ÇALIŞMANIN TEMELİ

Ben bu çalışmaya, değerli meslektaşım Nurî Talebanî’nin “Şeyh Rıza Talebanî”  ile ilgili kitabımı (Bağdat 1979) Kürtçeden Arapça’ya tercüme etmeme ilişkin önerisinin ardından başladım. Böylece bu öneri kitabın aslından yaptığım tercümeden ve bu tercümeye yaptığım bazı ilavelerden oluşan olgun bir projeye dönüştü. Londra Kerbela Merkezinin Kerkük iliyle ilgili düzenlemiş olduğu bilimsel ve teşekküre değer sempozyuma katılmamı istemekle beni onurlandırması bağlamında oluşan bu çalışma projemi iki bölüme ayırma ihtiyacını hissettim. Birinci bölüm, Kerkük ediplerine ilişkin konunun veya kitabın esas merkezini teşkil eden özetin tamamıdır. Sempozyum paralelinde bir girişle başladığım bu kısımda daha sonra Şeyh Rıza Talebanî (m. 1832-1910) ve onun çok çeşitli zengin sanat gücü üzerinde durulmaktadır. Bana göre o, Kerkük’ün ortaya çıkardığı en büyük şâirdir. İkinci bölüm ise, bazı ilavelerle birlikte itabın aslından yapılan tercümeden oluşmaktadır ki, sempozyumun bitiminde bunu da merkeze armağan ediyorum.

KERKÜK

Kerkük, milletlerin yaşadığı, gelip geçtiği antik bir şehirdir. Biz burada onun bu antik boyutunu tartışmayacağız ve milletler arası eskiliğine ilişkin bir rakam vermeyeceğiz. Zira bu, başka araştırmacıların yapacağı bir iştir. Sonra biz esas itibariyle Şeyh Rıza Talebanî üzerinde dururken, onun bize göre Kerkük şehrinin bugüne kadar yetiştirdiği en meşhur şair olmasından dolayıdır. Bu şöhret onun sadece şiirin en bariz türü veya konusu olan hiciv sahasında değil; bir büyük yetenek olarak dört dilden (Kürtçe, Farsça, Türkçe, Arapça) klasik doğu şiirinin tüm alanlarına nüfuz etmesinde de görülmektedir .

KERKÜK EDİPLERİ

Anlattığım gibi sempozyomun konusu Kerkük şehridir. Ancak biz bir vilayet, sancak veya il olarak Kerkük’ten değil; onun ediplerinden bahsedeceğiz. Kerkük’ün uzak kırsalında değil, şehirde doğup yaşayan ediplerinden. Kerkük’te doğmayıp burada uzun süre yaşayan, ya da bu şehirde büyüyüp edebî yapıtlarını ve çalışmalarını onun atmosferinde şekillendirenleri de Kerküklü sayabilirim. Sonra biz Kürtlerin Kerkük’ün Kürdistaniliğine ve Şehrezûr’un son merkezi oluşuna ilişkin inancımız, onu toplumsal kardeşlik şehri olmaktan çıkarmak anlamına gelmez.[1] Bunu tartışmak, bizi şiir ve edebiyat ya da Şeyh Rıza Talebanî olarak asıl   konumuzdan uzaklaştıracaktır. Biz, Kerkük vatandaşlarının şiir ve edebiyatlarının –özellikle çağdaş hikaye- renklerini bu vatandaşların kavimlerinden alan bir gül destesi olduğuna inanıyoruz.

Elimde, son asırlarda yaşamış ünlü Kerkük ediplerinin isimlerinin kayıtlı olduğu büyük bir sicil bulunmaktadır. Benim tanıdıklarımın ve eserlerini incelediklerimin büyük çoğunluğu Kürt veya Kürtçe yazmış kimseler olmasına rağmen, aralarında bir çok doğu dili ile yazmış bazı şairlere de rastlıyoruz. Burada bazı seçkin isimleri zikretmek istiyorum:

Şeyh Rıza et-Talebanî                           (M.1835-1910)

Hicrî Dede                                            (M. 1877-1952)

Kasımî                                                   (M. 1786-1844)

Halisî                                                     (M. 1784-1959)

Tahir Fuad                                            (M. 1893-1927)

Remzî Rahîm ya da Mamend Kerkûkî (M. 1895-1967)

Refîk Halebî                                         (M. 1894-1960)

Abdulhalik Esîrî                                    (M. 1897-1962)

Beha – Behauddîn Salih                       (M. 1876-1948)

Seyid Anmedî Haneka                         (M. 1870-1952)

Maruf Berzencî, Fadıl el-Azavî, Celîl el-Kalsî, Zuhdî ed-Davudî, Galip ed-Davudî, Yusuf el-Hayderî, Hadî Merdan Sinan Saîd, Hüseyin Alî Hevramanî, Sergûn Bûles, Abdussamed Haneka, Abdullah Sirac, Muhammed Mukrî, Gafûr Salih … ve diğerleri.

ŞEYH RIZA TALEBANÎ

Kerkük sınırları içinde yer alan Kerh köyünde doğmuştur. Ancak Taleban ailesinin dedeleri olan Molla Mahmûd Zengene Taleban köyünden Kerkük şehrine gelmiştir. Burada bugün Talebaniye Tekkesi olarak bilinen Kadirî tarikatına ait bir tekke kurmuştur. İnsanlar tekkenin kurulduğu bu mahalleye bugün Berteke, yani Tekke Önü adını vermektedirler. İşte Şeyh Rıza Talebanî bu mahallede yetişmiş ve burada eğitim-öğretim görmüştür ki, onun şiirleri ve seçtiği konular üzerinde Kerkük şehriyle birlikte bu tekke de etkili olmuştur.

Yaklaşık 40 yıl önce Şeyh Rıza Talebanî hakkında şunları yazmıştım: “Bu şair, şiirlerinin çoğunda işlediği sövgülü hiciv alanında Kürt edebiyatında tek örnek sayılır. O, içinde ailesi ve eski akrabalarından tarikat şeyhleri de olmak üzere hayatı kendisine zindan ettiğine inandığı her şeyi ve her kesi hicvetmiştir. Şaire göre kendisine ait malları gasp eden ve Osmanlı sultanları tarafından kendilerine mülk ve toprak verilen bu şeyhler, insanları kandırıp onları sultanlara boyun eğer hale getirmek için din kisvesine bürünmüşlerdir.[2]

Bugün onun için yazdığım bu çalışmanın girişini ayrıntılandırmak için göz gezdiriyorum; fakat adı geçen kaynakta yazdığım şu girişten daha etkili bir şey bulamıyorum: Şeyh Rıza, mizaç ve karakterleri kendilerininkiyle uyuşmayan alçakları ve zalim yöneticileri hiçbir Kürt şairinin ulaşamadığı ve ulaşamayacağı bir üslupla hicvetmektedir. Şair büyük bir sanatsal kabiliyeti kendine özgü bir şiir türünde göstermektedir ki, bu şiir türünü sanatsal sövgü olarak adlandırmak mümkündür. Hoşlanmadığı kimseleri hicvetmek için sokakları dolaşarak insanların ağzından derlediği küfürlere sanatsal üsluplar kazandıran şair, bunları kalıplar halinde manzum kasidelere dökmüştür:

“Şeyh geceyi uykusuz geçiren bir abittir” denilmesi için,

Tan yeri ağardığında  onun kurt gibi uyuması gerekir.[3]

Şeyh Rıza, içinde bulunduğu toplumda insanlar arasında hoşnutsuzluk yaratan sınıfsal değer ve farklılıkların görüntülerini yansıtmıştır:

Zavalı fakirin bir tek kusuru olsa gözler onu apaçık görür,

Oysa mal sahibi zenginin yüz kusuru olsa hep saklı kalır.[4]

Burada, bu özet çalışmada, “Şeyh Rıza’ya göre hiciv” konusu çerçevesinde amaca hizmet edecek şu ilavelerde bulunabilir ve şunları söyleyebilirim: Şeyh Rıza’nın hicvini onun şairsel mizacına, kaçırmak istemediği güzel bir manzara ya da sözün cazibesine bağlıyoruz. Birçok kaside ve beyitte Ehl-i Beyt ile övünmesine ve özellikle Süleymaniye seyitleri (Berzencîlerden Kak Ahmed ailesi) ile gurur duymasına rağmen şunları söylemekten çekinmemektedir:

Şah Hüseyn ra Dîdem der hab der mela,

Guftem ay Şah-i Şehîd-i Kerbela,

Seyyid-i Berzence ez nesl-i to?

Guft lâ Vallahi haza muftera.[5]

Bunun gibi, Şeyh Rıza’nın Kürdistan’da veya İslam aleminde yer edinmiş bazı mezhep ve fırkaları hicvetmesine de hayret ediyoruz: Bu bir inanç tarzından mı yoksa dediğimiz gibi şairsel bir mizaçtan mı kaynaklanıyor? Kakailer hakkında söylenenleri tarih boyunca ……….. nispet edilen Manîler, Mezdekîler, Babekîler, Karmetîler, Zencîler, Komünistler”… ve diğerleri hakkında da söylemektedir. Öyleyse onu buna yönelten faktör Kakailer ile Taleban aşireti arasındaki anlaşmazlık ve savaşlar olamaz mı? Bu faktör bazen hicivdeki güç ve kabiliyetini kullanma isteği de olabilir. Nitekim hicvettiği kimselerin bu şiirlere gösterdikleri tepki bağlamında bunları latife olarak kabul etmeleri onun bu tür şiirlerinin mahiyetini ortaya koyan en iyi kanıtlardır.Şair bazen öyle çelişkiler içerisine giriyor ki, kendi döneminde yaşayanlar tarafından yapılan yorumlar hariç, bunlara açıklık getirmek mümkün değildir. Örneğin Zehavî (Muhammed Feyzî)’yi şu sözlerle zirveye çıkarırken;

Gerçekleri dokunarak idrak etmek mümkün değildir,

Zehavî’nin zihninin bunu anlamaması mümkün değildir.

Torununu (Cemîl Sıdkı) şunları söyleyerek hicvetmekten geri kalmamaktadır:

Bir söz söyleyeceğim ki iftira değildir,

Cemil’in annesi onu arkadan doğurmuştur.

Eğer söylediğim bu söze inanmıyorsan,

Yüzündeki dışkı eseri sarılığı görmüyor musun?

Edebiyatseverlerin ve diğer insanların bulunduğu değişik yerlerde Şeyh Rıza’nın adının geçtiği her seferinde insanın aklına sövgü ve müstehcen hiciv gelmektedir. Öyle ki, bazıları Şeyh Rıza’nın şiirlerinin okunmaya ve bir kütüphanede yer almaya layık olmadıklarını düşünmektedirler. Hem bu düşünce, hem de Şeyh Rıza’nın isminin sövgülerle anılması boşuna değildir. Zira o, şiirin bu alanında en büyük Kürt şâiri ve eserlerini gördüğümüz şâirler arasında en büyük söz sahibidir.

GAZEL

Kürt gazel şiirlerini şu üç kısma ayırıyoruz ki, Şeyh’in şiirleri bunların hiçbirisinden mahrum değildir:

– Taklîdî (Geleneksel) gazel

– Hakîkî gazel: Buna mutasavvıflar tarafından mecazî gazel adı verilir.

– Sûfî gazel: Bu, doğu şiirinde “hakîkî” olarak adlandırdıkları gazeldir. Bunun Araplardaki “uzrî” (plâtonik) aşk ile bir benzerliği vardır.

Gazellerinin hangi türünde olursa olsun, kelime seçiminde sanatsal davranıp belâgat sanatı dairesinden çıkmama ve duygularını ifade ederken doğrudan doğruya bir betimlemeye başvurmadan kelimelerden retorik şekiller yaratma anlamında Şeyh Rıza çoğunlukla gelenekçi sayılır. Onun şiirleri veya gazel türü bazı kasideleri ile klâsik dönem büyük Kürt gazel ustalarınınki arasında şiirsel vezin ve kafiye açısından bir karşılaştırma yapmak mümkün ise de, hangi kasidesinde olursa olsun, en sonunda onun alaycı ruhu ve karikatürist sanatı farklı bir şekilde kendini göstermektedir:

Hürmüz’ün oğlu Husrev gibi, Şîrîn Câflıdır;

Yemine gerek yok, o ceylan gözlü ve kırmızı dudaklı yar Câflıdır.

Simsiyah fettan gözleri ve yoldan çıkarıcı fettân yüzüyle,

Dinimi, kalbimi ve imanımı çalan o yar Câflıdır.

Güzelliğinin nişanı Hakk’ın kudretinin bir kanıtı,

Kendisi de Allah’ın varlığının bir ispatı olan o mucize Câflıdır.

Evreni darmadağın eden, bakışları ufuklarda fitne saçan,

Tek kişi olarak dünyayı aciz bırakan o yar Câflıdır.

 

Siyah kirpikleri hareket kabiliyeti ve yere serme açısından

Timur’un ordusuna ve Cengiz’in askerlerine benzeyen o yar Câflıdır.

Onun emrine girip kendisine köle olan sade Rıza değildir,

Miskini de padişahı da emri altına alan o yar Câflıdır.

Bir araştırmacı ve çevirmen olarak başka gazel kasideleri üzerinde de durabilirim. Fakat belirttiğim noktalara delalet etmesi açısında şu birkaç örnekle yetineceğim:

Senin o örgülü saçlarını Şeyh bile görse,

Hırkasını ve tespihini Zünnâr ve Haç ile değiştirecektir.

Ya da;

Ulaşmaya çalışıyorum ona,”ey ruhumun ruhu, nedir derdimin dermanı?” diyorum,

“Çek git buradan ey hasta kalpli” diyor.

Ya da;

Selvi de ne oluyor, ney  ne oluyor? Boy posunla yarışmak için,

Ney şeker yemiş, Selvi de başını taşa tos vurmuş.

MERSİYE

Alaycı, hicivci, kalbi ve şiiri komiklik dolu bu şairin şiirleri ağlama anlarından da mahrum değildir. Kaldı ki, daha öncekiler gibi kendisi için de, “bunun şiirin her alanında yeteneği vardır” denilsin diye bu tür şiirleri meydana getirmemiştir. Belki onun kalbinin de bazen kan ağladığını ve kendisinden önceki şairlerin mecâzatından derlemeler yaparken bir “hüzün” tablosunu oluşturmak için bunlara kendi sanat gücünden de katkılar sağladığını görüyoruz:

Neden kalbim yanmasın, neden kebap gibi olmasın?

Neden cesedim ruhumdan karga gibi ayrılmasın?

Niçin göz pınarından kandamlaları akmasın?

Niçin kirpiklerin fıskiyesinden kandamlaları boşalmasın?

Neden boğaz disklerimin haykırışlarından bir marş oluşmasın?

Neden ağlamak göz pınarlarımı bir seraba dönüştürmesin? 

Şunları söyleyen de kendisidir:

Güneş diğer insanların gözünden akşam olunca kaybolur,

Benim güneşim ise seher vakti gözümden kaybolmuştur.

TASAVVUF YÖNÜ

Şeyh Rıza Talebanî genel çerçeve olarak Kadirî tarikatına ve onun kurucusu Şeyh Abdulkadir Geylanî’ye bağlıydı. Osmanlı yönetimince desteklenen bu tarikat bağlılığının siyasal boyutları da vardır:

 

Her iki cihanın padişahı Şah Abdulkadir’dir[6]

Ademoğullarının sevinç kaynağı Şah Abdulkadir’dir.

Güneş, Ay, Arş, Kürsü ve Kalem,

En büyük nurdan bir nur olan Şah Abdulkadir’dir.

Sultana payende olma noktasında gerektiğinde Osmanlı kanununa şöyle düşmanca tavır takınabiliyor:

Bîçare adalet ki yıkılmıştı binasî,

Birden içine sıçtı Kanûn-i Esasî.

Kanûn-i ilahî var iken yani Şerîat,

Kanûn-i hezeyândır çı siyasî çı esasî.

Ya da şöyle diyor:

Diyanet mudhal, devlet bozuk, millet perişandır;

Sebep tahkîr-i dîn, te’sîs-i kanûn, terk-i Kur’ân’dır.

Bazıları kendisine sultanı hedef alan bir hiciv isnâd ediyorlar ki, bu hicvin ve onu revize etmenin şeyhin zekasını gösteren bir hikayesi vardır. Şu beyitler kendisine isnâd edilmiştir:

Bakın yaratılan gök nasıl, yeryüzü nasıldır,

İbret gözüyle bak ve Hakkın kudretini gör.

Gerçi yeryüzünde sahip olduğum bir şey yoktur,

Yerden göğe kadar Alemlerin Rabbine hamd olsun.

………

Ta ki Hamîd Han’a “ey mü’minlerin hamîri (eşeği” diyeydim.

Senin gönderilişin Peygamber’in gönderilişinin tersinedir:

 Sen alemlere ancak bir “zahmet” olarak gönderilmişsin.

Söylediklerinden dolayı suçlanan şair şunları söylemiştir: Sultanı görmek için çok bekledim ve çok methiye söyledim. Fakat bir netice çıkmadı. Sultan tarafından duyulsun diye ben de bu beyitleri söyledim ve beyitler oraya ulaştı. Ancak ben bu beyitleri nakledildiği gibi söylemedim. Belki “mü’minlerin emîri”, “senin gönderilişin Peygamber’in gönderilişine uygundur” ve “alemlere rahmet” demişimdir.

Bu alanda derin bir deryaya dalan ve çok yönlü bir mücadeleye girişen Şeyh Rızâ’yı bazen tasavvuf ve zikir denizinde yüzerken, bazen de kendi arkadaşlarını hicvederken görebilirsin:

“Şeyh geceyi uykusuz geçiren bir abittir” denilmesi için,

Tan yeri ağardığında  onun kurt gibi uyuması gerekir.

Kendisi hakkında şunları söylerken sanki tövbe ediyor ve iyi oluyor gibi bir hali vardır:

Allah korusun! Aslında ben bu ateş paresi dilimi,

Şeytanları recmedip lanetlemek için kullanıyorum.

Onun bu beyitte söyledikleri, şu sözlerinden pek farklı değildir: “Rıza böyle bir nesildendir, Rabbim onu bağışla. Zira dikensiz bir gül, buharsız bir deniz ve dumansız bir ateş  mümkün değildir”.

Bazen şöyle diyerek Şeyh Abdulkadir Geylanî’yi methetmektedir:

İşlerim neyle yoluna giriyor? Şah ve vezîrle değil:

Sahip olduğum her şey o Kutbun sayesindedir.

Bu konuda biraz daha derinlemesine şunları söylüyor:

“Bağdat Cennet’ten daha güzeldir” demişsem az söylemişimdir,

Zira o hem Gavs’ın, hem de Kerhî ve İmam-ı A’zamın meskenidir.

Şiblî, Kerhî ve Cüneyd gibi Bağdat mutasavvıflarından bahsederken, o hep kendi Kutbunu, Geylanî’yi üstün görmektedir. Ancak bu, onu önde gelen Nakşîleri de güzel bir şekilde övmekten ve Buhâüddîn’in yüzünü ihtiyaç sahipleri için bir kıblegâh olarak kabul etmekten alıkoymamaktadır. Onun güzel övgülerin inciler dökülmekte ve sınırları yıkan bir mutasavvıfmış gibi nağmeli müzikal bir kasideyle konuya başlayabiliyor:

Ben sünniyim, adım Rıza, İmam Murtaza’nın köpeğiyim,

Ben Abdulkadir’in dervişiyim, fakat yolum Mevla’ya doğrudur.

Şunları söyleyen de kendisidir:

Mal ve şöhrete sahip değilsen üzülme Rıza!

Zira İmam Rıza’nın adıyla anılman yetiyor sana.

“Hüseyniyât” adlı kasidelerinde derinlemesine bir ehl-i beyt sevgisini işleyen şair şöyle demektedir:

Ali ailesinin mateminde denizden kan akıyor,

Bir kılıç baş kesiyor, bir el yukarı kalkıyor.

Hüseyin’in babasının aşkından kimi mızrakla başın, kimi sinesini dövüyor

Kadın erkek ağlama sesleri ve feryatlar Arş-ı A’lâ’ya çıkıyor.

Allah’ın balmumuyla aydınlattığı elbise içindeki Hüseyn’e,

Bütün başlar yolunda gitsin ve bütün ruhlar feda olsun o seçkine.

Kerbela faciasıyla ilgili cevher değerinde beyitler nazmederken duygularını frenleyebilen şair, şiirin mecâz sınırından çıkarak şunları söylemektedir: Hüseyin’in katiline bin kere lânet oku. Fakat bu işi halifelere ve sahâbîlere götürecek kadar aşırı gitme. Âriflerin yolu budur”. Bu konuda ılımlı bir tavır tanınıp orta bir yol takip eden şair, diğer bazı alanlarda sövgü ve hiciv sınırlarını aşarak aşırı gitmekte ve itidal yolunu elden bırakmaktadır:

Ben Sünniyim, fakat Mustafa ailesinin sevgisi,

Hem benim, hem de atalarımın dini ve imanıdır.

Şî’î  Sünnî bilmem: Kim o aile fertlerine dostsa onun dostuyum,

Kim onlara düşmanlık ederse de ben onların düşmanıyım.

Şâir teorik olarak tasavvufla ilintili olan bu alanda kendine özgü prensiplere dayanmakta, böylece “ehl-i beyt”i överken Kak Ahmet Ailesi’ne özel bir yer ayırmaktadır. Fakat hiciv karakterini bir türlü terk etmemektedir. Yoksa onun şu beyitlerini nereye oturtacağız?:

Bir muhâlif değil, geçici kurulmuş bir saatim ben,

Seyitlere boyun eğen bir uşağım ben.

Fakat hicvettikleri kimseler arasında birini şöyle hedef almaktadır:

Kimin seni aldattığını biliyorum fakat ne çare!

O bir seyittir ve benim hiçbir seyit hakkında kötü konuşmamam gerek.

Ya da;

Berzencîler zulmederlerse zararı yok, zira onlar seyittirler.

Divanında bazı tarikat şeyhleri ve onların davranışları ile ilgili bir takım övgü ve yergi örnekleri bulunmaktadır.

FAHR (ÖVÜNME, İFTİHAR)

Övünme ve gurur duyma her zaman ve her yerdeki büyük doğu şairlerinin şiire güzellik katan bariz bir özelliğidir. Doğrusu Şeyh Rıza’nın şiirleri arasında da bu alanda şiirsel parlaklık ve çeşitlilik arz eden güzel örnekler mevcuttur. Bu şiirin temelini Câhiliye döneminden Emevîler dönemine kadarki süreyi içine alan Arap edebiyatına dayandırmak mümkündür. Bu tür şiirlerde baştan sona bir şair-kabile denklemini buluyoruz:

Şair-Kabile

Kabile-şair

Fakat bu tür, şairin şahsında bir nevi sanatsal güç ile iftihara dönüşecek şekilde değişip gelişmiştir. Bunun da sanki şu denkleme dönüştüğünü görüyoruz:

Şair (Şahsı) – Kabile (Konu)

Ya da tersine (Sanat gücü) – (Şair)

Şu araştırma örneklerini şerh etmede şairin kendisinden fazla bir şey söylemiş olmayacağım:

Şair Lami[7] gibisi yoktur dünyada,

Tatlı sözlü, değimli, hoş tabiatlı ve güzel yaşamlı.

Maruf Bey’e söyleyin maaşımı kesmesin,

Düşmana karşı dilim gülen bir yılan gibidir.

Şeyh Rıza tekrar söz alsın diye lutfediyorsunuz,

Cevherden yapılmış oklara kınlarda kalmak yakışmaz.

Şair Lami hangi meclise yönelirse insanlar şöyle derler:

” Hikayeler sarayının bülbülü, nağmeyle öten kuş geldi”.

Vaziyetin kötü olmakla beraber, Allah şahittir ki şiirin coşturuyor ey Rıza! Ne büyük şairsin sen!  

 

(Kürt Araştırmacı ve Öğretim Üyesi, Süleymaniye Üniversitesi – Irak)

[1] Uzun süre Bakü’de yaşadım(1960-1963). Burası Azerbaycan’ın başkenti olmasına rağmen  bir çok milletten vatandaşları barındırmaktadır. Bu, petrol şehirlerinin bir özelliğidir.

[2] el-Vaki’îyye fi’edebi’l-Arabî, Sayda, M.1966, s. 80.

[3] Dîvan, s. 27.

[4] Dîvan, s. 243; aynı eser, s. 81.

[5] Şah Hüseyin’i rüyada bir kalabalığın içinde gördüm,

Ona: “Ey Kerbela şehitlerinin şahı!

Berzenc seyitleri senin soyundan mıdır?” dedim,

“Hayır! Allah’a yemin ederim ki bu bir iftiradır” dedi.

[6]

[7] Lami’, Şeyh Rıza’nın mahlası ya da şiirdeki lakabıdır.