İnsanların menfaat ve iradeleri arasında bir düzen sağlama adına bir yüzü özgür, eşit ve barış diğer yüzü asimilasyon ve jenosit olan modern devlet ile ulus devlet özdeş kavramlardır. Genelde insanlar medeniyet geliştikçe modern devletin, daha çok demokratikleşerek; özgürlüğe, eşitliğe ve evrensel insan haklarına saygılı olacağına inanır. Medeniyetin gelişmesiyle birlikte modern devletin baskı ve anti-demokratik uygulamalardan tedricen de olsa uzaklaşacağını dolayısıyla asimilasyon, katliam ve özellikle jenosidin artık hiç yaşanmayacağını varsayarlar.

İçinde yaşadığımız süreçte kuzey Kürdistan siyasi akımları, bu varsayıma herkesten daha fazla inanır görünmektedir. Nitekim kuzey Kürdistan’ın egemen siyasi akımı olarak PKK/BDP’nin yönlendirdiği ve önde gelen siyasi akımlar olarak ta KADEP ve HAK-PAR tarafından desteklenen Emek Demokrasi Özgürlük Blok’u da bu varsayımın, Kürdistan kitlesinde yaygınlaştırılmasının bir aracı konumundadır.

 Modern devlet, egemenlik ve jenosit

Modern devlet, üzerinde yükseldiği egemen ulusun kültürel değerlerini ilerici, insani, evrensel standartlara sahip ve üstün olarak ifade eder. Tahakküm ettiği ulusu ise önce azınlık statüsüne indirger ve ardından da kültürel değerlerinin yerelliği, aşağılığı ve geriliği iddiasından hareketle gerici ve dolayısıyla gereksiz olduğunu ifade eder. Aynı şekilde modern devlette; asimilasyon baskısı altında ezilen bir ulusun ya da bir azınlığın kendi siyasi, kültürel değer ve geleneklerini yeni baştan ve tamamen olumsuz olarak değerlendirmesini ister ve bunu da dayatır. Ayrıca bunu da, modernleşmenin, toplumun homojenleşme süreci olduğu gerekçesiyle yapar. Modernleşme ya da uluslaşma süreci; ezilen toplulukların, egemen topluluğun kültürel ve siyasi değerlerinin çerçevesinde merkezileşmesi ve dolayısıyla homojenleşmesidir.

Modern devlet, egemenliğini ulusa ya da ulus kimliği çerçevesindeki halka dayandırır. 27 Ağustos 1789’da ilan edilen İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirge’sinin üçüncü fıkrası şöyle der:

 “Egemenlik ilkesi esas itibariyle millete dayanır ve hiçbir tüzel ya da özel kişilik, doğrudan milleten kaynaklanmayan otoriteyi icra edemez.”[1]

 Modern devlette egemenlik; mutlak, sınırsız, bölünemez ve devredilemezdir. Modern devlet; üniter devlet veya federal devlet gibi hangi anayasal idari yapılanmayla yönetilirse yönetilsin egemenlik hakkını devretmez ve paylaşmaz. Çünkü egemenlik kavramı, modern devletle birlikte ortaya çıkmıştır ve modern devletin siyasi ve hukuki kavramsallaştırma sürecinin belirleyenidir. Yani egemenlik, ulusal birliğin özüdür.

 Modern devlet, “Hâkim ve denetleyici bir organizasyon  -diğer şeylerin yanı sıra- söz konusu nüfus üzerindeki otoritesini başka hiçbir güce borçlu olmadığını iddia eder, hatta gerekirse böyle olduğunu kanıtlar. Bu denetimi kendi hesabına, kendi kaynaklarını kullanarak, koşulsuz bir biçimde uygular ve bu gücü bir başka varlıktan elde etmediği gibi, bir başka varlıkla da paylaşmaz. Bu otorite hukuki bir kurallar bütününe müracaatla sınırlanamaz veya bu yolu kullanarak bu otoriteye karşı çıkılamaz.”[2]

Modern devlet; egemenlik ilkesinin imkânıyla yasa ile uygulamayı kendisinde birleştirmiş olup meşru fiziksel şiddet kullanma tekelinin de sahibidir. Ve bu araçların gücüyle toplum üzerinde egemenliğini sağlar. Modern devletin sorunu,  toplumun, devletin egemenliğini meşru görmesi ve kendi rızası ile kabul etmesidir. Toplum ise devletin iktidar işleyişine ortak olmayı yani siyasete katılmayı talep eder. Bu da toplum ilişkilerinde her tür ayrıcalıkların ve kutsallıkların tasfiye edilmesi, eşitlik, özgürlük ve demokratik hakların genişletilmesi istemidir.

Bu nedenledir ki modern devletin iki yüzü ya da iki söylemi vardır. Birinci söylemi, demokrasi,  tam yurttaşlık, özgürlük, eşitlik gibi imkânlarla toplumu ve insanlığı özgürleştirme iddiasıdır. Yani toplumun devleti kısıtlama ve denetleme araçlarına kavuşturulduğunu iddia eder. İkinci söylemi ise, toplumun ve insanlığın özgürleştirilmesinin ve özgürlüğünün genel çıkarı için kısıtlama ve cezalandırma gücüne sahip olmasının gerekliliğidir.

Elbette modern devlet ve toplum etkileşimi, modern devletin söylemi gibi işlemiyor. İşin doğrusu modern devlet, toplumu kısıtlar, gözetler ve denetler. Toplum, modern devleti kısıtlayan ve denetleyen bir öznel öğe değil, tersine kısıtlanan ve denetlenen bir nesnel öğedir.

 “Modern devlet, egemenliğindeki insanları, aklın yasalarıyla uyumlu, düzenli bir topluma dönüştürmek için onları kapsamlı bir şekilde incelemeyi misyon edinmiş, kutsal bir cihat gücü olarak doğdu. Rasyonel bir şekilde tasarlanan toplum, modern devletin causa finalis’i (nihai amaç) ilan edilmişti…”[3]

 Modern devletin amacı toplum olduğu için, rasyonel tasarımına göre toplumun düzenini sağlamak ve biçimlendirmek durumundadır. Toplumun rasyonel tasarımından kastedilen de ezilen ulus ve azınlıkların, egemen ulusun kültürel ve siyasi değerleri çerçevesinde bütünleşmesi ve merkezileşmesidir. Ezilen ulus ve azınlıkların tek bir kültür çerçevesinde homojenleşmeyi kabullenmeleri ise modernleşme olup tarihsel bir ilerlemedir, homojenleşmeye karşı direnmeleri ise modern öncesi geleneksel tutum olup tarihsel bir gerilemedir. Onun içindir ki egemen ulus toplumuna benzeşmeyenler, en iyimser haliyle entegrasyonu kabul etmeyenler, rasyonel olmayan kesimlerdir. Rasyonel olmayanlar yani egemen ulusun siyasi ve kültürel değerleri doğrultusunda terbiye olmayanlar ise, modern devletin toplum mühendisliğinin soykırım uygulamalarına tabi tutulurlar.

 “Modern soykırım, duyguların denetlenemeyen bir patlaması ve nerdeyse amaçsızca yapılan, tamamen irrasyonel bir eylem değildir. Bu aksine, karmaşık ve mat olan toplumsal gerçekliğin yaratamadığı müphemlikten arınmış homojenliği yapay araçlarla gerçekleştirmeye çalışan, rasyonel bir toplum mühendisliği uygulamasıdır.”[4]

 Soykırım, istisnai bir durum değildir. Yazarın, söylediği gibi modern devlet, toplumsal sorunların kesin olarak çözülmesini sağlayan meşru bir araçtır. Asimilasyon ve soykırım politikaları ve uygulamaları modern devletin bir ürünüdür. Ve üstelik meşru bir ürünüdür. Zaten modern devlet öncesi dönemlerde de asimilasyon ve soykırım politikaları yoktu.

Modern devlet, söylemde soykırımı lanetler ama toplumsal sorunların nihai olarak çözülebileceğine inanırsa bu yönteme başvurmada da tereddüt etmez. Tarihsel deneyler göstermiştir ki paylaşım savaşları dönemlerinde modern devletler, soykırım yapmışlardır. 1. Paylaşım Savaşı ve Osmanlı devletinin Türkiye Cumhuriyetine dönüşme sürecinde Ermeni soykırımı, 2. Paylaşım Savaşı’nda Yahudi soykırımı, Halepçe ve adı henüz konmamış Kürdistan soykırımları, içinde yürüdüğümüz 3. Paylaşım Savaşı’nda eski Yugoslavya ile Ruanda’da Tutsi ve Sudan Darfur’daki soykırımlar önde gelen örneklerdir.

Kuzey Kürdistan siyasi akımları kendi ulusal değerlerine sahip çık(a)mıyor

 Türkiye Cumhuriyeti de egemenliğinin kayıtsız, şartsız Türk Milletine ait olduğunu ilan eder ve tüm uygulamalarını Türk Milletine dayandırır. Vatan, millet, devlet, ulusal dil (resmi dil), bayrak ulusal temel değerlerdir. İttihatçıların ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin, siyasi temelini oluşturan değerler; tek devlet, tek vatan, tek millet, tek milli dil, tek bayrak ilkeleridir. Burada ulusal dil hakkında kısa bir açıklama yapmakta fayda var. Resmi dil ya da devlet dili, ulusal dil durumundadır. Devlet dili ya da resmi dil olmayan dil, ulusal dil değil, anadil durumundadır.

Emek Demokrasi Özgürlük Blok’u ve bu Blok’a yön veren PKK/BDP siyasi çizgisi yukarıda belirtilen TC’nin temel siyasi ilkelerine karşı olmadığını ve bunları tanıdığını defalarca beyan etmiştir. Bunun da anlamı; Kürdistan ülkesi, Kürdistan’ın bağımsız devlet olması, Kürd milleti, Kürdçenin resmi dil olması, Kürdistan bayrağı gibi ulusal temel değerlerini geri çekmektir. Bu geri çekmenin asıl nedeni de azınlık siyasetidir. İçinde yürüdüğümüz süreçte azınlık siyaseti Emek Demokrasi Özgürlük Blok’unda cisimleşmiştir. Bu Blok’un etrafında toplananlar ve destekleyenler bilerek ya da bilmeyerek Kürd ulusal değerlerini tamamen olumsuz bir biçimde değerlendirmişlerdir. Bu durum da Kürd ulusunu evrenselleştirecek olan temel değerlerinin reddi ve inkârıdır. Çünkü Kürd ulusu, ancak devletleşme ile evrenselleşme ilişkilerine girebilir. Kürd ulusu, bağımsız devlet konumuna gelmekle Birleşmiş Milletlerin üyesi olabilir. Birleşmiş Milletlerin üyesi sıfatıyla ancak ülkesi, ulusu,  devleti, dilli,  bayrağı ve ulusal marşı yani ulusal temel değerleri evrensel kabule dönüşür. Zaten ulusal kimlik dediğimiz şey tam da budur.

Kürd ulusal siyasi akımlarınca Türkiye Cumhuriyeti’nin temel siyasi ilkelerinin kabulü; Kürd ulusunun evrenselleşmesini Türkiye Cumhuriyeti’nin aracılığıyla gördüklerinin de ilanıdır. Bu durumda Kürd ulusunun evrenselleşme ya da uygarlaşma araçları Kürd ulusal değerleri değil, Türk ulusal değerleri olmaktadır. Bu tutum, Kuzeyli Kürd toplumunu bir ulus olarak değil, Türkiye’nin herhangi bir azınlığı olarak görmektir. Bu durumda Kürd ulusal değerlerine sahip çıkmak; evrenselleşme sürecinin dışında kalmak anlamına geldiğinden utanç verici bir durum olur. Dolayısıyla Türk ulusal değerlerinin üst-kimlik olarak kabul edilmesi, artık alt-kimlik olarak Kürd ulusal değerlerinin siyasi gündeme taşınmasına da gerek bırakmaz. Bu siyasi tutumun hedefi de; Kürdistanlıların gözünde Türk ulus değerlerinin yükseltilmesi, yüceltilmesi ve Kürd ulus değerlerinin de aşağılanmasını ve değersizleşmesini sağlamaktır. Yani Türk ulusal değerlerini öznelleştirme (egemen kılma) ve Kürd ulusal değerlerini nesnelleştirmedir (egemenlikten mahrum etme).

Seçim sürecinde ve seçimden sonra yaşanan ve yaşanmakta olan siyasi polemiklerin ve gerginliklerin nedeni Kürd ulusal değerlerine sahiplenmeden dolayı değildir. Hatta Kürd ulusal değerleri gündeme bile taşınmadı. Bu süreçte ki siyasi tartışmaların odağı da yine; Kürdistan toplumunda toplumsal ve siyasi egemenliğin Türk ulus devletine ait olduğunun kabulünün tekrarıdır. Hedeflenen ve söylenilen, Türk ulus devletinin egemenliğinin onayı ve denetimi altında PKK’ye belli bir statü verilmesidir. Nasıl olsa Kuzey Kürdistanlıların kendi kendini yöneten ve kendi kendini yeniden üreten siyasi ve kültürel değerleri yerle bir edilmiştir. Bu yerle bir edilişin içinde Türkiyelileşmeyi amaçlayan Kürd siyasi aktörlerinin de önemli payı vardır. Çünkü Türkiyelileşme zeminindeki siyasi aktörler; ulusal siyaset yerine azınlık siyasetini ikame ederek Kürd ulusunun siyasal, kültürel ve ekonomik birliğini yani devletleşme mücadelesini geriye çeken, hatta engelleyen olumsuz ve uğursuz bir rol oynamaktadırlar.

Yakın tarihe baktığımızda Saddam Hüseyin, güneyli Kürdlere resmi adıyla Irak Kürdistan Bölgesel Parlamentosu hakkı tanımıştı. Ancak o dönem Kürdistan’ın tüm siyasi akımları, bu parlamentoyu tanımadılar ve parlamenterlerini cahş (hain) ilan ettiler. Emek Demokrasi Özgürlük Blok’u ise 2011 Haziran seçiminde TC parlamentosunun üyesi olmak için yoğun bir çalışma içerisine girdi. Ulusal siyaset açısından Saddam Hüseyin dönemindeki Kürdistan Bölgesel Parlamentosu üyeliği ile sömürgeci Türk devletinin parlamentosunun üyeliği arasında nitel bir fark yoktur. Ancak şu söylenebilir; o dönemdeki Kürdistan siyasi akımlarında, ulusal siyaset egemen anlayış olduğundan, adı Kürdistan Bölgesel Parlamentosu da olsa, buna karşıydılar. Bugün ise Kuzey Kürdistan siyasi akımlarında azınlık siyaseti egemen anlayış olduğundan, TC parlamentosunu çözüm yeri olarak kabul etmektedirler. Bu tutumlarını da demokratik hak ve özgürlüklerle gerekçelendirebilirler. Ancak azınlık siyaseti zeminindeki demokratik hak ve özgürlüklerin mücadelesinin hedefiyle ulusal siyaset zeminindeki demokratik hak ve özgürlüklerin mücadelesinin hedefi aynı değildir. Azınlık siyaseti, Türkiye’nin demokratikleşmesi hedefi doğrultusunda demokratik hak ve özgürlüklere yaklaşırken; ulusal siyaset, Kürdistan’ın demokratikleşmesi hedefi doğrultusunda demokratik hak ve özgürlüklere yaklaşır.

 Kuzey Kürdistan’da azınlık siyaseti, Türkiyelileşme siyaseti biçiminde somutlaşmaktadır. Türkiyelileşme siyaseti ise, asimilasyonun kabulü ve aracı olup Kürd ulusal değerlerinden feragat etmek ve Türk ulusal değerlerini kabullenmektir. Sömürgeci Türk devleti; PKK çizgisini ve bu çizginin yönlendirmesindeki Kürd siyasi akımlarının asimile olma başarısını takdir etmektedir. Çünkü Kürd siyasi akımların asimile edilmesi amacıyla onları Emek Demokrasi Özgürlük Blok’unda bir araya getirmiştir. Ancak asıl olan görev, Kuzeyli Kürd toplumunun kolektif olarak asimile edilmesidir. Türkiyelileşme hedefli siyasi akımlar, nihayetinde, her şeye rağmen asimile olmayan Kuzeyli Kürd toplumunun bir parçası kabul edileceğinden, egemenlerin nezdinde de ikiyüzlü ve sahtekâr oldukları şüphesi daha da kuvvetlenecektir. İşte bu şüpheli durumdan arınmak ve kurtulmak içindir ki Kürd ulusalcılığına saldırılmakta ve Kemalizm ile Ümmetçilikte övülmektedir. Örneğin en geniş kitleye sahip siyasi akımlar olarak Hizbullah ve PKK’nin söylemlerini hatırlamakta fayda vardır. Kürd ulusalcılığını; Hizbullah “cahiliye” sıfatıyla,  PKK ise “ilkel” sıfatıyla itham etmektedir. Kendi dışındaki Kürdleri, Hizbullah “kâfir”, PKK ise “hain” kavramıyla suçlamaktadır. Ne var ki asimilasyon projesi, tüm baskı, şiddet ve jenosit uygulamalarına rağmen Kürdistan’da ifşa edildi. Bundandır ki azınlık siyasetinin manipülasyonu anlamsız ve beyhude bir gayrettir.

Ekonomik ve siyasi krizlerin yükseldiği ve dünyanın yeniden paylaşma mücadelesine girdiği zamanlarda ulus devletlerin evrenselci, demokrasi, özgürlük, insan hakları söylemi yerine savaşçı, ırkçı söylemi gelir. Paylaşım savaşlarının kızıştıkları süreçlerde hem soykırım, hem de ezilen ulusların kurtuluş koşulları oluşur. Ortadoğu ve Kürdistan, değişen dünya dengeleri sürecinde, yeniden paylaşım savaş alanlarının tam ortasında olan bir coğrafyadır. Genelde tüm Ortadoğu halkını ve özelde Kürdistan halkını kapıda karşılayan özgürlük, barış ve refah değil; savaş, baskılar ve sefalettir. İçinde yürüdüğümüz paylaşım mücadelesi sürecinde Kürd ulusu ya da Kürdistan’ın herhangi bir parçasındaki Kürdlerin soykırım riskiyle karşı karşıya olduğu tespiti bir abartı değildir.

Bu nedenle sürecin acil görevi; Kürdistanlıların ulusal siyaset hedefinde örgütlenmesidir. Örgütsüz ve mücadeleden kaçan ezilen Kürd ulusu hiçbir şeydir, ama örgütlü ve kurtuluşu için mücadeleye atılan ezilen Kürd ulusu her şeydir ve kurtuluşunun önünde de hiçbir güç duramaz. Ulusal siyaset için başarının yolu; ulusal kurtuluşun önündeki en büyük engelin sübjektif manada olmasa da objektif manada azınlık siyaseti olduğunun bilince çıkarılmasıdır.

30 Haziran 2011, Diyarbekir

[email protected]

[1] Aktaran: Josep R. Llobera, Modernliğin Tanrısı Batı Avrupa’da Milliyetçiliğin Gelişimi, phoenix yay. S. 200

[2]  Gıanfranco Poggı, Devlet Doğası, Gelişimi ve Geleceği

[3] Bauman, Zygmunt.  Modernlik ve Müphemlik. Ayrıntı yay. İstanbul 2003, syf.34

[4] a.g.e. syf. 55