BAŞLARKEN
Bir ideoloji ve siyaset olarak Kürt milliyetçiliğinde gözlemlenen belirgin canlanma, savaş öncesi döneme özgü bir olgudur.
– M. S. Lazarev, vd.[1]
Her kitap gibi bu kitabın da bir yazılış öyküsü var. Bununla başlamak istiyorum.
Kürt tarih yazımında çok yaygın kabul gören ama doğruluğu neredeyse hiç sorgulanmayan bir klişe vardır. Çok çeşitli biçimlerde tekrarlanan bu klişenin en net özet örneklerinden biri Murat Issı’ya aittir:[2]
Kürtler, Birinci Dünya Savaşı'nın [298] sonuna kadar hiç bıkmadan, sürekli bir biçimde, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olmayı kendi istekleriyle seçtiklerini, Osmanlılıklarından gurur duyduklarını ifade etmişlerdir.
Bu genellemenin mantıksal sonucu, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki Kürt hareketinin hiçbir parçasının “milliyetçi” bir nitelik taşımadığı olmaktadır. Bu mantıksal sonucunun en net örneklerinden birini Hakan Özoğlu’nda görüyoruz:[3]
Kürt milliyetçiliği, Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşı sırasındaki ve sonrasındaki çöküşüne bir tepki olarak ortaya çıktı. (…) Kürt soylularının Birinci Dünya Savaşı öncesi politik ve askeri faaliyetleri milliyetçi değildi. (…) Tamamıyla toprak-soylu kökenlilerden oluşan Kürt liderlerinin çoğu Osmanlı yüksek bürokrasinin mensuplarıydı ve böylelikle Osmanlı devletinin bütünsel bir parçasıydılar. Esenlikleri ağırlıklı olarak devletin varlığına bağlıydı. Bunların milliyetçiliğe aktif olarak önayak oluşları ancak Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünün kaçınılmazlığının görülmesinden sonradır. (…) [1918 sonrasında] Kürt milliyetçiliği ayrılıkçılık ve özerkçilik olarak eşzamanlı olarak ortaya çıktı.
Burada sözü edilen “Kürt milliyetçiliği” ile kastedilen, Osmanlı devleti sınırları dahilinde Kürtlerin kültürel gelişmesini, canlanmasını hedeflemekle yetinen “kültürel milliyetçilik”ten farklı olarak, Osmanlı İmparatorluğundan bağımsız, ayrı bir Kürt devleti için mücadele eden “siyasi milliyetçilik”tir. İstanbul merkezli Kürt soyluluğunun ayrılmayı öngören “siyasi milliyetçilik” düşüncesine ancak Birinci Dünya Savaşı sonrasında ulaştıkları iddia edilmektedir.
Çok sayıda yerli ve yabancı tarihçinin bu klişeyi hiç sorgulamadan tekrarlamaları iki bakımdan dikkat çekiciydi. Birincisi, bu klişe hem nicel hem de nitel bakımdan İstanbul merkezli Kürt soylularının en ağırlıklı kesimini oluşturan ve 1908-1918 arasında, 10 yıl süreyle, aralarında hiçbir kırılma yaşamadan, pürüzsüzce, hep birlikte, esas olarak Osmanlıcılığı savunup faaliyetlerini “kültürel milliyetçilikle” sınırlayan Bedirhanîlerin savaşın son bulmasıyla ve Wilson prensiplerinin açıklanmasıyla bir çırpıda “siyasi milliyetçiliğe” geçiverdiklerini varsaymaktaydı. İkincisi, bu klişe, başta Abdürrezzak Bedirhan olmak üzere, daha Birinci Dünya Savaşı öncesinde, 1910 gibi erken bir tarihten itibaren, İstanbul’u terk edip Kürdistan’da, “bağımsız, özgür bir Kürdistan” hedefiyle yürüttükleri, şu ya da bu ölçüde örgütlü mücadeleyi de yok saymaktaydı. Gerçi 1910’da başlayıp 1914’teki Bitlis ayaklanmasıyla noktalanan mücadeleden söz eden M. S. Lazarev, Janet Klein, Hilmar Kaiser gibi tarihçiler, B. Şahovskiy gibi bazı analistler de yok değildi. Ama bunlar söz konusu mücadeleye esas olarak sadece atıfta bulunmakla yetinen, söz konusu klişeyi doğrudan hedef almayan “ilginçlikler” olmakla sınırlı kalıyordu.
Derken, Malmîsanıj’ın Türk Tarih Dergisi’nin 48. sayısında (Haziran 2022), “1914 Tarihli ‘Qomîta Kurd’ün Mührü ve Bedirhanzade Abdürrezzak’ın Mücadelesi” başlıklı makalesi yayımlandı. Sözünü ettiğim “klişeyi” doğrudan hedef alan bu çalışmasında Malmîsanıj, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki Kürt siyasi milliyetçiliğinin sadece Abdürrezzak Bedirhan’la sınırlı kalmayıp, Bedirhanîleden dördünü daha (Hüseyin Kenan, Hasan Fevzi, Yusuf Kamil ve Süleyman’ı da) kapsayan bir mücadele olduğunu, ayrıca bugüne kadarki tarih yazımında sözü edilen “Bedirhanîler” ile bu “Bedirhanîleri”in farklı olduklarını gösteriyordu. Çok değil, daha iki yıl önce, 2020’de yayımlanan kitabında, “Kürtlerin Osmanlı Devleti’nden ayrılma ve bağımsızlık taleplerinin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra örgütlü bir biçim aldığı biliniyor” diye yazan Malmîsanıj[4] bu incelemesiyle farklı bir sonuca vardığını ifade ediyordu:[5]
Kürt milliyetçilerinin yirminci yüzyılda, Osmanlı devletinden ayrılma düşüncesini ancak Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarında dile getirdiği genellikle kabul edilir. Buna karşın Bedirhanzade Abdürrezzak (1864-1918) başta olmak üzere Bedirhani ailesine mensup Hüseyin Kenan Paşa, Hasan Fevzi, Yusuf Kamil, Süleyman ve onlarla birlikte hareket eden Kürtlerin düşünce ve çalışmaları bu çerçevenin dışındadır. Bu Bedirhanzadeler Birinci Dünya Savaşı’ndan önce (1910-1913) Kürdistan’a gider ve düşüncelerini gerçekleştirmek için Osmanlı yönetimine karşı mücadele eder[ler]. (…) o zamana kadar kurulan Kürt örgütleri, Osmanlı devleti sınırları içinde kalmak suretiyle bazı haklar talep ederken [onlar] Kürdistan’ın en azından bir bölümünü Osmanlı devletinden ayırmayı, Rusya himayesinde otonom bir Kürt yönetimi kurmayı hedeflemişlerdir.
Malmîsanıj bu çalışmasıyla sadece sözünü ettiğim klişeleşmiş tarih yazımını sorgulamakla kalmıyor, Kürt Tarihi dergisinin editörü Mesut Yeğen’in işaret ettiği gibi, aynı zamanda, “yakın dönem Kürt hareketinin ve bu hareketin önemli uzuvlarından olmuş Bedirhan ailesinin 20. yüzyıl başındaki siyasi vizyonlarının kapsamıyla ilgili tartışmaya önemli bir katkı sunuyor”du.[6]
Her nedense suskunlukla karşılanıp hakkettiği ilgiyi görmediğini düşündüğüm çalışmasından da aldığım cesaretle, Malmîsanıj’ın açtığı bu yoldan ilerlemek istedim. Elinizdeki kitabın yazılış öyküsü kısaca budur.
Bu çalışmamda Bedirhanîlerin nasıl İstanbul merkezli Kürt hareketinin ana gövdesi haline geldiğini, aile içindeki farklılıkların ve kırılmaların hangi konularda yaşandığını, Abdürrrezak, Hüseyin Kenan, Hasan Fevzi, Yusuf Kamil ve Süleyman Bedirhanlar ile Hayreddin Berazî, Abdüsselam Barzani’den oluşan kadronun Seyyid Taha ve Sımko’nun da şu ya da bu ölçüdeki katkılarıyla yürüttükleri mücadeleyi, Çarlık Rusya’sının “Kürt politikası”nın bu mücadele üzerindeki etkilerini, o arada bu kadronun lideri konumundaki Abdürrezzak Bedirhan’ın yaşamının yeterince bilinmeyen yönlerini, bağımsız bir Kürdistan konusundaki görüşlerini ve geliştirdiği siyasi yol haritasını ve 1 Mart 1918 günü, başında Sadrazam Talat Paşa’ın bulunduğu İttihat ve Terakki hükümetinin talimatıyla, Musul’da nasıl zehirlenerek öldürüldüğünü olabildiğince ayrıntılı biçimde anlatmaya çalıştım.
Son olarak “milliyetçilik” terimi üzerine kısa bir uyarıda bulunmayı, bir açıklama yapmayı gerekli görüyorum. Bu kitap boyunca kullanılan bu terim, başka bir ulusu egemenliği altına alan “egemen ulusun milliyetçiliği” değil, gasp edilmiş kendi ulusal hakları için mücadele eden “ezilen ulusun mililiyetçiliği”dir.
[1] Lazarev, M. S., ve Ş. X. Mıhoyan 2007, 180.
[2] Issı 2021, 297-298.
[3] Özoğlu 2001,383.
[4] Malmîsanij 2020, 14.
[5] Malmîsanıj 2022), 6.
[6] Yeğen 2020, 1.
Yorumlar (0)
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yazın.