ve kapitalizm öncesi devlet modelleriyle özdeş varsayarsak, sorunların tartışılması ve anlaşılması bakımından uygun değildir. Eski dönemdeki devletler kabile devletleri, hanedanlık, imparatorluklar vb. yapıdaydı. Bu özellikte, tarihte Kürtlerin de kurduğu devletler vardır ve tarihsel olarak bu devletleri incelemek ise ayrı bir yazının konusu olabilir. Modern anlamda da İran Kürdistanı’nda 22 Ocak 1946 yılında Qazî Muhamed’in Reisicumhur’u olduğu Mahabad'ın başkenti olduğu Kürdistan Cumhuriyeti’nin kurulmuş olması, Kürtlerin devletleşme mücadelesinin en yakın örneğidir.
Kürtler, Türkleştirme politikası sonucu topraklarından ve vatanlarından sürüldüler, zorla asimile edilmeye çalışıldılar, başta Milli eğitim müfredatında olmak üzere yazılı ve görsel medya yoluyla “Kürt” ve “Kürdistan” kelimeleri “geriliği”, “olumsuzluğu”, “medenileşme karşıtlığı” bağlamında zihinlere işlendi. Kürtlerin dili yasaklandı, itibarsızlaştırıldı, Kürtçe konuşma hakkı ellerinden alındı, çocuklarına koyacakları isim bile milli güvenlik sorunu haline geldi. Halen de Kürt çocuklar okula gittiği her gün nizami bir duruşla “Türküm” demeye zorlanmakta. Bu olaylar ve uygulamalar, bugünkü uluslararası antlaşmalarda “kültürel arındırma” olarak adlandırılmaktadır.
Cumhuriyet dönemi Kürt politikası tamamen bir “toplum mühendisliği” esasına dayandırılmış. Cumhuriyet tarihi boyunca olup bitenler, ancak 85 yıl sonra Başbakan Erdoğan tarafından “geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere yakışmaz”, “yıllarca bu ülkede bir şeyler yapıldı, farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizde kovuldu. Acaba kazandık mı? Bu aslında faşizan bir yaklaşımın sonucuydu.” diyecek. Erdoğan, Ağustos 2005 yılında Diyarbakır’daki konuşmasında da: “Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur. Bu sebeple 'Kürt sorunu ne olacak?' diyenlere diyorum ki, bu ülkenin başbakanı olarak, bu sorun, herkesten önce benim sorunumdur.” demişti ve o günden bu yana pratikte izlediği politika “iki adım ileri bir adım geri” olmuştur. Geç de olsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı tarafından böyle bir özeleştirinin yapılması sorunların çözümü açısında bir olumluluktur. Nihayet hem Türk kamuoyu hem de Türk devlet yöneticilerinin bir kısmı, yaklaşık yüz yıldır süren bu meselenin bugüne kadar izlenen yöntemler ve politikalarla çözülemeyeceğini idrak etmeye başladı. Eğer gerçekten hükümet barışçı ve demokratik bir yöntemle Kürt meselesinin çözümü için yeni bir sürecin başlatılmasında samimi ise, “Türk kamuoyu” kadar “Kürt kamuoyu”la da ilişki kurup anlamaya çalışmalıdır.
Eğer hükümet iyi niyetli ve samimi olarak “Kürt meselesini çözmek” istiyorsa, elbette ki izleyeceği yöntem çok önemlidir. Öncelikli olarak hiçbir kırmızı çizgi ortaya koymadan, meselenin hem “Türk kamuoyu” ve hem de “Kürt kamuoyu” tarafından özgürce tartışılabilmesi gerekiyor. Bu tartışmalar yapılırken özellikle Cumhuriyetin kuruluş dönemiyle (1919-1922) ilgi arşivlerin ve belgelerin de araştırmacıların incelemesi için açılmalıdır. Özellikle Kurdistan İstiklal Komitesi ve liderleri Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya’nın yargılanmalarıyla ilgili mahkeme tutanakları açıklanmalıdır. Şimdiye kadar yapılan açıklama ve tartışmalarda ortaya çıkan genel eğilim, gerek “Türk kamuoyu” gerekse de hükümet yetkilileri “Kürt meselesini”, son 25-30 yılda ortaya çıkan bir sorun olarak değerlendirme eğilimindedirler. Böyle bir yaklaşım, “Kürt meselesi”ni, PKK’nin silahtan arındırılması meselesine indirgemek olur, ki bu da çok yanlış olur. PKK, Kürt meselesinin bir sonucudur, nedeni değildir. Kürt meselesinin çözümü PKK’nin “silah bırakması” ya da “Apo’nun özgürleşmesine” indirgenirse, bu dönüp dolaşıp meseleyi çözümsüzlüğe terk etmektir.
Bugün “Kürt açılımı”, “demokratikleşme” ya da “Ermeni açılımı” gibi Cumhuriyet’le özdeş olan sorunlar tartışılırken, elbette ki bunda uluslararası dengelerin de etkisi olacaktır ve belki de belirleyici etken olacaktır. Çünkü Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’de sorunlar hiçbir dönem sadece kendi iç dinamiği ve iradesiyle çözülememiştir. Ve bugün gelinen aşamada da Türkiye’yi sistemin ve dünyanın dışında düşünemezsiniz. Bu çerçevede baktığımızda, içinde bulunduğumuz süreçte Türkiye’nin sistem içerisindeki bölgesel sorumluluklarını yerine getirmesi kaçınılmazdır. Sistemin enerji nakil gûzergahlarının garanti altına alınması için sorunsuz bir Türkiye’ye ihtiyaç var. Bunun için Türkiye’nin bölgesel olarak başta Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle olmak üzere, kendi Kürt meselesini, Ermenilerle olan sorunlarını ve Kıbrıs meselesi olmak üzere, sorunlarını çözmesi ve kendi içini de temizlemesi (Ergenekon vb. yapılanmaları) gerekiyor. PKK’nin silahsızlandırılması da bu çerçevededir. Eğer “Kürt açılımıyla” ilgili mutlaka bir “dış güç” ya da ABD’nin dayatması aranacaksa, ABD’yi sürece müdahil eden boyut budur.
Bundan dolayı, bugünkü “Kürt açılımı” ya da “demokratikleşme” tartışmaları, tabiî ki uluslararası konjonktürden bağımsız değildir. 5 Kasım 2007’de Erdoğan ve Bush görüşmesi, hem “Kürt açılımı” ve “demokratikleşme” hem de Ergenekon operasyonuyla ilgili gelişmelerin tetikleyicisi olarak değerlendirilebilir. 5 Kasım 2007’de ABD’de üzerinde antlaşma sağlanan çerçevede Türkiye’nin hem kendi içini temizlemesi hem de Kürt meselesi ve diğer temel sorunlarda çözüme yönelik bir zeminin oluşturulması üzerinde anlaşıldı. Bu, Kürt meselesinin çözümüyle ilgili olarak farklı yöntemler ve yeni bir durum üzerinde durmayı getirdi. İşte bu çerçevede yeni süreçte, ilk ve öncelikli etken yine uluslararası ve bölgesel koşullar oldu. 2009’un Nisan ayında Türkiye’yi ziyaret eden ABD Başkanı Barack Obama’nın DTP lideri Ahmet Türk’le görüşmesi, yeni ABD yönetiminin de Kürt meselesine yaklaşımının en belirgin göstergesiydi. Bu görüşmeden sonra Erdoğan’ın da DTP lideri Ahmet Türk’le görüşmesi kaçınılmazdı.
DTP’nin 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Diyarbakır’da ve daha sonra da Van’da “onurlu bir barış ve kardeşlik” adıyla düzenlediği mitinglerde, Kürt meselesinin çözümü için Öcalan’ı adres göstermesi, kendisini muhatap ya da siyasal bir özne olarak görmediğini bütün dünyaya duyurdu. Aynı zamanda DTP “barış ve kardeşlik” çağrısı yaparken, acaba kendi dışındaki Kürtlerle barışık mıdır? Ve kendilerinden ayrılan eski arkadaşlarıyla barışık mıdır ve onlara da kardeşlik duygularıyla yaklaşıyorlar mı? DTP ve PKK’nin Kürt kamuoyuna açıkça bu soruların cevabını vermesi gerekiyor. DTP’nin çözüm adresi olarak gösterdiği Öcalan, ne kadar Kürtleri temsil ediyor? Şüphesiz ki Kürtlerin bir kısmını temsil ediyor, fakat Türkiye’deki Kürt nüfusuna baktığımızda bütün Kürtleri temsil ettiğini söylemek abesle iştigal etmektir. DTP bu tavrıyla, Kürt sorununu çözecek bir proje üretme yerine Kürt sorununun muhatabının kim olduğu meselesine kilitlenmiştir. Bu tavır, DTP’yi Kürt meselesinin çözümünde bir “paydaş” değil engel haline getirebilir. DTP ve PKK’nin Kürt toplumunun taleplerini Öcalan’ın özgürlüğüne ve muhatap olarak kabul edilmesine indirgemesi, Öcalan’ın Kürt milletinin yerine konulmasıdır. Böyle bir yaklaşım, her halûkarda Kürt meselesinin çözümüne yönelik arayışların ve girişimlerin önünü tıkamak ve olmayacak duaya amin demektir.
“Kürt açılımı” ya da “Demokratikleşme”yle ilgili olarak diğer siyasi parti ve grupların tavrına gelince, MHP’nin tavrı pek şaşırtıcı değil, çünkü MHP’nin siyasi argümanlarının esası ırkçılığa dayanmaktadır. Asıl dikkat çekici olan kuruluşundan beri izlediği politikalarla toplum mühendisliği temelinde hareket eden ve altı okun zırhıyla Osmanlı bakiyesi üzerinde kurulan Cumhuriyet devletinin egemenliği altındaki farklı etnik topluluklar ve milletlerden imtiyazsız ve sınıfsız bir Türk ulusu yaratmak isteyen CHP ve Ergenekon’nun periferisinde seyreden diğer bazı sol-sosyalist grupların neo-faşit kimliğini açık bir şekilde ortaya koymalarıdır.
Bugün yaşadığımız coğrafya tıpkı Birinci Dünya Savaşı sürecinde olduğu gibi hem dışta hem de içte büyük değişimler söz konusu. Bu yüzyılın başında ülkeleri parçalanmış olan Kürtler, bugünkü Ortadoğu siyasi coğrafyasının değiştirilmesinin en etkili dinamik unsurlarından biridir. Birinci ve İkinci Dünya Savaş’ı sürecinden farklı olarak, Soğuk Savaş dönemi bitmiş, bölgesel statüko değişmiş ve “Kürt meselesi” ya da “Kürdistan meselesi” dünyanın gündemindedir. Kürt meselesinin çözümüyle ilgili “Osmanlıcı/Yeni Osmanlıcı”, “Demokratik Cumhuriyetçi”, “federalist” ya da “bağımsızlıkçı”lık gibi farklı çözüm önerileri olabilir. Önemli olan bu önerilerin ve çözüm yönteminin eşit koşullarda ve özgürce tartışılabilmesidir. Elbette ki Kürtler bin yıllaradır beraber yaşadığı halklar ve bölgesel egemen devletlerle var olan sorunlarını şiddet yoluyla çözmeye hevesli değiller. Diyalog yoluyla sorunların çözümü en makul ve medeni olanıdır. Diyalog da ancak karşılıklı saygı, siyasal eşitlik ve ortak çıkarlar temelinde mümkündür. Bu çerçevede, hükümetin niyetinden bağımsız olarak “Kürt açılımı”nı yapmak üzere başlattığı süreç olumludur ve atılacak somut adımlar ise bu meselenin çözümüyle ilgi olarak samimiyetini ve kararlılığını gösterecektir. Bana göre eğer hükümet samimi olarak orta vadede Kürt haklarını tanıyıp meseleyi çözmek istiyorsa, aşağıda belirtilen adımların atılması Kürt meselesinin köklü bir çözüme kavuşturulması için çok önemli kilometre taşları olacaktır:
1- Gerek Cumhuriyet öncesi ve gerekse Cumhuriyet tarihi boyunca, Kurdistan’da yaklaşık 100 yıldır değişik dönemlerde yapılan gizli örgütlenmeler ve işledikleri suçlar teşhir edilmeli ve bugün de özelikle “Fırat’ın Doğusu”ndaki Ergenekon ilişkileri ve faaliyetleri açıklanmalıdır. Özellikle Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan inkâr, asimilasyon, tenkil, tehcir, tedip ve zorunlu iskân sonucu Kürt toplumunda meydana gelen tahribatlardan dolayı, devlet yetkilileri Kürtlerden özür dilemeli ve mağdurlara tazminat ödenmelidir. Çünkü toplumlar ancak tarihleriyle yüzleşerek; korkuları, acıları ve utançlarıyla hesaplaşarak barışabilir.
2- Görsel medya, basın-yayın alanında ve siyasi partilerin propaganda yapabilmesi için Kürt dili özerindeki bütün sınırlamalar ve yasaklar kaldırılmalıdır.
3- Türkçeleştirilen şehir, kaza, köy, dağ ve coğrafik mekanların orijinal yerel adları (Kürtçe, Ermenice, Süryanice, Arapça vb.) geri iade edilmeli.
4- Korucuları ve ailelerini mağdur etmeyecek şekilde; özlük ve hukuki hakları korunarak bu sistem tasfiye edilmelidir.
5- Aşamalı olarak Kürdistan Coğrafyasındaki bütün üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümü açılmalı ve ayrıca Kürt tarihi, dili, sanatı, folkloru ve etnolojisiyle ilgili çalışmaların yürütülebileceği Kürdoloji Enstitüleri kurulmalıdır.
6- Çatışma ortamı sonlandırılmalı, kimden gelirse gelsin şiddeti ve terörü bir siyaset tarzı olmaktan çıkarmak ve PKK’nin silah bırakmasını sağlayacak koşullar oluşturulmalıdır.
7- Sorun, Kürtler Türklerin sahip olduğu bütün haklara sahip olmalıdır; her milletin kendi siyasal temsili, öz dili, kültürü ve benliğiyle, diğeriyle eşit ve onurlu biçimde rızaya dayalı olarak birlikte yaşayabilmesi olarak kabul edilerek, başta mevcut Cunta Anayasa’sı olmak üzere, Milli Eğitim’in amacı ve müfredatının da değiştirilerek ırkçı ve etnik söylemlerden arındırılmış yeni bir Anayasa’nın yapılması, Kürtleri yok sayan ve rencide eden Milli Eğitim müfredatının yeniden düzenlenmesi gerekir.
8- Nasıl ki Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kürtlerin tarihsel olarak yaşadığı coğrafya “Kürdistan” adıyla tanınmaktaydı, bugünde bu coğrafyanın resmen Kürdistan olarak tanınması ve adlandırılması gerekir.
9- Devlet yapısı, çok-etnisiteli, çok-milletli, çok-dilli, çok-dinli ve çok-kültürlülük temelinde kendi kendini yönetme esası üzerinde yeniden düzenlenmelidir. Bu ilke gereğince ilkokuldan üniversiteye kadar her kesimin anadiliyle eğitim-öğrenim hakkı başta olmak üzere herkesin kendi din ve kültürünü öğrenme ve geliştirme hakkı kabul edilmelidir. Bu çerçevede Türkçe dilinin yanında Kürtçenin de Kürdistan bölgesinin resmi dili olarak kabul edilmelidir.
10- Milli eğitim müfredatı ve amacı yeniden değiştirilmeli, yeniden tanımlanmalı ve özellikle Okullarda her sabah ve öğlen Kürt çocuklarına okutulan “andımız” kaldırılmalı ve müfredatta Kürtlerle ilgili olumsuz imajı yeniden düzenlenmelidir.
11- Muhatap ya da temsil sorununa gelince, elbette ki DTP ya da başka bir Kürt grubu tek başına Kürtleri temsil edemez. İlk etapta Kürt toplumunun farklı siyasal gruplarını, kanaat önderlerini, aydınlarını, aşiret reislerini, dini önderlerini, ağalarını vb. şahsiyetleri kapsayan bir Rûsipî’ler Meclisi oluşturulmalı. Daha sonraki süreçte bu Rûsipî’ler Meclisi kurumsallaştırılıp üyeleri demokratik bir şekilde halk oylamasıyla seçilip süreklileştirilerek, Kürdistan Bölgesi’nin resmi temsil organı olabilir.
12- Amerika Birleşik Devletleri’ni oluşturan eyaletlerde olduğu gibi, Kürdistan bayrağını Kürtleri temsil eden bir sembol olarak kabul edilmesi.
13- Kürdistan bölgesinin memurları ve yöneticileri Kürt olmalı, iyi derecede Kürtçe bilmelidirler.
14- Kürdistan bölgesindeki polis ve jandarma teşkilatı Kürtlerden oluşmalıdır.
(*Araştırmacı ve BÎR dergisi editörü, 2013)
Şirvove (0)
Hêj şîrove nînin. Şiroveya yekem tu bike.