Seçim gündemi nedeniyle Cibranlı Halit Bey üzerine yazdığım seri yazılara ara verip, geri kalan kısmını sonradan yayınlamak üzere şimdilik seçime dair bir şeyler yazmak istiyorum. Yaklaşık yüz yıllık Cumhuriyet tarihinde yeni bir seçime doğru giderken, Kürdlerin geçmişten bugüne kadar seçimle imtihanına dair bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyorum. Bu yazıyı kaleme alırken, sürecin çok benzer yönleri nedeniyle, yaklaşık yüz küsur yıl önce yine bu konu üzerinde Mehmed Mihri Hilav tarafında kaleme alınmış makalenin başlığını kullanarak altmış altıncı ölüm yıldönümü nedeniyle hem onu anmak hem de biraz tarihe gönderme yapmak istedim.

Daha öncesine gitmeden, en azından İkinci Meşrutiyet’ten bu yana Kürdlerin eski söylemiyle “intihabat”a (seçimlere) ilgisi bilinmektedir. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte kurulan Kürd cemiyetleri bir taraftan ağırlıklı olarak dil, kültür ve eğitim çalışmalarını yürütürken diğer taraftan imparatorluk yönetimi altında yeterli bir derecede olmasa da siyaset ve mebus seçimlerine de ilgisiz kalmamışlar. Meşrutiyet’in ilanından sonra 1912’de yapılan ve “Sopalı seçimler” olarak ta bilinen seçimlerde, öne çıkan ve etkin olan iki parti vardı; İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası. Bu dönemde seçimlere ilgi duyan Kürdlerin çoğunluğu Hürriyet ve İtilaf Fırkası bünyesinde siyaset yaparken, az da olsa diğer bir kısmı da İttihat ve Terakki cemiyeti içinde çalışmaktaydı. Bu siyasi yelpazeyi, bugün itibariyle “Cumhur” ittifakı ve “Millet” ittifakı temelinde oluşan saflaşmaya benzetebiliriz.

“Hürriyet, müsavat, uhuvvet, adalet” yani bugünün Türkçesiyle “özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet” sloganı ile iktidara gelen İttihat ve Terakki, kısa bir müddet sonra gerçek yüzünü ortaya koyarak Osmanlı toplumunun çok kültürlü, çok dilli, çok etnisiteli yapısını ve idari olarak da ademi merkezi yönetim tarzını yok sayarak uygulamada söylediklerinin aksini yapmış. Çünkü özünde İttihat ve Terakki anlayışında özgürlük, eşitlik, demokrasi ve siyasi ahlak geçerli değildi; mezkûr zihniyet komploculuk, şiddet, suikast, linç ve ötekini ya da rakibini yoksayma anlayış üzerine inşa edilmişti. Bu anlayışla iktidarı ele geçirdiğinde yaptığı ilk iş, basın özgürlüğünü ortadan kaldırıp kendisine muhalif basını susturmak olmuş. Bunu sağlayabilmek için başvurduğu yöntem şiddet ve terör olmuştur ve bu şiddeti ilk olarak da Mevlanzade Rıfat’ın sahibi olduğu muhalif Serbestî gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi’yi bir suikastla İstanbul’un en işlek yeri olan Galata köprüsü üzerinde 6 Nisan 1909’da aleni bir şekilde öldürmekle başlamıştır. Hasan Fehmi bir başlangıç oldu, sonra 1910’da Sada-yi Millet başyazarı Ahmet Samim ve ondan sora da 1911 temmuzunda Şehrah gazetesi başyazarı Zeki Bey peşpeşe suikasta uğrayarak katledildiler. Benzer birçok örnek daha sıralanabilir ancak konudan uzaklaşmadan bu tür hatırlatmalarda bulunmaya çalışacağım.

Bu komplocu, ceberrut, benmerkezci, despotik İttihat kliği uygulamalarıyla adeta istibdat rejimini aratan bir ortam yaratırlar. Bu koşullarda Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Dünya Savaşı’na sürükleyerek sonunu getirdiler. Kendi içerisinde farklı eğilimlere sahip olsalar da, o zaman “Osmanlıcılık” ve “Ümmetçilik” kavramlarıyla süslenen siyasetleriyle Kürdleri kandırdılar. Çoğunluğu İttihat ve Terakki’nin üyesi olan ve bu zihniyetin takipçisi olan Cumhuriyet kurucuları da, bu siyaseti farklı bir şekilde sürdürdüler. Bugün de dindar veya laik, açık veya gizli İttihatçılar tıpkı meşrutiyet dönemindekine benzer bir şekilde “özgürlük”, “demokrasi”, “halkların kardeşliği”, “millilik” ya da “ümmetin menfaatleri” söylemleri öne çıkararak aslında başta Kürdler olmak üzere diğer bütün etnik grupları ve halkları bu potada eritmek istiyorlar. Bu yaklaşım, Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar devletin izlenen temel resmi politikasıdır. İzlenen bu politikaya göre Kürdler, Türklere entegre olarak, koşulsuz bir şekilde iltihak ederek veya “Türkiyelileşerek” var olabilir. Bu zihniyetten etkilenmiş bütün yapılar, kişiler aynı özellikleri farklı zaman ve mekanlarda, farklı söylemlerle savunmakta ve uygulamaktadırlar.

Mustafa Kemal çeşitli vesilelerle değişik tarihlerde yaptığı açıklamalarda; ‘bu devlet Türklerin ve Kürdlerin ortak devleti olacaktır’, demesine rağmen, Kürdlere temsil hakkı dahil hiçbir hak tanınmamıştır. Cumhuriyetin kuruluş sürecinden başlayarak Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir seçimde Kürdler, alenen kendi iradesi, kimliği ve kendi milletini temsilen meclise girememiştir. Fakat propaganda ve algı oluşturma amacıyla, ilk meclis döneminde Kürd asıllı mebuslar Kürdistan mebusu, Laz asıllı olanlar da Lazistan mebusu olarak adlandırılmışlar. Her vesileyle çözüm ibresi olarak gösterilip övülerek dile getirilen birinci BMM seçimlerinde dahi yer alan Kürd asıllı mebuslar, Lozan Antlaşması yaklaşınca, iş bozar düşüncesiyle hızlı bir şekilde tasfiye edilmişler. Buna rağmen birinci meclisi, çoğulcu bir yapı ve halkların ortak iradesinin yansıması olarak değerlendirenler, bugünkü entegrasyoncu ve Türkleşme politikasına tarihsel geçmiş yaratmak isteyenlerdir.  BMM ikinci dönem seçimlerinde ise, artık halkın seçimine dayalı bir temsilden öteye, tamamen tepeden atanmış veya tayin edilmiş mebusları görüyoruz. Bu atama yöntemi, hem milletvekili seçimi için hem de yerel seçimler için uygulanıyordu.

Bu süreçte Kürdler ve Kürdistan adına mebus olarak atananların çoğunluğu da asker ve bürokratlardan oluşuyordu. Örneğin, Diyarbakır adına milletvekili olarak atananların çoğunluğu Diyarbakırlı olmamasına rağmen dört beş dönem Diyarbakır’ı temsilen milletvekili tayin edilmişler. Bunlardan bölge müfettişi olan İbrahim Talî Öngören (5 dönem), Kazım Sevüktekin (5. Dönem) ve Mehmet Rüştü Bekit (4 dönem) artarda Diyarbakır halkı adına milletvekilli olarak tayin edilmişler. Günümüzde de yine bunların torunları, bu sefer farklı siyasi veya ideolojik kimliklerle başımıza milletvekili olarak tayin edilmektedir. Sadece milletvekili seçimleri değil, yerel seçimler de aynı yöntemle yapılmıştır. Bu sıkı denetime rağmen arada sıyrılarak seçilenler ise, kısa bir müddet sonra görevden uzaklaştırılmıştır. Örneğin; 1927 yerel seçimlerinde, Nurettin Zaza’nın ağabeyi Dr. Ahmet Nafiz, Maden belediye başkanlığına seçilmesine rağmen kısa bir süre sonra görevden uzaklaştırılmıştır. Bu örnekleri oldukça çoğaltabiliriz.

Dünden bugüne seçimlere dair yaşanan bütün hile ve antidemokratik uygulamalara rağmen, zaman zaman Kürdlerin kendi kimlikleriyle siyaset yapabildiğini söyleyenler de yok değildir. “Kürtlerin kendi kimlikleriyle siyaset yapmaları” demek, millet vekili adayı seçilen herhangi bir kişinin “ben de Kürdüm” ya da “Kürd kökenliyim” demeleri, kimlik siyaseti yapmak anlamına gelmiyor. Bir milletvekili, Kürd milleti adına meclise giremiyorsa, kimlik siyaseti yapmıyor ve Kürdleri temsil etmiyor. Bu durumda milletvekili hangi köken, düşünce ve ideoloji adına seçilirse seçilsin, o sadece Kürdlerin oyunu almış(!), Kürdleri temsil etmesi sözkonusu değildir. Bu bağlamda Kürdlerin oyu, HDP-YSP de dahil mevcut sistem partilerinin birçoğuna gidebiliyor.

https://www.rudaw.net/turkish/opinion/30042023