(1) Sözde “Kardeşlik Meselesi”, özünde Türk-Sünni İslam sentezine dayanan bir tezdir. Bu söylem yalnızca tarihsel temelden yoksun olmakla kalmaz, aynı zamanda derinlemesine ataerkildir -“kardeşlik” kavramı, Türk-Sünni eril söylemin ideolojik zemininde şekillenmiş ve bu zeminle iç içe geçmiştir. Siyasal ilişkilerin bu kavram üzerinden tanımlanması -özellikle toplumsal cinsiyet eşitliği bağlamında- hem ironiktir hem de ifşa edicidir; zira bu dilin kendisi, toplumsal cinsiyet hiyerarşisini yeniden üreten bir düzeni normalleştirir ve sürdürür.
(2) Küresel düzeydeki örneklere bakıldığında, bu söylemin ne kadar tutarsız olduğu açıkça görülür. Ortak dile, kültüre, çoğunlukla dine, birleşik coğrafyaya ve soy bağına sahip yirmiden fazla Arap devleti vardır; ancak bu ülkeler arasındaki ilişkiler hiçbir zaman yalnızca “kardeşlik” temeline dayanmaz. Benzer şekilde, çok sayıda Türk soyundan gelen devlet vardır; fakat bu ülkeler arasındaki siyasal ittifaklar da kardeşliğe değil, çıkar ve jeopolitik hesaplara dayanır.
(3) Kürtler ise, son yüzyılda sistematik yok edilme politikalarına maruz kalmış; daha birkaç ay önce silah bırakma deklarasyonu yayımlanmışken, Türk devleti hâlâ gerillaları bombalamaya devam etmiş olmasına rağmen, nedense bu “kardeşliği” kutsal bir emanet gibi korumak zorundadır. Herhalde bu da Allah’ın yalnızca Kürtlere mahsus sırlarından biridir! Açık olmak gerekirse, Türk-Sünni siyasal söylemde “kardeşlik” çağrısı performatiftir (edimsel söylem); retoriktir ve simgesel bir işlev taşır. Gerçek dünyada hiçbir somut karşılığı yoktur—özellikle Kürtlerin sözde “kardeşleri” tarafından uğradıkları tarihsel ve yapısal şiddet ile imha politikaları dikkate alındığında bu durum daha da belirginleşir.
(4) Söz konusu Kürtler ve Türkler olduğunda bu anlatı daha da sorunlu hale gelir. Kürtler, Türk devleti tarafından epistemik, dilsel ve fiziksel bir yok etme sürecine tabi tutulmuştur—başka bir deyişle, katmanlı bir soykırım. Ermeni Soykırımı’nın ardından, Kürtler zorla yerinden edilmenin ve asimilasyonun başlıca hedefi haline gelmiştir. Yakın geçmişte, 2015-2016 yılları arasında, Türk devleti sınırları içerisindeki en az 12 Kürt çoğunluklu şehir ağır silahlar ve IŞİD benzeri paramiliter güçlerle yerle bir edilmiştir. Bu durum, “kardeşlik” anlatısının eşitlik ya da dayanışmayı değil; şiddeti, tahakkümü ve inkârı maskelemek için kullanıldığını açıkça ortaya koyar.
(5) Kürt–Türk devleti ilişkisi hiçbir zaman iki eşit ulus arasında gerçekleşmemiştir. Osmanlı ile iş birliği yapan İdris-i Bitlisi gibi bazı Kürt figürler, zaman zaman tarihsel “kardeşliğin” kanıtı olarak sunulur. Ancak bu tür örnekler, günümüzün siyasal koşulları açısından geçersizdir; zira modern siyaset, feodal sadakatlere veya mezhepsel yakınlıklara değil, ulusal çıkarlar ve hak temelli ilişkilere dayanır.
(6) Modern Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önce dahi Kürtler, egemenliğin kurucu milleti değildi. Osmanlı’yla ilişkileri bağlamında sıkça anılan Kürt emirlikleri—ki “beylik Kürtleri” gibi ifadeler bu yapıları küçültmek amacıyla bazı Türk akademisyenlerce kullanılmaktadır—Osmanlı’nın “kardeşi” değil, kendi iç dinamiklerine sahip özerk yapılardı. Bu emirlikler, II. Mahmud dönemine kadar büyük ölçüde bağımsızlıklarını korudular.
(7) Örneğin Botan Emiri ile Hakkâri Emiri savaş hâlindeyken, Osmanlı sultanının bu konuda ne düşündüğü, bu aktörlerin umurunda bile değildi. 19 yüzyılda ise, Osmanlı Devleti askerî gücünü ve teknolojik kapasitesini yeniden kazanmaya başladığında, Kürdistan’a yeniden fetihçi bir mantıkla yönelmiş; bölgeyi yeniden sömürgeci bir düzenlemeyle şekillendirmeye çalışmıştır. Bu süreç, Kürt emirliklerinin ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanmıştır. Dolayısıyla, Öcalan’ın bize “satmaya” çalıştığı o kardeşlik miti, tarihin doğal bir evrimi değil; Osmanlı Devleti’nin merkezileştirme ve sömürgeci genişleme siyasetinin doğrudan bir sonucudur.
(8) Öcalan’ın Malazgirt gibi talan ve gazilik temelli olayları “Kürt-Türk kardeşliğinin başlangıcı” olarak sunması oldukça sorunludur. Osmanlı'nın hüküm sürdüğü dönemlerin hiçbirinde, ne Türkler ne de Kürtler yurttaş olarak kabul edilmekteydi; her ikisi de “reaya” yani bugünkü yurttaşlık statüsüyle kıyaslandığında kul statüsüne yakın bir konumdaydılar. Yurttaşlık ve siyasal haklar modern kavramlardır. Hatta 1876 Anayasası’nda ve özellikle 1924 Anayasası’nda kölelik resmen ilga edilmiş bile değildir-sanki kölelik meselesi hiç var olmamış gibi bir tutum benimsenmiştir.
(9) Meşrutiyet öncesinde, bırakın Kürtleri, Türk bireyler arasında dahi hukuki eşitliğe dair herhangi bir tanım ya da güvence yer almamıştır. Ondan önceki dönemlerde Osmanlı sistemi esasen bir reayalik, kölelik ve devşirme düzenine dayanıyordu. 1890 yılında Osmanlı İmparatorluğu, Brüksel Konferansı Sözleşmesi’ni imzalayarak köleliğe karşı uluslararası taahhütlerde bulundu. Ancak köle ticareti yasa dışı yollarla sürmeye devam etti. Türkiye Cumhuriyeti 1923’te kurulduğunda ve 1924 Anayasası yürürlüğe girdiğinde kölelik artık yasal bir kurum olarak uygulanmıyordu—ama buna rağmen, anayasa köleliği yasa dışı ilan eden herhangi bir hüküm de içermiyordu.
(10) İlginçtir ki, 1880’de ilk modern Kürt milliyetçi hareketini başlatan Şeyh Ubeydullah, ne Türklerle ne de Perslerle din kardeşliğini dahi kabul etmemiştir. İngiliz konsolosluğuna yazdığı mektubunda, “Ne dilimiz, ne örf ve adetlerimiz, ne de dinimiz bu milletlerle aynıdır” demeye kadar gider. Şeyh’in bu şekilde düşünmesi, yalnızca iki yıl önce Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Kürtlerin Osmanlı ordusuyla yaşadığı deneyim göz önüne alındığında, son derece doğal bir tutumdur.
(11) Şeyh Ubeydullah, devrimini başlatmak üzereyken, Saadet Gazetesi’nde yazan bir İranlı yetkili, Osmanlıların “kuyruklu Kürtler” ifadesini sıkça kullanmalarını eleştiriyordu. Kaldı ki, Osmanlı’nın kendi Kürtlerini “kardeş” olarak değil, doğrudan “haydutlar” olarak tanımlaması o dönemde oldukça sıradan bir durumdu.
(12) Osmanlı siyasal sisteminin temeli etnik ya da mezhepsel dayanışma değil; itaate, sadakate ve merkeze bağlılığa dayalı hiyerarşik bir tahakküm düzeniydi. Halifelerin kendi kardeşlerini öldürmesi, Osmanlı hanedan siyasetinin sıradan bir pratiğiydi—bu durumda, “kardeşlik” neyi ifade etmektedir? Egemenlik, ne eşitlik ne de akrabalık temelinde inşa edilmiştir; aksine, itaate, tasfiyeye ve merkezî-sömürgeci tahakküme dayanarak kurulmuştur.
(13) Günümüzde “kardeşlik” söyleminin, Öcalan figürü ve Türk-Sünni İslam senteziyle birlikte yeniden dolaşıma sokulması, belirli bir ideolojik işlev üstlenmektedir: Bu söylem, özellikle Sünni olmayan Kürt Alevileri, Êzidîler ve diğer marjinalleştirilmiş gruplar açısından, Kürtleri pasifize etmeye ve yanıltmaya yönelik bir araç olarak kullanılmaktadır. Türk Alevileri bile bu söylemde retorik olarak “kardeş” olarak anılsa da, tarihsel olarak dışlanmaya, ayrımcılığa ve zaman zaman doğrudan şiddete maruz kalmışlardır.
(14) Unutulmamalıdır ki Êzidîlere yönelik bugüne kadar 70’ten fazla ferman—soykırım niteliği taşıyan fetva ve emir—verilmiştir. Bu fermanların en yenisi, 2014 yılında IŞİD tarafından gerçekleştirilmiştir. Söz konusu örgütün Türk devletiyle doğrudan ya da dolaylı temasları ve kendisine tanınan hoşgörü alanı ise artık kamuoyunca bilinen bir gerçektir.
(15) İmralı’nın “kardeşlik” söylemi son derece aldatıcıdır. Çünkü bir yandan Öcalan, günümüzün çağdaş Kürt hareketleri içindeki liderleri “feodalizmin ürünü” ve hatta “Judenrat” olmakla damgalamaktadır. Diğer yandan ise, Türk-Sünni İslam senteziyle idealize edilen Osmanlı’daki kölelik ve devşirme sistemini, Kürtler için hem makul ve çağdaş bir toplumsal model, hem de Kürt meselesinin “ideal çözümü” olarak sunmaktadır.
Yorumlar (0)
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yazın.